Devrimini Arayan bir Devrimcinin Ekim’e Bakışı

Rus Devrimi

Rosa Luxemburg

Çeviren: Cangül Örnek

Yazılama Yayınevi, İstanbul, 2009

 

Türkiyeli okur, Türkiyeli marksist, Rosa Luxemburg’u genelde Lenin ve bolşeviklerle girdiği tartışmalardan tanır. Örneğin, daha sonra da değineceğimiz ulusal sorun tartışmaları, demokrasi ve diktatörlük tartışmaları, nasıl Kautsky Lenin’in meşhur yanıtından biliniyorsa, öyle bilinir. Türkiye solunun teorik birikimi ve o dönemin marksistlerinin kendi içindeki tartışmalarının bilgisi, genellikle hep Lenin üzerinden gerçekleşir.

Rosa’nın, sermayenin nasıl biriktiğine ve emperyalizmin tahliline dair Marksizme -doğruluğu tartışmalı- katkısı Sermaye Birikimi daha önce Türkçe’ye kazandırılmıştı. Gördüğü ilginin ne olduğunu bilemiyoruz; fakat Marx’ın yeniden üretim şemalarına 1 dair getirdiği eleştirilerden hareket edersek, siyasetle “yüklenmiş” Türkiye solcusunun çok da ilgisini çekmediğini iddia edebiliriz –ki, ilk basımı 1986’da yapılan Sermaye Birikimi, ikinci baskısını 2004 yılında yapmış. Dileyen bu boşluğu Belge Yayınları’ndan basılan kitabın berbat çevirisine de yorabilir.

Rus Devrimi ise Rosa Luxemburg’un Ekim Devrimi’ne dair sıcağı sıcağına yazdıklarını derleyip toparlıyor. Sırasıyla Ekim Devrimi’nin tarihsel önemine, Bolşeviklerin toprak politikasına, ulusal soruna, diktatörlüğe ve demokrasiye dair eteğinde biriktirdiği taşları döküyor Luxemburg.

Aslında Birinci Paylaşım Savaşı, II. Enternasyonal’in ihaneti ve hemen ardından gelen Ekim Devrimi’nin kartları yeniden karıp sınır çizgilerini yeniden çektiğini görüyoruz. Bu büyük savaşlar ve devrimler döneminde, herkes ustalarını aşıyor. Rusya’da Marksizmin ilk atılımını yapan Plehanov aşılıyor. Almanya’da, sadece Almanya’da değil tüm Avrupa’da, Engels’ten sonra marksizmin otoritesi haline gelen Kautsky de sadece Lenin tarafından hırpalanmıyor; ona esas tekmeyi belki de Rosa vuruyor:

“Ayrıca bu hamarat adamın (Kautsky’nin) I. Dünya Savaşı’nın dört yılı boyunca yılmadan yürüttüğü sakin ve düzenli bir yazılı üretimle sosyalizmin dokusunda nasıl bir bir delikler açtığını gözlemelemek de şaşırtıcıdır. Kautsky bu süreçte sosyalist kuramı kalbura çevirmiş, sağlam hiçbir noktasını bırakmamıştır (…) savaşın patlak vermesinden itibaren Marksizm anıtının resmi muhafızı Kautsky, Scheidemannların pratikte yaptıklarını teoride tekrarlamak dışında bir şey yapmamıştır:

“Bir barış aracı olarak Enternasyonal;silahsızlanma ve Milletler Cemiyeti ve milliyetçilik;sosyalizm değil, demokrasi.” 2

Rosa Luxemburg, Kautsky’yi yerin dibine sokup Bolşeviklere paye verdiği her satırda, kendi ülkesindeki, Almanya’daki devrimi düşünüyor. Bolşeviklerin pratiğini eleştirirken dahi, Alman proletaryasının üzerindeki ataletin nasıl kırılması gerektiğine dair kafa yoruyor. Kautsky’nin “Rusya’da devrim için koşulların olgunlaşmadığı” tezine karşı şu tezi çıkartıyor:

“Savaş sırasındaki gelişmeler ve Rus Devrimi herkese göstermiştir ki, söz konusu olan Rusya’nın devrime hazırlıksız olması değil, Alman proletaryasının tarihsel görevini yerine getirmeye hazır olmamasıdır." 3 

Luxemburg, iktidar sorununu ve eşitsiz gelişimi Bolşeviklerinki kadar net kavradığına dair göndermelerde bulunuyor:

“Olayların sıçramalı ilerleyişi daha önce, Fransa’da, kat edilmesi on yıllar süren mesafelerin birkaç gün ve saatte aşılmasını sağladı.” 4 “İlk devrimci dalgayla ileriye taşınan burjuva sınıfı kendisinin bir cumhuriyet rejimine kadar sürüklenmesine izin vermişti. Ama ondan sonra daha geri bir destek noktası aramaya ve bir karşı devrim örgütlemeye başladılar.” 5 Burjuvazinin “Cumhuriyet”e her zaman için hayırhah bakmayacağı, o günlerden belli oluyor. Cumhuriyet’ten daha geri tutamak noktaları arayan burjuvaziye karşı, cumhuriyet bayrağını elinde tutmak ve onu iktidardan devirmek gerekiyor. Burjuvazi, çıkarlarına denk düşmediği zaman Cumhuriyet’ten vazgeçiyor ve elde olanı savunmak ileriye sıçramakla mümkün oluyor.

Bu da bizi iktidar meselesine götürüyor. Luxemburg, Kautsky ve onun “Rus dindaşları”nı, Jakobenliğin “kötü” devrimciliğine karşı, Jirondenliğin “iyi” devrimciliğini taklit etmekle suçluyor. “Çoğunluk olma-parlamentoda çoğunluğu elde etme” bataklığına saplanan Alman Sosyal Demokrasisi’ne karşı Bolşevik politikayı savunarak bir devrim-öncü şeması çıkartıyor:

“Bolşevikler böylece yıllarca Alman Sosyal Demokrasisi’nin üzerine bir karabasan gibi çöken ‘halkın çoğunluğunu kazanma’ sorununu da halletmiş oldular. Alman Sosyal Demokratları parlamenter bozukluğun kalıtımsal bir taşıyıcısı olarak, devrimlere parlamenter anaokulunun mantığını uygulamaya çalıştılar: Bir şeyi parlamentodan geçirmek için önce çoğunluğa sahip olmalısınız. Aynı yaklaşımın devrim için de geçerli olduğunu öne sürdüler: Önce ‘çoğunluk’ haline gelelim. Ancak devrimlerin gerçek diyalektiği parlamento köstebeklerinin mantığını ayakları üstüne oturtuyor; önce çoğunluk olarak değil, çoğunluğa götüren devrimci taktikle ilerleme sağlanır. (…) Sadece nasıl liderlik edeceğini, yani olayların nasıl ileriye taşınacağını bilen parti fırtınalı zamanlarda destek kazanır." 6 

Rosa Luxemburg tartışmalarının en hararetli noktası ise “ulusal sorun”. “Köylülük sorunu” da bu “hararetli tartışmalar” başlığına dahil edilebilir; fakat Rusya’daki köylülüğün devrimdeki işlevi, ittifaklar sorunu içinde değerlendirilebilirse de, daha fazla “Rus”tur. Ulusal sorun ise, üzerine en çok “teori” patlatılmaya hazır bir konu başlığı olarak daha “evrensel” ve soyut bir nitelik kazanmaktadır.

“Soyut” sözcüğü yanlış anlaşılmasın: Ulusal sorun, adlı adınca devrimci pratiği ilgilendiriyor. Ulusal sorunu olmayan bir ülkenin devrimcileri, ulusal sorun adına politika üretmezler. Problem burada ortaya çıkıyor: Ulusal sorunu olmayan ya da görece önemsiz gözüken/siyasi bir damar oluşturmayan bir ülkedeki devrimci, kendi konumunu bulunduğu yerden, kendi özgün toplumsal formasyonundan soyutlayıp teorize ederse, ne olur?

Rosa Luxemburg’da biraz bu var. Ulusal sorunun yakıcılığını çoğunlukla küçümsüyor. Bugünün ulusal sorun değerlendirmelerinde altına kesinlikle imzamızı atacağımız tezler, Ekim Devrimi ve gelecek olan ulusal kurtuluş mücadelelerinin gölgesinde biraz fazla “doktriner” kalıyor.

Belirtmeden geçmeyelim: Devrimini yapamamış bir ülke devrimcisinin kendi konumunu teorileştirmesi ile devrimini yapmış bir ülke devrimcisinin kendi konumunu teorileştimesi arasındaki açı kapanmayacak kadar büyüktür. Lenin’den bir “izm” çıkarken Rosa’nın kimi Marksist olmayan damarlara kan taşıması, biraz da bununla alakalı olmalıdır.

Rosa en yakıcı sorunun “proletaryanın eylem kapasitesi, mücadele gücü, sosyalist iktidar isteği” olduğunu söylüyor. “Lenin, Troçki ve arkadaşları dünyada bir ilki gerçekleştirdiler” derken, onların “buna cesaret ettim!” diyebilmelerine olan hayranlığını gizlemiyor. En azından onun, “Rusya’da ortaya konan ama çözülemeyen” sorunu ele alıp çözmeye çalıştığını biliyoruz.

Rosa Luxemburg için, hiç kuşku yok, “buna cesaret etti!” diyebiliyoruz.

Dipnotlar

  1. Yeri gelmişken değinmek gerekir: Rosa Luxemburg’un bu yeniden üretim modellerinin bir “Dünya Sistemleri Analizi” metoduna yol açabileceği gibi, başka türlü bir eşitsiz gelişim kavrayışına da yol gösterebileceğini düşünmek gerekiyor. Malum, Rosa kapitalist üretim tarzının, başka üretim tarzları olmadan sermaye biriktiremeyeceğini iddia ediyordu.
  2.  s. 25-26
  3.  s. 21
  4.  s. 24
  5.  s. 25
  6.  s. 29
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×