Dünyada Emekçi Sınıfların ve Solun Durumu

Nisan 2009’da Londra’da yapılan G-20 zirvesi kararları arasında diğerleri kadar dikkat çekmeyen bir “tavsiye” de yer alıyordu. Dünya ekonomisinin yeni “karar mercii” olduğu iddia edilen liderler zirvesi, Uluslararası  Çalışma Örgütü’ne (ILO) bir görev tevdi ediyor ve ILO’dan “ilgili kurumlarla” birlikte çalışarak ekonomik krizin emek piyasaları üzerindeki etkilerini, o ana değin atılan adımları değerlendiren ve geleceğe yönelik yapılması gerekenlerin çerçevesini çizen bir çalışma yapmasını istiyordu.

ILO, G-20 liderlerinin verdiği bu görevi Haziran 2009’da, yani krizin tepe noktasına çıktığı dönemde yerine getirerek devlet başkanları, başbakanlar, çalışma bakanları gibi temsilcilerden oluşan bir cemaatle birlikte Küresel İş Krizi başlığını taşıyan bir zirve düzenledi. Bu zirvenin sonuç metni ise “Krizden Çıkış İçin Küresel Bir İş Paktı” başlığını taşımaktaydı.

Bu metnin ne söylediğine değinmeden evvel, toplantının hemen ardından bu defa G-8 liderlerinin söz konusu Pakt’a methiye düzdüklerini anımsatalım. Temmuz 2009’da yaptıkları zirvede şöyle söylüyorlardı: “Küresel İş Paktı, krize karşı dünya çapında gereken tepkiyi göstermek ve küreselleşmenin sosyal boyutunu ilerletmek açısından çok yerindedir” ve “ileri ekonomiler, yükselen piyasa ekonomileri ve gelişmekte olan ülkeler, uluslararası örgütlerle birlikte çalışarak istihdama yönelik büyümeyi sağlamalı ve sosyal dayanışmayı teşvik etmelidir.”

Demek ki “küreselleşmenin sosyal boyutuna” atıfta bulunan, “uluslararası kurumlarla işbirliği içinde sosyal dayanışmayı teşvik eden” ve de “istihdama yönelik büyüme”yi sağlayacak tedbirlere atıfta bulunan bir belgeyle karşı karşıyayız. Peki, bu belgenin aynı yumurtadan bunca civciv çıkartmasını sağlayan temel önermeleri nelerdir?

Özetini ILO’nun “Küresel İstihdam Eğilimleri” başlığını taşıyan bir başka raporunda okuyoruz; şöyle diyor:

“Küresel İş Paktı hükümetlere ve işçi ve işverenleri temsil eden örgütlere ILO’nun Kabul Edilebilir Çalışma Gündemi’nde belirtilen politikalar çerçevesinde, kolektif olarak küresel istihdam krizine karşı harekete geçme çağrısında bulunmaktadır. Pakt, krize karşı verilen yanıtları daha dengeli büyüme stratejileri, daha adil ve sürdürülebilir bir küreselleşme ve yeni küresel yönetişim yapıları geliştirme ihtiyacı ile ilişkilendirmektedir.” 1

Bu özet, Pakt’ın ne anlama geldiğini ve G-8 çekirdekli G-20’nin ILO’ya tevdi ettiği görevin sebebini anlamamız için yeterli veri sunuyor. Pakt’tan kastettikleri patronla işçinin “kolektif” olarak “daha adil” bir küreselleşme için yeni “yönetişim” biçimleri geliştirmesi; başka bir deyişle “sosyal diyalog” vasıtasıyla aslında “aynı gemide oldukları” hakkında bir “farkındalık” yaratılması… G-8/G-20’nin ILO ve şürekasına verdiği görevin Türkçesi şu: “İşçiyi susturmanın ve patronla uzlaştırmanın bir yolunu bul”.

ILO da misyonunu yerine getirmek amacıyla, Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu’nu (ITUC) da yanına katarak, bu Pakt’ı imzalatmış ve şöyle demiş:

“Özellikle toplumsal gerilimlerin arttığı dönemlerde, toplu pazarlığı da içeren sosyal diyalog mekanizmalarına verilen itibarın artırılması ve bu mekanizmaların mümkün olan her düzeyde kullanılması yaşamsal önem taşımaktadır. Sosyal diyalog, ulusal önceliklere uygun politikaların geliştirilmesi açısından çok değerli bir mekanizmadır. Ayrıca sosyal diyalog, çalışanların ve işçilerin, krizin üstesinden gelmek ve sürdürülebilir bir toparlanma sağlamak için bir ihtiyaç olan, hükümetle ortak hareket etmelerini temin edecek güçlü bir temeldir.” 2

Öyleyse sermaye egemenliğinin kriz sürecinde, son otuz yıllık “aynı gemideyiz” edebiyatına devam etmekte olduğunu ve bu amaçla “sosyal diyalog” sendikacılığını ve “adil küreselleşme” solculuğunu tahkim edeceğini söyleme olanağımız var. Sınıf mücadelesinin yükselişe geçtiği ülkelerde bu tahkimatın kullanıma sokulmasına yönelik çabaları zaten gözlemleyebiliyoruz. Bu örneklere değinmeden önce, ILO, ITUC  ve benzeri örgütlerin, hükümetler ve sermaye örgütleriyle el ele vererek “sosyal diyalog” çağrısında bulunduğu koşulların kabaca bir dökümünü sunalım.

I. Kriz sürecinde emekçi sınıfların durumu

İşsizliğin pençesindeki insanlık…

Ortada ILO’nun, istatistik enstitülerinin “muhafazakar” resmi verilerine dayanan verileriyle bile teşhir edilmesi mümkün olan, emekçi sınıflar açısından hayli karanlık bir tablo bulunuyor. Kullanılan verilerin muhafazakarlığını vurgulamak açısından, ILO’nun örneğin Türkiye’deki işsizlik oranını Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) resmi verilerine dayandırdığını belirtelim. Buna göre 2009 sonunda Türkiye’deki işsizlik oranı yüzde 14, işsiz sayısı ise 3 milyon 471 bin kişiydi. Gerçek işsizlik oranının bunun çok üzerinde olduğunu herhalde söylemeye bile gerek yok.

İşsizlik bahsinden devam edersek, sunulan resmi verilerle dahi tablonun dünya emekçileri için bir felaket olduğunu görmekteyiz. Aşağıdaki tablo genel bir görünüm veriyor.

Tablo1: Bölgelere göre işsizlik oranları (yüzde)

 

(*) 2009 verileri ILO tahminidir.       

Kaynak: ILO, Global Employment Trends verileri.

Tabloda 2009 için tahmin edilen işsizlik oranının -yüzde 6,6- rakamsal ifadesi, 212 milyon kişi. ILO’nun 2010 yılı için tahmin ettiği işsizlik oranı ise yüzde 6,5, yani yaklaşık 213,5 milyon kişi. Bu rakam, işsiz sayısının 2007’den sonra 35,7 milyon artmış olacağını gösteriyor. Üstelik de “muhafazakar” verilerle…  
 

Tablo 2: Dünyadaki işsiz sayısının değişimi (2007-2010)

Kaynak: ILO, Global Employment Trends verileri.

Bu korkunç tabloya dair kabaca şöyle de düşünebiliriz: İşsiz kalanların aileleri de hesaba katılırsa hali hazırda 850 milyon civarında insan işsizlikten doğrudan etkilenmektedir. Bunun yanı sıra, işsizleri ve ailelerini destekleyen toplumsal ağları (diğer akrabalar vs.) da göz önünde bulundurur ve bunların da çekirdek aileleyle aynı büyüklükte olduğu gibi epey iyimser bir varsayım yaparsak, bugün 6,7 milyar civarında olan dünya nüfusunun aşağı yukarı yarısının doğrudan veya dolaylı bir biçimde işsizlikten etkilendiği sonucuna varırız. Yine kaba bir hesapla bu oranın krizden önce (2007’de) yüzde 40 civarında olduğunu söyleyebiliriz. Başka bir ifadeyle, üç yıl gibi çok kısa bir süre içinde dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 10’u daha işsizlikten bir şekilde etkilenir duruma düşmüş bulunuyor. Bir kez daha bunların yalnızca resmi rakamlardan çıkan sonuçlar olduğunun altını çizelim.

Bu muhafazakar verilerin diğer ayrıntılarına baktığımızda, yine iç karartıcı bir resimle karş? kar??ya kal?yoruz. ?rne?in i?sizlik oran? 2009 y?l? i?in eri?kinlerde (25-64 ya? aral???) y?zde 5, gen?lerde (15-24 ya? aral???) y?zde 13,4 olarak tahmin ediliyor. Gen?lerin i?sizlik oran? Orta ve G?neydo?u Avrupa ve Ba??ms?z Devletler Toplulu?u?nda y?zde 21,5, Ortado?u?da y?zde 22,3, Kuzey Afrika?da y?zde 24,7, ?geli?mi?? ?lkeler ve AB?de y?zde 17,7, Latin Amerika?da ise y?zde 16,6. D?nya ortalamas?n? k?smen Asya d???rmekte? 2009 i?in tahmin edilen gen? i?siz say?s? 82,7 milyon ve bu rakam kriz ?ncesine (2007) g?re 10 milyon yeni i?siz gen? anlam?na gelmekte.ı karşıya kalıyoruz. Örneğin işsizlik oranı 2009 yılı için erişkinlerde (25-64 yaş aralığı) yüzde 5, gençlerde (15-24 yaş aralığı) yüzde 13,4 olarak tahmin ediliyor. Gençlerin işsizlik oranı Orta ve Güneydoğu Avrupa ve Bağımsız Devletler Topluluğu’nda yüzde 21,5, Ortadoğu’da yüzde 22,3, Kuzey Afrika’da yüzde 24,7, “gelişmiş” ülkeler ve AB’de yüzde 17,7, Latin Amerika’da ise yüzde 16,6. Dünya ortalamasını kısmen Asya düşürmekte… 2009 için tahmin edilen genç işsiz sayısı 82,7 milyon ve bu rakam kriz öncesine (2007) göre 10 milyon yeni işsiz genç anlamına gelmekte.

Cinsiyet yönünden baktığımızda ise krizle birlikte kadınların işsiz kalma ihtimalinin arttığını  görüyoruz. Kadın istihdamının daha düşük olmasına karşılık oransal olarak kadınlarda işsizlik oranındaki artışın daha hızlı olmasının altını çizmek gerekiyor. Bu, krizin etkisinin istihdam yönünden daha dezavantajlı konumda olan kadınlarda ve gençlerde daha fazla yoğunlaştığına işaret eden bir veri olarak kaydedilebilir. ILO raporuna göre ise bu “sorun değil”:

 “Bir kez daha 2009’daki işsizlik oranlarına ilişkin noktasal tahminleri veri aldığımızda, eldeki tahminler genel olarak krizin erkekler ve kadınlar için eşit ölçüde yıkıcı olduğunu gösteriyor. 2008 ile 2009 arasında kadınlar için işsizlik oranı yüzde 0,8 artış gösterirken, erkeklerde yüzde 0,7 arttı. Bu, cinsiyet yönünden işsizlik oranları arasındaki farkın 2008’le 2009 arasında yüzde 0,6’lık hafif bir artış gösterdiği anlamına geliyor ki bu on yıl önceki farkın aynısı.” 3 

Evet, yalnızca aradaki farkın ne kadar açıldığını hesaba katarsak, gerçekten de ortada bir sorun yok. Ancak bunun bir yıl gibi çok kısa bir sürede gerçekleştiğini, söz konusu oranların bütün dünya ölçeğinde sunulduğunu (işsiz kadınların sayısı 2007-2008 arasında 2,9 milyon, 2008-2009 arasında 11,7 milyon artmış oluyor) hesaba katar ve üstelik işaret edilen verilerin enformel sektörde daha yoğun bir biçimde istihdam edilen kadınları kapsamadığını da göz önünde bulundurursak, krizin cinsiyet yönünden yıkıcı etkilerinin küçümsenmemesi gerektiğini ifade etmemiz gerekir.  
 

Tablo 3: Yaş  ve cinsiyete göre işsizlik oranı  (dünya, yüzde)

(*)ILO tahminleri.

Kaynak: ILO, Global Employment Trends verileri.

Umudu kesenler, çalışmaya zorlananlar…

İstihdam verilerinin farklı boyutlarına baktığımızda, emekçi sınıfların krizle birlikte uğradığı yıkımın tarihsel önemde olduğunun ayırdına daha da fazla varıyoruz. Örneğin işgücünün (çalışan ve “kayıtlı” işsiz) çalışabilir durumdaki nüfusa oranı anlamına gelen istihdama katılım oranı göstergeleri bu açıdan incelenmeye değer. İstihdama katılım oranı dikkatli yorumlanması gereken bir veri; zira örneğin çok sayıda insan iş bulmaktan umudunu kesip iş aramayı bıraktığında, bu kişiler işgücü tanımının dışına çıktıkları için katılım oranı azalma eğilimi gösteriyor. Öte yandan özellikle ileri yaş gruplarında istihdama katılım oranının artması, örneğin emekli olduktan sonra çalışmak zorunda kalanların sayısında artış olması veya uzun süredir iş aramayan ve örneğin ailesinin desteğiyle, gurbetteki çocuğunun yolladığı parayla vs. yaşayan bir kesimin yeniden çalışmak zorunda kalması gibi aslında işçi sınıfının kötüleşen durumuna işaret edebiliyor.

Dünya çapında istihdama katılım oranına ilişkin toplu verilere bakıldığında, bu oranının kriz öncesi dönemde (1999-2007) hafif bir azalma eğilimi gösterdiği, kriz yıllarında (2008-2009) ise yerinde saydığı izlenimi oluşuyor. Farklı yaş gruplarını ayrıştırarak baktığımızda dönemin bütününde genç nüfusta istihdama katılım oranında azalmanın daha belirgin olduğunu, yetişkinlerde ise oranın aşağı yukarı sabit kaldığını görmekteyiz. Dolayısıyla bu düzeydeki verilerden, gençler içerisinde iş bulma umudunu yitirenlerin sayısının son on yıldaki artışından söz edilebilir. Krizin yol açtığı değişimler ise net bir şekilde gözlemlenemiyor.

ILO raporunda aylık ve üç aylık istihdam verilerinin yayımlandığı 17 ülke için yapılan daha ayrıntılı bir çalışma da sunuluyor. Bu istatistiklere baktığımızda daha gerçekçi bir tablo görüyoruz:

Tablo 4: 17 ülke örnekleminde istihdama katılım oranındaki değişim

 

Kaynak: ILO, Global Employment Trends verileri.

Bu düzeyde, birincisi, istihdama katılım oranında önceki beş yıla kıyasla bir azalma görüyoruz. İkincisi, bunun temel sebebinin genç nüfusun katılım oranındaki ciddi düşüş olduğunu izliyoruz. Bunu iş bulmak konusunda umudunu yitirip, iş aramayı bırakan gençlerin sayısındaki artışla açıklamak mümkün… Üçüncüsü, yaşlı nüfusta (55-64 yaş) katılım oranının arttığını görüyoruz. Bunu da işgücüne dahil olmayan, muhtemelen görece vasıflı bir kesimin daha vasıfsız işlerde çalışmaya razı olmasından, bu yaş grubunda bulunan kişilerden bir kısmının emeklilikten sonra yeniden işgücüne katılımından ya da toplumsal destek mekanizmalarındaki çöküşle birlikte yeniden çalışmak zorunda kalan yaşlıların sayısındaki artıştan kaynaklanan bir durum olarak yorumlayabiliriz. Krizin tüm bu eğilimleri şiddetlendirdiği anlaşılıyor.

Daha fazla enformelleşme, daha yoğun sömürü…

Krizin emekçi sınıflar üzerindeki etkileri bahsinde anılması gereken bir diğer boyut, enformel çalışma biçimlerindeki yoğunlaşmaya dair göstergelerin incelenmesi olmalı. Bu ise hem enformel sektöre ilişkin sağlıklı istatistiklerin bulunmaması hem de bu sektörün kapitalist ekonomiler içindeki çelişkili konumu nedeniyle çözümlenmesi zor bir başlık.

Önce ikinci zorluk üzerine birkaç söz: Dünya Bankası gibi kurumlar bir süredir özellikle geri kalmış ülkelerde enformel sektörün yoksullaşma ve işsizliğe karşı bir çeşit “tampon” işlevi gördüğünü iddia ediyorlar. Oysa enformel sektör önemli ölçüde formel işkollarındaki sermayenin düşük kâr oranları nedeniyle girmediği alanlarda, ama formel işkollarına bağlı bir biçimde üretimde bulunuyor. Dolayısıyla formel işkollarında üretim ve istihdam düşerken enformel sektörde orantısız bir artışın olması mümkün değil. Diğer yandan sermayenin kriz koşullarında azalan kâr oranlarını tekrar yükseltmek amacıyla başvurduğu stratejilerden bir tanesi, artı değer sömürüsünü artırmak amacıyla işçileri esnek ve enformel çalışma biçimlerine (taşeronlaştırma, fason imalat, yarı-zamanlı çalışma vb.) zorlamak. Dolayısıyla bu açıdan baktığımızda, kriz dönemlerinde enformel çalışmanın göreli ağırlığının arttığı söylenebilir.

Sonuç olarak bu iki eğilim de gerçektir ve bu, enformel sektörün çelişkili konumundan kaynaklanmaktadır. Bu çelişkinin toplamından çıkan bir sonuçsa şu: Kriz dönemlerinde, eğer işçi sınıfı örgütsüzse ve sermayenin politikalarına yanıt üretmeyi başaramıyorsa, artan işsizlik sınıfın bütün kesimleri açısından artan rekabet anlamına gelir. Bu, bütün alanlarda ve bu arada enformel sektörde de sömürünün arttığını ima eder. Diğer yandan daha önce kayıtlı işlerde çalışanların daha büyük bir kesiminin enformel sektöre düşmesi, artan sömürünün aldığı biçimlerden bir diğeri olarak karşımıza çıkmaktadır. Özetle, hem enformel çalışanların sayısındaki artış hem de bir bütün olarak sömürü oranındaki artış geçerlidir.

Bu söylediklerimizi ampirik olarak enine boyuna test etme olanağımız bulunmuyor. Ancak sanayi havzalarını  çevreleyen yan sanayilerde kayıtsız olarak çalışanların, dış pazara yönelik fason imalat yapan tekstil atölyelerindeki işçilerin ya da teneke, plastik, kağıt gibi atıkları toplayan işçilerin durumu düşünülebilir. Bir yandan bu tür işler yapmaya mecbur kalan işçilerin sayısı artarken, diğer yandan örneğin üretilen konfeksiyonun veya toplanan atığın alıcısı olmadığı için bu işlerde çalışanların ücretlerinde de ciddi azalmaların gerçekleştiği herhalde açıktır.

ILO’nun Küresel İstihdam Eğilimleri raporu, emekçi sınıfların bu açıdan içinde bulundukları durum hakkında kabaca fikir verebilecek bazı veriler sunuyor. ILO enformel istihdama dair bir gösterge niteliğinde kabul ettiği “korunmasız istihdam” tanımını benimsiyor:

 “Korunmasız istihdam çerçevesindeki, kendi hesabına çalışan ve aile işine katkıda bulunan işçilerin toplamı olarak tanımlanan işçilerin formel iş düzenlemelerine sahip olma ihtimali daha düşüktür; dolayısıyla bu işçilerin kabul edilebilir istihdamla ilgili, yeterli sosyal güvenliğe sahip olmak ve etkin sosyal diyalog mekanizmalarına başvurabilmek gibi unsurlardan yoksun olması ihtimali daha yüksektir. Korunmasız istihdam çoğunlukla yetersiz gelir, düşük üretkenlik ve işçinin temel haklarının altını oyan güç çalışma koşulları ile nitelenmektedir.” 4 

Verilen tanımın “etkin sosyal diyalog mekanizmalarına başvurabilmek” gibi hayli ideolojik bir tarafı olduğunun altını çizelim. Ancak enformelleşme ile ilgili daha sağlıklı verilere ulaşma şansımız bulunmadığından, bu riski göze alarak sunulan verilerin ne söylediğine bakmanın yine de bir yararı bulunmaktadır.

Tablo 5: Bölgelere göre enformel istihdam, 2005-2009 (yüzde)

(*) ILO tahmini.

Kaynak: ILO, Global Employment Trends verileri.

Tablodan hareketle şunları kaydedebiliriz: Birincisi, ILO’ya göre krizden önce bütün dünyada düşmekte olan enformel istihdam krizle birlikte yeniden artmaya başlamıştır. Dünya emekçilerinin yarıdan fazlası, ILO’nun deyişiyle, “korunmasız istihdam” kapsamındadır. İkincisi, AB ve diğer gelişmiş ülkelerde, Orta ve Güneydoğu Avrupa ve BDT’de, Latin Amerika ve Karayipler’de ve Afrika’nın bütününde kriz öncesinin son yılı olan 2007’nin üzerine çıkılmış bulunmaktadır. Üçüncüsü, Ortadoğu dışında kalan Asya’da görülen yüzde 53-77 aralığındaki oran, kriz döneminde bu bölgedeki göreli yüksek büyüme oranlarının aynı zamanda enformelleşmedeki artışla ilişkili olduğunu düşündürmektedir. Ancak bu aralıktaki bir enformel istihdam ağırlığının “taşıyıcılığını” daha ne kadar sürdürebileceği belirsizdir. Dördüncüsü, Afrika kıtasının, bilhassa Sahra Altı Afrika’nın emekçileri tam anlamıyla barbarlığa terk edilmiş durumdadır.

Durumun vahametini vurgulamak açısından oranlar yerine bazı rakamlar sunulabilir. Toplam istihdam içerisinde, yine ILO jargonuyla “çalışan yoksulların” sayısı 2008 yılında yüzde 21,2’ye ulaşmış bulunuyor. “Çalışan yoksullar”dan kasıt, günde 1,25 dolardan az gelire sahip olan işçiler. Yüzde 21,2 ise 633 milyon kişiye tekabül etmekte. Bunu günde 2 doların altında gelir elde edenler şeklinde alırsak sayı 1 milyar 183 milyona çıkıyor. 2009 yılında 215 milyon işçinin daha günde 1,25 dolar seviyesinin altında gelir alanlar, yani “aşırı yoksul çalışanlar” kategorisine düştüğü tahmin ediliyor. 5 

Ücret payı küçülüyor…

Ücretlere ilişkin gelişmeler ise aşağıdaki iki grafikten izlenebilir. Grafiklerden ilki, dokuz gelişmiş kapitalist ülkede ücretlerin milli gelir içindeki payını göstermektedir. 1995’te yüzde 57 (İtalya) ile yüzde 66 (Japonya) arasındaki ücret payı, 2008’de yüzde 53 (Avusturalya) ile yüzde 61 (ABD) aralığına gerilemiş, 2009’da bu dip noktadan çıkmaya başlayarak yüzde 55 (Avusturalya, İspanya, İtalya) ile yüzde 62 (ABD) aralığına yerleşmiştir.  

Kaynak: ILO, Global Wage Report veritabanı

İkinci grafik ise yedi Doğu Avrupa ülkesinde ücret payının durumunu göstermektedir. Bu defa ücret paylarının değişim marjı daha geniş bir aralıkta gerçekleşmekte (1995’te yüzde 42 [Türkiye] ile yüzde 69 [Slovenya], 2009’da yüzde 39 [Türkiye] ile yüzde 62 [Slovenya] arasında) ve 2009’da gelişmiş ülkelerde gözlenen artış eğilimi kaybolmaktadır. Aradan geçen on beş yılda ücretlilerin bu ülkelerde milli gelirden aldıkları paydaki kayıpların yüzde 17 (Makedonya, 1997-2009 arası için), yüzde 13 (Bulgaristan), yüzde 9 (Polonya) ve yüzde 8 (Slovenya) gibi hayli yüksek düzeylerde gerçekleştiğini gözlemlemekteyiz.


Kaynak: ILO, Global Wage Report veritabanı

 

II. Sınıf hareketi ve solun gündemi

Buraya kadar söylenenler, krizle birlikte emekçi sınıfların durumu hakkında kaba bir döküm sunuyor. Tartışma burada bırakıldığı takdirde, böyle bir dökümün hiçbir anlam taşımayacağı açık. İşsizliğin ulaştığı boyut, kayıt dışı, esnek çalışmadaki yoğunlaşma, artan sömürü vesaire; bütün bunlar bir durum tespitini gereksizleştirecek ölçüde açık ve güçlü bir biçimde işleyen dinamikler. Dolayısıyla bir durum tespitinin ötesine geçmek amacıyla, konuyu dünyada işçi sınıfı hareketinin, daha doğrusu onun kritik bileşeni ve yön vericisi olan dünya komünist hareketinin gündemine bağlamak gerekiyor.

Bu çerçevede ilerlemeden, uluslararası sermayeye bağlı kurumlar içerisinde yürüyen, girişte sözünü ettiğimiz hazırlıkların, daha sonra sunulan verilerin barındırdığı güçlü eğilimler çerçevesinde ne anlama geldiğine ilişkin birkaç söz etmekte yarar var. Şöyle ki, dünya nüfusunun yaklaşık yarısının bir şekilde işsizlikten etkilendiği, yüz milyonlarca insanın enformel çalışmaya itildiği, bir o kadarının açlıkla boğuşur duruma geldiği bir dünyada ve üstelik uzun zamandır bu yöndeki bir işleyişin üzerine krizin bindirdiği ek ağırlık karşısında emperyalizmin hazırlığı, son otuz yıllık temayüllerini sürdürmek çerçevesinde somutlanıyor. Aynı değerlendirmeyi emperyalist mimarinin başka veçheleri, örneğin uluslararası finans sisteminin işleyişi vb. için de söylemek ancak kısmen mümkündür. Emek ve sermaye arasındaki “sıcak temas” noktasındaki hazırlıksızlıksa çok daha belirgin… Diğer alanlarda emperyalizmin iç çelişkilerinin, rekabetinin oynadığı rolün ayrı bir belirleyiciliği söz konusuyken, emekçi sınıfları tahakküm altında tutmak konusunda, hiçbir taviz vermeme refleksi ve otuz yıldır öyle ya da böyle süren yoğun sömürü, örgütsüzleştirme vs. saldırısının devam ettirilebileceğine duyulan güven ön plana çıkmaktadır. “Hazırlıksızlık”, eski rejimin devam ettirilmesi manasındadır. “Eski rejim”in savunulması sol liberal dile sosyal diyalogculuk, yoksullukla mücadele gibi tipik ILO, Dünya Bankası, ITUC/ETUC söylemi biçiminde tercüme edilmektedir.

Emekçi sınıfların durumuna ilişkin yaptığımız tespitle emekçi sınıfların kontrol edilmesi için “eski rejim”in ideolojik payandalarına güvenmek biçiminde özetlediğimiz “hazırlıksızlık” hali arasında bir tezat bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu ideoloji ve kurumsal örüntünün, emek ile sermaye arasındaki sıcak temasın çeliği eritecek denli ısındığı yüzeylerde akıp gitmesi ihtimali önemsenmelidir. Ancak buraya bir şerh düşmek gerekir… Zira mücadele böyle yalın, emekçilerin ekonomik durumlarının kötüleşmesiyle yükselen doğrusal bir seyir izlemiyor. Bunu Lenin’den beri ve belki de en iyi Türkiye’den biliyoruz.

Kaldı ki emperyalizmin “emeğin baskı altında tutulması” bahsini ayrı bir kompartıman olarak görmediğini, bu konudaki kifayetinin siyasal alandaki mevzi savaşında elde edeceği başarılara bağlı bulunduğunun farkında olduğunu da buna eklemek gerekir. Emperyalizm krizle birlikte, açıkça, mevzi kaybetmekte olduğunu gördüğü bölgelerde hamle yapmaya karar vermiştir. Dolayısıyla sınıf hareketi açısından denklem ancak, emperyalizmin bu hamlelerini geri püskürtmek için müstahkem mevkilerini savunmak değil, karşı saldırıya geçmek şeklinde kurulabilir.

Bu denklemin en yoğun biçimde hissedildiği ve bu nedenle açık hale geldiği coğrafyalardan bir tanesi Latin Amerika… Chavez’in geçen kasımda yaptığı V. Enternasyonal çağrısı büyük ölçüde bu yoğunlaşmanın dayattığı ihtiyaçlarla örtüşen bir öneriydi. Latin Amerika’nın halkçı iktidarları, sıcak savaş ihtimalini de içinde barındıran bir emperyalist tasalluta hazırlıklı olmak durumunda. Bu, öncelikle Latin Amerika’daki devrimci güçlerin daha büyük bir eşgüdüm ve birliği örmelerini gerektiriyor. Bu konuda atılan önemli adımlar var…

Ancak bunun ötesinde, başka coğrafyalarda güç biriktiren, mevzi kazanan bir emperyalizmi Latin Amerika’da geriletmek ancak arızi bir durum olabilir. O halde bu birlik ve eşgüdümü artırma çağrısının daha geniş bir kesime seslenmesi kaçınılmaz. Venezuela Sosyalist Birlik Partisi (PSUV) Olağanüstü Kongresi’nden sonra açıklanan Karakas Mutabakatı 6 bu zemine oturuyor.

Bu çerçevede “kapsayıcılık” bir anlam kazanıyor, ancak kapsama çabasında seçici olunması gerektiğinin de altını çizmek durumundayız. Mücadeleyi ilerletmek, krizle birlikte sınıf mücadelesinin yoğunlaştığı alanlar/bölgeler arasında ortak mücadeleyi yükseltmek için öncelikle bu coğrafyalarda ayaklarını sınıf zeminine basan örgütlenmelerin bir araya gelmesi bir anlam taşır. Nihayetinde amaçlanan birleşik bir sınıf hareketi yaratmaktır.

Böyle bir seçicilik olmadığı takdirde ortaya çıksa çıksa bir “cephe”, daha doğrusu “forum” çıkar. Nitekim “forumcuların” bir kısmı V. Enternasyonal önerisini heyecanla karşılamıştır ve bu büyük ölçüde içerisinde bulundukları siyasi tıkanıklıkla alakalıdır. “Tıkanma” saptamasını, örneğin Dünya Sosyal Forumu’nun (DSF) başlatıcılarından Belçikalı siyaset bilimci Eric Toussaint’ın sözleriyle teyit etme şansına sahibiz:

“Talepler ve hedefler konusundaki öncelikleri belirlemek, üzerinde ortaklaşılan bir eylem takvimi oluşturmak ve ortak bir stratejinin parçası olmak amacıyla uluslararası bir araca ihtiyacımız var. Eğer Forum bu ihtiyaca uyum sağlayamıyorsa, Forum’u terk etmek veya bir yana atmak anlamına gelmeyen başka bir araç yaratmalıyız. Bence Forum kendi yerine sahip. Ama DSF’nin bir hareket aracına dönüşmesini istemeyen bir bölmesi olduğuna göre, ihtiyacımızın bu olduğunu düşünen kişi ve örgütlerle birlikte yeni bir araç yaratmak daha iyi olur.” 7 

Toussaint bunları söyledikten sonra, “Porto Alegre’ye geldiğimde Petrobras ve daha birçok uluslararası şirket tarafından finanse edilen bir toplantıya katılmak canımı sıkıyor” gibi bir değerlendirme yaparak, “daha az mali kaynağa sahip, ama daha militan bir Forum’a ihtiyaç var” diyor. “Ne güzel işte, bu işin böyle olmayacağını görmüş” demek mümkündür, ancak önemli olan bu değil… Kuşkusuz Dünya Sosyal Forumu ve benzeri platformlar içinde yer alan, ancak sınıf zemininde mücadele edilmesini savunan öznelerin, doksanların sonlarında yükselişe geçtikten sonra tıkanan “alternatif küreselleşmeci” cenahtan kopması evladır. Fakat böyle bir zemine oturmayan ve çağrıyı “alternatif küreselleşmeciliğin” yeni bir enerji kazanma şansı bulması olarak gören kesimlerle sonu gelmez tartışmalara girmenin, yukarıda andığımız “karşı saldırı”ya kan taşımayacağı çok açık. Dolayısıyla burada bahsettiğimiz “tıkanmayı aşma” olumlu olmaktan çok pejoratif bir anlam taşımaktadır.

Konunun başka bir boyutu, henüz V. Enternasyonal önerisine dair ne dediği pek bilinmeyen Avrupa Sol Partisi’nin konumudur. Doğrusu, Batı Solu’nun bu öneriyle ilgili atacağı adımların fazla önemi yok. Biz daha fazla kaderini Avrupa Birliği’ne bağlamış olan bu kesimin AB’nin yaşadığı çok boyutlu bunalım koşullarında kendisine bir çıkış yolu bulup bulamayacağı ile ilgileniyoruz. Doğrusu, V. Enternasyonal önerisi bu çerçevede bir “can simidi” olabilecek özellikler taşımakta.

Belirli açılardan Avrupa Sol Partisi bileşenlerini rahatlatabilecek, başka açılardan ise ciddi biçimde sıkıştırabilecek bir dönemden geçiyoruz. Rahatlama bu hareketin bileşenlerini bir araya getiren ve giderek savunulması güçleşen payandalara çok ilişmeden “solculuk” yapabilecekleri bir zeminin varlığıyla ilişkilidir. Örneğin “krizin faturasını ödemeyeceğiz” genelliğindeki bir çıkış böyledir.

Bu çerçevenin kendisine bir itirazım yok, ancak emekçi sınıflar açısından yukarıda betimlemeye çalıştığım çapta bir yıkım yaşanmaktayken bunun, sarı sendikaların etkisini zorlamayan, çaktırmadan ILO gibi örgütlerin sosyal diyalog soslu istihdamı artırma önerilerini “krizin faturasını ödemiyoruz” şeklinde sınıfa zerk eden bir kanala dönüşmesi ihtimalini göz ardı edemeyiz. 8

 Ya da örneğin krizin yoğunlaştığı bir diğer coğrafyada, Güney ve Güneydoğu Avrupa’da, bir zamanların “emeğin Avrupa’sı” safsatasının “dayanışmanın Avrupa’sı” 9 şeklinde pasının silinmeye başlanması da olanak dahilindedir. Bu bölgenin yaşamakta olduğu yıkımda AB emperyalizminin payını satır aralarında geçiştirip, emperyalizmin mızrak başı ABD’ye ve NATO’ya karşı “solculuk” yapanların çıktığını görmekteyiz.

Bir kez daha, “öyle de olsa, daha solda durmaları evladır” denilebilir. Ancak emperyalizmin sıkıştığı yerde bu “daha solcu” görünen aktörleri kullanma şansının hiç de az olmadığını belirtmeliyiz. Bunu kavramak açısından Avrupa Sol Partisi talepleriyle Küresel İş Paktı söylemi arasındaki paralelliğe dikkat çekmek herhalde yeterlidir.

Bütün bu risklere karşın gelişmeler karşısında “işimize bakalım” tavrı takınmak ciddi sakıncalar barındırmaktadır. Doğru; krizle birlikte liberalizmin soldaki bir dizi tezahürünü zorlayan ve belirli ölçülerde daha “radikal” davranmak zorunda bırakan bir nesnellik gelişti. Örneğin Yunanistan’da, sarı sendikaların neredeyse gündelik hale gelen grevlere bütünüyle kayıtsız kalması olanaklı olmuyor. Synaspismos gibi partilerin “daha adil bir program” çağrısının, burjuvazinin çaptan düştüğü ve düştükçe saldırganlaştığı bir ülkede sürdürülebilir bir söylem olmadığı kesin. O halde daha “radikal”, ama yine uzlaşmacı, ilk fırsatta sınıf siyaseti treninden atlamayı hedefleyen bir strateji geliştirecekler. Bu arada güç kazanmalarının ve emekçi sınıfları kriz sonrası dönemde daha da kötüleşmiş koşullara mahkum edecek olan emperyalizmi rahatlatmalarının önüne geçilmek zorunda. Bunun için de bizim cenahın hızla konsolide olması ve daha fazla hareket kazanması gerekiyor.

Bu doğrultuda umut verici gelişmeler yok mu? Kuşkusuz var… Örneğin Yunanistan’da yaşananlar başlı başına böyle ve yakından takip edilmek durumunda… Sınıf hareketinin yükseldiği ve emperyalizmin saldırıya geçtiği iki kritik bölgede, Latin Amerika’da ve bölgemizde komünist hareketin silkinişi için ciddi olanaklar söz konusu. Silkiniş, daha fazla ortaklaşma, birbirinden daha fazla beslenme anlamına geliyor. Ve bunun hazırlıkları bir süredir devam ediyor. Şimdi ise önümüzde bir an önce hazırlık aşamasından çıkmak görevi duruyor.

 

 

 

Dipnotlar

  1.  ILO, Global Employment Trends, Ocak 2010, Cenevre, s.6.
  2.  ILO, Recovering from the Crisis: A Global Jobs Pact, 19 Haziran 2009, Cenevre, s.8-9.
  3.  ILO, Global Employment Trends, s.15.
  4.  ILO, agm, s.18.
  5.  ILO, agm, s. 22.
  6. Mutabakat metni şu adresten okunabilir: http://www.psuv.org.ve/files/tcdocumentos/commitment.caracas.pdf
  7.   Igor Ojeda-Eric Toussaint röportajı, “Beyond the World Social Forum… the Fifth International”, Brasil do Fato, http://www.cadtm.org/Beyond-the-World-Social-Forum-the
  8. Avrupa Sol Partisi tarafından gerçekleştirilen “Kriz ve Avrupa’nın Güneyi: Avrupa Solu’nun Yanıtı” başlıklı toplantının sonuç deklarasyonunda öne sürülen dört talep şunlardı: “1. İstihdamın, ücretlerin ve emekli maaşlarının korunmasının Avrupa kurumlarının birincil önceliği haline getirilmesi; 2. Spekülatif finansmana dayanan bütün işlemlerin vergilendirilmesi ve Avrupa topraklarında var olan vergi cennetlerinin ilga edilmesi; 3. Bir Avrupa derecelendirme kuruluşunun oluşturulması: Artık ülkeler spekülatif çıkarlara hizmet eden özel derecelendirme kuruluşlarının elinde rehin tutulamaz; 4. Eurotahvil çıkarılması. Bu üye devletlerin makul faiz oranlarında borç bulmalarını mümkün kılacaktır.” <http://www.european-left.org/nc/english/home/news_archive/news_archive/zurueck/latest-news-home/artikel/crisis-and-the-european-south-the-response-of-the-european-left/>
  9.  Aynı deklarasyonda önerilen ortak slogan şu: “Avrupa halkı krizin faturasını ödemeyecek. Dayanışmanın Avrupası için birleşelim!”.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×