NATO’nun Tehditleri ve Rusya’nın Dönüşü

Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün ardından Rusya’nın yeni oluşan uluslararası koşullara kendisini nasıl uyarlayacağı, ABD ve NATO karşısında nasıl konumlanacağı, üzerinde tahminler yürütülen meseleler olarak kaldı. 1990’ların ilk yarısından itibaren Kuzey Atlantik İşbirliği Konseyi’nin oluşturulması ve Rusya’nın, NATO’ya bağlı ancak NATO üyesi olmayan ülkelerin çeperde tutulmasına yarayan Barış İçin Ortaklık’a üye olmasıyla birlikte, Sovyet dönemi karşıtlığına bir sünger mi çekileceği sorusu sıklıkla sorulur oldu.

Emperyalist ülkelerle Rusya arasındaki ilişkilerin yeni dönemine ilişkin belirsizliğin tek kaynağı uluslararası dengeler değildi. Rusya’da kapitalizmin inşa sürecinde ciddi krizler yaşanmakta, Rusya kapitalizminin çarpık yapısı nedeniyle kararlı bir yapıya ulaşıp ulaşmayacağı tartışılmaktaydı. Zaman içerisinde kararlı bir yapıya ulaşmasa da Rusya’daki kapitalist ilişkilerin ülkeyi ele geçirdiği söylenebilir. Özellikle 1998’deki mali krizden sonra, artan petrol fiyatları gibi dünya iktisadi dengelerinin de katkısıyla kapitalist Rusya belli bir iktisadi güce ulaştı. Eşitsizliklerin derin olduğu, talana dayanan, kültürel bir çürümeyi de beraberinde getiren kapitalizm, bugün Rusya’ya ciddi bir biçimde tutunmuş görünüyor. Ancak Rusya’nın geçmişine dair bütün birikimi sıfırlayacak bir güce eriştiği söylenemez. Bu anlamda Rusya kapitalizminin bugünkü görünümü geçmişten gelen bu birikimle kendisini harmanlayan bir yapı görüntüsü sergiliyor.

İçeride bunlar yaşanırken, Rusya’nın, Rusya Federasyonu topraklarında ve geniş yakın bölgesinde gücünü hem siyasi hem de iktisadi olarak yeniden tesis etmekte olduğuna ilişkin çok sayıda veri gelmeye başladı. Bölge ülkeleri de Batı ve Rusya arasında salınırken bir süre sonra iki tarafı da reddetmeyen, ancak en azından Rusya ile bağlarını koparamayacaklarını ilan ettikleri bir döneme girdiler. Bu nokta bugünü anlamak, Rusya’nın uluslararası kapitalist sistem içindeki rolünü tarif etmek açısından daha ayrıntılı bir şekilde analiz edilmeyi hak ediyor.

Rusya’nın içine, bölgesine ve uluslararası ilişkilerine bakıldığında, sosyalizmin çözülüşünden bu yana süregelen belirsizlik ve kaynaşmanın içerisinde daha net eksenlerin ortaya çıktığı görülmektedir. Sovyetler Birliği’nden sonra kendini ve yerini arayan Rus kapitalizmi bu arayışa kısmi yanıtlar verebilecek bir olgunluğa ulaşmaktadır. Aşağıda bunun göstergelerinden yalnızca birine odaklanılacak; Yeni Askeri Doktrin’in ne anlama geldiği üzerinde durulacak. Ancak doğru bir bakış açısıyla durumu değerlendirebilmek açısından tablonun bütününde ortaya çıkan dinamiklerin, Rusya’nın güvenlik arayışı alanında böyle bir ürün verdiği hatırlanmalıdır.

NATO’nun Karadeniz ilgisi

Batı’ya karşı Rusya’nın tavrını keskinleştiren ve bu ülkenin güvenlik problemlerinin esas olarak Batı kökenli olduğu ön kabulünden yola çıkarak hazırlanmış olan Yeni Askeri Doktrin, dünya dengelerini anlayabilmek açısından oldukça önemli bir belge. Belge, Rusya’nın güvenliği söz konusu olduğunda tehlikenin en büyük kaynağını ABD ve NATO olarak belirliyor. Rusya’nın Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden bu yana çok zayıf bir görüntü vermese de sarsak bir gidişata sahip dış politikasının öncelikleri de bu belgeyle açık bir tarife kavuşmuş oldu. Doktrini biraz daha incelemeden önce Rusya-ABD karşıtlığını oldukça net bir biçimde ortaya koyan bir yaklaşıma hangi kaygıların ve gelişmelerin yol açtığını açıklamakta yarar var.

Rusya’nın NATO’nun soluğunu burnunun dibinde hissetmesinin en önemli nedenlerinden biri, bu emperyalist örgütün Rusya için çok önemli olan iki ülkeyi, Ukrayna ve Gürcistan’ı NATO’ya üye yapmak istemesi. Avrupa Birliği’nin de Ukrayna’ya üyelik yolu açarak bir ucundan tuttuğu NATO yayılmasına Rusya ilk andan itibaren sert bir tepki gösterdi ve bunu kendisine karşı atılmış bir adım olarak gördüğünü ilan etti. Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya üye yapılması, her şeyden önce Rusya için oldukça önemli olan Karadeniz’in NATO tarafından kuşatılması anlamına gelecekti.

Böyle bir kuşatma, Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO’ya üye yapılmasından önce, bu ülkelerde Batı yanlısı bir “sivil toplum örgütlenmesi” yaratarak ve onların oluşturduğu kamuoyu desteğiyle emperyalizme bağlı kalacak liderleri iktidara getirmek şeklinde icra edilmişti. “Turuncu devrimler” olarak bilinen bu girişimlerin, başlangıçta sağladıkları yararların yanında, iki nedenle ABD ve Avrupalı emperyalistler için sıkıntı yarattığı söylenebilir. Birincisi, liberal piyasa ekonomisini acımasızca işleten ve emperyalizme biat eden bu liderlerin -emperyalizm tarafından uzmanlar ve fonlarla inşa edilen devlet yapısına ve emperyalizm beslemesi sivil topluma rağmen- toplumsal desteklerini hızla yitirmeye başlamaları. Ukrayna’da her şey eskiye dönmese de işlerin emperyalistlerin planladıklarına uygun şekilde gitmediği son seçimlerle birlikte ortaya çıktı. 1 Gürcistan’da ise Saakaşvili iktidarı elinde toplamak için anti-demokratik yollara başvuruyor. İkinci neden ise, tek tek kale düşürme mantığıyla patlatılan “turuncu devrimler”in, Rusya’yı Batı’nın planlarına şüpheyle yaklaşmaya sevk etmesi ve kendi çeperindeki bölgede etkisinin azaltılmaya çalışıldığı yönünde uyarma işlevi görmesi oldu.

Batı’nın insan hakları söyleminin bir kez daha kendisine karşı çevrilen bir silah olarak kullanıldığını gören Rusya, bunu her platforma gündeme getirmeye ve Rusya ile Batı’nın Soğuk Savaş’tan sonra yeni bir ilişki kuramamasından Batı’yı sorumlu tutmaya başladı.  Savunma Bakanı Lavrov'un şu sözleri Rusya'nın bu konudaki analizlerini netleştirdiğini gösteriyor:

“Fakat bu olanak kaçırıldı çünkü seçim, NATO’nun genişletilmesinden yana yapıldı. Bu sadece Soğuk Savaş döneminde Avrupa’yı farklı güvenlik düzeylerine sahip kuşaklara bölen ayrımları korumakla kalmıyor, aynı zamanda bu ayrımları doğuya doğru taşıyor. AGİT’in rolü, bu politikaya, Sovyet sonrası bölgede insani konuları denetim altında tutarak hizmet etmeye indirgendi.” 2

1990’ların başında Rusya’nın Batı ile ilişkilerde yeni bir safhaya girdiği yanılsamasına düştüğünü düşünmek doğru olmaz. Ancak geçmişe dair hayal kırıklığı ifade eden cümlelerden çok bugünün gerçeğini açık bir biçimde -diplomatça davranmaya da pek gereksinim duymadan- dile getirilmesini önemsemek gerekiyor.

Özellikle 2008’de Gürcistan’da NATO’nun Gürcü hükümetini kışkırtmasıyla başlayan savaş, Rusya’yı ilk kez sıcak bir çatışmanın içine çekerek bu konuda bir dönüm noktası oldu. Hatırlanacağı üzere Yugoslavya’daki savaş sırasında ve ardından “turuncu devrimler” patlak verdiğinde Rusya’dan askeri müdahalede bulunabileceği açıklamaları gelmiş, ancak bu tehditlerin somut bir karşılığı olmadığında, Rusya’nın Batı ile ilişkileri bu kadar germeyi göze alıp almayacağı tartışılmıştı. 

Öte yandan Rusya’nın ABD ve NATO yayılmacılığından endişe duyduğu tek coğrafya Karadeniz ve çevresi değil. Doğu Avrupa’ya yetiştirileceği açıklanan füze savunma sistemleri, bu proje ilk açıklandığından bu yana Rusya tarafından büyük bir tepkiyle karşılanıyor. Rusya, ABD’nin bu sistemleri topraklarına kabul etmeleri yönünde Doğu Avrupa ülkelerine baskı yaptığında, sistemleri kabul eden ülkeleri tehdit etmekten çekinmedi. Son olarak İstanbul’da yapılan savunma bakanları toplantısında Romanya bu sistemlere ev sahipliği yapmayı kabul ettiğini açıklayarak Obama yönetimini sevindirmiş, Rusya’yı sinirlendirmişti.

Yeni Askeri Doktrin’in bu açıklamadan günler ve ABD ile Rusya arasında Stratejik Silahların Azaltılması Anlaşması (START) görüşmelerinin başlamasından sadece birkaç ay sonra yapılmış olması, Rusya’nın masada bulunmaya özen göstermekle birlikte başka bir güvenlik hazırlığı içerisinde olduğunun da göstergesi. Yeni Askeri Doktrin’in potansiyel saldırılara karşı nükleer silahlarla yanıt verme seçeneğini içermesi ise, Soğuk Savaş’ı “nükleer silahlanma” olarak kavrayan kesimlerde Soğuk Savaş’a dönüş tartışmalarını başlatmaya yetti.

Karadeniz, Doğu Avrupa dışında Rusya’nın dikkatlice izlediği NATO’nun Afganistan işgalinin de Yeni Askeri Doktrin hazırlanırken göz önünde bulundurulan başlıca bölgesel çatışma olduğu konusunda çok sayıda yorum ve analiz yapıldı. Bilindiği gibi Afganistan’da ABD’nin liderliğinde yürütülen işgal ve savaş, sadece NATO’nun Soğuk Savaş dönemindeki müdahale alanlarından taşması anlamına gelmedi, Avrupa ülkelerinin neredeyse tamamının katıldığı bir ABD-Avrupa ortak savaşı haline geldi. 3

 Savaş, ABD’nin Avrupa’yı özellikle askeri alanda tamamen hegemonyası altına almasına; böylece birkaç yıl önce oldukça popüler olan, Almanya’nın bugün de dillendirmeye devam ettiği Avrupa güvenliği gibi kavramları ve Avrupa ordusu gibi projeleri ya da bunların ABD’den bağımsızlığını farklı bir döneme kadar rafa kaldırdı. Savaş başladıktan sonra sadece sivil malzemelerin topraklarından geçirilmesine izin veren Rusya'nın, bu ABD-Avrupa ortak savaşının dışında kalan en büyük Avrupalı güç olması da konumunun ayrıksılığını anlamak açısından önemli.

Yeni Askeri Doktrin’e göre Rusya’nın baş düşmanı: Batı

Rusya’nın Yeni Askeri Doktrini pek çok açıdan yazının başında çizilen geniş çerçevenin bir ürünü olarak ele alınmalı. Rusya doktrinle, ABD’nin tepesinde bulunduğu emperyalist hiyerarşiye tam boy meydan okumasa da, bu ülkenin kendisine özerk bir alan yaratmayı hedeflediğini ve geniş bir coğrafyada bölgesel bir güç olma niyeti beslediğini resmi olarak ilan edilmiş oldu. Genel çerçeveye eklenmesi gereken bir diğer nokta ise, Soğuk Savaş’tan sonra hızla cüret kazanan ve saldırganlaşan ABD emperyalizminin bugün belli bir sıkışmışlık içine girmiş olması. Irak’ta süren işgal ve Afganistan’da çıkmaza giren savaş ABD’yi fazlasıyla meşgul ediyor. Ancak meşguliyetin de ötesinde “Genişletilmiş Ortadoğu” olarak adlandıkları bölgede attıkları her adımda bu iki düğüm noktasının hesaba katılması gereği ABD’yi zorluyor. Dünyadaki krizin etkileriyle başa çıkmakta zorlanan Obama yönetiminin, Bush yönetiminden farklı olarak iç gündeme daha fazla yoğunlaşmak zorunda kalması da Rusya’ya daha rahat hareket edeceği bir alan yaratmış oldu.   

Yeni Askeri Doktrin, Rusya’nın belli bir özgüvenle hareket etmeye başladığını gösteriyor. Doktrinde, Rusya’nın kendisine yönelik tehditlerin başında ve her şeyden önce Batı’nın geldiği çok açık bir biçimde belirtirken, ABD’nin ismi zikredilmese de, tehdidin kaynağında ABD’nin görüldüğü konusunda kimsenin bir tereddütü yok. Doktrinde tehdit olarak tanımlanan gelişmelere tek tek bakıldığında ABD’nin “tüm tehlikelerin başı” olarak görüldüğü son derece açık bir şekilde ortaya çıkıyor:

NATO askeri altyapısının Rusya sınırlarına doğru büyütülmesi,

Yabancı askeri birliklerin Rusya’ya ya da müttefiklerine komşu bölgelere konuşlandırılması,

Küresel güvenliği ve stratejik güç dengesini bozan, uzay çalışmalarını askerileştiren füze savunma sistemlerinin geliştirilmesi ve konuşlandırılması; nükleer olmayan hassas stratejik silahların konuşlandırılması,

Rusya ve müttefiklerine karşı öne sürülen toprak talepleri,

BM Sözleşmesi’ni ve uluslararası hukuk normlarını ihlal edecek şekilde Rusya’ya komşu bölgelerde askeri güç kullanmak,

Küresel terörizmin yayılması.

Sayılan bu maddelerden de anlaşılabileceği gibi, yorumu son derece esnek olan “küresel terörizm” tehlikesi dışındaki tüm maddeler ABD’nin ve NATO’nun yakın dönemde izledikleri politikalara işaret ediyor.

Rusya’nın Yeni Askeri Doktrin’le tanımladığı tehditlere karşı nasıl yol alacağı üzerinde uzun uzun spekülasyon yapılabilir. Güncelliğin son derece belirleyici olduğu bir alanda rahatlıkla dolaşmanın ciddi zorlukları ve tehlikeleri var. Ancak Rusya’nın NATO ile belli bir kurumsallığa da oturtulmuş ilişkilerini kestirip atmayacağı, bu zemini kullanmaya devam edeceği yönünde bir öngörü yapmayı haklı çıkaracak veri birikimi var. Rusya’nın her ne kadar genel bir Batı tehditinden bahsetse de özellikle iktisadi ilişkilerinin iç içe geçmişliği nedeniyle Avrupa ile gerilmesinin sınırları olduğu da rahatlıkla görülüyor. Son gelişmelerin ışığında söylenebilecek bir diğer şey ise, Rusya’nın, Sovyetler Birliği’nin dünya üzerinde etkili olduğu tüm coğrafyalara ulaşamayacak olsa da 4 yakın bölgesinde nüfuzunu yeniden tesis etmeye başladığıdır. Rusya'yı yakından izleyenler özellikle Ukrayna'daki seçimden sonra bu son noktayı daha fazla vurgulamaya başladılar.

Batı, Rusya’yı anlamıyor

Rusya ile Batı olarak kodladığı emperyalist ülkeler arasında iktisadi, siyasi çekişmeler ve güvenlik sorunları, görünen o ki, bu ülkeyi gardını almaya sevk etti. Yeni Askeri Doktrin bu sürecin ürünlerinden biri oldu. Ancak yaşananların arkasında, bu çekişmeleri ve sorunları bazen derinleştiren, bazen onlara eşlik eden derin bir anlaşmazlığın varlığı kendisini hissettiriyor.

Bu derin anlaşmazlığı besleyen kaynaklardan biri Rusya’nın tarihi. Çarlık döneminden gelen ve Sovyetler Birliği yıllarında başka bir boyut kazanan tarihsel birikim, Rusya’da bürokrasinin ve halkın değerlerinin Batı’ya bakışlarını önemli ölçüde etkilemeye devam ediyor. Bir benzetme yapılacak olursa, sanki, sosyalizm sonrası kapitalizmin inşa döneminde emperyalizmin hızla girdiği Rusya’nın bünyesi bu duruma tepki veriyor. Batı’nın ikiyüzlü politikaları, Rusya’yı aşağılamaya dönük adımlarının bu ölçekte ve bu tarihsel birikime sahip bir ülkede kabullenilmesinin sınırları olduğunu söylemek abartılı bulunmamalıdır.

Rusya’da böylesi bir tepkiyi kışkırtan bir örneği Radikal gazetesinden Suat Taşpınar verdi. Taşpınar, Rusya’nın bu yıl Vancouver’da düzenlenen kış olimpiyatlarında başarısız olması üzerine editoryal bir yazı kaleme alan Wall Street Journal gazetesinden şu satırları aktarıyor:

“Bu başarısızlığın nedeni Rusya’da demokrasi olmamasıdır. Vancouver’da en fazla madalya alan dört ülke, serbest pazar demokrasileri. Putin, öfkeleneceğine demokratik toplum yaratsın, o zaman Rusya altınları kazanır.” 5

Taşpınar'ın da belirttiği gibi bu yazı, kaleme alanlar açısından bakıldığında bile yanlış bir varsayıma dayanıyor. Örneğin, demokrasi kriteriyle bakıldığında aynı kategoride görecekleri Çin olimpiyatlarda son derece başarılı bir performans sergileyebiliyor. Görüldüğü gibi, ortaya atılan iddianın mantıksızlığı hemen sırıtıyor.

Taşpınar yazısını şöyle bitiriyor:

“Tamam Rusya’nın elle tutulmayacak çok yanı var, eleştirmeye başladınız mı, sonu gelmez. Ama kardeşim insaf! Tıpkı Türkiye’nin yıllar boyu muzdarip olduğu gibi,  çifte standartlarla, elde nalıncı keseri yontup durarak da nereye kadar varılır? Genellikle boş ve şovenist lafların adamı olan NATO’daki Rus temsilcisi Dmitri Rogozin, (duran saat bile günde iki kez doğru zamanı gösterir misali), ‘NATO’nun Rusya planlarının barışçı olduğunu kanıtlayana 1 milyon dolar vereceğim’ derken haksız mı? Batı’nın Rusya’ya karşı samimi ve objektif baktığını ispatlayana bir 1 milyon dolar da ben vereceğim diye esip gürlesem mi?” 6 

Rusya, ABD'lilerin ve Avrupalıların kendi sicillerine bakmaksızın her daim parmak sallayarak terbiye edecekleri ya da tehdit savuracakları bir ülke olmayı kabullenemeyecek kadar büyük ve köklü. Üstelik pek çok Avrupa ülkesinin yanına yaklaşamayacağı bir siyasi, askeri ve ekonomik güce sahip…

Bu Rusya'nın, kendine yönelen tehditleri kavramaması açıklanmaya muhtaç bir durum olurdu.

 

 

 

Dipnotlar

  1. Rusya, kaybettiği kaleleri tek tek geri kazanıyor diyenleri destekleyen bu haber 12 Mart tarihinde yayınlandı. Habere göre Ukrayna Donanması ile Rusya Karadeniz Filosu 7 yıl aradan sonra yeniden ortak tatbikatlar yapmaya başlayacaklar. ITAR-TASS News Agency, “Ukraine and Russia to resume joint naval exercises”, http://www.itar-tass.com/eng/level2.html?NewsID=14908687 (12 Mart 2010 tarihinde ulaşıldı.)
  2.  Lavrov’un 6 Şubat 2010’da düzenlenen Münih Güvenlik Konferansı’ndaki konuşması için bkz. http://www.securityconference.de/Lavrov-Sergey.463.0.html?&L=1 (10 Mart 2010 tarihinde ulaşıldı.)
  3. Avrupa ve Kafkasya’daki –“mikro devletler” bir tarafa bırakılırsa- toplam 44 ülkeden sadece 6’sı Afganistan’daki savaşa katılmadılar: Belarus, Kıbrıs, Malta, Moldova, Rusya ve Sırbistan. Tek başına bu veri bile ABD liderliğinde Afganistan’da bütün Avrupa’nın savaşmakta olduğunu gösteriyor. Bu 44 ülkenin sadece 2’si NATO ya da Barış İçin Ortaklık üyesi değil. Kıbrıs’ın özellikle Barış İçin Ortaklık’a üyeliği yönünde bu ülkeye ciddi bir baskı yapılıyor. Rozoff, Rick. “NATO Expansion, Missile Deployments and Russia’s New Military Doctrine”, Global Research, 13 Şubat 2010 http://www.globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=17593 (10 Mart 2010 tarihinde ulaşıldı.)
  4. Burada biçimsel bir karşılaştırma yapıldığını not etmekte yarar var. Sovyetlerin etkisi her şeyden önce sosyalist ideolojinin etkisiyle ölçülmelidir ki bu konuda bir karşılaştırma yapılamayacağı son derece açık. Öte yandan tek tek ülkelerdeki komünist partiler ve işçi sınıfı hareketleri ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkiler düşünülmeden Sovyet etkisinden bahsetmek mümkün değil.
  5.  Taşpınar, Suat, “Rusya’ya şaşı bakıp şaşıranlar!”, Radikal, 7 Mart 2010
  6.  Agm.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×