Mevcut Ekonomik Kriz Üzerine Düşünceler

1929 Krizi’nin hayaletleri, Batı burjuvazisinin üzerinde dolaşıyor. Her ne kadar olaylar tamı tamına kendini tekrar etmese bile, 2007’de ortaya çıkan krizin ölçeği ve toplumsal, siyasi ve askeri sonuçlarının ulaştığı boyutlar, 1930’larda görülen bunalımı rahatlıkla geride bırakabilecek durumda.

Çeşitli ülkelerin yetkilileri, 1929’daki durumdan farklı olarak geçmiş tecrübelerden öğrendikleri şeyler olduğunu öne sürüyor ve insanların güvenlerini tazelemeye çalışıyorlar. Bugün, durumun kontrolden çıkmasına izin vermiyorlar. Geniş ölçekli müdahaleler gerçekleştiriyor, piyasaya likidite enjekte ediyor, kredi ve yatırımları teşvik edecek şekilde faiz oranlarını düşürüyor ve sorun yaşayan kurumları kurtarıyorlar… Fakat, gerçekleşmekte olanın ne olduğunu gerçekten anlıyorlar mı? Dünyanın girmekte olduğu bunalımın boyutlarını ölçebildiler mi?

2 Nisan 2009’da İngiltere’nin başkenti Londra’da düzenlenen son G20 Zirvesi’nde bir kez daha öne sürülen ana teori, sorunların mali piyasalarda mevcut olan aşırılıklardan kaynaklandığını öne sürüyor. Toplantının sonuç metni, bu noktaya net biçimde vurgu yapıyor: “Krizin esas nedenleri, mali sektörde ve mali düzenleme ve denetim alanlarındaki temel başarısızlıklardır. Mali sistemimizde güven unsurunu yeniden inşa etmedikçe, piyasalarda güvenin yeniden tesis edilmesi mümkün olmayacaktır.” 1 Ve Fransa Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy de ekledi: “Şu artık kesin ki, düzenlemelerin eksikliği mali krizi yarattı; işte bu mali kriz de ekonomik krize neden oldu.” 2 

Fakat nasıl oldu da, tahminen 1,3 trilyon dolarlık hacmiyle sınırlı bir sektör olan eşik altı konut kredileri sektörü, tüm gezegeni böylesi derin bir krize soktu? Eğer burada suçlanacak olan belirli bir mali fazlalıksa, niçin bu çürüyen dalı tüm ağacı çürütmeden önce kesmedik? Süreç hakkında kestirimlerde bulunan ve bir serbest piyasa savunucusu Fransız Marc Touati, ipotekli konut kredisi piyasasında kredi geri dönüşlerinin aksamasından kaynaklanan bu krize ilişkin şunu kabul ediyor: “Bu, anlamamızın mümkün olmadığı krizlerin tipik bir örneğidir. Yan etki niteliğindeki böyle bir olayın -çünkü bazı haneler için sonuçları ne kadar dehşetli olsa da, başlangıçta boyutları yalnızca Amerika kıtasında ve emlak sektörüyle sınırlıydı- nasıl olup da bir orman yangını gibi yayıldığını ve yaklaşık 80 yılın en kötü krizini tetiklediğini merak ediyoruz.” 3 

Bizim tezimiz, bu görüşe karşıt bir noktada yer alıyor. Bizce, her ne kadar Amerikan emlak piyasasında başlamış ve her ne kadar mali piyasaları etkilemiş olsa da, mevcut bunalım ancak ABD’de 1979-1981 yılları arasında alınan kararları takiben yürürlüğe giren kapitalist “üretken” ekonomi ve buna ilişkin ekonomik modelin yer aldığı daha geniş bir çerçeve içinde anlaşılabilir. 

Bu, tarihsel bir perspektife sahip olmanın ve mevcut sorunları yaratan birikim süreçlerini hesaba katmanın neden önemli olduğunu açıklamaktadır. Böyle bir düşüncedeyse, Marksist analiz anahtar rolüne sahiptir.

1. Kısa dönemli kriz ve yapısal kriz

Geleneksel bakışta ve teknik olarak kriz, peş peşe iki çeyrek boyunca Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın (GSYH) küçülmesi biçiminde tanımlanır. ABD’de Ulusal Ekonomik Araştırmalar Bürosu (NBER), ülkenin ne zaman krize girdiğini ve ne zaman krizden çıktığını ilan etme görevini üstlenmiştir. Buna göre ABD, Aralık 2007’den bu yana krizdedir.

Fakat bu, krizi kısa dönemli bir bakış açısından tanımlamaktadır. Biz, Marksistler olarak, daha çok ekonomi makinesinin fonksiyon bozuklukları ve düzensizliklerini tespit etmekle, bu makinenin durduğu momentlerle ve yeniden kalkışa geçmesi için mevcut bulunan olanaklarla ilgileniyoruz. GSYH iyi bir gösterge olabilir, fakat daha geniş bir inceleme çerçevesi gerekli. Aşağıdaki grafik (şekil 1), İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana belli başlı ekonomilerde görülen çeşitli büyüme sorunları ve kesintilerinin yerini tayin etmemize olanak sunmaktadır.

Şekil 1: 1950-2006 döneminde satın alma gücü paritesine göre GSYH büyüme oranları: ABD, Avrupa (12 ana ülke) ve Japonya karşılaştırması.

 

Tahminler şu çalışmayı temel almaktadır: Maddison, Angus, Statistics on World Population, GDP and Per Capita GDP, 1-2006 AD, Ekim 2008: http://www.ggdc.net/maddison/Historical_Statistics/horizontal-file_09-2008.xls. Batı Avrupa’da entegre olmuş 12 ana ülke şunlardır: Almanya, Avusturya, Belçika, Birleşik Krallık, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İsveç, İsviçre, İtalya ve Norveç.

Genel olarak bakıldığında, iki belirgin dönem görülmektedir: Japonya’da çok belirgin, Avrupa’da biraz daha az belirgin ve ABD’de de daha da az belirgin olan, 1973-74’ün öncesi ve sonrası.

Gerçekten de 1974’ü takip eden döneme, daha önce görülmeyen dört unsur damgasını vurmuştur:

GSYH büyüme (satın alma gücü paritesine göre) oranı birçok kez yüzde 0’ın altına inmiştir; oysaki bu, 1974 öncesinde bir veya iki kez, o da yalnızca ABD’de görülmüş bir durumdur (biri 1954’te, biri 1958’de).

Küresel büyüme hızı daha düşüktür; Japonya’da, 1950-1973 dönemindeki ortalama yüzde 9,3’lük hız, 1973-2006 döneminde ortalama yüzde 2,6’ya; Avrupa’da aynı dönemlerde yüzde 4,7’den yüzde 2,1’e; hatta ABD’de bile yüzde 3,9’dan yüzde 3’e düşüş göstermiştir. Bu düşüşler, aynı dönemlerde dünya çapında ortalama yüzde 4,9’luk bir büyüme hızından ortalama yüzde 3,3’lük bir büyüme hızına gerileme anlamına gelmektedir.

1974 sonrası dönemde yıllık büyüme oranlarındaki değişimler, özellikle 1960’ların az salınımlı ve sürekli büyüme trendiyle kıyaslandığında, daha keskin olup, yüzde 0 seviyesinin altına düzenli aralıklarla inmeye başlamıştır. Nitekim en keskin değişim 1974 yılında görülmüş, bir yıl önce yüzde 5,7’lik büyüme kaydeden ABD ekonomisi, o yıl yüzde 0,3 büyümüştür. Büyüme oranında 1973’ten 1974’e görülen değişim, Avrupa’da yüzde 5,4’ten yüzde 1,9’a, Japonya’da yüzde 8’den yüzde 1,2’ye ve dünya çapında yüzde 6,6’dan yüzde 2,3’e düşüş biçiminde gerçekleşmiştir. Bir başka kaynağı (Dünya Bankası) 4 kullanarak yaptığımız tahminlere göre, küresel GSYH oranı 1960-1973 döneminde ortalama yüzde 4,1 ila yüzde 6,7 oranında büyüme kaydederken, bu oran 1974’te yüzde 1,5 olmuş ve 1975’te daha da düşerek yüzde 1’in altına gerilemiştir. Sonraki dönemde hiçbir zaman yüzde 5’i geçemeyen küresel GSYH büyüme oranı, 1982’de belirgin bir azalma kaydetmiş ve yalnızca yüzde 0,2 olmuştur. Bu tablo, yeni bir “çağa” geçildiğini göstermektedir.

Diğer göstergeler, bir türlü üstesinden gelemediğimiz sorunların süreğenliğine işaret etmektedir; en gelişmiş kapitalist ülkelerde işsizlik çok yüksek seviyelerde seyretmeyi sürdürmektedir; kamu bütçe açığı ve kamu borçları hâlâ belirgin derecede yüksektir; genel olarak borçluluk, söz konusu olan ister şahıs borçları, ister şirket borçları, isterse de kurumsal borçlar olsun, GSYH’den daha yüksek bir hızda artma eğilimi göstermektedir; ekonomik büyümede duraklamalar ve keskin düşüşler daha sık görülmektedir; tüm bu gözlemleri dikkate alan Fransız ekonomi dergisi Alternatives Économiques, 1971’den bu yana belli başlı 24 mali kriz yaşandığını kaydetmektedir. 5 Bu gözlemler bize, en azından 1974’ten bu yana yeni bir durumun ortaya çıktığını tespit etme olanağı sunmaktadır. Artık ekonomik büyümenin bir teminatı yoktur. Durgunluk veya düşük büyümenin hakim olduğu bir döneme giriyoruz. Yıllık büyüme oranlarının yüzde 0 civarında sert salınımlar yapmasıysa, ekonomi yönetimlerinin çaresiz biçimde ekonomiyi ayağa kaldırmaya çabaladıklarını, ama gerçekte bunu başaramadıklarını ortaya koyuyor. Bu dönemi yapısal bir kriz, yani kapitalizmin içinden çıkamayacağı bir kriz olarak adlandıracağız.

2. Yapısal krizler neden ortaya çıkar?

Marx ekonomik krizlere ilişkin çözümlemesinde, bu krizlerin çevrimsel biçimde gerçekleştiklerini görmüştür. Çevrimsellik, 19. yüzyılda ekonomik krizlerin aldıkları biçimi tam olarak tanımlamaktadır.

Krizler, daha o dönemde kapitalizmin çelişkilerini ortaya koymuştur. Krizler bir yandan bir sistem olarak kapitalizmin aksaklıklarını gösterir. Neden oldukları bir sürü toplumsal acının yanı sıra, krizler, kapitalizmin verimsiz ve aynı zamanda adaletsiz ve çoğunlukla insana yakışmayan yüzünü açığa çıkarır. Diğer yandan, Marx’ın gözlemlediği gibi, ekonomik bunalımlar kapitalizmin iyi işlemesi için zorunlu olan adımlardır. Gerçekten de üretim ve tüketim arasındaki, farklı üretici sektörler arasındaki, üretim ve dolaşım alanları arasındaki açığı -kuşkusuz vahşi ve acımasız bir biçimde- dolduracak olan şey ekonomik bunalımdır. Üçüncü Enternasyonal’ın resmi iktisatçısı Eugene Varga, kapitalizmin çelişkili doğasını şu şekilde vurgulamıştır: “Çevrimsel aşırı üretim krizleri, kapitalizmin çelişkilerinin vahşi biçimde patlamasının sorumlusudurlar; ancak bu krizler aynı zamanda kapitalizmin geçici çıktılarıdır.” 6 Kapitalist krizler, aşırı üretim biçiminde, yani üretim veya kullanımdaki üretim kapasitesinin, satılabilir olana göre geçici olarak fazla vermesi şeklinde ortaya çıkar. Bu bakımdan kapitalist krizler, eksik üretim biçiminde ortaya çıkan kapitalizm öncesine ait bunalımlardan farklıdırlar. Dünya nüfusunun büyük kısmını besleyemeyen, onlara içme suyu, barınma, giyecek vb. temin edemeyen bir aşırı üretim krizi ise tek kelimeyle şok edicidir.

Şunu hatırlamak faydalı olacaktır: Aşırı üretim gerçekte, aynı anda ortaya çıkan iki mekanizmadan oluşmaktadır; bunlar göreli aşırı birikim ve göreli eksik tüketimdir. Bir yanda, mümkün olan en yüksek kârlılığın peşinde koşan kapitalistler, insanların tüketebileceklerinin ötesinde yatırım yapar. Bu yolla, hem sektörlerinde hakimiyeti ele geçirmek için, hem de rekabetin baskısıyla üretim kapasitesini arttırırlar. Giderek daha fazlasını üretirler ve daha fazla kazanmayı umarlar. Diğer yandaysa verimliliği, yani emekgücü sömürüsünü arttıran üretim araçları sayesinde işçi ücretlerinin payını sınırlarlar. Kendileri, gelirden aldıkları payı arttırırlar ve bunu, tüketim harcamaları aleyhine yatırıma yönlendirirler. Böylece mal ve hizmet fazlasını tüketim yoluyla soğurma olanakları da azalır. Bu azalmanın nedeni ücretlerdeki gerileme veya gelirlerdeki diğer kısıtlamalar değildir; esas neden, tüketime ayrılan kaynakların artış hızının, kapitalistlerin arz ettikleri ürünlerin artış hızından daha düşük olmasıdır.

Karl Marx’ın sözlerini aynen alıntılamak gerekirse; “Tüm gerçek krizlerin nihai nedeni, yoksulluk ve kitlelerin sınırlı tüketimidir. Bu sınırlı tüketim, kapitalist üretimin üretici güçleri geliştirmesi yönündeki hamlesinin karşısında, sanki bu gelişimin sınırları yalnızca toplumun mutlak tüketim gücü belirliyormuş gibi durur.” 7 Bu alıntı bazen yanlış yorumlandığı için şunu belirtmeliyiz ki, Marx, piyasada kapitalistlerin konumuna bağlı oldukları için eksik tüketim ya da işçilerin yoksullaşması başlıklarına odaklanmamıştır.

Bu ayrıca, çoğu zaman ilerici çevrelerde veya sendikalarda krize karşı çözüm olarak öne sürülen şu öneriyi de reddetmemize olanak sağlamaktadır: Ücretleri arttıralım, çünkü işçiler gelirlerinin büyük kısmını harcar. Fakat, bunalım başladıktan sonra ücretleri arttırmanın krizi durduramayacağında ısrar eden Marx, daha sonra, gelişmiş bir kapitalist ülkenin bu yöntemi kullanması durumunda ne olacağını da şu şekilde açıklamaktadır: Bu durumda şirketler yeni bir talebin oluştuğunu görecekler ve bu talebi (rakipleri yerine) kendileri karşılamaya çalışacaktır. Bu da sanki gelir ve tüketim olanakları üzerinde sınırlama yokmuş gibi üretim kapasitelerini arttırmalarına neden olacaktır. Şüphesiz daha yüksek ücretler, özellikle de ücretlerin GSYH’deki payının keskin düşüş gösterdiği ülkelerde, işçilerin gönenci için arzu edilen bir şeydir. Ancak bu, ekonomik krize bir çözüm değildir.

19. yüzyılda, intibak sürecinin başarılı olmasını garantilemek için şirketler bir takım zaruri kararlar aldılar:

Tüketici talebini yukarı çekmek için ürün fiyatlarında indirim yapılması,

Üretimde kısıntıya gitme ve gerekli olmayan bölümlerin kapatılarak maliyetlerin azaltılması,

İşten çıkarmalar ve nominal ücretlerde kesintiler (ve eğer bu kesinti ürün fiyatlarındaki indirimi aşıyorsa, ki bu artan işsizlik koşullarında mümkündür, brüt ücretlerden yapılan kesintiler),

Yukarıdaki adımları atamayan rakiplerden kurtulma; bu aynı zamanda bunalımın yükünü başkalarına yıkmaya da olanak tanımaktadır.

Çoğu zaman bu önlemler kâfidir. Piyasadaki daha az dayanıklı şirketlerin elenmesi, pazar paylarında rahatlamaya neden olur ve bir kez daha diğerlerini daha kârlı hale getirirerek zenginleştirir. Joseph Schumpeter’in meşhur ifadesiyle, yaratıcı yıkım!

Ancak 1920’lerden sonra bu önlemler krizden kurtulma çaresi olmaktan çıktılar. Tersine kapitalist ülkeler ancak büyük bir yıkımla (savaşlar, devrimler gibi) son bulabilen buhranlar yaşamaya başladılar. Neden? Ne oldu? Kapitalist sistemin hangi unsurları değişti, hangi unsurlar bizim kapitalist sistemin karşılaştığı sorunları anlamamızı sağlıyor?

1930’ların krizini inceleyen Isaac Joshua ısrarla gerçek bir ücret toplumunun ortaya çıktığını söylüyor. Daha önce işçi kendisinin ya da ailesinin ürettikleriyle yaşamaktaydı. 1820’de tarımsal üretimin yüzde 75’i, 1870’de ise yüzde 50’si üretici tarafından tüketilmekteydi. Fakat bu oran 1920’lerde iyice azaldı. 8 1880’de aktif işgücünün yarısından fazlası tarımda çalışmaktaydı. 1930’da bu oran üretimin beşte birinin biraz üzerindedir. 9 İşçiler hayati ihtiyaçlarını neredeyse sadece piyasadan temin etmeye başladılar. Küresel tüketimin gittikçe daha fazla öne çıkan bir parçası haline geldiler. 1929’da işçi ücretleri GSMH’nin yüzde 65’ini oluşturuyordu. İşçilerin aleyhine olan bir önlem -ki şirketlerin doğal olarak yaptığı budur- sistemi tehdit etmeye, ulusal talebi canlandıracak kaynaklardan birini sakatlamaya başlamıştır. Bu durum krizin yaralarının kapanmasının neden zor olduğunu da göstermektedir. Isaac Joshua 1929’un, ücret krizleri ve büyük krizler çağının başlangıcı olduğunu gözlemlemektedir. 10

Ancak iki farklı öğenin artık daha etkili olduğu dikkatimizi çekmektedir: Birincisi, rekabetin artık küçük işletmeler arasında değil, büyük işletmeler yani tekeller arasında gerçekleşmesidir; ikincisi, mali sermayenin egemenliği, yani o durumda esas olarak kredilerin daha önce hiç görülmediği oranda genişlemesinden de anlaşılabileceği üzere sanayinin bankalar tarafından kontrol edilmesi. 11 

Serbest rekabet çağından tekeller çağına geçiş günümüz kapitalizminin analizinde oldukça önemli bir aşamayı oluşturuyor. Çok büyük bir şirket – bu, en üst aşamada, bir uluslararası şirkettir- piyasanın “doğal” güçlerine direnme, sadece ekonomik başlıklarda değil her konuda rakipleriyle mücadele edebilme yeteneğine sahiptir ve tüm manevralarında “kendi” hükümetinin desteğini almaktadır.

Mali bir krizle karşılaştığında, satışların düşmesinin en önemli etkilerine karşı koyabilmesini, sadece dev şirketlerin ayakta kalabildiği ana kadar, ilk başta küçük ve daha zayıf olanları yok edebilmesini sağlayan bir mali tampon oluşturabilmektedir. Bu, AOL-Time Warner’ın 2002 yılında 99 milyar dolar kaybettiğini açıkladığı halde nasıl olup da yok olmadığını açıklamaktadır. 12 Bir karşılaştırma yapılırsa, GSYH’si bu rakama eşit olan tek Afrika ülkesinin Güney Afrika olduğu görülecektir.

Bu da yeterli değilmiş gibi, “batmak için çok büyük olduğu” ya da “diğer şirketlerle batması göze alınamayacak kadara iç içe geçmiş olduğu” gerekçesiyle kamu otoriteleri devreye girebilmektedir. Dünyanın büyük kapitalist ülkelerinin ileri sürdükleri ve tekrar tekrar gündeme getirdikleri rekabete zarar vermeme ilkesine rağmen, iflasları önleme umuduyla hükümetlerin yardımları artmaktadır.

Sonuç olarak, geleneksel kriz çözme yöntemleri bir kenara bırakılmaktadır. Rekabet savaşı içerisinde olmayan ya da fiyatlar üzerinden kapışmak yerine başka yöntemlere (kalite, marka imajı, araştırma, vb.) bel bağlayan oligopoller nedeniyle fiyat seviyeleri korunmaktadır. Küçük şirketler kapanmakta, ancak bu da piyasaları istikrara kavuşturmaya yetmemektedir. Böylece 1980’den bu yana otomotiv sektöründeki üretici sayısı birbirinden az ya da çok bağımsız yaklaşık 40 ana üreticiden bir düzine üreticiye kadar düşmüştür. 13 2007 yılında kapasite fazlası -eşikaltı konut kredileri krizinden önce- kurulu donanımın yüzde 20’si kadardı. Üretimi talebin karşılayabileceği seviyelere indirmek için birçok çokuluslu otomotiv şirketini üretimden men etmek gerekmektedir. Fakat hükümetler bunu yapabilirler mi? İtalyan hükümeti, yarımadanın en güçlü ailelerinden Agnellilerin başında olduğu ve İtalya’nın GSYH’sinin yüzde 3’ünü sağladığı halde Fiat’ı terk edebilir mi? Aynı şey Fransa ve Almanya için de geçerlidir. Ve ABD Başkanı Obama, otomotiv endüstrisinin bu ülkenin bir sembolü olduğunu ve bu sembolün kaybolup gitmesine izin vermeyeceğini açıklamadı mı?

Sonuç olarak, mekanizmayı tekrar işletmeye dönük şiddetli bir düzenlemeye giderek normal çalışan bir sisteme sahip olmak yerine, bu çöküntüden çıkmayı sağlayacak elle tutulur bir çözüm bulamayan ve ayakta kalmaya çalışan bir sistemle karşı karşıyayız. Durgunluk krize dönüşüyor. Üretici güçlerin daha fazla tahrip edilmesi gerekli, ancak bunun gerçekleşmesi uzun zaman alıyor çünkü etkileri bir aile işinden ya da şirketinden daha ötelere uzanıyor.

Ücret toplumuyla birlikte, tekellerin oluşması, kredilerin gelişmesi hiç şüphe yok ki yapısal krizlere geçişi açıklayabilecek üçüncü faktördür. Kredi parasal bir yaratımdır; ileriki üretimden (ya da faaliyetten) elde edilecek gelirden karşılanabilecek belirli bir dönemde belli miktarda bir paranın katkısıdır. Ancak, sermaye olarak parasal bir formda ekonomik dolaşıma sokulmuştur. Sonuç olarak bu sermaye, insanların artık ürünleri satın almasını veya durdurulması söz konusu olabilecek bir üretimin sürmesini mümkün kılar.

İlk sıkıntılar belirdiğinde, şirketler likidite sorunu yaşarlar. Buna karşılık banka endüstrisi bu likidite sorununu kolaylıkla giderir ve güçlükleri aşmalarına yardımcı olur. Böylece, döngüsel kriz oldukça hafif olabilecek basit bir üretim düşüşüne dönüşür. Bu uzun süreli bir refah dönemidir; kabaca 1950 ile 1973 arasında yaşanan dönem gibi.

Ancak borçlar geri ödenemiyor. Kredi, verenle alan arasında özel bir ilişki varsa (büyük şirket, bağlı şirket, zengin yatırımcı…) daha rahat verilen kalıcı borçlar haline geliyor. Limitler yükseliyor ve verilen borçlar yenileniyor. Böylece bir borç toplumuna dönüşüyoruz, çünkü borç tehlikeli bir biçimde birikiyor. Borç dağı bu derece yükselene kadar, borç veren kurumlar borçların geri ödenmeyeceğine ikna oluyorlar ve her biri büyük çöküşten önce neyi kurtarabilirlerse kurtarmak istiyorlar.

Fakat gerçek daha da karmaşıktır. Krizin hemen başında bankalar ani bir geri ödeme talebinin öncelikle kendilerine vereceği zararı düşünürler. Aslında, pek çok müşteri bu talebi karşılayamayacak ve kredi kurumlarının borç verdikleri fonları tahsil etmelerine izin vermeden iflas edecektir. Bu durum, bankaların neden yeni borçlar verdiklerini veya riskleri başkalarına, çoğunlukla da verilen açıkların garantörü olan devletlere aktardıklarını açıklar. Böylece ekonomide bir ferahlama sağlanır. Ancak bu sadece kısa bir süre için söz konusu olur. Bir süre sonra durgunluğa yol açan mekanizmalar tekrar yürürlüktedir ve artık yeni bir çözüm bulunmasına ihtiyaç duyulmaktadır. Bu, göreli olarak kısa bir dönem için etkili olan ve üretimde düşüşle sonlanan yeniden hareketlenme dönemlerinin neden birbirini izlediğini anlamamıza yardımcı olmaktadır. Yapısal krizlerde tipik olan düzensiz ritim budur.

3. Kapitalizm 1973’ten bu yana nasıl işletildi?

Bugünün dünyası, Amerikan egemen sınıfının özellikle 1979-1981 dönemecinde yaptığı tercihlerin bir ürünüdür.

Birincisi, Amerikan elitleri İkinci Dünya Savaşı ve sonrasındaki dönemde verdikleri ödünlerden geri adım atmaya teşebbüs etmiştir. ABD böylece gerek sermayeye daha çok getiri sunarak, gerekse de zenginlerden daha az vergi alarak çok daha eşitsiz bir toplum inşa etti.

Aşağıdaki grafik (şekil 2), ABD nüfusunun yüzde 90’ını oluşturan çoğunluğun reel gelirlerinin değişimini, nüfusun en zengin yüzde 1’inin reel gelirinin değişimiyle (dolar cinsinden 2005 yılı fiyat seviyesi baz alınarak) karşılaştırmaktadır. Amerikan siyasetinde öncü yıl olan 1979 yılını, her iki eğri için de 100 kabul ettik. Zengin kesim için gelir, tahmin edilen sermaye kazançlarını da içermektedir.

 

Şekil 2. ABD’de en düşük gelir seviyesine sahip yüzde 90’lık ve en yüksek gelire sahip yüzde 1’lik nüfus kesiminin (sermaye kazançları dahil) reel gelirlerinin gelişimi, 1950-2005 (1979=100)

 

Tahminler için bakınız: Saez, Emmanuel ve Piketty, Thomas, “Income Inequality in the United States, 1913-2006”, Tables and figures updated to 2006, July 2008 : http://elsa.berkeley.edu/~saez/

1979 öncesini 1979 sonrasından ayıran çizgi, net bir kopuşa işaret etmektedir. Gelirler, 1979 öncesinde paralel bir seyir izlemiştir. 1953’te, her iki gelir grubu da (1979’da kurulan eşitlik baz alındığında) hemen hemen aynı seviyededir. 1970’ler boyunca süren çevrimsel tersine dönüşlerin ardından, gelir artışları artık paralel olmaktan uzaklaşmıştır. Nüfusun büyük çoğunluğunun geliri durağan bir seyir izlemektedir. Bu gelir, reel fiyatlarla en yüksek düzeyine 1973 yılında ulaşmıştır. 2005 yılında ise bu seviyenin yüzde 10,6 altındadır. Öte yandan en yüksek gelire sahip yüzde 1’lik nüfus kesiminin geliri, karşı konulamaz bir biçimde yükselmiş; yalnızca sermaye piyasalarının çöküş yaşadığı 1987, 1991 ve 2001 yıllarında geçici gerilemeler yaşamıştır. 1979 yılıyla kıyaslandığında, bu en zengin kesimin reel geliri 2005 yılında yüzde 164 daha yüksektir. 1979’ta en yüksek yüzde 1’in ortalama geliri, en düşük yüzde 90’ın ortalama gelirinden 14 kat daha fazladır. Bu fark, 2005 yılında 38 kat olmuştur.

İkinci olarak, Amerikan elitleri “aşırı tüketim”in belirlediği bir yaşam tarzına yönelmiştir. Bu açıdan, ABD’nin GSYH’sindeki tüketim payını, bu ülkenin iki büyük kapitalist rakibi, Avrupa Birliği (AB) ve Japonya’nın gelirlerindeki tüketim paylarıyla karşılaştırmak oldukça ilginç sonuçlar vermektedir. Aşağıda yer alan şekil 3, bu sonuçları ortaya koymaktadır. 

Şekil 3. ABD, Avrupa Birliği ve Japonya’nın GSYH’lerinde tüketim paylarının gelişimi (yüzde pay), 1960-2007

Tahminler için bakınız, ABD için: Bureau of Economic Analysis, National Income and Product Accounts Table, Table 1.1.5. Gross Domestic Product: http://www.bea.gov/national/nipaweb/TableView.asp?SelectedTable=5&ViewSeries=NO&Java=no&Request3Place=N&3Place=N&FromView=YES&Freq=Year&FirstYear=1950&LastYear=2008&3Place=N&Update=Update&JavaBox=no#Mid.

AB için: European Commission, European Economy, Statistical Annex, April 2008 : http://ec.europa.eu/economy_finance/publications/publication12534_fr.pdf ve Nisan 2000: http://www.aueb.gr/users/kalyvitis/European%20Economy%202000%2071%20en.pdf. (AB için, 1993 öncesinde 15 ülke, 1993 sonrasında ise 27 ülke analize dahil edilmiştir)

Japonya için: IMF, International Financial Statistics and Statistics Bureau and the Director-General for Policy Planning (Statistical Standards) : http://www.stat.go.jp/english/index.htm

Grafiğin ortasındaki dikey çizginin üzerine oturduğu 1981 yılının öncesi için şu olgular gözlenmektedir: ABD’deki tüketimde göreli bir duraksama, AB’deki tüketimde hafif bir düşüş ve Japonya’daki tüketimde göreli bir dalgalanma. Ne var ki bundan sonra Avrupa’daki tüketim seviyesi aynı düzeyde kalmış ve Japonya dalgalanmaya devam etmiş, ABD’deki tüketimdeyse sürekli bir artış olmuş ve tüketim, 2002 yılında GSYH’nin yüzde 70’ine ulaşmıştır. 2007’de ABD’nin iki rakibi için tüketimin GSYH’ye oranı ortalama yüzde 57’dir ki bu oran ABD’deki orandan yüzde 13 daha düşüktür. Aradaki fark henüz 1960’lardan itibaren seçilmektedir, ancak bu dönemde çok daha az belirgindir; yalnızca yüzde 2 veya 3 olmuştur. Eğer ABD tüketimdeki bu devasa artışı yaşamasaydı 2007 yılındaki GSYH’si 1,143 trilyon dolar daha düşük olacaktı; yani mevcut seviyesinden yüzde 8,3 daha aşağıda…

Bu “aşırı tüketim” hem net tasarruflardaki düşüş hem de artan oranda endişe yaratan borçlanma sayesinde diri tutuldu. Böylece, harcanabilir gelirden hanehalkı harcamalarını çıkarılması yoluyla hesaplanan net tasarruflar, 1980’lerin başındaki yüzde 8 seviyesinden gerileyerek 2003 yılında yüzde 0’a yaklaştı. Bekleneceği üzere hanehalkı borcunun gelirine oranı 1984 yılından itibaren kararlı bir yükselişe geçti; 1984 yılında yüzde 51 seviyesinde olan bu oran, 2006’da yüzde 100’ü aştı. 14 Aynı zaman aralığında ABD’de tasarruflar azalırken, yabancı yatırımcılara daha çok başvurulur oldu. Aşağıdaki grafik (şekil 4) net sermaye stokunun, yani dışarıdaki ABD sermayesinden ABD’deki yabancı sermayenin çıkarılması sonucu elde edilen meblağın gelişimini özetlemektedir.

Şekil 4. ABD yılsonu net uluslararası yatırım pozisyonu gerçekleşmeleri, 1970-2007 (milyar ABD doları)

Tahminler için bakınız: Elena Nguyen, The International Investment Position of the United States at Yearend 2007, Survey of Current Business, July 2008, p.18-19 : http://www.bea.gov/scb/pdf/2008/07%20July/0708_iip.pdf.

1986’ya kadar ABD’nin net pozisyonları pozitifti; bu tarihten sonra inanılmaz bir hızla bozuldu. Fark, 2007 yılında 2,5 trilyon dolara dayandı. Bu paradoksal bir durumdur; yabancı yatırımcılar ABD mali piyasalarını aşırı biçimde beslemeye doğrudan katkı koymakta, bunun sonucu olarak da borçlanma ve hanehalkının net tasarruflarında düşüş görülmektedir; böylece aşırı tüketimi sürdüren ABD hanehalklarının kendisi olmaktadır.

4. Mevcut krizin kapsamı

Krizleri aşmak için kullanılan mekanizmaları açıklayan bir dizi küçük diyagram sayesinde, Amerikan egemen sınıfı tarafından öne sürülen çeşitli çözümlerin izini takip edebiliyoruz. 19. yüzyılın büyük bölümünde yürürlükte olan “normal” durum, şu şekilde tasvir edilebilir (şekil 5): Zamanın bir noktasında, krize neden olan bir üretim (veya kapasite) fazlası vardır. Yapılan şiddetli düzeltmenin amacı, üretim fazlasını tüketim tarafından massedilebilecek bir noktaya çekmektir.

Şekil 5. Bir ekonomik krizi çözmenin geleneksel yolu

Ne var ki, Amerikan kapitalistleri farklı bir yöntem uygulamaktadır. Fabrikaları ve hatta ortağı oldukları dev şirketleri kapatmak anlamına gelen üretim kapasitelerini azaltmak yerine, kredi yoluyla ek bir talep yaratmaktadırlar. Şekil 6’nın gösterdiği şey budur.

Şekil 6. 1980’den bu yana ABD’de kriz çözüm örüntüsü

Borcu sürekli arttırmak için -bu aşırı tüketimi canlı tutmak için gereklidir- mali piyasalar yükselişte olmalıdır; böylece, mali piyasaların yüksek getiri oranlarını korunak olarak kullanan bankalar daha fazla borç verebilirler. Ve mali piyasaları teşvik etmek için spekülasyona izin verilmektedir; adeta kuzu kurda teslim edilmektedir. ABD borsaları Mart 2000’de çöktüğünde, Amerikan para çevreleri, bu kez emlak piyasasında yeni bir spekülatif balon yaratmaya devam ettiler. Bugün mali piyasaların çöküşüne neden olan tam da bu balon olduğu için, ABD’de 1980’den bu yana geliştirilen örüntü tehlikededir. ABD hanehalkları daha az garantiye sahip oldukları için kredilerinde ek bir yükselme talebinde bulunamamaktadır. Dahası, eşikaltı kredi kabusuna kapılan bankalar kredi vermek konusunda isteksizler. Bu yüzden borç vermek için daha az para var ki bu da şüphesiz aşırı tüketimi etkilemektedir. Sonuç olarak örüntü, geleneksel vasfına yeniden kavuşmaktadır; belki de daha şiddetli bir biçimde ele alınacak olan, aşırı üretim ve aşırı kapasitedir, çünkü bunlar çok uzun süre aşırı tüketim ve aşırı borçlanmadan destek alarak varlıklarını korumuşlardır.

Nobel Ekonomi Ödülü’nün son sahibi Paul Krugman, tüketimdeki kaçınılmaz düşüşün 2 trilyon dolarlık bir açık yaratacağını tahmin etmektedir. Böyle bir açıkla yüz yüze gelindiğinde ancak kamu otoritesi bu açığı bertaraf edebilir; ne var ki daha çok borçlanma pahasına… Dahası net tasarruf diye bir şey olmadığı için tüm yatırımlar ABD’den gelemez, bu yatırımların dışarıdan gelmesi gerekir.

Esasında, uluslararası ekonomik durum alınacak kararlara bağlıdır ve bu kararların tümü, fırtınalı bir küresel geleceğin bulutlarını taşımaktadır:

1. Amerikalılar, tasarruf oranlarını arttırmaya karar verirler. Bunu ancak acil tüketim ihtiyaçlarını kısmak pahasına yapabilirler. Bu koşullar altında, ABD’deki kriz daha da kötüleşecektir ve bu ülkeye ihracatta bulunan ülkeleri (Doğu Asya, Meksika, Orta Amerika ve Avrupa) büyük ölçüde etkileyecektir.

2. Amerikalılar, düşük tasarrufta bulunmaya devam ederler ve yabancılar düzeni finanse etmeye destek vermek zorunda kalır. Bu durumda faiz oranları sıfır olur. Yabancı kuruluşlar, en kötü durumu önlemek için bu faiz oranını sürdürme kararı alırlar. Ne var ki bir yandan kendi ülkelerini kurtarmak için kullanacakları para, ABD’yi kurtarmak için kullanılmış olacaktır. Bu yolla ABD krizi dışarıya ihraç eder. Diğer yandan da bu sıfır faiz oranının ne kadar sürdürülebileceği tartışma konusudur. Açık ki, uzun vadede sürdürülebilir değildir.

3. Yabancı kuruluşlar bu faiz oranından finansman sağlamayı reddederler. Amerikan para çevreleri kilit faiz oranlarını yükseltmeye zorlanır. Sonuç olarak ABD yükselen faizi kredilere yansıtır, ancak tüm sermayenin ABD’de toplanmaması için diğer ülkeleri de faizlerini yükseltmeye teşvik eder. Yatırım ve peşisıra büyüme baltalanır. Kriz çok daha kötü bir noktaya sürüklenir.

4. Para çevreleri kilit faizleri yükseltmeyi reddeder. Artık yabancı fonlama yoktur. Ancak 2006 ve 2007’de toplam 800 milyar dolara ulaşan dış ticaret açığı, artık aynı büyüklükteki bir sermaye akışıyla fonlanamayacaktır. 15 Dolarlar ülkeyi terk eder ve dışarıda büyük bir hızla değer kaybeder, çünkü herkes dolardan kurtulmak isteyecektir. Dolar kurları keskin biçimde düşer. Doların etrafında dönen uluslararası para sistemi çöker. Mevcut durumda doların yerini alacak bir para birimi yoktur. Hemen hemen değersiz hale gelen Amerikan mallarından kendilerini korumak üzere, diğer yerlerin yanı sıra, Avrupa ve Asya’da finansal bloklar oluşacaktır. ABD dünyaya hükmettiği için ya da en azından diğerlerine üstün olduğu için kendi sınırlarına kapandığı ve Avrasya kıtasında neredeyse hiçbir mevcudiyetinin olmadığı böyle bir durumu asla kabul etmeyecektir. Hatta ekonomik ve politik olarak bugün olduğundan daha saldırgan olacaktır.

Küresel satışların düşmesi karşısında ve yukarıda bahsedilen seçenekten bağımsız olarak, pek çok ülke döviz kurlarıyla oynayarak ihracatını teşvik etmeye başlamıştır bile. Bu sadece diğer ülkelerin zararına gerçekleştirilebilir. Bu, aynı zamanda, yıkıcı ticari mücadeleler ve oldukça endişe verici deflasyonist döngüler içine düşmek anlamına gelmektedir.

5. Sonuç

1929’un gölgesi gezegenimiz üzerinde durmaktadır, ancak bu yaşananların tekrarı şeklinde olmamaktadır. 1930’ların krizi karşı karşıya kalabileceğimiz krizin boyutlarına ilişkin bize bir fikir vermektedir. O günlerde olduğu gibi, resesyon yapısal bir dönemeç almaktadır ve daha da ötesi şuana kadar 70 yıl önce düşünülemeyecek olan ya da birçok güçlükle birlikte düşünülebilecek olan (örneğin devlet müdahalesi) birkaç çözüm olanağını tüketmiş bulunuyoruz.

Bundan sonra olacakları tahmin etmek çok zor. Fakat çözümlememiz bize dünyanın uzun sürecek bir krize doğru gitmekte olduğunu gösteriyor. Tüm gerilimler, mesela bloklar ya da ülkeler arasındakiler, daha öldürücü uluslararası çatışmalara yol açabilecek biçimde alevlenme tehlikesi taşıyor. ABD’nin yüz yüze kaldığı çözümsüzlükler bize sürekli olarak yaşanabilecekleri hatırlatıyor.

Dipnotlar

  1. G20 Toplantı Sonuç Metni, 2 Nisan 2009, s.3, 13. madde: http://www.g20.org/Documents/g20_communique_020409.pdf
  2.  L’Echo, 2 Nisan 2009.
  3.  Touati, Marc, Krach, Boom… et demain ? Pour enfin comprendre la crise et l’économie mondiale, Dunod, Paris, 2009, s.17.
  4. http://ddp-ext.worldbank.org/ext/DDPQQ/member.do?method=getMembers.
  5.  Alternatives économiques, sayı 267, Mart 2008, s.7.
  6.  Varga, Eugene, La Crise, Éditions Sociales, Paris, 1976, s.195.
  7. Karl Marx, Kapital, III. Cilt, 30. Bölüm.
  8. Joshua, Isaac, La crise de 1929 et l’émergence américaine, éditions PUF, Paris, 1999, s.113.
  9. Isaac Joshua, Une trajectoire du capital, éditions Syllepse, Paris, 2006, s.24.
  10.  Isaac Joshua, La grande crise du XXIème siècle. Une analyse marxiste, éditions La Découverte, Paris, 2009, s.16
  11.  Bu iki öğenin Lenin’in emperyalizm teorisinin ana eksenini oluşturduğuna, yani serbest rekabet çağından tekeller çağına geçişle ilgili kısımlara, dikkat ediniz.
  12. AOL-Time Warner, Time Warner ile ABD’li internet servisi sağlayıcısı AOL’un 2000’deki birleşmesiyle oluşmuş, daha sonra ismini Time Warner’a dönüştürmüştür.
  13. Burada Hindistanlı ve Çinlı şirketlerin ortaya çıkması dikkate alınmamaktadır.
  14.  Hesaplamalar şu kaynağa dayanmaktadır: Federal Reserve, Flow of Funds Account of the United States during various years, yayın tarihi: 12 Mart 2009: http://www.federalreserve.gov/releases/z1/Current/data.htm.
  15. 2008’de sermaye akışı biraz daha düşüktür (ama yine de oldukça yüksektir).
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×