Bir Marx Biyografisi Nasıl Yazılmaz?

Karl Marx: Bağnazlık Üzerine Bir Araştırma

Edward Hallett Carr

Çeviren: Uygur Kocabaşoğlu

İletişim Yayınevi, İstanbul, 2010, 367 sayfa.

 

Biyografi yazımını tarihçilik mesleğine dahil etmek gerekiyor. Biyografi yazarı, yazımın nesnesi olan tarihsel kişiliğe dair verileri toplayıp işlerken, belirli bir yönteme sahip olmak zorundadır. Bu yöntemi kabul etmek yahut reddetmek okurun elindedir.

Örnek olsun, kişinin kendisinin nesne haline geldiği otobiyografi türünde, gizli yatak odası maceralarını ana tema haline getiren uyduruk özyaşam öykülerini saymazsak, yazarımız kendi kendisini otopsi ya da psikanalize tabi tutabilir ve tarihsel olayları yalnızca kendi yaşantısının arka planı olarak anlatıya yedirebilir veya kendi kişisel yaşantısını tarihsel olayların arka planına yerleştirerek yaşantısını tarihte bir dekor haline getirebilir. Kendi öyküsünü anlatan kimsenin eli psikolojik olarak rahattır, çünkü kendisini anlattığına göre, o yaşamın başkalarınınkinden, en azından, daha “ilginç” olduğunu düşündüğü için anlatıyordur. Buna rağmen, yöntem yaşamöyküsüne yedirilmek durumundadır.

Tekrar biyografiye dönelim. Toplanan verilerin ince ince işlenmesi için öyle ya da böyle bir yönteme ihtiyaç duyulacağını söylemiştik. Biyografi, ansiklopedik bilgileri art arda sıralamak değildir. Fakat bundan da önemlisi, biyografinin nesnesinin, eğer bir tür “sistem” yaratmışsa, yarattıklarının bilgisine sahip olmak ve kendi bağlamının içine oturtmak gerekir.

Sadede gelelim: Ülkemizde de gayet iyi tanınan İngiliz tarihçi Edward Hallett Carr’ın Marx üzerine yazdığı biyografi, tipik İngiliz ampirisizminin özelliklerini taşımakla kalmıyor, Carr’ın, daha sonra itiraf edeceği gibi, Marx’a dair en ufak bilimsel bir bilgiye sahip olmadığı, kitap ilerledikçe karşılaşılan çok yavan örneklerle anlaşılmaya başlıyor

Önce çevirenin yazdığı sunuştaki Carr’ın itirafına kulak kabartalım. Ölümünün ellinci yılı yaklaşan Marx hakkında, bir yayınevi tarafından biyografi yazılması istenen Carr, Marx hakkında neredeyse hiçbir bilgisi yokken “şeytana uyuyor” ve hiçbir şey anlamadan Kapital’in birinci cildini, 18 Brumaire’i, Gotha Programının Eleştirisi’ni, Lasalle’in hayatını okuyor. Ve yine kendi anlatımıyla “aptalca” olan bu girişimden “aptalca bir kitap” ortaya çıkıyor. 1

Aptallık yapılabilir, ama aptallıkta ısrar etmek yanlıştır. Bir tarihçi içinse bu iki kez yanlıştır. Carr’ın Kapital, emek-değer ve artı-değer teorileri hakkında, kelimenin tam anlamıyla ipe sapa gelmez yorumları, tarihçimizin bilinen saygınlığına gölge düşürmektedir. Üstelik Marx’a yönelik en büyük eleştirilerin getirildiği bölüm olan on beşinci bölüm, “Marksizm: Son Evre”, Carr’ın iktisat bilgisinin yetersizliğini tam bir İngiliz pratikliğiyle örtmeye çalıştığı kısım olarak karşımıza çıkıyor. Marx’ın değer soyutlamasına, değer ile fiyatın eşitlenemeyeceği iddiasına ve genel olarak kapitalist üretim tarzının bir bütün halinde soyutlanmasına verdiği tepki, emek­değer teorisinin “saf bir soyutlama” haline geldiği iddiası ve “buna yalnızca inanılabileceği”dir. 2

Böylece Kapital, Carr için, Marx’ın proletaryanın verili haline ve burjuvaziye karşı olan sınıf kinine ahlaki dayanaklar bulmaya çalıştığı bir tür kutsal kitap haline gelirken, Marx da Aquinalı Thomas veya Aziz Augustinus türü bir tür mesyanik filozofa indirgenir. Marx kapitalist üretim tarzını çözümlerken, kapitalistin işçiyi nasıl sömürdüğünü anlatırken, aslında yalnızca işçi sınıfının ahlaki olarak kapitaliste göre haklı olduğunu ispata çalışıyordu Carr’a bakılırsa. Emek-değer ve artı-değer teorileri, eğer yalnızca bir tür inanç iseler, bunun yanında işçilerin ne zor koşullar altında yaşadığı da bir vakıa ise, işçi sınıfının yanında olmak bilimsel değil, ahlaki bir temele dayanmış olur. Böylece Marksizm, bir tür inançlar sistemi olması anlamında, din haline gelir. Carr için Marx ve Marksizm, hülasa budur:

“Onun ilk adımı -emek-değer teorisi- inananlar tarafından bir dogma ve bir postula olarak kabul edilmeyi gerektiriyor. Bu adım atıldıktan sonra, Marx, usta bir beyin tarafından yürütülen bir dizi usa vurma ile, bundan, milyonlarca müridin sadakatini kazanmış (Katolik Kilisesi’ni dünyanın en güçlü örgütlü topluluğu yapan, inanç ve mantığın yan yana getirilişine benzer şekilde)bir sistem çıkarıyor.” 3 Tabii, her şey bununla sınırlı kalmıyor. Marx’ın Bakunin’le, Lasalle’le, Bauer’le ve bilumum “eski dost” ile olan kapışması, neredeyse yalnızca müstebit Marx’ın ayak oyunları olarak açıklanmaya çalışılıyor. Burada Marx’ın “ahlaklı olmayan” yollara başvurmadığını iddia ediyor değilim; söylemeye çalıştığım, Marx’ın Bakunin ile yaptığı kavganın Enternasyonal’in örgütleniş biçimiyle, Marksist teori ve Bakununci zihniyet arasındaki farklarla neredeyse hiç alakası yokmuşçasına, yalnızca “iki büyük egonun ringe çıkması” olarak izah edilmesidir. Tabii, girdiği kavgalardan genel olarak başarıyla çıkan Marx da, “başkalarına hükmetme yeteneğine hayran kalınan” bir kötü adam oluyor.

 

Dipnotlar

  1.  Aktaran: Kocabaşoğlu, Uygur, “Sunuş”, Karl Marx: Bağnazlık Üzerine Bir Araştırma içinde, 2010, İletişim, İstanbul, s.9.
  2.  Carr, E.H., Karl Marx: Bağnazlık Üzerine Bir Araştırma, 2010, İletişim, İstanbul, s.322.
  3.  Age, s.323.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×