Türk Milliyetçiliğine Rusya Aşısı

Osmanlı’nın son yıllarında gelişen Türk milliyetçiliğinin kaynakları konusu ele alındığında konuyla biraz ilgili herkesin ilk aklına gelen isimlerden biri Yusuf Akçura’dır. Yusuf Akçura’nın Osmanlı’da milliyetçiliğin gelişimine önemli katkıları olmasının yanında başka bir davanın insanı olduğu da çoğunlukla bilinir. Akçura bir Rusya Tatarı’dır. Kazan burjuvazisinin önemli temsilcilerinden olan bir aileden gelir ve Rusya müslümanlarının çarlığa karşı verdikleri hak mücadelelerinin liderlerindendir.

On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren çeşitli ”büyük olaylar” vesilesi ile Türkiye’ye Rusya’dan büyük sayılarda Volga, Orta Asya, Azerbaycan ve Kırımlı Türk-Tatar müslüman nüfus akmıştır. Bu olaylardan ilki olan Kırım Savaşı’nı (1853-56) 93 Harbi (1877-78) takip etmiş, 1905 Devrimi ile Rusya’daki azınlıklar için doğan umutları öldüren karşı devrim bir başka uğrak olmuş ve nihayet çiçeği burnunda Sovyet iktidarı ile ters düşenler için Türkiye sığınılan limanlardan biri haline gelmiştir.

Bu göçlerle çeşitli zamanlarda Türkiye’ye gelen Rusya kökenli aydınlardan özellikle öne çıkanlara ilişkin azımsanmayacak sayıda araştırma vardır. Ancak bu kişilerin Rusya tarihinin belirli bir evresinde yetişmiş bir aydın kuşağı olarak Türkiye’de milliyetçi ideolojinin gelişimi üzerinde nasıl ve ne ölçüde rol oynadıkları sorusuna bütünlüklü bir yanıt verilmemiştir. 1 Yaşamları çok geniş bir coğrafyaya yayılmış, pek çoğu Avrupa’da eğitim görmüş ve Batı felsefesi ile tanışmış, Rusya’daki toplumsal dönüşümleri bizzat yaşamış ve birer eylem adamı olarak Rusya ve Türkiye’deki toplumsal mücadelelerin içinde yer almış bu aydın kuşağı, Türkiye’deki Türk milliyetçiliğinin belki de en ilginç damarını teşkil etmektedir.

Bu yazıda bu aydın kuşağına ilişkin bir çerçeve oluşturulmaya çalışılırken, söz konusu aydınların Türkiye-Rusya hattında geçen mücadele serüvenleri, aydın kimliklerinin kurucu unsurları ve Türk milliyetçiliğine yaptıkları girdiler konu edilecektir.

Kökenler

19. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde Rus Çarlığı artık, ağırlıklı olarak Türk dilinin farklı lehçelerini konuşan çeşitli halkların yaşadığı geniş Orta Asya düzlüklerinin hâkimiydi.  Böylece 16. yüzyılda Korkunç İvan döneminde Kazan’ın ele geçirilmesi ile başlayan süreç tamamlanmış oluyordu. Bu andan itibaren çarlık hâkimiyetinde yaşamaya başlayan Türk-Tatar grupları dönem dönem çeşitli baskılara maruz kalsalar da dil ve kültürlerini korumayı başarabilmişlerdi. 18. yüzyıl sonunda Büyük Katerina döneminde Pugaçev’in önderliğinde patlak veren büyük köylü isyanına Kazan Tatarlarının da iştirak etmesi ve çarlığın müslüman azınlık üzerindeki Osmanlı etkisini kırma isteği daha ılımlı bir politika izlenmesini doğurmuş, müslümanlara din serbestisi tanınmış, bu politika ile özellikle Kazan merkezli bir Tatar burjuvazisinin oluşumu hızlanmıştı. Orta Asya ve Çin’le yapılan ticarette aracı roller üstlenen bu sınıf daha sonra 19. yüzyılın son çeyreğinde Orta Asya çarlık topraklarına katılınca iktisadi çıkarlarının tehlikeye girdiğini görmüş, çarlığın kültürel asimilasyoncu politikalarına karşı bayrak açmıştı. Rusya otokrasisinin Panislavizm yöneliminin hayatın her alanında kendini göstermeye başladığı bir dönemde, kurtuluşu, ortak paydası İslam ve Türk dili olan Türk-Tatar topluluklarına Pantürkizm propagandası yapmakta görmüştü. Zaman içinde Pantürkizm’in Kazan dışındaki diğer iki önemli merkezi Kırım ve Azerbaycan olacaktı.

Ortak kültürel bir mirası paylaşan Türk dünyasını kültürel hakların elde edilmesinden özerkliğe uzanan çeşitli hedefler doğrultusunda örgütlemeye dönük bu propagandaya, dinin modernizasyonunu da içeren bir aydınlanma programı eşlik ediyordu. Kırım Tatarı İsmail Gasprinski’nin 1883 yılında “dilde, fikirde, işte birlik” sloganıyla yayınlamaya başladığı ve daha sonra Osmanlı’da da büyük üne kavuşacak olan  gazetesi yayıncılık alanında çığır açmıştı. Gazetenin sade bir İstanbul Türkçesi ile kaleme alınan yazılarında dilde birlik hedefleniyor, eğitimin öneminin, dinin çağdaşlaştırılmasının ve kadınların özgürleştirilmesinin gerekliliğinin altı çiziliyordu. Türk-Tatar burjuvazisinin içinden çıkan Batı’da ve Rus okullarında eğitim görmüş aydınlar ve dinde reformdan yana bir ulema sınıfı bu atılımın entelektüel motorunu teşkil ediyorlardı.

Rusya’da filizlenen Türk milliyetçiliği Rusya’daki fikir hareketlerinden ziyadesiyle etkileniyordu. Önceleri Rus entelijansiyasının fikri kamplaşmaları olarak cereyan eden ve özellikle Batıcılık ile Slavofilcilik çizgileri arasında kendini gösteren kavga, giderek biçim değiştirmeye, 19. yüzyılın sonlarına doğru yaşanan kapitalistleşme ve modern sınıf mücadelelerinin sahnede belirmesi ile toplumsal karşılıklar bulmaya başlamıştı. Narodnik hareket, Slavofillerin ortaya attığı Rus köylü topluluğuna içkin derin Rus felsefesi ve yaşam biçiminin ilkelerini keşfetmek üzere yola çıkıyor ve “halka iniyordu”. Bu, Rus entelijansiyasının çarlık otokrasisine karşı verilen mücadeleye toplumsal bir boyut kazandırmak yolundaki ilk girişimiydi ve bu entelijansiyanın bir parçası kabul edilebilecek Türk-Tatar aydınlarına da ilham vermişti.

Türk-Tatar milliyetçiliği, cahil bırakılmış halkların aydınlatılmasını ortak bir Türklük bilinci uyandırılması için elzem sayarken bir yandan da kendini Slavofilciliğin güçlü argümanlarına karşı kurma baskısı ile karşı karşıya hissediyordu. Avrupa’da başlayan ve Rusya’da da hızla yayılan Türkoloji ve Şarkiyatçılık çalışmaları önemli sonuçlar vermeye başlamış, Orhun Kitabeleri’nin yüzyılın sonunda keşfedilip çözümlenmesi gibi gelişmeler kadim Türk tarihine eğilmeyi mümkün kılmıştı. Böylece Türk-Tatar milliyetçiliğinin birbiriyle çelişkili gibi görünen iki yönü belirginleşiyordu. Bir yanda, vatandaşlık esasına dayanan Fransız milliyetçiliğinin seküler ve aydınlanmacı yönü miras alınıyor, cahil bırakılmış kitlelerden hakkını arayan bireyler yaratılmaya çalışılıyordu. Diğer yanda ise Alman romantik milliyetçiliğinin ve onunla etkileşim halindeki Slavofilciliğin etkisiyle tarihte büyük roller oynamış ve aşkın ırksal özelliklerini ve kültürünü korumayı başarmış Türk milletine iade-i itibar edilmek isteniyordu. Bir yandan İslamiyet Türk kimliğinin en önemli bileşenlerinden biriyken, diğer yandan İslam’ın reformlarla çağa uygun hale getirilmesi gerektiği tartışılıyordu.

Osmanlı’ya Narodnik hareketin etkilerini taşımış olması kuvvetle muhtemel olan Pantürkistlerden Azeri Hüseyinzade Ali’nin “Türkleşmek, İslamlaşmak, Avrupalılaşmak” başlığını taşıyan makalesi Ziya Gökalp’in “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” adlı çalışmasının ilham kaynağı olmalıdır. Birbiriyle çelişki arz eden bu üç unsurun uzlaştırılarak ortak bir Türk kimliği yaratılabileceği iddiası ancak yukarıda anlatılmaya çalışılan tarihsel koşulların ve Türk-Tatar burjuva milliyetçilerinin bu koşullardan hareketle geliştirdikleri sentezin ürünü olabilirdi.

Tüm bunların üzerine Türk-Tatar burjuva milliyetçileri Avrupa’da gelişen devrimleri ve ulusal isyanları yakından takip etmiş ve Rusya’da yaşanan sarsıntıları sınıflar mücadelesi ekseninde çözümleyecek kadar Marksizm öğrenmişlerdi. Kendi başarılarının da gelişmekte olan işçi sınıfı ve köylülüğü yanına çeken bir sınıflar arası ittifaka bağlı olduğunu özelikle 1905 deneyiminden sonra açıkça görebiliyorlardı.

Türkiye yolları

Rus ve Osmanlı imparatorluklarının sonunu getiren 19. yüzyıl, Rusya müslümanlarının Osmanlı’ya yakınlaşmalarına sahne oldu. İletişim ve ulaşım olanaklarının artması ile iki ülke arasında seyahatler artmış, Rusya’dan Osmanlı’nın İstanbul ve Mısır gibi belli merkezlerine eğitim için öğrenciler gönderilir ve Rusyalı müslüman tüccarlar Osmanlı ülkesine rahatça gider gelir olmuşlardı. Bunların dışında, savaş dönemlerinde yığınsal göçler yaşanmış, Rusya’dan Osmanlı’ya göç eden ya da etmeye niyetlenen müslüman halk, yüzyılın ikinci yarısından itibaren iki devletin daha çok diplomasi alanında kendini gösteren bir başka mücadelenin konusu haline gelmişti. Çarlığın baskılarından kaçan Türk-Tatar aydınlar da Osmanlı’ya sığınmış, ancak hiçbir zaman anavatanları ile bağlarını koparmamışlardı. Yaşamlarını, eylemlerini ve fikirlerini büyük ölçüde belirleyen bu ikiye bölünmüşlük, yok oluşa çareler arayan iki imparatorluğun fikri etkileşiminin taşıyıcıları olmaları sonucunu doğurmuştu.

Birkaç on yıllık kısa bir zaman dilimi içinde Rusya ve Türkiye arasında mekik dokumuşlar, özellikle çarlığa karşı Türk-Tatar halkları arasında yükselen ulusal mücadelenin öncü aktörleri arasında yer almışlardı. Osmanlı’da siyaseten daha pasif kalmakla birlikte istikrarlı biçimde Pantürkizm projelerine yayıncılık faaliyetleri ile taraftar toplamaya gayret etmişlerdi.  Çalışmaları Osmanlı kamuoyunda büyük yankı uyandırsa da farklı bir sosyo-kültürel yapı içinde oluşmuş fikirleri nedeniyle hep biraz şüpheyle bakılmaktan ve çoğu zaman aykırı ses olmaktan kurtulamadılar.

İttihatçılıkla kesişen ve ayrılan yollar

Göçmen aydınlarla imparatorluğun çöküşüne çareler arayan Osmanlı aydını arasındaki uyumsuzluğun birkaç temel nedeni vardı. Kapitalizmin girişi ve modernleşme pratikleri iki imparatorlukta aydın hareketi açısından farklı sonuçlar doğurmuştu. Yüzyılın sonunda siyasal olarak kuşatılmış ve iktisadi olarak yarı sömürge durumuna getirilmiş Osmanlı, arkaik bir toplumsal formasyona iliştirilmiş modern kurumlarıyla eklektik bir görünüm arz ediyordu. Buna karşılık Rusya, kapitalizmin belli bir gelişkinliğe varabildiği, modernleşmenin daha köklü dönüşümler biçiminde kendini gösterebildiği ve böylece modern sınıf mücadelelerinin ortaya çıkışına elverişli bir zeminin oluşabildiği bir ülkeydi. Ufku gerçek toplumsal mücadeleler ve derin fikri çatışmalarca belirlenen Rus aydını, toplumsal dönüşümü merkeze koyan daha radikal kurtuluş projelerinin altına imza atabiliyordu. Rus aydını çağın zorunluluklarına ilişkin bir kavrayış geliştirebilmiş ve gündemine çarlığı kurtarmaktan daha gerçekçi idealler koyabilmişti. Osmanlı aydını Avrupa’da gelişen süreçleri ve fikir hareketlerini yakından takip etse de, asıl olarak zamanı geri döndürmeye çalışıyor, devletin güçlendirilmesi ve Batı tipi modern kurumların getirilmesi ile çöküşü durdurabileceğini düşünüyordu. Göçmen aydınların Pantürkist projeleri Rusya aydınlanmasının etkilerini Osmanlı’ya taşıyor, Osmanlı’da o dönemde var olan kalıplara pek uymuyordu.   

Yusuf Akçura Türkiye’nin siyaset literatüründe önemli bir yere sahip olan  adını verdiği eserini, 1904 gibi kimsenin Osmanlı’nın tüm toprak kayıplarına rağmen diğer milletlerini dışlamaya hazır olmadığı erken bir dönemde yazdı. Yazar İslamcılık, Osmanlıcılık ve Türkçülük siyasetlerini tartıyor ve kefede ağır basanın Türkçülük olduğunu ima ediyordu. Yusuf Akçura ve diğer göçmen aydınlar, ulus-devletleşmeyi er ya da geç gerçekleşecek bir tarihsel zorunluluk olarak kavrıyor, imparatorluğun farklı etnik unsurlarını bir arada tutma çabalarını beyhude buluyorlardı. Halbuki son toprak kayıplarına kadar İttihatçılar Osmanlıcılık politikasını değiştirmediler. Çok uluslu bir büyük Akdeniz imparatorluğunun mirasçılarıydılar. Göçmenlerin ısrarla savunduğu Asya merkezli bir Türk devleti fikrine Birinci Dünya Savaşı sırasında yaklaşıldığında, ülke artık varlık yokluk mücadelesi veriyordu.

1911 yılı Türk Yurdu dergisinin çıkışına sahne oldu. Derginin çekirdeğinde başta göçmen aydınlar olmak üzere Türkçülük fikrinin mimarları duruyordu. Yine de dergi farklı yaklaşımların yer bulabildiği bir ortak zemini andırıyordu. Yazar kadrosunda hem Ziya Gökalp hem de Parvus Efendi yer buluyordu. Dergi bir yandan toplumda çarlık çizmeleri altında ezilen soydaşlara ve Türk kültürüne dönük bir ilgi uyandırarak Türk birliğinin mümkün olduğu tezini savunurken, bir yandan da Türk unsuru üzerinde yükselen bir milli devletin koşullarının altını çiziyordu. Balkanlar’da, Orta ve Doğu Avrupa’da yükselen milliyetçiliklerin hemen hepsinde milli bir burjuvazinin varlığı ve önderliği söz konusuydu. Göçmen aydınlara göre Osmanlı’da bir milli burjuvazinin yaratılması, milli iktisat politikaları ile bağımsızlığın temini için de zorunluydu. Göçmen aydınların altını çizdikleri burjuvazinin rolü konusu da hem farklı coğrafyalardaki ulusal kurtuluş mücadelelerinin sınıfsal analizini yapabilmelerinden hem de bizzat kendi toplumlarında kendilerinin de parçası olduğu burjuvazinin oynadığı rolü bilmelerinden kaynaklanmaktadır.

1905-1908 aralığı Rusya kökenli aydınlar için bu açıdan deneyimlerle doludur. 1905 Devrimi ve anayasanın ilan edilip Duma’nın açılmasıyla, Türk-Tatar müslüman azınlığın mücadeleleri hız kazandı. Yazımıza konu olan aydınları bu dönemde anavatanlarında kendi halklarının hak mücadelelerinde ön safta görüyoruz. 1905-1906 yıllarında Türk-Tatar burjuvazisinin finansal desteği ile üç kongre düzenlendi. Kongrelerde önce Bütün Rusya Müslümanları İttifakı kuruldu.

Ocak 1906’da Rusya burjuvazisinin partisi Kadet’in konvansiyonuna bir müslüman delegasyon katılması sağlandı. Yusuf Akçura bu konvansiyondan sonra Kadet’in Merkez Komitesi’ne seçildi. Böylece geçici de olsa Rus ve Türk-Tatar burjuvazileri arasında liberal bir program etrafında bir ittifak sağlanmış oluyordu. 1906’da Duma’ya birçok müslüman vekil girdi. Çarın meclisi dağıtması ve Müslüman harekete karşı sert önlemler almasıyla ittifak dağıldı. Göçmen aydınlar hüsranla Osmanlı’ya döndüler. Çarlığın Japonlarla savaşta zayıf düşmesi ve 1905 Devrimi ile yükselen umutlar sona ermiş, yeniden alttan alta ilerleyen bir kültürel haklar mücadelesine geri dönülmüştü.

Birkaç yıl sonra Osmanlı’da 1908 Devrimi yaşanacak, bu kez yelkenler Osmanlı’da Pantürkizm bakiyesinde gerçekleşebilecek gelişmelerin umuduyla şişecekti. 1905 deneyimi ile Türkiye’ye taşınan ise milli burjuvazinin ulusal mücadeledeki öncü rolü ve toplumun diğer sınıflarına hitap etme zorunluluğudur. Göçmen aydınlar Rusya’da sadece Rus işçi sınıfının değil, bizzat kendi toplumlarında gelişen işçi sınıfının gücüne de tanık olmuşlardı. Ancak Osmanlı’nın kendi koşulları gereği daha fazla üzerinde durulması gereken kesim köylülük ya da azınlıkta kalan diğer kesimleri de kapsayacak şekilde halktı. “Halka gitmek” fikrinin mucidi Rus Narodniklerinden etkilenmiş olan göçmen aydınlar Türk Yurdu dergisi kadrosuyla Halka Doğru isimli bir dergi çıkarmaya başladılar.

Bu aydınlardan, bütün donanımlarına ve çok yönlü gelişen fikri formasyonlarına rağmen özgün teorik üretimler çıkmadı. Onların fikir üretimleri farklı ideolojilerin uygun görülen unsurlarının kolajlanmasından ibaretti ve siyaseten elde edilecek pratik sonuçların hizmetindeydi. Tarihin çok hızlı aktığı ve kaybedecek zamanın olmadığı bir devirde ideoloji siyasetle terbiye ediliyordu. Bu açıdan Rusya kökenli aydınların Osmanlı aydınından farkı yoktu. Onlar da bir ideolojinin kararlı savunucuları değillerdi. Türkçülüğün kurucusu olarak bilinen bu insanların dönem dönem solculukla, materyalist olmakla suçlanmalarının nedeni, zengin bir ideoloji demetini Pantürkist projeleri için kullanmalarıdır. Yine de Pantürkizm bir ayağı Rusya’da olan ve Osmanlı ülkesinde dışsal unsurlar olarak kalan göçmen aydınların elinde, Osmanlı’daki çalkantılardan görece azade, daha uzun soluklu bir siyasal proje olabilmişti. Ancak Ekim Devrimi ve sonrasındaki gelişmeler bu projenin sonunu getirdi.

Ekim Devrimi’yle Türk Birliği projesinin çöküşü

Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’na Almanların yanında girmesine taraftar olanlar arasında göçmen aydınlar da vardı. Bu hem Alman geleneğine kendilerini yakın hissetmelerinden hem de kamuoyunda var olan Almanların Osmanlı’yı parçalama niyetinde olmadığı fikrinden etkilenmelerinden kaynaklanıyordu. Üstelik böylece Osmanlı Rusya’nın karşı cephesinde yer alacak ve nihayet Rusya’ya karşı savaş açacaktı. Savaş sırasında Arap topraklarının da kaybedilmesi, göçmen aydınların yıllardır savunduğu Asya merkezli Osmanlı idaresinde bir Türk devleti fikrine İttihatçıların da sarılması ile sonuçlandı. Bu durumun yarattığı beklentiler Sarıkamış’ta yaşanan hezimetle ve Osmanlı’nın Rusya’yı yenemeyeceğinin görülmesi ile hayal kırıklığına dönüştü.

Savaşın ortasında Ekim Devrimi’nin doğuşu ve çarlığın yıkılışı beklenmedik şekilde Rusya topraklarındaki Türk-Tatar halklarını bağımsızlığa yaklaştırmıştı. Daha önceki mücadele döneminde beliren burjuva önderlerin öncülüğünde Orta Asya ve Kafkasya’dan bağımsız devletler ortaya çıkmaya başladı. Bu devletlerin daha sonra Sovyetler Birliği’ne katılma süreçleri kimi yerlerde dirençle karşılanmış, iç savaşı Orta Asya ve Kafkaslara doğru yaymıştı. Bu konjonktürde önceden Osmanlı topraklarına gelmiş ve savaş yıllarını Osmanlı’da geçirmiş Ağaoğlu, Akçura, Hüseyinzade Ali gibi isimler daha pasif bir bekleyişe girmeyi tercih ederken, Rusya’da sıcak mücadelenin içinde olan başkaları Bolşeviklere karşı doğrudan bayrak açıp kendi bölgelerinde bağımsızlık mücadelesinin başına geçtiler. Söz konusu bölgelerde Devrim’in zaferinin kesinleşmesi ile yeni Türkiye’ye Rusya’dan yeni bir göç dalgası olmuş, Azeri Mehmet Emin Resulzade, M. Mirza Bala, Ahmet Caferoğlu, Tatar Abdullah Battal Taymas, Başkırt Zeki Velidi Togan ve Abdülkadir İnan gibileri İstanbul’a gelmişlerdi.              

İki imparatorluğun külleri üzerinde yükselen iki yeni devlet Türk Birliği projesini nihai olarak sönümlendiriyordu. Sovyetler Birliği, Kafkaslar ve Orta Asya topraklarında sosyalizmi inşaya girişirken, Türkiye Cumhuriyeti Misak-ı Milli sınırları dahilinde bir Türk kimliği inşasına gidiyordu. Bundan sonra Türkiye’ye yerleşen eski ve yeni göçmenlerden birkaç istisnai isim dışında pek azı siyasette aktif kalıyor, Pantürkizmi tarih, dil ve kültür çalışmaları boyutlarıyla sürdürüyorlardı. 1920’li yıllar boyunca İstanbul’da irili ufaklı pek çok dernek kuruldu, yayınlar çıkarıldı. Bunların bir kısmı Sovyetler’den Avrupa’ya kaçan başkalarıyla ilişki halinde ve “Sovyet boyunduruğunda ezilen Türk milletinin davasını” duyurma çabası içindeydiler. Yine de kendilerine kucak açan Kemalist iktidarın milliyetçilik anlayışına ve yeni Türk devletinin esaslarına zarar vermeyecek bir dil kullanmaya özen gösteriyor, iç siyasette iktidarı karşılarına alacak eylemlerden uzak duruyorlardı. Bununla birlikte, siyaseten kendilerini anlamlandırdıkları zemin Sovyetler Birliği’ndeki soydaşları ile dayanışma olsa da, yaptıkları Türkçü yayınlar dünyadaki faşist yükselişe paralel gelişen “Türkçü faşizm”e cephanelik sağlıyordu. 2  

Sonuç

19. yüzyılda imparatorluk topraklarında ortaya çıkan tüm milliyetçi isyanlar dış destek görebildikleri oranda başarıya ulaşabildiler. Burjuva milliyetçiliği bu bölgelerde ülke içi sınıfsal ittifaklar kadar dış desteğin de gücüyle yükseliyordu. Rusya müslümanlarının yardım beklediği “Halife-i Ruy’ı Zemin” Osmanlı ise Rusya’daki Türk-Tatar milliyetçiliğine destek veremeyecek kadar müşkül durumdaydı. Ancak çok geniş bir bölgeye dağılmış halde yaşayan Türk-Tatar topluluklarının bir ulus-devletleşme sürecinin içine girememesi yalnızca dış destek eksikliğinden değil, coğrafi, tarihsel ve kültürel kısıtlardan da kaynaklanmaktaydı. Rusya’dan Osmanlı’ya gerçekleşen zorunlu göçlerle birlikte Rus boyunduruğundan kurtulma fikri göçen aydınlar tarafından Osmanlı ile birlikte Rusya’daki Türk-Tatar halkları kurtarma projesine dönüştürüldü. Yani Osmanlı İmparatorluğu Asya’ya uzanan bir Türk Birliği zemininde yeniden yükselecekti. Osmanlı’da kendilerini iç siyasetin çalkantılarından uzak tutmaya çalışarak projeleri için imkanlar kolladılar. İmparatorluğu kurtarmak için çareler arayan Osmanlı aydın ve siyaset çevrelerine Pantürkizmi önerdiler. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın yenilgisi ve Ekim Devrimi’nin ardından bölgelerindeki gelişmeler projelerini boşa çıkardı. Türkçülük adına yaptıkları dil, tarih ve kültür çalışmaları ise Türkçü faşizmin bakiyesinde kaldı.                  

Rusya kökenli aydınlar hazırlandıkları rolleri oynayamamış aktörlere benzetilebilirler. Oyunun sahnesi de, senaryosu gibi sık sık değişmekteydi. Diğer oyuncularla uyum sorunları yaşıyorlar, ayrıca beğenilmeme korkusu ile oyunculuklarını tam olarak ortaya koyamıyorlardı. Geç burjuva devrimleri çağında bir imparatorluğun sonunun hazırlanmasına katkıda bulunurken, bir diğerine hayat öpücüğü vermek istiyorlardı. Ancak her iki tarafta da umulan gerçekleşmedi. Bolşevikler çarlığın yıkıntılarının arasından Rusya halklarının birliğine dayanan sosyalist birliklerini inşa ettiler. Türkiye’de ise iktidar imparatorluk hayallerini geride bırakmak zorunda kalmış Kemalist kadroların elinde kaldı.

Dipnotlar

  1. François Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri: Yusuf Akçura 1876-1935 kitabında diğer biyografik çalışmalardan farklı olarak, Akçura’dan hareketle dönemin ve sözü geçen göçmen aydınların daha bütünlüklü bir resmine yer vermiştir. Georgeon, François, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri: Yusuf Akçura 1876-1935, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul,  2005
  2. Türkçü faşizmin ayrıntılı bir tahlili için bkz.: Yaşlı, Fatih, “Kinimiz Dinimizdir”, Türkçü Faşizm Üzerine Bir İnceleme, Tan Kitabevi Yayınları, Ankara, 2009.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×