Ezber Bozan Kıta, Ezber Bozan Devrim

“Bizim siyasetten anladığımız, bugün için gerçekleştirilmesi mümkün olanı yapmak değil, bugün imkansız gibi görünen şeyleri yarın mümkün kılabilme sanatıdır.” 1

“Bir insanın kalkışabileceği en güç işin -yüksek ve alçak düzeydeki tüm bilmeceleri çözebilen biri için bile- düşleri oluşturan bağlantısız ve kaypak malzemeyi yoğurmak olduğunu kavradı; bu kumla ip örmekten ya da rüzgarın varolmayan yüzünü bir paranın üstüne basmaktan çok daha güçtü (…) Ateş elini dağlamadı, okşar gibi sardı yalım dalgaları adamı; sıcaklığı duymadı, yanmadı. Rahatlayarak, aşağılanarak, korkarak anladı ki, kendisi de bir imgedir; kendisini de başka biri düşlemektedir.”2

Chavez yönetimi Venezuela’nın adına “Bolivarcı” sıfatını eklediğinde zamanında Marx’ın Simon Bolivar hakkında yaptığı yorum hatırlanmıştı. Ancak Latin Amerika’nın bağımsızlıkçı geleneğinde Marti Sandino gibi benzerleriyle birlikte canlı yerini koruyan bu 19. yüzyıl halk önderinin Karl Marx tarafından bir tür deklase maceracı olarak aşağılanmış olması Kıtanın ezber bozma pratiği düşünüldüğünde çok zamandır önemsiz bir ayrıntıdan ibarettir. Latin Amerika solu kendi toprağının gelenekleriyle köprü kurmakta hayli ehil olduğunu göstermiştir. Bu yazının başlığına taşındığı gibi ezber bozmak, Latinler’in bir davranış kalıbı olarak bile görülebilir.

Modern sanayi proletaryasının Avrupa ve Kuzey Amerika’daki deneylerden aşağı kalmayan örgütlenme ve mücadele geçmişine sahip olduğu Latin Amerika, ayrıksı çizgisini geçmişte gerilla savaşıyla sergilemişti. Üstelik Kıtanın bu devrimci pratiğinin hiç de zaman ve mekanla sınırlı bir tevazu göstermediği, 1960 ve 1970’lerde dünyanın başka yörelerine de etkisini ihraç ettiği unutulmamalıdır. Kısıtlı örnekler dışında gerillanın bir işçi sınıfı taktiği değil devrimci-demokrat bir versiyon olduğu da…

Marksist-leninist pozisyonu itibariyle Gelenek’in işçi sınıfının modern mücadele yöntem ve biçimlerini, öncülük teorisini, giderek reel sosyalizmin 20. yüzyılın uzun bir bölümünde dünya siyasetinde temsil ettiği ileri kutbu vurgulamasının Latin Amerika ile ilgili çıktısı, gerilla pratiğinin sosyalist devrim için evrenselleştirilmesine reddiye olmak durumundadır. Karşı uç içinse, Kıtada işçi sınıfı partilerinin yaygın bir eğilim olarak benimsedikleri demokratik devrim stratejisinin demokratik ve bağımsızlıkçı/ulusal burjuvazilere destek biçiminde somutlanması da Marksist-Leninist geleneğin olsa olsa bir sapması olarak görülmelidir. Bir başlangıç tezi olarak şu söylenebilir: bir yandan Latin Amerika solunun gerilla savaşı denemesinin zaman zaman ciddi kitlesel ölçeklere kavuşmuş olması gibi bir dizi pozitif ve öte yandan egemen güçlerin büyük bir sıklıkla faşist/askeri diktatörlüklere başvurmaları gibi negatif faktörler, bölgede sendikal örgütlenme ve parlamenter taktiklerin nesnel dayanağının çok zayıf olduğunu göstermiştir. Latin Amerika’nın Batı Avrupa’nın burjuva demokrasisi yolunu belli bir mesafeyle ama düzgün biçimde izlediğini varsayan geleneksel sol/komünist parti hattı Kıtanın devrimci dinamikleriyle buluşmayı çoğunlukla başaramamış ve bir çok örnekte sahip olduğu emekçi örgütlülüğünü devrimci bir kalkışmaya yöneltememiştir. Ve son olarak, işçi sınıfına yabancı gerilla hareketleri küçük-burjuva aydın veya köylü karakterini aşamadıkları ölçüde iktidar perspektifine burjuva demokrasisinin sınırları içinde hareket etmekle eleştirilen geleneksel soldan daha yakın olmamışlardır.

Bu tablonun doğrultulabildiği biricik örnek Küba’dır. Bilindiği gibi Fidel Castro ve arkadaşlarının gerilla örgütü 26 Temmuz Hareketi, yukarıda kısaca tarif etmeyi denediğim parçaların birleştiği bir tarihsel deneyime imza attı. Silahlı mücadele kentlerde esas olarak dönemin Küba Komünist Partisi’nin (daha doğrusu bu partinin legal alandaki örgütlenmesinin) denk düştüğü yaygın ve derinlikli sınıf örgütlülüğüyle gerek toplumsal gerekse zaman içinde ideolojik ve örgütsel bir buluşma yaşamıştır.

Başlığa dönersek, uzun süre dünya soluna öncü parti modelinin dışında ve hatta karşısında bir model olarak gerillayı dayatan bir Latin Amerika’dan söz etmekte sakınca yoktur. Batı solunun “yeni toplumsal hareketlermerakının gelişmiş kapitalist coğrafyada bulduğu örnekler genel olarak reformcu ve uzlaşmacı olurken, Asya ve Afrika kıtaları gibi kısa yoldan kapitalizm-öncesi bir çağa hapsedilmesi olanaksız olan Latin Amerika “devrimci” örneklerin temel kaynağı olmuştur.

Marksizm-Leninizmin “kitabı”ndan ziyade yeni sola yar olan Latin toprağı, bu özelliğini gerillanın ve askeri-faşist diktatörlüklerin çözülmesinin ardından bu kez ülkeden ülkeye değişmekle birlikte belli bir ortak paydaya sahip görünen yoksul taban dinamiklerinde yeniden sergiledi. Bolivar ve benzerlerinin, Avrupa’da da rastlanan halkçı burjuva demokratik devrim süreçlerine denk düştüğünü ihmal eden Marx’ın bu yaklaşımını atlarsak, Latinler önce gerillayla sonra yoksul taban örgütleriyle daha önce iki kez, Marksizmin ezberini bozmuşlardır.

Üçüncüsü ise Chavez’den başlayarak Morales’e, birkaç haftadır Ortega’ya, şimdi Correa’ya uzanan çizgide gözlenmektedir. Kuşkusuz sosyalist Küba’nın, Fidel Castro’nun rehberliğinde…

Net olmak gerekirse Bolivya ve Nikaragua’daki yeni iktidarların (artık Ekvador’u3 da ekleyeceğiz) kendi başlarına, yani Venezuela ve Küba olmaksızın ele alınmaları halinde birer devrim sürecini ifade edip etmeyecekleri tartışmalıdır. Kanımca, adı geçen dört ülkenin yan yana telaffuz edilebiliyor olması ise yalnızca bunları değil Kıtanın Avrupa ölçütleri ile düşünüldüğünde sosyal-demokrasi zemininde kalan diğer ilerici iktidarlarını bile devrimci süreçle irtibatlandırmaktadır.

O halde burada yeri gelen saptama, bugün Latin Amerika’da sosyalist Küba’yı da kapsayan bir devrim sürecinin işlerlikte olduğudur. Küba’nın kendi içinde başat konumdaki karakteristik özellikleri bu süreçte ön plana çıkmamaktadır. 21. yüzyılın şu ilk yıllarındaki Latin Amerika devrim sürecinde işçi sınıfı önderliğinden, kapitalist üretim ilişkilerinin sorgulanmasından, Marksizm referansından, dolayısıyla sosyalizm yöneliminden söz etmek mümkün değildir.

Gelenek’in elinizdeki sayısının bu önemli deneyime gecikmiş biçimde el attığı düşünülebilir. Ancak uluslararası literatürün durumu göz önüne alındığında, birkaç yıldır süregiden bir olguyla teorik planda yeterince yüzleşmemiş olmak anlamındaki bu zamansal gecikmenin bir dizi mazereti olduğu görülecektir. Türkiye’den görülebildiği kadarıyla ve kişisel olarak benim kısa sayılacak bir sürede uzanabildiğim kaynaklardan hareketle, şunu söylemekte bir sakınca olmayacağını düşünüyorum: Latin Amerika karşısında Marksizm henüz zihnini toparlayabilmiş olmaktan uzaktır. Hatta belki de bunun için henüz erkendir.

Zaten reel sosyalizmin çözülüşü ile girilen 1990’lar karanlığında büyük bir teorik dağılmaya uğrayan Marksistler, hep ayrıksı ses vermiş bir coğrafyadan yansıyan verileri henüz tasnif edebilmiş ve ortak paydaya ulaşmış değillerdir. Nesnel ve öznel kısıtlar Latin Amerika devriminin Marksist analizini kaçınılmaz olarak etkilemektedir.

Bu tabloya Türkiye’den nasıl bir pozitif katkı yapılabileceği de ayrı bir tartışma konusu. Türkiyeli Marksistler olarak Latin Amerika ile alışverişimiz doğal olarak yüzeysel ve sınırlıdır. Açıkçası burada soluk alıp veren bir solcunun kuzeyi ve güneyi, batısı ve doğusuyla Avrupa’yı, hem batı hem doğu sınırlarıyla ve merkeziyle Ortadoğu’yu “hissetme” kabiliyeti görece daha gelişkindir.

Elbette bütün bu mazeretler, reel sosyalizm sonrası ilk, içinde bulunduğumuz tarihsel dönemin biricik devrim sürecini anlamaya çalışmak, tartışmak, analiz etmek çabasından uzak durmayı meşrulaştırmak için dile getirilmiyor. Ama burada yapabileceklerimizin üst çizgisi hakkında okurun bazı kestirimlere sahip olmasında yarar olacaktır.

Bugün Gelenek Latin Amerika’yı çözümlemek için yolun başlarındadır. Devrim süreciyle ilgili siyasal ve psikolojik konumumuz alabildiğine sarih olmakla birlikte, ortada ne söz konusu coğrafyadan gelen yeterli derinlikte analiz vardır, ne Türkiyeli Marksistler olarak nesnemizi derinlemesine tanıdığımızı iddia edebiliriz, ne de hepsinden önemlisi toz bulutu inmiş ve ortalık seçilebilir hale gelmiştir…

Bu durumda Gelenek en azından konunun belli bir ağırlıkla ele alındığı bu sayıda, olsa olsa bir zemin tanımı gerçekleştirebilir, tartışma nesnesine bizi daha yakınlaştıracak bir bilgilenmeye katkıda bulunabilir ve ilk bakışta seçilen kimi yanlışlarla hesaplaşmaya yönelebilirdi. Bu yazının bu çerçevede okunmasını diliyorum.

Yenilikçilik Mi, İhtiyatlılık Mı?

Hemen, yukarıda söylenenlerden “ihtiyatlılık” tercihini öne çıkartmak istediğim çıkabilir. Bir bakıma, ihtiyatlılık ile yenilikçilik arasında seçiş yap dense birinciye yönelirdim. Latin Amerika devriminin bugünkü durumuna bir tür moda arayışı duygusuyla, uçuk bir kolaycılıkla veya eldeki pek az veriye dayanarak yeni teori kurma niyetiyle yaklaşmak ve tüm bunlar adına geleneksel teorik varsayımları bir çırpıda ezip geçmek bizden uzak olsun.

Bugün bir yanda Küba-Venezuela bloğuna, ya da öte yanda Brezilya, Arjantin, Şili gibi aynı dalgadan beslenen sosyal-demokrat hükümetlere bakıp, öncü partinin sonunu ilan etmek, işçi sınıfının değiştiğini veya devrimci misyonlarını başkalarına devrettiğini keşfetmek, sosyalizmi piyasayla çiftleştirmek ve daha neler neler… mümkündür.

Doğru pozisyonun bu uçma eğilimli yenilikçiliğin tam karşı kutbunda olduğunu ise asla düşünmemek gerekir. Latin Amerika devrimi Marksistler tarafından eldeki kalıplara kolayca oturtabilecek bir olgu değil. Deneyimin devrimci teoriye nasıl taşınacağı sorusu halen yanıt beklemektedir. Bu yanıtın nesnel ve öznel kısıtları var. Maddi süreç yol almalı ve en büyük öğretici olarak mücadele biriktirmeli.

Belki de dünyanın öteki ucunda ve gözlerimizin önünde akmakta olan devrime eldeki modelleri apar topar terk etmeden ama radikal düzeltmelere açık olarak, ihtiyatlı bir yenilenme güdüsüyle yaklaşmak en doğrusu olacaktır.

Bu yazının hazırlıkları sırasında devrimci cenahtan ihtiyatsız bir yenilikçi örneği olarak James Petras’ın verilebileceğini düşünmüştüm. Elinizdeki dergide Özgür Şen’in de benzer bir yorumla Latin Amerika literatüründe önemli yer tutan bu kişiye yaklaştığını göreceksiniz. Dolayısıyla Petras için burada ek bir not düşmeye ihtiyaç duymayacağım.

Türkçede güncel gelişmeleri ele alan son derece az sayıdaki kaynağın öncülerinden birini, Masis Kürkçügil’in çalışmasını ise hem ihtiyatsızlığa, hem de sadece tez ortaya atmak arzusundan değil kitap yetiştirme aceleciliğinden de kaynaklandığı anlaşılan bir özensizliğe örnek göstermek durumundayım.

Kürkçügil’in Venezuela devrimini bir geçiş sürecinin ortasında betimleyen yaklaşımını paylaşıyorum. İleri zorlayan dinamikler arasında Chavez’in kendisinin son derece kritik bir yere oturtulması gerektiği de açıktır. Ancak sorun şudur ki, sadece ülkenin ve devrimin değil bizzat liderliği üstlenen Chavez de bir geçiş yaşamaktadır. Bu yazıda ben de bol Chavez alıntısı kullanacağım. Ama hep göreceğiz ki, devrim şu anda liderleri tarafından da iyi anlatılmamakta…

Geçiş… öyleyse, liderlik fonksiyonunu örgütlü mekanizmalardan ziyade doğrudan kitlelere seslenerek yerine getirmekte olan, bunun için de, kendisinin de itiraf ettiği gibi çok konuşan Chavez’in Trotskiy hakkındaki bir sözünü defalarca yinelemenin ne manası olabilir?

Chavez “İki yıl önce ‘temiz’ bir kapitalizm, ‘sosyal’ bir kapitalizm isterken, artık sorunların kapitalizm çerçevesinde çözülemeyeceğini vurguluyor. Kimse ona ‘21.yüzyıl sosyalizmi’nden bahsetmek için herhangi bir baskı yapmazken, onun bununla yetinmemesi, Troçki’nin Sürekli Devrim kitabını okuduğunu, o metnin ana fikrini oluşturan, bir devrimin ulusal sınırlar içinde başlayabileceği, ancak sorunların ulusal sınırlar içinde çözülemeyeceği tezini benimsediğini belirtmesi, bir sol gösteriden ziyade karşı karşıya bulunduğu somut durumun göstergesiydi.”4

Chavez büyük bir pratiğin adamıdır. Ama ilginç bir eşitsizliğin yansımasıyla, Chavez’in vardığı sonuçlarda teorinin pek az payı vardır. Chavez, Trotskiy’e bir kez göndermede bulunmuşsa, Latin Amerika’nın başta Bolivar olmak üzere eski devrimcilerine binlerce kez, Mao’ya defalarca ve bol bol Gramsci’ye başvurmaktadır konuşma ve röportajlarında. Bunlardan devrimin geleceğine ve liderlik yapısının olası evrimine ilişkin fazla beklenti türetilmemelidir. Kürkçügil, Chavez’in Troçkizmi hakkında hayal kurmamaktadır, ama sanırım Venezuela’nın Marksist olmayan devrimcilerinin de komünistlerinin de tek ülkede sosyalizm-dünya devrimi tartışmasıyla fazla bir bağlantılarının olamayacağını anlamamaktadır.

Şu an itibariyle tarihe büyük bir devrimci olarak geçeceği söylenebilecek olan Chavez analitik olana değil retoriğe önem vermektedir. Örneğin “21.yüzyıl sosyalizmi” bir yandan sosyalizmden uzak başlayan yüzyılın egemenlerine meydan okuma olarak dinlenebilir, öte yandan da reel sosyalizm ile mesafe deklarasyonu olarak. Her ikisi Başkanın sözlerinden çıkabilmektedir.5 Çünkü Başkan teorik netlik değil, etkililik peşindedir.

Yanlış anlaşılmasın. Burada bir saptama yapıyorum. Nötr bir saptama. Venezuela’da yaşanan sürecin rehberliği, güçlü bir teorik akla sahip değildir. Bu kuşkusuz bir eksikliktir. Eksiği kapatmak için pratik akıl devreye girmektedir. Buraya tekrar döneceğim.

Türkçedeki ilk Venezuela kaynaklarından birini üretmekle son derece hayırlı bir iş yapan6 Kürkçügil’in kitabından bazı şeylerin anlaşılmadığına dikkat çekeceğim. Örneğin; Venezuela’da komünist hareket önemli midir, önemsiz midir?

Sayfa vii: “Venezuela’da komünist partisi tarihsel olarak hiçbir zaman çok güçlü bir parti olmadı.”

Venezuela’nın çok parçalı solunun neredeyse tüm kesimlerinin Komünist Parti kaynaklı olduğu, VKP’den çeşitli ayrışmalarla doğan hareketlerin kimi zaman güçlü gerilla örgütlerine, kimi zaman başkanlık seçimlerinde çok etkili partilere dönüştükleri gerçeğini bir kenara bıraksak bile sayfa 49’u okumadan mı geçeceğiz?

“Diktatörlüğe karşı mücadelede yeniden kendisini şekillendiren parti, 1958’de diktatörlüğün yıkılmasında azımsanmayacak bir rol oynamakla birlikte, 1959’da Betancourt’un başkanlığa gelmesinden sonra hızla mevzi kaybetti… 1962 yılında iki askeri darbe girişimiyle AD (bir burjuva partisi – AG) hükümetlerini devirmeye çalıştı.”

Önemli sayılmak için iki defa iktidarı ele geçirme denemesinde bulunması yetmeyen VKP’nin bugünkü iktidar bloğunun başı çeken bir unsuru olmadığı açıktır. Son seçimlerde Chavez’in Beşinci Cumhuriyet Hareketi MVR’nin 2 milyon 500 bin civarındaki oyuna karşılık Komünist Parti 150 bin civarında oy alabilmiştir; üstelik bu mütevazı sayıya yüzde 700’ün üstünde bir artışla ulaşmış olması, devrimin patlak verdiği momentte komünistlerin marjinal bir konumda olduklarını da açıkça ortaya koymaktadır. Öte yandan Kürkçügil’in önemsediği küçük troçkist öbeklerin Venezuela’da herhangi bir dönemde herhangi bir toplumsallıklarının olmadığı açıktır.

Bunu geçelim7 ve Kürkçügil’in de belirsiz bıraktığı bir noktaya, temel meselelerimizden birini oluşturan noktaya, yanıtı zor bir soruya gelelim: Venezuela devrimi ileri gitme eğiliminde midir, yerinde mi saymaktadır?

Tabloyu anlamak için Chavez’den alıntılara başvurmak faydalıdır ama bir şey çözmemektedir. Alıntılardan birinin ileriyi diğerinin geriyi göstermesi durumunda işin içinden nasıl çıkılacaktır?

Chavez “…ideolojsinin devrimci demokrasi olduğunu ve bu ideolojinin motorunun da ‘İsa’nın, Marksizmin, Jose Marti, Simon Bolivar, Sandino Zapata Villa ve Peron’un temsil ettiği anti-emperyalizm’ olduğunu belirtmiştir… ‘Marx’ın dogmatik devrimci öncüllerine inanmadığını ve proleter devrimler çağında yaşandığına inanmadığını’ belirtir. ‘Bizim amacımız Venezuela’da sınıfsız toplum ya da mülkiyeti ortadan kaldırmak mı?’ diye sorduktan sonra cevap verir: ‘Böyle olduğunu düşünmüyorum’. Devamla yoksulluk sorunundan bahsettikten sonra, temel sorunun ‘üst sınıfların vergilerini vermemeleri’ olduğunu belirtir.”8

Chavez böyle demektedir ama şöyle de dediğine rastlanmıştır:

“Chavez’in bir ‘Alo Başkan’ programında bir devrimin yeni düşüncelerin ve yeni modellerin doğduğu, eskilerinse öldüğü bir süreç olduğunu belirterek, ‘Bolivarcı devrimde tasfiye olacak olan kapitalizmdir’ dediği hatırlanırsa işçi denetimi ve ortak yönetime ilişkin deneyimlerin artarak sürmesi beklenmelidir.”9

Öyleyse ne denli önemli olursa olsun süreci yargılamak için liderin mesajlarının ötesine geçmek gerekmektedir.

Chavez ile uzun bir röportajdan oluşan kitabında bir Latin Amerikalı yazar aslında durumun tarifi için yeterli sözü söylemekte ve “sürecin beş özelliğini” sıralamaktadır:

“…süreç Chavez’in genel seçimlerde elde ettiği üstün başarıyla başlamıştır ve muhalefetin yarattığı tüm zorluklara rağmen, devlet kurumları üzerinden gelişmeye devam etmektedir.

“…altı sene önce -Venezuela’da o dönem yaşanan politik krizin üstesinden gelme çabasıyla Perez rejimine karşı askeri bir darbe örgütleme cesareti göstermiş eski bir ordu mensubu tarafından yönetilmektedir.

“… değişime dönük temel çağrılardan biri olan yolsuzluk olgusunu yok edememiştir.

“… politik öncü niteliğinde bir parti tarafından yönetilmemektedir.

“… süreç ideolojik olarak tanımsızdır; çünkü liderlik rehber ideoloji olarak Marksizmi değil Bolivarcılığı kabul etmektedir.”10

Şili kökenli ve Küba’da yaşayan Marta Harnecker’i ihtiyatlı bir iyimserliğin temsilcisi olarak kayda geçirebiliriz. Harnecker’in işaret ettiği seçim, bürokrasi,öncü örgütsüzlük, tanımsızlık gibi unsurları bizim de izlememiz gerekiyor.

Emperyalizm Eski Dünyayı Ezerken

1990’ların başındaki karşı-devrimi izleyen dönemde yaşanan büyük saldırıyı burada tekrar anlatmaya gerek yok. Yaklaşık 15 yıllık sürede emekçi sınıflar dünyanın her yerinde akıl almaz boyutlarda mevzi yitirdi. Emperyalist sistem sınırlarını genişletti. Kapitalizm içi bağımlılık zincirleri emperyalist hegemonik gücün lehine ve bağımlı ülkelerin aleyhine son derece sıkılaştırıldı.

15 yılın sonunda emekçi sınıflar ve bugüne dek yalnızca emekçi sınıflar zemininde siyasal güç haline gelebilmiş komünist hareket, birinci dereceden bir karşı dinamiği temsil etmemektedir. İşçi sınıfının nesnel/kendiliğinden biçimde ağırlık koyduğu süreçler vardır elbette; örneğin piyasayı anayasalaştıran AB Anayasa referandumları bu kapsamdadır. Ya da kimi çalışma ve sosyal güvenlik yasalarıyla ilişkili olarak burjuvazinin şiddetli saldırıları, yalnızca bu gündem maddeleriyle sınırlı dirençlere çarpabilmiştir. Ancak işçi sınıfının iradi/siyasal olarak geliştirdiği bir tutumun sonucunda konmuş ağırlıklardan söz etmek mümkün değildir.

Emperyalizmin genişlemesi, Rusya ve Çin’de şu ana kadar pazarlıkçı kimi dirençlerle karşılaşmıştır yalnızca. Ne bu iki büyük ülkede, ne AB’nin yayıldığı, bağımlılaştırdığı eski sosyalist ülkelerde ne de özellikle ABD emperyalizminin tahakkümünü askeri araçlarla arttırdığı üçüncü dünya ülkelerinde durum -Irak’a kadar- farklı olmuştur.

Aslında, yukarıdaki üç şıktan sonuncuya, yani zincirlerin sıkıştırılmasına denk düşen bir örnektir Irak. Kapitalist dünyanın bağımlı bir birimi olarak sınıflandırılması gereken Baas Irak’ı, ilişkinin açık işgale dönüştürülmek istenmesine şiddetli bir tepki göstermiş ve Direniş henüz zafer kazanmamış olsa da, saldırgan emperyalizm yenilmiştir. Bu direnç bir açık işgal girişimine yanıt oldu. Açık işgal bağımlı bir ulus-devletin tam anlamıyla tasfiyesidir. Ancak fiili tasfiye operasyonları için ille de askeri müdahale gerekmediğini biliyoruz. Dünyada egemenliğini -bir bağımlılık sistematiği içinde konuşacaksak- göreli hukuki bir egemenliği uygulama ehliyeti gaspedilen veya gaspedilmekte olan ülke sayısı askeri müdahaleye sahne olanlardan çok daha fazladır. “Ulusal egemenlik sermayenin hareketini özgürleştirmek adına feda edilebilir bir şey haline gelmeli, bu anlamda değersizleşmelidir. Emperyalist merkezlerin kararlarını bağımlı ülkelere daha kolay dikte ettirebilmeleri için, bu ülkelerin iç ulusal mekanizmaları önemsizleşmelidir… Bana kalırsa günümüz dünya kapitalizminin ana eğilimi budur.11

Bağımlı ülkelerde bu sürece karşıt dinamikler, dünya çapındaki karşı-devrimden en ağır darbeyi yiyen işçi sınıflarının içinde değil, “eski düzen”in başkalaşan unsurlarında boy vermektedir.

Kural olarak siyasal kriz, emek ile sermayenin doğrudan karşı karşıya gelmesi yoluyla ortaya çıkmaz. İşçi sınıfı öncü örgütü aracılığıyla krize müdahale yeteneğini gösterdiği ölçüde kriz altyapısının üzerine devrim olanağı inşa edilebilecektir. 21.yüzyıl başında işçi sınıfının krize “yetişemediğini” söylemek itiraf etmek durumundayız. Tipik olarak Venezuela’da ve genel olarak Latin Amerika kıtasında eski düzenin çeşitli kesimleri emperyalizmin ulusal egemenliği ekonomi, toplumsal yaşam, siyaset, hukuk, kültür vb düzlemlerde şiddetle tahrip etmesine tepki vermektedir. Bu tepkinin sosyalist devrim sürecine dönüşmesi için hiç kuşkusuz işçi sınıfının ağırlık koyması gerekecektir.

Ancak sosyalizm programının dışında kalan kapitalizm içi alternatifler doğrudan dünya kapitalizminin yapılanması ve tercihleri ile devre dışı bırakılmış durumda. Bugün emperyalizmin çeşitli bağımlılık türlerini içeren geniş bir politik yelpazesi bulunmuyor. Emperyalist merkez, 20.yüzyıldaki piramidal yapının yerine bir kule geçirmeye yöneldi. Farklı bağımlılık derecelerinde, dolayısıyla çeşitli etkenlerle belirlenen bir egemenlik hakkına ve yerel özerk hareket alanına sahip üyelerden oluşan kulüp kapatılmak istenmektedir. Reel sosyalizmin dağılmasıyla edinildiği açık olan bir cürettir bu. Sosyalizmin güncel bir seçenek olarak capcanlı ayakta olduğu bir dünyada kapitalist sistemin üyelerinin de kendi ayakları üzerinde durabilmeleri, kalkın(dırıl)maları, sanayileşmeleri, iç dinamiklerinin gözetildiği siyasal-hukuksal rejimler geliştirmeleri gerekliydi. İşçi sınıfı ve komünizm “tehdidi” böyle önlenebilirdi. 1990 sonrası durum değişmiş; emperyalizm dünya çapındaki egemenliğin, hiyerarşinin kademelerine paylaştırılmasını lüks addettirmiştir. Kendince haklıdır; ama bu dönüşüm girişimi tıkanmıştır.

Daha vahimi, tıkanan girişim geri döndürülebilir olmaktan da uzaktır. Emperyalizm köleleştirilmeyi reddedenlerle yeni ve çeşitlenmiş kontratlar yapma olasılığını ajandasından çıkartmıştır. Bu durumda işçi sınıfı önderliğine oturmayan, sosyalizm programına ve sosyalist kuruluş dinamizmine sahip olmayan “direnenler”e kapitalizm içi bir seçenek de sunulmamaktadır. Süreç sosyal ve politik olarak sosyalist devrimci ol(a)mayan güçleri kapitalist dünya düzeninin dışına ittirmektedir.

Venezuela’da halkçı solcu Chavez hareketi askeri bürokrasi kökenlidir. Ve bu sıkışmanın henüz erken evrelerinde, eski düzenin bir fraksiyonu olmaktan uzaklaşmaya ve özel olarak işçi sınıfıyla değil genel olarak halk yığınlarıyla bütünleşmeye başlamıştır. Hareket sosyalizm yönünde ufkunu genişletmek için yeterli motor güçlere sahip değildir, ancak karşısında uzlaşabileceği bir kapitalist-emperyalist muhatap da yoktur.

Kısaca emperyalizmin tam bağımlılık formülü bir kez aksadığında bağımlı hale getiremediklerini sosyalizm programına doğru ittiriyor. Ama ne uluslararası dengelerin, ne yerel sınıfsal güçlerin sosyalizmi bir iktidar programı haline dönüştürmeye elverişli olmadığı koşullarda.

Yumuşak Karın ya da İttifaklar Sorunu

Sola ittirilme bir sendrom olarak Küba devrimini hayli çağrıştırıyor.

Fransız kargo gemisi Le Couvre 4 Mart 1960’da bir CIA sabotajı sonucunda Havana limanında havaya uçunca, Fidel Castro da yabancı tekellerin faaliyetlerinin durdurulacağını açıkladı ve ABD petrol şirketlerini ulusallaştırma kararı aldı. 7 Temmuz’da Başkan Eisenhower Küba şekerine ABD piyasalarında tanınan kotayı büyük oranda azalttı. Ekim’de bütün ABD şirketleri ulusallaştırıldı; ve Washington ilaç dışındaki bütün ihracata ambargo getirdi. John F. Kennedy seçim kampanyası süresince ‘Castro rejimi’ni devirmeleri için Kübalı mültecilere yardıma hazır olduğunu anlattı. Eisenhower yönetimi 3 Ocak 1961’de Havana ile diplomatik ilişkilerini keserek karşı-devrimci darbe hazırlıklarını başlattı. Aynı yıl 16 Nisan’da Domuzlar Körfezi saldırısına birkaç saat kala Fidel Castro Küba Devriminin sosyalist karakter taşıdığını ilan etti.”12

Chavez de kendisine karşı düzenlenen darbeyi hatırlatıyor:

“Ama 11 Nisan Darbesi’nden sonra durum çarpıcı şekilde değişti. Darbe girişimi, buradaki sürece karşı uluslararası bir sempati dalgası oluşturdu. Sağ kanadın tepkisi ve darbe girişimi, pek çok insanın gözünde burada ciddi bir değişim yapmaya çalıştığımızın kanıtı oldu.”13

Küba ile Venezuela arasındaki fark yalnızca 40 küsur yıllık uzun süre değildir. Sovyet faktörü dünya üzerinde sosyalizmin büyük prestiji çok önemlidir. Reel sosyalizmin Küba’yı rahatlatan ve çeken rolünün bir benzerini Venezuela’da Küba’nın oynamasını beklemek ise gerçekçi olmaz.

İki devrim arasındaki benzerlikler biçimsel görünenler de dahil olmak üzere son derece çarpıcı. Fidel Castro ve arkadaşlarının sosyalist devrimi ilan ettiklerinde yalnızca reel politik faktörlerden hareketle “hesap” yaptıklarını iddia etmek saçma bir fantezi olurdu. 26 Temmuz Hareketi’nin Komünist Parti’ye dönüşümünde önderliğin rehberi Marksizm-Leninizm değil halka, ülkeye bağlılıkları ve devrimci samimiyet ve kararlılıkları olmuştu. Bugün Chavez’in, 30’lu yaşlarındaki Fidel kadar donanımlı olmamakla birlikte yalnızca siyasetin değil devrimci siyasetin de bir büyük ustası olduğunu, ve Kübalı hocası kadar devrimci samimiyet ve kararlılık sahibi olduğunu söyleyebiliriz. Nesnel koşulların bıraktığı boşluklar önemlidir. Ama boşluklar devrimci iradeye daha geniş bir müdahale alanı armağan eder. Bugün kişisel liderliğin olağanın çok ötesinde önem kazandığı bir kesitte olduğumuzu rahatlıkla saptayabiliriz.

Emperyalizmin sola ittirmekten başka bir şey yapamadığı Venezuela devriminin strateji ve taktiklerini, Chavez bir pratik akla dayanarak tarif ediyor:

“Toplumu değiştirmeye çalışan herhangi birinin bu üç yapıdan (siyasi-yasal yapılar sosyoekonomik yapılar ideolojik yapılar-A.G.) hangisinin zayıf olduğunu -bilimsel olarak ve hesaplayarak- belirleyebilmesi ve değişim için o yapıya saldırması gerekir. Eğer hatalı karar verip de rakibinin güçlü olduğu cepheden saldırırsan kaybedersin; kendine hareket alanı bırakmazsın veya devinimini kaybeder ve giderek devrimci dönüştürücü bir güç olmaktan çıkarsın. Venezuela’daki durumu analiz ederken bu metodu kullandık ve siyasi-yasal yapıya saldırmak gerektiğine karar verdik. Çünkü söz konusu üç yapının içinde en zayıf olanı oydu ve gördüğünüz gibi, yanılmamışız. 1999’da rakiplerimizin çok daha büyük bir direnişle karşılık vereceğini düşünüyordum; ama saldırımız çok hızlı ve katiydi. Tam merkezlerine saldırdık, yeniden toparlanacak zamanları bile olmadı ve sonuçta bugün bu noktaya geldik.”14

Chavez’in gözlem yoluyla keşfettiği olgu, Latin Amerika üzerine kafa yoran Marksistlere hiç yabancı değildir. Kıtada Avrupa, Asya veya Ortadoğu’nun devlet geleneği doğal olarak yoktur. Kabile toplumlarından sömürge valiliklerine geçen ülkelerde siyaset toplumsal yapının yumuşak karnıdır. Devrim sürecinde siyasal iktidar hamlesi her zaman her yerde olduğundan daha önemlidir. Venezuela’da, devrimci teorinin boşluğunu dolduran hayal gücünün rolü hafife alınmamalıdır.15

Benzer bir pratik akıl veya hayal gücü ittifaklar sorununda düzgün yanıtlara ulaşmıştır. Genel olarak Latin Amerika’da egemen sınıfların ve egemen devletlerin emperyalizmle işbirlikçilik eğilimi, sömürge/köle tarihinin mirası olarak güçlüdür. Burjuva sınıfların iç dinamiklerle gelişmek yerine yabancı ellerde doğduğu düşünülürse, sömürgeci/emperyalist bağımlılık esas olarak bu zayıf egemen sınıf yerine, kendisine devleti bürokrasiyi partner seçmiştir. Bir eğilim olarak Latin Amerika’da işbirlikçiliğin birincil adresi devlet olmuştur.

Latin Amerika “devletlerinin yüksek bürokrasisinin ‘ulusötesileşme’ seviyesi, genelde burjuvazinin bünyesindeki hakim seviyenin üzerindedir. Bu eğilim, IMF ve Dünya Bankası tarafından seçilmiş ve devlet aygıtının tüm stratejik noktalarında bulunan bir memurlar tabakasının oluşumu şeklinde kendini doğrudan açığa vurur. Bu devlet-bürokrasi personelinin kariyeri, ödüllendirilmesi, mesleki geleceği ulusal müteşebbis sınıfın yararına yerine getirdikleri işlevlerden çok uluslararası örgütlere sağladıkları hizmetlere bağlıdır. Bu nedenle, bölgesel burjuvazinin isteklerinden çok, emperyalist bankaların ve şirketlerin taleplerine açıktırlar.”16

Devletin burjuvaziden daha işbirlikçi olması devlet geleneği güçlü coğrafyalara uygun bir durum değildir. Bu durum dengeci, pazarlıkçı, hatta bağımsızlıkçı eğilimlerin burjuvazi içinde yankı yapmasının, sık sık adı geçen ulusal kurtuluş kahramanlarının yıpranmayan dokunulmazlık taşıyan imajlarının rasyonalitesini ve nesnelliğini açıklayabilmektedir.

Yeri gelmişken Latin Amerika geleneksel solunun demokratik devrimi paylaşacak burjuvazi aramak yönündeki tarihsel çabasının da bu durumla ilgili olduğunu eklemeliyiz. Bugün de Brezilya, Şili, Arjantin gibi ülkelerde krizle birlikte hükümete yükselen emekçi-sol dinamiklerin yerel burjuvazilerle bir denge noktası tutturduklarını söyleyebiliriz. Latin Amerika’da sol yükselişin bir kanalı Chavez tipi yurtsever, daha “gözü kara” ve tabir yerindeyse “Castrist” akımlar ise diğeri de sosyal-demokrat parti iktidarlarının kurulduğu örneklerdir. Bu ikinci kategoride emekçi halk dinamikleri üzerinde yükselen siyasi hareketlerin veya partilerin yerel “ulusal” burjuvazilerle ittifaka yöneldiği görülüyor.17

Yukarıda belirtildiği gibi günümüzde gerek emekçi haklarının gerekse ulusal egemenliğin (yani egemen sınıf haklarının) geriletildiği düzey, karmaşık kırılmalara zemin oluşturabiliyor. Ancak ne denli karmaşıklaşırsa karmaşıklaşsın çağımız kapitalizm içi çözümlere, geçmişte olduğundan çok daha kapalı hale gelmiştir. Reel sosyalizmin himayesi altında yaşanan demokratik devrimler bugün kime sığınacaktır ki? Uluslararası sermayeye alabildiğine açılmış Rusya, Çin gibi dengeci güçlere mi, ABD ile sarsılmaz ittifak içindeki emperyalist AB’ye mi?

Öte yandan soykırımla yüz yüze kalmış yerlilerin, köle ticaretine konu olmuş siyahların, sömürgeci merkez tarafından siyasal dinamikleri neredeyse yok sayılmış Avrupalı göçmenlerin, bağımsızlıkçı tepkisi hafife alınamayacak derinliktedir. Bu bağımsızlıkçılığın toplumun hangi kesimleri tarafından taşınacağı sorusu, ya da devrimci özneler açısından ittifaklar sorunu önemlidir.

Yeniden Chavez ve politikalarına dönelim… Venezuela hakkındaki anlatımlar muazzam doğal kaynaklara sahip olmasına bağlı olarak, bu “daha işbirlikçi devlet” kısmen kuralının bozulduğuna tanıklık ediyor. Başka sektörlere ve pazarlara değil petrole dayalı bir ekonominin egemen sınıfının komşu ülkelerdeki sınıfdaşlarıyla bağımsızlıkçı ideolojileri paylaşması güçtür. Venezuela burjuvazisinin dış faktörlere aşırı bağımlı bir karakter taşıması sonucu bağımsızlıkçı ideoloji de bu anlamda “sivil toplumda” değil, bürokraside (tamamen göreli anlamda) daha elverişli bir zemine sahip olmuştur. Venezuela Silahlı Kuvvetlerinin, ABD ordusunun alt birimlerine veya paralı lejyonerlere benzeyen diğer Kıta ülkelerinden farklı olduğu genel kabul gören ve bizzat Chavez’in sık sık vurguladığı bir değerlendirmedir. Chavez hareketinde zincirin de tam buradan kırılması rastlantı olmasa gerek.

Venezuela Devrimi’nin bugünkü öncü hareketi bu tarihsel koşullarda bürokrasinin içinden doğmuş, mülk sahibi sınıflarla değil yoksul halk kitleleriyle ittifak yoluna girmiştir.

Nereden Gelip Nereye?

Bu yazıda da hatırlatılan ve biri bir yöne öteki tersine yönelen Chavez alıntılarının nasıl yorumlanacağı halen yanıtlanmadı. Başkan Chavez’in cümlelerine büyüteç tutmakla herhangi bir sonuca ulaşmamız mümkün değil. Dolayısıyla alıntıların ötesine bakmaya çalıştık ve çağımızın devrimci düşüncesini temsil ettiğinden kuşku duyulmaması gereken marksizmle alışverişi olmayan bir devrimci akılla karşılaştık. Bu nokta önemlidir. Venezuela önderliğinin marksizmden yola çıkıp bugünkü çelişkilerin ortasına düşmesi ile başka öncüllerden geliyor olması arasındaki fark önemsenmelidir. Bugün Latin Amerika’da, tarihsel versiyonları bir burjuva demokratik devrim kategorisine ait olan anti-emperyalist gelenek başka toplumsal güçlerin elinde Rönesans yaşamaktadır. Bu işçi sınıfı sosyalizminin evrimi, çıkış arayışı değil, halkçı bir devrimci akımın evrimidir. Nereden gelip nereye gidildiğini ihmal eden bir akıl yürütmenin güncel devrime ya olmadık nitelikler atfetmesi, ya da küçümsemesi kaçınılmaz olur.

Kaynak ve doğrultu unsurlarından arındırılmış statik bir değerlendirme bu devrime demokratik mi, sosyalist mi sorusunu soracaktır. Açık konuşmak gerekirse, Latin Amerika’daki halkçı iktidarların, değil sosyalist dönüşümler, klasik demokratik devrim standartlarını tutturdukları bile kuşkuludur! Üstelik örgütlü ve aklı berrak bir öncü partinin eksikliğinin katılımcı demokrasi sloganları ve deneyleriyle giderilmesi mümkün olmayacaktır. Burada kitlelerin devrime kazanılmasında değildir sorun. Ancak bütün deneyler devrimci iktidarların önlerine son derece dar patikalar çıkmasının bir yasa olduğunu gösterir. Bu patikadan ancak ideolojik dayanakları güçlü önderlikler kazasız geçebilir. Kitle katılımı, emekçilerin dinamizmini devrimci programın arkasına yığmak açısından önemlidir. Bu sağlanmadığında araba yola devam edemeyecektir. En genel hedeflerden ve ampirik/pratik keşiflerden ibaret olan bir program, artı devrimci irade, artı devrimci hayal gücü… Devrimi başlatmak için yeterli olan bu donanım, gelecek için yeterince güven vermiyor.

Ancak devrim ilerlemektedir ve Bolivya’dan sonra Nikaragua ve Ekvador da Küba-Venezuela katarına eklenmiştir. Latin Amerika birliği, besbelli Fidel Castro’nun 1990’lardaki zorlu “özel dönem” boyunca hayalini kurduğu kuşatmayı yarma planıdır ve emperyalizmin sömürgeleşme dayatmasının karşısında son derece gerçekçi hale gelmiştir. Kübalı sağlık emekçilerinin Kıta’nın yoksullarına taşıdığı aydınlık büyük bir prestij kaynağıdır. Küba, CIA’nin iç muhalefet manipülasyonlarını alay konusu haline getirmeyi becermiş, kitlesel göçler tarih olmuştur. Venezuela’da her yeni seçimde iktidar bloğunun daha yüksek oy oranlarına ulaşması kesin görünmektedir. Bolivya ve Nikaragua’nın aynı yolda ilerlemeleri büyük olasılıktır. Emperyalizmden kopuş değil uzlaşma arayan sosyal-demokrat hükümetlerin devrim sürecinin parçası olmasalar bile, Brezilya, Arjantin, Şili gibi büyük ekonomilerin en azından Latin Amerika birlik projeleri üzerinden bağlantılanmaları muhtemeldir. Kıtada emperyalizm ajan ve provokatör ülke bulmakta giderek zorlanacak, en yakın müttefikleri bile devrime silah çekmeye cesaret edemez hale geleceklerdir. Bir sürpriz olmadığı durumda gidişat bu yöndedir…

Bu tablo günümüzün Küba-Venezuela hattına bitişik, seçimlere dayalı devrimci stratejinin önünün görünür vade için açık olduğu anlamına da gelecektir.

Gerçekten yol bu kadar açık olabilir mi? Burjuvazinin gericilik eğilimi, burjuva demokrasisinde göstermelik kalmaya mahkum ve paranın gücüne esir olan genel oyun da inkarını içerir. Bu inkar günümüzde, kapitalizmin zihniyetiyle her daim uyumlu yolların, örneğin ancak tekellere nasip olacak büyüklükte bütçelerin kullanıldığı kampanyaların veya yine ancak tekellerin kullanabileceği beyin yıkama araçlarının ötesine geçmiştir. Kapitalizm Avrupa’da referandum kaybetmekte, Filistin’de silahların tehdidi halk oyunu etkilememekte, Lübnan’da emperyalizm seçimden korkmaktadır. ABD’de ve başka yerlerde burjuvazi elinden gelse açık oy gizli sayıma geçecek! Özetle, seçim aracının burjuvazinin elinden kayıp düşmesi yalnızca Latin Amerika’ya özgü değil… Peki bu göstergeler bir defterin kapandığını söylemeye yeterli midir? Devrim ve parlamentarizm barışmakta mıdır?

Mesele oyların kime hizmet ettiğinin ötesindedir. Kapitalist düzenin aşılması için devreye girmesi gereken devrimci enerji, toplumu biçimlendirmek için dümene geçmesi gereken öncü siyaset ve insanın insanı sömürmesine engel olmaya muktedir meşru kitle gücü burjuva parlamenter kalıplara sığmaz. Devrimci bir iktidarın seçim mekanizmalarına başvurması ve sonuçlara saygı göstermesinde değildir sorun. Sorun kapitalizmi aşmak için seçmenden ötesine gerek duyulmasındadır. Bugün Latin Amerika devriminin büyük kitleleri harekete geçirdiği doğrudur. Ancak seçim kazanmakta olan devrimcilerin stratejisi seçime bağlı olmamalıdır. Devrimcilerin seçim kazanması sermayenin parlamentoları egemenlik aracı olarak kullanma yeteneğinin çökmesi olarak son derece önemli bir gelişmedir. Ancak parlamentoyu merkeze yerleştiren bir devrimci strateji devrimci enerji üretmekte sıkıntıya düşecektir. Seçim kazanmayı sürdürmek için de seçim sistematiğinden farklı bir düzlemde toplumsal örgütlenme anlamında bir hegemonya tesis edilmelidir.

İyi de, bu hegemonya burjuvazinin sosyal ve ekonomik alandan da tasfiyesine yönelmeden temin edilebilir mi?

Marksistler bugün dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar Latin Amerika’da anti-emperyalist halkçı uyanışı, bu özgün devrimci süreci desteklemeli, dayanışma içinde olmalıdırlar. Ve bu destek ve dayanışmaya zerre kadar gölge düşürmeksizin mevcut pratik aklın bir adım önüne geçmeye çalışmalıdırlar. Latinlerin devrimci hayal gücüyle yarışmak kolay değildir, ama marksizmin açıklama ve öngörme yeteneği kuşkusuz benzersizdir.

Giderek daha geniş kitlelerin oyunu alan devrim sürecinin bu yolla burjuvaziyi pasifize etmesi mümkün değildir. Burjuvazinin ana güç kaynağı öne sürdüğü partilerinin alacağı oylarda değil sermayesindedir. Devrimci süreç en zayıf noktalara vurarak başlayabilir; ama egemen sınıfın güç kaynağına yönelmedikçe kazanamaz.

Hele emperyalizmin Ortadoğu’dan Latin Amerika’ya, Uzakdoğu’ya kadar bir dizi coğrafyada karşısına dikilen dirençlere daha büyük bir şiddet uygulamaktan başka çaresinin olmadığı doğruysa, hesaplaşmayı bizzat sermaye zorlayacaktır.

Mülk sahibi sınıflardan çok önce kurtulmuş olan ve bugün içerde turizme, dış ticarete, kısmi bürokratikleşmeye bağlı minör sorunlarla uğraşan sosyalist Küba dışındaki devrimci Latin coğrafyasının burjuvaziyi mülksüzleştirme gündemi bulunmamaktadır. Venezuela’da bugüne kadar sabotaj anlamına gelen örneklerin, üretim yapmayan işletmelerin ve temel gelir kaynağı olan petrol sektörünün üstüne gidildi. Bolivya’da burjuva mülkiyet ilişkilerine karşı ancak doğal kaynaklarla sınırlı adımlar atıldı. Sandinistler ise anti-kapitalist önlemler içeren bir programlarının olmadığını ısrarla tekrarlıyorlar. Belli ki, bu ülkelerde IMF-Dünya Bankası bağımlılığının kırılmasından öte bir kopuş problematiği yoktur. Bugün devrimci sürecin bileşenleri arasında böyle bir unsur öne çıkmamaktadır. 20.yüzyılda sosyalist değil “demokratik” olduğu söylenen devrimlerde burjuvaziyle hesaplaşma güdüsü çok daha güçlüydü.

Burjuvaziyle hesaplaşmanın ertelenebilmesi için Venezuela ilginç ve özgün bir nedene daha sahiptir: Petrol! Bağımsızlıkçı bir siyasal iktidarın elinde bu silah hafife alınmayacak bir güç kaynağıdır. Devrimci Venezuela bir dizi merkezi toplumsal projeye kaynak bulmak için burjuvaziyi mülksüzleştirme zorunluluğuyla karşı karşıya değildir. MVR’nin dış borçlar konusunda beklenenden farklı ibir tutum alarak ödemelerini sürdürmesi petrol gelirlerine sahip olmasıyla kuşkusuz ilintilidir.

Bu avantaja bir de Latin Amerika entegrasyonun sağlayacağı olanakları ekleyin… Venezuela devrimi hesaplaşmadan cayma basıncıyla pekala karşılaşabilir.

Chavez örneğin dış borçlarla bağlantılı olarak durumun ayırdındadır. Chavez dış borçlar konusunda işin aslına vakıftır: “zaten bunun üç katını ödedik ve hala borçluyuz”. Hocasının kim olduğunu da söylüyor: “Fidel’in dediği gibi ebedi bir şey bu…”18

Chavez hesaplaşma konjonktürünün bulunmadığını düşünmektedir:

“Eğer hükümetimiz dış borçları ödemeyi reddetseydi şüphesiz kayda değer miktarda kaynak tasarrufuna gitmiş olacaktık… Ödememe kararı olabilir ve bu kaynağı kalkınma projelerinde kullanabilirdik. Keşke bu kadar basit olsaydı…”

Basit olmadığını yabancı yatırımların kesilmesi ve buna bağlı bir krizin bedelinin büyük olacağını söylüyor:

“Bu durumda kendimize sormamız gerekiyor; dünyadaki mütevazı yerimiz ve uluslararası finans sistemi kadar ezici değişkenler göz önüne alındığında, gerçeğimizle en iyi nasıl yüzleşebiliriz diye… Birkaç yıl içinde ülkede hızlı bir siyasi dönümün üstesinden geldik – OPEC, petrol, komplocular, ekonomi, toplum, anayasa kongresi, seçimler ve yine seçimlerle bağlantılı bir dizi iç ve dış huzursuzlukla boğuştuk. Sırtımızda tüm bunların yükü varken, var olan kasırgaya bir de dış borcu ödememenin yaratacağı sorunları ekleseydik üzerinde bulunduğumuz dalganın altında kalma riskine girerdik. Bana küresel veya en azından bölgesel bağlamın değişmeye başladığını, çok sayıda ülkenin bizim daha güçlü ve esnek bir politika üretmemize olanak sağlayacak bir pozisyon aldığını söyleseydin, durum farklı olurdu.”19

Bu kadarıyla kalsaydı Chavez’in köklü bir değişim mi yoksa yeni bir denge mi aradığı belirsiz olurdu. Hayır; Chavez bir hesaplaşmaya hazırlandıklarını söylüyor:

“…IMF, sırf jeostratejik önemi diğer bazı ülkeler kadar önemli değil diye, Arjantin’i bariz biçimde buruşturup bir kenara atıyor. Ama Arjantin kriz yaşadığında hepimiz sorumluluk üstlenirsek, eğer savaşta olduğu gibi bir anlaşmamız olursa … işler farklı olur… Şimdi borçlar gibi problemlerin çözümünde başarıyla uygulayabileceğimiz bir entegrasyon modeli geliştirmek için titizlikle tartışılması gereken birçok faktör var. Bu entegrasyonu başaramadığımız müddetçe, fırtınalı sularda tek başımıza ilerlemek zorunda kalacağız. Bunu yapmaktan korktuğumuz için değil, siyasi kararlar statükoyu değiştirmede çok daha büyük bir kapasiteye sahip olduğu, daha fazla gelecek vaat ettiği için.”20

Anti-emperyalist rönesans bir momentte bu sınıfsal hesaplaşmaya girmek ya da anti-emperyalist karakterini muvazaalı hale getirmek durumundadır. İkinci seçenek, hesaplaşma inisiyatifinin kullanılmaması ve ertelenmesi olacak “oynama” sırası karşı tarafa geçecektir. Akla gelebilecek diğer seçenek emekçi tabanının ve sosyalist solun süreci anti-kapitalist yöne iteklemesi ve buna bugünkü devrim önderliklerinin engel olmasıdır. Ancak bu, sınıfsal karakter ve yöneliminde mülk sahibi sınıflara yer vermeyen önderlikler hakkında uydurulmuş kötü bir fanteziden ibaret sayılmalı ve bir kenara atılmalıdır. Hesaplaşma inisiyatifinin doğru bir zamanlama, yeterli şiddet dozu ile kullanılmasının güvencesi ise, dönüp dolaşıp yine liderlik olmaktadır.

Castro’nun öğrencisi olmayı benimseyen, devrimci kişiliğiyle yüreklere su serpen Chavez bile güvence vermek için yeterli değildir. Kaldı ki, Başkan şunları da söyleyebilmektedir:

“…eğer bana kapitalizmi insancıllaştırmanın mümkün olup olmadığını sorarsanız cevabım şu olur: Hayır…Fakat Venezuela’nın durumunda, böyle bir hükümetle ve bizimki gibi bir anayasayla, bizimki gibi bir uyanmış halkla, bizimki gibi iktidarın dengelenmiş olduğu bir dönemde, kapitalizmi insancıllaştırmak gerçekten olanaklı. Bu üç yılda ilerleme kaydettik. Tabii ki kapitalist sisteme saplandık onu değiştirmedik; aksini söylemek dürüstlük olmaz. Bunlar (kazanımlar – AG) kapitalist model içerisindeki birkaç hümanist değişim ve elbette geçiş döneminin birer parçası.”21

Yine bir toparlamanın zamanıdır… Latin Amerika devrimci süreci, eninde sonunda ve çok uzak olmayan bir vadede siyasi iktidardan uzaklaştırılan ama egemen sınıf niteliğini yitirmeyen burjuvazilerle, ve emperyalizmle hesaplaşma yaşamak zorundadır. Sorun, sürecin verili evresinde bu hesaplaşma için gereken hazırlıkların yapılıp yapılmadığındadır. Hazırlık sınıf karakteriyle doğrudan ilgilidir.

İşçi Sınıfı Nerede?

Burjuvazinin işçi sınıfı bitti veya değişti iddiasına verilecek doğru ve oturaklı yanıt, “değişmedi dimdik ayakta” olamazdı. İşçi sınıfı üretim sürecinde parçalanmıştır. İşçi sınıfının kimliğini bulduğu büyük üretim birimleri küçültülmüştür. Kapitalist ekonomiler genel olarak sınai üretimden uzaklaşmış, işçi sınıfı için de ağırlık üretici olmayan faaliyetlere kaymıştır. İşçi sınıfı yüzlerce yıllık mücadeleler sonucu elde ettiği kazanımlarını ve beraberinde kimliğini kendine güvenini yitirmiştir. İşçi sınıfının siyasal örgütlülüğü çok büyük darbe almıştır. İşçi sınıfının ekonomik örgütlülüğü hem burjuvazi tarafından ele geçirilmiş, hem de daraltılmıştır. İşçi sınıfının nicel değilse de sınıf ideolojisini etkilemek açısından tali unsurları olan kesimler, kent yoksulları, işsizler, kır proletaryası aşırı şişkinleşmiştir…

Yani işçi sınıfı gerçekten de değişmiştir. Kritik nokta bu değişimin bir karşı-devrimci darbe niteliği taşımasıdır. Kalıcı olmasının mümkün olmamasıdır. Ve reel olarak emekçi kitlelerin üstüne atılan bu örtünün bütün devrimci olanakları kapatamaması, tersine kimi kanallara alan sunmasıdır.

Neo-liberal karşı-devrim çağının işçi sınıfı, halka önderlik etme yetileri aşınmış olmakla birlikte halka geçmişte olduğundan daha fazla benzeyen bir sınıftır. Öte yandan işçi sınıfının örgütlü sınai çekirdeğinin ileriye çekmeye uğraştığı yoksul yığınlarda ciddi bir devrimci enerjinin biriktiği de açıktır.

Venezuela’da işçi sınıfı faktörünün mevcut olmadığı doğru değildir. Çünkü, birincisi, kent ve kır yoksulları işçi sınıfının bir parçasıdır. İkincisi geleneksel işçi sınıfının teslim alınmış sendikalarında devrimle paralel bir gerileme yaşanmakta, bürokratik sendika modelinin örgütsüzlüğe terk ettiği büyük çoğunluğa yönelik sendikalaşma, örgütlenme çabaları ürün vermektedir.

Ancak her ne kadar proletaryanın bir parçası da olsalar, yoksulların kimliği “işçi”nin yerini tutamaz ve bu kimliğin örgütlenme yeteneğinin açık sınırları vardır. Sonuç olarak Venezuela etkin bir işçi sınıfına muhtaçtır ve bu faktörün devreye girmesi için zemin hiç de çorak değildir.

Burada devrim önderliklerinin kendi sollarıyla, işçi sınıfını temsil etme iddiasındaki akımlarla ilişkisi önem kazanır. Yine Venezuela’ya bakarsak Chavez hareketi ile sol arasında yıllar boyunca ortaklık girişimlerinin ancak MVR’nin halk kitlelerinin desteğini alan devrimci bir iktidar olarak teyit olmasıyla istikrar kazandığını görüyoruz. Devrimin safları sadeleştirici etkisiyle sol bloklaşıyor.

Bunun öncesinde ise Chavez’in solu ciddiye almadığı, daha doğrusu alamadığı anlaşılıyor. Venezuela solunun iktidar mücadelesi veren bir siyasi önderlik tarafından ciddiye alınmayı hak edip etmediği ise gerçekten kuşkuludur!

Chavez yabancısı olduğu ideolojik, programatik ayrımların solda neden olduğu bölünmeleri doğal olarak anlamıyor. Zira öte yandan silahlı gruplar oluşturmak gibi işlere geldiğinde ideolojidekine denk bir titizlik söz konusu olmuyor. Ayrıca bölünme olgusunun kimi bölmelerde örgüt pragmatizmini serbest bıraktığı da anlaşılıyor. Örneğin Chavez’in söylediğine göre Causa R adlı örgüt, başarısız ayaklanma denemesinin ardından Chavez ve arkadaşlarının halk nezdinde yükselen prestijini asılsız bilgilerle, bu kişilerin kendi örgütlerinden olduğu yolunda dedikodularla istismar ediyor! Öte yandan başka yapılar MVR’nin mücadelenin parçası sayılması gereken geri çekilme kararlarına kısa yoldan ihanet damgası vurma toyluğuna düşüyorlar. Başka örgütler, ordu içinde örgütlenen Chavez grubunun içine sızarak askerlere ulaşmayı deniyorlar…

Bu gayrı ciddi ve gayrı samimi ilişkinin ülke içinde de dışında da komünistler aracılığıyla kırılması sol ile Chavez liderliği arasındaki denklemin pozitif boyutunu oluşturur. Asker kökeni nedeniyle Venezuela solu uzun süre Chavez hareketini kategorik olarak dışlama eğilimi gösteriyor. 1998’de Chavez’in devlet başkanlığı adaylığını destekleyen ilk sol hareket Venezuela Komünist Partisi oluyor. Chavez üstündeki ablukayı içerde Komünist Partinin, dışarıda ise Castro’nun kırdığını söylüyor.

İşçi sınıfını ararken akla getirilmesinde yarar olan iki unsur daha var: Parti formu ve aydınlar. İlki, burada sık sık başvurduğum söyleşi kitabında geçiyor:

Harnecker: “… geçmişteki kişisel çıkarları, parti çıkarlarını, rekabeti ve benzeri ikilemleri geride bırakmak gerektiğini belirttiniz. Devrim gemisinin dümenini ele almak ve bütün bu partileri bir araya getirmek gerektiğini ifade ettiniz. Sizin parti karşıtı tavrınız bu siyasi projenin neresine denk düşüyor”

Chavez: “Belirli siyasi partileri tutumları nedeniyle eleştirmiştim, ama bu siyasi partilere karşıyım anlamına gelmez. Tam tersine, orada süreçle uyumlu bir parti olmasını istiyorum.

Gramsci der ki toplumu yönetmeye talip bir parti her yerde lider olmalıdır; iktidara gelmeden, klasik anlamda iktidar olmadan önce.

Bizim böyle bir partimiz ya da partilerimiz yok, ama Marta, hiçbir yerde liderlere sahip olmadığımız da söylenemez. Yerel ve ulusal düzeyde -sadece MVR’den değil- görevini çok iyi yapan siyasi liderlerimiz var…. Belki de, ihtiyacımız olan siyasi organı inşa etmek için gerekli çözüm, parti politikalarının ötesine geçebilen bir ortam yaratmak ve birleşik bir hareket, kitlesel bir Bolivar bloğu oluşturmayı önermektir.”22

Gramsci referansı önemli değil. Asıl önemlisi, Chavez partiden bir öncü sınıf örgütünden değil yalnızca kadrolardan söz ediyor. Düzen partilerinin verdiği ekonomik yozlaşma ve halka ihanet görüntüsüne soldan da ahlaki bir yozlaşma ve işlevsizlik eklendiğinden olsa gerek, Başkan artık bildiğimiz gibi ampirik verilere pratik gözlemlere göre tutum alıyor. Sanki, kitlelere örgütlü mekanizmalar aracılığıyla değil doğrudan seslenerek kendini örgütünden ayırdığı gibi, sol partilerde yetişen kadroları ara düzey liderleri de bu kökenlerinden koparıyor.

Bu tabloya şaşmamalı. Halkın bilinen anlamıyla bir kurmay örgütü olarak partiye gereksinimi yoktur. Parti sınıf örgütüdür. Devrimin sınıf karakteri halk yığınları içinde erimiş durumdaysa, parti ihtiyacı da hissedilmeyecektir. Ancak devrim eğer yeni bir hesaplaşmaya hazırlanacaksa, parti vazgeçilmez araçtır. Yine aydın açığının çözümünü, sürecin sınıf karakteri kazanması kolaylaştıracaktır; ve “hesaplaşma” için aydına ihtiyaç vardır.

Bitirirken

Gericilik çağında devrimci siyaset… Latin Amerika deneyimi işçi sınıfı ve sosyalizm faktörlerinin sahneden çekildiği bir dönemde devrim yapmak anlamına gelmektedir. İlk olarak bunun mutlaka göz önüne alınması gerekiyor. Kıtanın eski bağımsızlıkçı köklerinden gelip günümüz emperyalist baskılarına patlayan direnç, dünyanın kaderini değiştirecek öneme sahiptir.

Kapitalizmin kitleyi sandık başında bile yok sayma eğilimi gösterdiği bir dönemde söz konusu devrimler büyük kalabalıkları harekete geçirmektedir. Piyasa biricik yasa halini almışken emekçi ve yoksullardan yana düzenlemeler gerçekleşmektedir. Küçük ve bağımlı devletler tasfiye edilirken Latin Amerika’da bir yeni bağımsızlık dalgası yükselmektedir.

Ancak eksiklerin yanından geçilerek yola devam edilmesi de mümkün olmayacaktır. Latin Amerika devrimi örgütsüz emekçi yığınlara dayanarak, burjuva demokrasisi mekanizmalarına fazla yaslanarak, öncü parti boşluğunu ne denli güçlü olurlarsa olsunlar karizmatik liderlere, Fidel Castro’nun olağanüstü rehberliğine, Chavez’in muazzam kapasitesine ve pratik aklına havale ederek kendini tahkim edemeyecektir. Mümkün olmayan bir şeyi “dilemek”te yarar da yoktur.

Söz konusu eksikleriyle 21.yüzyıl Latin devrimleri, önceki yüzyılın demokratik devrim deneylerinden daha ileride değillerdir. Ama demokratik devrim programı geçmişte olduğundan çok daha az gerçekçi olacaktır. Emperyalizmin bağımsızlıkçı rejimlerle ılımlı ilişki modelleri kurma barış içinde bir arada yaşama perspektifi bulunmamaktadır.

Devrim takvime bağlanması güç bir momentte sadece dışsal bir faktör olarak emperyalizm ile değil, kapitalizmle de hesaplaşmak zorunda kalacaktır. Ve bugünün zaafları hesaplaşma anına rahat yaklaşılmasına izin vermemektedir.

Devrim kendini nasıl tahkim edecek ve derinleşecek, sorusuna yanıtımız büyük ölçüde geçmiş deneyim ve birikimlere dayandırılabilir. Bildiğimiz, örgütlü işçi sınıfının siyasete geri dönmesinin bu sınıfın yoksul yığınlara bir kimlik kazandırmasının, devrimci teori marksizmin rehber konuma yükselmesinin mutlak gereksinimler olduğudur.

Tarihin bu son derece ilginç düğüm noktasında halk işçi sınıfını, direniş güçleri öncü partiyi, bağımsızlıkçılık devrimci teoriyi, seçim devrimci enerjiyi sollamıştır. Eski düzenin egemenlik mekanizmaları sosyalist devrime hiç hazırlıklı olunmayan bir momentte çöktü. Ama çökenin yerini alan devrimci iktidarların sosyalizme dönüşmelerinden başka bir yol da görünmemektedir.

Dipnotlar

  1. Hugo Chavez, Venezuela devrimini anlamak, (Söyleşi: Marta Harnecker) Güncel yay., çev: Aysun Akgün, İstanbul, Ekim 2006, s.125.
  2. Jorge Luis Borges, Yuvarlak Tapınağın Kalıntıları, Latin Amerika Hikayeleri Antolojisi (İletişim yay., İstanbul, 1983, çev: Fatma Akerson) içinde s.23 ve 25.
  3. Bu yazının son redaksiyon aşamasındayken 26 Kasım’da yapılan Ekvador Başkanlık seçimlerinin ikinci turunda Rafael Correa zafere ulaştı. Bildiğimiz ve aşağıda Chavez’den de örnekleyeceğimiz gibi Latin devrimcilerinin ideolojik pozisyonlarındaki karışıklığı Correa da tekrarlamaktadır: “Kendisini “hümanist, Hıristiyan ve solcu” olarak tanımlayan Correa konumunu şöyle netleştiriyor: ‘hümanistim çünkü siyasetin ve ekonominin halka hizmet etmesi gerektiğine inanıyorum, Hıristiyan’ım çünkü kilisenin toplumsal adalet öğretisiyle yetiştirildim, solcuyum çünkü eşitliğe, adalete ve emeğin sermayeye üstünlüğüne inanıyorum”. (“Gözler Correa’nın Üstünde” http://www.sol.org.tr/index.php?yazino=5675)
  4. Masis Kürkçügil, Hugo Chavez ve Devrimde Devrim, Agora kitaplığı, İstanbul, Aralık 2005, Sunuş içinde s.xii.
  5. 21.yüzyıl sosyalizmi kavramının, sosyalizmin ölümünü ilan edenlere yanıt anlamı için sayısız kanıt bulabiliriz. Burada sunmayı gereksizleştirecek kadar… Diğeri, yani reel sosyalizm eleştirisi için ise, Chavez’in 2005 Ocak ayında Porto Alegre’de Dünya Sosyal Forumunda yaptığı konuşma tipiktir: “Dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun yaşadığı ağır yoksulluğa kapitalist sistem içinde çözüm bulmak mümkün değildir… Kapitalizmi aşmalıyız. Fakat devlet kapitalizmine dönemeyiz, bu Sovyetler Birliği’ndeki sapmayı yinelemek olur. Sosyalizme bir iddia, bir proje ve bir yol olarak yeniden sahip çıkmalıyız. Ancak bu yeni bir sosyalizm olmalıdır, makineleri ya da devleti değil insanı her şeyin önüne koyan hümanist bir sosyalizm” (aktaran Gregory Alba, “Beklenmedik Devrim: Venezüella Neoliberalizme Karşı Çıkıyor”, Praksis 14 içinde, Kış-Bahar 2006, s.51)
  6. Yeri gelmişken Ece Temelkuran’ın da adı anılmalıdır. Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita (Everest yay. 7.basım, İstanbul, Haziran 2006) Venezuelalı yoksul halkın ve devrimin yanında tavır koyan bir kalemden bir gezi-röportaj kitabıdır. Analitik değil betimleyici olduğunu bilmek kaydıyla ülkemizdeki kaynak kıtlığının çok ayıbını örten Temelkuran belki de aynı kıtlık nedeniyle bir iki yerde kendini “fazla özgür” hissetmekte, yenilikçiliğin cazibesine kapılmakta ve betimlemenin sınırlarını zorladığı anda da hata yapmaktadır. Bir: Chavez hareketini “küreselleşme karşıtı hareketler” kapsamına sokmak yanlıştır (sayfa 160). İki: Devrimin taban örgütlenmesi olan Bolivarcı Çevreleri (Masis Kürkçügil serbest ve belki daha doğru bir çeviriyle “klüp” diyor) Türkiye’deki Halkevleri benzetmek ise abes bir yanlıştır. (sayfa 168)
  7. Diğer bir ciddiyetsizlik örneğini yazının içinden dipnota almak daha iyi olacak. Venezuela’da kaç eyalet vardır? Sayfa 15’e göre 23, sayfa 30’a göre 22…
  8. Fuat Ercan “Suskun Adamın Baladı: Latin Amerika üzerinden Venezüella’ya Dair Düşünceler” Praksis 14, Kış Bahar 2006, s.102.
  9. Kürkçügil, agy, s.87.
  10. Hugo Chavez, Venezuela devrimini anlamak (söyleşi: Harnecker), s.9-10. Bu arada 3 Aralık 2006’da yapılacak olan Başkanlık seçimlerine Chavez’in yüklediği üç anlam olduğu görülüyor. Sosyalist devrimi güvence altına almak, Fidel’e doğum günü hediyesi olarak seçim zaferi ve Harnecker’in de değindiği yolsuzluk başlığında atağa kalkmak.
  11. Aydemir Güler, “Emperyalizm ve Reform”, Gelenek 90, Ekim 2006.
  12. M. Harnecker, The Left on the Threshold of the 21st Century. Making the Impossible Possible, http://www.rebelion.org/harnecker/possible271202.pdf
  13. Hugo Chavez, Venezuela devrimini anlamak, s.153.
  14. Chavez, agy, s.61.
  15. Bu yazının en başında Arjantinli edebiyatçı Borges’ten yaptığım alıntının geçtiği kısa öyküde kahraman düşünde bir adam kurmayı hedefler. Rüyasında açığa çıkardığı enerjiyle amacına ulaşır da. Ancak öykünün sonunda kendisinin de bir başkasının düşsel ürünü olduğunu fark edecektir! Siyasetin ezber bozucusu Latin Amerika’nın fantastik edebiyatın da mekanı olması bir rastlantı olmasa gerek. Devrimci hayal gücünün en fazla Latin Amerika’da kendini göstermesinde şaşacak bir şey olabilir mi?
  16. Claudia Katz, XXI. Yüzyılda Emperyalizm, Yazın yayıncılık, Çev: U.Uraz Aydın, Ecehan Balta, Emre Yıldız, İstanbul, Kasım 2004, s.165.
  17. Brezilya’da Başkan Lula ve İşçi Partisi örneği yerel/özerklikçi burjuvaziyi kazanma stratejisidir. Chavez örneği ise işbirlikçi burjuvaziyi tasfiye stratejisi. Birinde uzlaşma diğerinde uzlaşmazlık vurgusu var. Yeri gelmişken Lula’nın “ihanetini” konu alan literatüre değinmeden geçmeyelim. Bu konuda gösterilen heyecanın gereğinden fazla olduğunu düşünüyorum. Bizden bir örnek: “Bazı dönemlerde belirli ülkeler dünya durumu ve uluslararası sosyalist hareket açısından merkezi bir önem kazanır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Bolşevik Rusya’nın, 1930’lu yıllarda Nazizm ile komünizmin karşı karşıya geldiği Almanya’nın ve devrim ve iç savaş yaşayan İspanya’nın, 1960’lı yıllarda ve 1970’li yılların başında Vietnam’ın durumu böyleydi. Son çeyrek yüzyılda Brezilya, dünya durumu için olmasa da uluslararası sosyalist hareket için böyle bir nitelik taşıyordu.” (Sungur Savran, “Brezilya’da Lula Faciası”, Praksis 14, s.144) Hayır taşımıyordu’dan başka ne diyebilirim. Solda bir zamanlar yeni parti modeli diye pazarlanan Brezilya İşçi Partisi geleneksel sosyal-demokrasinin yerini alan bir yeni sosyal-demokrasiden öte içeriğe sahip olmamıştır. Reel sosyalizmin çözüldüğü gericilik döneminde doğmuş ve ileri bir atılımı temsil etmekten ziyade sosyalist harekete daha geri bir formül önermiştir. Bu partinin Brezilya’daki iktidar deneyiminin devrimci kriz koşullarında başkalaşması ve sosyalizme açılması olasılık dışı değildi. Ancak bu değişimin motor gücünün İşçi Partisi olması mümkün değildi… Hala Küba-Venezuela bloğunun çekici gücü veya basıncıyla bu mümkün olmaya devam ediyor.
  18. Chavez, agy, s.120.
  19. agy, s.118-119.
  20. agy, s.122.
  21. agy, s.125-126.
  22. agy, s.178-179-180.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×