Bir Meşruiyet Kavgası Ekim Devrimi’nin Güncelliği

90 yıl önceydi… İki emperyalist odağın insanlığın üzerinde tepiştiği dehşet verici bir ortamda, ezilenler proletaryanın şahsında ayağa kalkmış “başka alem için” kolları sıvamışlardı. Bastıkları toprak Rusya’ydı, uçsuz bucaksız ve ölçüsüz. Kimileri haklı olarak “tarih öncesinden çıkış” diye adlandırdı, hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı, her şeyin kendini ona göre yeniden konumlandırdığı yeni bir dünyaya işaret ederek. Doğaldır, bir devrim kendini ilerlettiği, yaydığı oranda yaşar, 90 yıl önce de öyle oldu. Büyük Ekim Sosyalist Devrimi, kalkış noktasının çok uzağına taşıdı kendini; Kışlık Saray’ın hemen dibinde tartışılıyordu akıbeti, Müslüman mahallesine kadar uzanıverdi kısa sürede. Yayılma, bir başka büyük devrim olan Fransız Devrimi’nde de görüldü. Ancak bu yayılma aynılaştırmadan ziyade çoğu durumda kilitlenen toplumsal dinamiklerin bağını çözme anlamına geldi. Bu bağlamda kuşku duyulmamalı, Ekim Devrimi yazılan ve söylenenin ötesinde yayıldı.

Yayılamadığı doğru değildir… Ve bir devrimci dönemin sonunu simgelemiştir. Bütün görkemiyle, coşkusuyla…

Oysa sosyalist devrimler çağının açılışı olarak değerlendirildi hep. Bir yanlışlık yok, o çağ bir daha kapanmamacasına açılmıştır, 90 yıl neredeyse ve yalnızca bir insan ömrüdür. Lakin 1917’nin Kasımı’nda bir çağ açılırken, kapanan işçi sınıfının 1848’ten beri kan ve terle yaşam verdiği bir devrimci dönemdir de. Yazılan ve söylenen çoğunlukla başka, Ekim Devrimi’nin yeni bir devrimci dönemi açtığıdır. “Başarısızlık” saptaması biraz da bu bakış açısının ürünüdür. Oysa Ekim Devrimi, bir devrimci dönemin mükemmel ve belki de gecikmiş bir kapanışı olarak görüldüğünde, yakın çağda yaşanan karabasanın boyutları ve dahi Ekim Devrimi’nin anlamı pek güzel kavranacaktır.

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, Ekim Devrimi’nin tarihsel çıktısı, “yeni bir yaşam”dır ama bir dönemin kapanışı anlamında eskidir de… 90 yıl geçti, arada kıpırdandı, kabuğunu, sınırlarını zorladı ama işçi sınıfı 1848-1917 arasındakine benzer bir devrimci dönem açmayı beceremedi. Trajediydi bu, Ekim Devrimi insanlığı tarih öncesinden çıkarırken, köhne ve çağdışı olanın belirlediği bir döneme yerleşmek durumunda kalıyordu.

Dünya sosyalist devrimini ilerletmek… Dünya devriminin tetikleyici gücü olmak… Bolşevikler arasındaki derin stratejik tartışma ve ayrışmalar… Hepsine bir değer yüklemek olası ama artık biraz farklı bir noktadan bakmak, onca yıldan sonra hak teslim etmek gerek: Ekim Devrimi ve onun çocuğu Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, hâlâ tarih öncesinin belirlediği “yeni” döneme daha da açık konuşalım, insanlığın 20. yüzyıldaki ortalamasına fazla gelmiştir.

Yeni bir devrimci dönem açılmadığı oranda kendini koruma yetisini hep yitirmiş, yabancı ve düşman bir çağın yol açtığı korozyondan sakınamamıştır. Sakınabilirdi ve sakınmalıydı, bunun yolu çağa “devrimci” bir değer atfetmek olamazdı ama… Çağın yabancı ve düşman olduğunu bilmek ve gerekeni yapmak yeterdi direnmeye. Barajı mümkün olan en ileri noktada kurup, beklemek ve kendini beslemenin yolunu bulmak, insanlığın 20. yüzyıldaki ortalamasına giderek yabancılaşan bir toplumsal düzeni ne yapıp edip ilerletmek…

Baraj, hem de en iyisinden İkinci Dünya Savaşı’nda kuruldu, oluyormuş. Milyonlarca anti-faşistin yine kan ve terle, ama çok fazla kanla ördüğü bu barajı var eden yeni bir devrimci dönem hiç değildi. 1917, bir devrimci dönemin kapanışıysa, elde edilen mevziinin ve mevzilerin terk edilmeyeceği kanıtlanıyordu. Sovyet önderliği, İkinci Savaşı bu anlamda iyi okudu, iyi yönetti ve orada kaldı, yabancı ve düşman bir çağın ne denli zalim olacağını kestiremedi.1

Kapitalist sınıfın onun yok edilmesi için sergilediği barbar pratik, çağın gerçeklerine uyumlu olduğu oranda hiç şaşırtıcı değil. Ekim Devrimi bir dönemi kapatırken, insanlığın bu barbarlığa boyun eğmeyeceğini de göstermemiş miydi? Ya barbarlık ya sosyalizm o yılların kavşağıydı, insanlık şimdi yine aynı kavşakta…

Bu nedenle Ekim Devrimi şimdi daha günceldir.

Yeni bir devrimci dönem, insanlık 20. yüzyıl ve özellikle bugünkü ortalamasının ötesinde bir gerçekliğe taşınacaksa, kaçınılmazdır. Ve bu kez kapanışa değil, büyük olasılıkla açılışa yerleşecek olan yeni bir Ekim, 1917’deki öncülünden çok fazla şey devralacaktır.

Çok uzak değildir… Kapitalizm 1914’ten sonra inanılmaz bir hızla yaşadığı meşruiyet kaybının benzerini bugün yaşamaktadır.

Rusya meşruiyet kaybının özellikle yoğunlaştığı bir ülke olduğu için koptu. Bugün Türkiye’de sistemin meşruiyet kaybını toplumsal çürüme ile telafi ettiği bir kenara not edilmeli ve bunun geri dönüşünün olmadığı bilinmelidir. Sonu gelmeyecek bir çürüme Türkiye kapitalizmini kurtarır mı, kopuşu mümkün hale mi getirir?

Bu sorunun yanıtı verilemez. Ancak Ekim Devrimi örneğinden hareketle meşruiyet kaybının ne anlama geldiğini anlamak ve bu açıdan bakıldığında nasıl da şaşırtıcı benzerliklerle karşılaşıldığını görmek mümkündür. Ne de olsa, Ekim Devrimi’nin bağını çözdüğü dinamiklerden birisi bizim Anadolu coğrafyamızdı, sistemin bugünkü meşruiyet kaybı, Türkiye Cumhuriyeti’nin bu devrimin sonuçlarından birisi olmasıyla da ilgilidir. Sovyetler Birliği ortadan kalktıktan sonra, başından beri emekçi sınıflar nezdinde meşruiyeti çok tartışmalı bir toplumsal sistem üreten Türkiye Cumhuriyeti, emperyalizm nezdindeki meşruiyetini de büyük ölçüde kaybetmiştir. Son dönemde düştüğümüz notlardan bir diğeri de budur.

1905: Tuzlu suda çürüyen düzen

Eski düzen toplumsal meşruiyetini yitirecek ki, devrim, bir sınıfın yerine bir başka sınıfın egemenliğini ilan ettiği o büyük altüst oluş gerçekleşsin. 19. yüzyılın son onluğuna girdiğinde Rusya, kısa süre önce “özgürlük” sunduğu köylülük dahil, emekçi kitlelere maddi hiçbir şey veremeyeceğini çoktan kanıtlamış durumdaydı. Tek başına yeterli değildi ama bu çarlığın kredisinin tükenmesi anlamına geliyordu; din ve geleneksel değerlerin taşıyıcısı olmaktı meşruiyetin yerlerde sürünmesini engelleyen. Yoksullaşma yeni yüzyıla büyük bir krizle devrolduktan sonra dahi, çarlık imparatorluk kültürüne yaslanarak kontrol etmeyi beceriyordu hoşnutsuz yoksul yığınları. O halde kırılma, imparatorluk kültüründe bir çatlamayla gelecekti, nitekim öyle de oldu.

“Çarlık, Uzak Doğu’da yürüttüğü istila hareketinde, başka bir yırtıcı devletle, çok kısa bir zaman içinde bir emperyalist ülke durumuna gelmiş olan ve Asya kıtasında istila amaçları peşinde koşan, her şeyden önce Çin’den parçalar koparmak isteyen Japonya’yla karşı karşıya geldi.”2

Paylaşımın odak noktası Mançurya’ydı, hesap palazlanmakta olan Rus burjuvazisine yeni bir pazar sağlamak, ekonomik krizi yatıştırmak ve elbette yoksul Rus köylüsüne çarın kudretini hatırlatmaktı. Olmadı…

Japonlar baskın saldırıları seviyorlar. İkinci Dünya Savaşı’nda cenge katılmaya isteksiz kesimleri etkisizleştirmek için Pasifik’teki en önemli donanma üssünü savunmasız bırakan Amerikalılara ağır bir darbe vurmuşlardı. İşin içinde şike olduğu açıktı ama Amerikalılarda tıpkı 11 Eylül gibi bir şok yaratmıştı Pearl Harbour saldırısı.

Ama ondan yıllar önce, henüz paylaşım kavgası bir dünya savaşına dönüşmemişken, Ruslar da paylarına düşeni aldılar Japon askeri doktrininden. Port Arthur’du Rus çarının Pasifik’teki kilit üssü3 . Ocak 1904’teki baskın saldırı, Japonya’yla savaşa hazırlanan Rusya’da sonun başlangıcı oldu. Aslında hasar ABD’nin Pearl Harbour’daki kaybı ile kıyaslanamayacak kadar sınırlıydı ve ama asıl darbeyi Rusya’nın prestiji yemişti. Yenilmez bir güç olarak ün salan çarlık donanması, 1904 Ocak ayından sonra hiç dikiş tutmadı, Japonlar önce Pasifik Donanması’nı, sonra devreye sokulan Baltık Donanması’nı, çarın donanma komutanı Amiral Stepan Makarov’la birlikte yok ettiler.

Yok olan, aynı zamanda, açlıkla kıvranan Rus köylüsünü imparatorluk debdebesiyle yatıştırma hayalleriydi.

“Çarlık hükümeti, politik durumunu güçlendirmek ve devrimi durdurmak için, savaşın kendisine yararı olacağına güveniyordu. Ama hükümetin hesapları boşa çıktı. Savaş çarlığı daha fazla sarstı.”4

Beklemedikleri bir hızla olgunlaşmaya başlayan devrime müdahale kanalları bulmak için arayışa giren Bolşevikler, çarlık hükümetinin Japonya ile giriştiği Çin’i yağmalama savaşında, başarısızlığa uğramasından yanaydılar. Uzun süre üzerlerine yapışacak “hain” damgasını yeme pahasına…

Emperyalist serüvenlerle ömrünü uzatmaya çalışan köhne düzene karşı en küçük bir sorumluluk hissetmiyorlardı. Savaş henüz başlamadan, çarlığın yayılmacı stratejisine karşı durdular, savaşın Rus halkına nasıl bir yıkım getireceğini vurguladılar.

Ancak Rus halkının daha fazla yıkım kabullenecek hali yoktu. Yıkımın eşiğine gelen çarlıktı:

“Çar ordularının uğradığı yenilgiler geniş halk yığınlarının gözleri önünde, çarlığın çürüklüğünü ortaya koydu. Halk yığınları arasında çarlığa karşı kin ve nefret günden güne artıyordu. Lenin, ‘Port Arthur’un düşüşü, çarlığın çöküşünün bir başlangıcıdır’ diye yazıyordu. Çar, devrimi savaşla boğmak istiyordu; ama bunun tersi oldu. Rus-Japon savaşı devrimi hızlandırdı.”5

1904 Ocak ayından önce Rusya’da bir devrimci yükselişten söz etmek mümkün olmadığından, hızlandırdı yerine tetikledi demek daha doğru olabilir, bir şey değişmez, 1905 devrimi, yükselmek için çarın kendi egemenliğini pekiştirmeye dönük gerçekleştirdiği bir hamlenin başarısızlığına gereksinmiştir.

Devrimler, kurulu düzenin meşruiyet kaybı olmaksızın gerçekleşmezler, bir sınıfın yükselmesi için diğer sınıfın alan boşaltması, siyaset kuralıdır.

Japon donanmasının Mançurya’da Rus donanmasına karşı gerçekleştirdiği baskının üzerinden bir yıl geçtiğinde, henüz Rusya’da emekçilerin gözünde çardan çok onun adamları itibar yitirdiği bir sırada “eskisi gibi yönetemeyen” Çar İkinci Nikola yaşamının dersini aldı. Meşruiyet ile otoritenin bir ve aynı şeyler olmadığını öğrenmeden önce, kendisine dilekçe vererek “yardım” ve “çözüm” isteyen yüz bini aşkın emekçinin üzerine ateş emrini verdi.

Kanlı pazarlar çeşit çeşittir, lakin Rusya’daki Kanlı Pazar’ın eşi benzeri yoktur. Japonya karşısında sarsılan çarlık rejimi, kendisine sığınanlara kurşun yağdırıp bini aşkın kişiyi öldürdüğünde halkın gözünde bitmişti. 9 Ocak 1905’teki kıyım, eski düzenin devrime yer açması anlamına geldi.

Toplumsal meşruiyet kaybı, hemen her örnekte sistemin temel kurumlarında çözülmeye neden olur. Rusya’da kayıp denizde başladı, doruk noktasına denizdeki çözülmeyle ulaştı. 1905 Rus Devrimi’nin iki büyük kalkışmasından biri olarak tarihe geçen Potyomkin zırhlısındaki bahriyelilerin ayaklanması kadar bu ayaklanmayı sonlandırmak için görev emri alan savaş gemilerindeki askerlerin kızıl bayrak çekili bu asi zırhlıya ateş açmayı reddetmeleri de meşruiyet kaybının sistemin temel kurumlarındaki çözülmeyi nasıl hızlandırdığına ilginç bir örnektir .6

Egemen sınıf, çoğunlukla yoksullaştırır ama ipleri elinden kaçırması, çoğunlukla (yoksulluk dayanılmaz bir hâl aldığında) başka gelişmelerin sonucudur. Silah tekeli devletin elindedir ve toplumsal meşruiyetin en önemli kaynaklarından birisinin bu tekel olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Karşılığında, devletin verdiği, vatandaşlarını ya da “ülke”yi koruma becerisidir, egemen sınıfın çıkarlarını koruma işlevini gizleyerek… 1974’te Kıbrıs’ta hesap hatası yapan Yunan Albaylar Cuntası’nın hızla zemin yitirip devrilmesi, İngiltere ile Falkland’da karşı karşıya gelen Arjantinli faşist cuntanın zor duruma düşmesi yakın sayılabilecek örneklerdir.7

Ekim Devrimi: Yine savaş, yine meşruiyet kaybı

Rusya’da 1905 Devrimi, geride çok sayıda ölü ve muazzam bir deneyle geri çekildi. Çarlık, Stolipin reformlarıyla tarımda ve sanayide kapitalistleşme sürecini hızlandıran politikalara yöneldi. Bu politikalar özellikle yoksul köylülüğün durumunu daha da kötüleştiren sonuçlar doğursa da, ekonomik yaşama belli bir istikrar getirdiği oranda, halkın geniş kesimlerinin hoşnutsuzluğunun birkaç yıl için yatışmasına neden oldu. Yatışmayanların payına ise her zamanki gibi baskı ve terör düşüyordu.

Ancak bu dönemin bir başka özelliği daha vardı. Hükümet, Rusya’nın uluslararası konumunu yeniden sağlamlaştırmak için İngiltere ve Fransa’ya daha da yakınlaşmıştı. Zaten 1905 Devrimi’nden çıkışı ve Japonya’nın Rusya’yı iyice hırpalamasının önüne geçilmesini bu iki ülke sağlamıştı. Şimdi de, emperyalist yönelimlere giren Rusya, daha gelişkin bu iki emperyalist ülkeye borçlanıyor, onlarla paylaşım pazarlıkları yapıyor, yakınlaşmakta olan kanlı oyunun çirkin ortağı haline geliyordu. Bu aynı zamanda halka “ben muktedirim” mesajıydı.

Bu mesaj o kadar açıktı ki, Birinci Dünya Savaşı başladıktan sonra Rus halkı, müttefikleri olan İngiliz ve Fransızların Rusya’ya yardım etmediğini, edemeyeceğini sezdiği andan itibaren Çar’a olan güvenlerini de bir daha geri gelmemecesine kaybetmeye başladı.

1917 Ekim Devrimi, Çar’a dönük bu güvensizlik ve kızgınlığın onun yerine bir şey koyma konusunda tereddüt gösteren diğer muhalif partilere kadar uzanmasının sonucunda Bolşeviklere yazıldı. Rus köylülüğü, ki onların büyük bölümü silah altındaydı ve işçiler dayanılmaz boyutlara ulaşan yoksulluğun üzerine çöken ideolojik-kültürel sis perdesini savaşın verilen sözlerdeki gibi değil, bambaşka bir biçimde gelişmesi sayesinde dağıtıyorlardı. Çar’ın, İngiltere’nin, Fransa’nın hükmü geçmiyordu.

Örneğin İstanbul ele geçirilememişti.

İngilizler Ruslara gerçekten bırakırlar mıydı, ayrı bir konudur ama İstanbul’un Rusya’yı devrimden ve de Bolşeviklerden uzak tutacak bir “armağan” olacağı kesindir .8

Savaşın üçüncü yılıdır ve Lenin, iki kampın da savaşı sürdürebilme yeteneğinin kaybolduğunu vurgulamaktadır. 9 Rusya açısından tablo nettir, Almanya’nın diz çökmeyeceği ortaya çıkmıştır, Polonya hesabı tutmamıştır ve İstanbul artık daha uzaktır. Almanya’nın ise İngiltere, Fransa, Rusya bloğuna galebe çalamayacağı belli olmuştur. Ancak cephedeki bu tablo ile beraber ve onun ötesinde savaşın Rus emekçileri açısından sürdürülemez hale gelmesidir önemli olan. “Ne için savaşıyoruz” sorusu şekillenmektedir ve bu soruyla birlikte Rus köylüsü topraksızlığını, işçiler açlıklarını yeniden hatırlamaktadır. Ve başlarındaki subayların yalnızca kendi çıkarlarını düşünen, beceriksiz, korkak ve zalim olduklarını…

Savaş sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır. Lenin, Rusya’dan baktığında emperyalist savaşın emperyalist bir barışa gitmekte olduğunu görmektedir. Emperyalist bir barışın emperyalist bir savaş kadar yıkıcı sonuçları olacağını da… Lenin’in zamana karşı yarışı başlamıştır. Savaşı sürdürme yeteneğini kaybeden büyük güçlerin savaşın bütün bedelini yoksul kitlelere ve mazlum uluslara yıkıp, yeni bir statüko yaratmaya çalışacaklarını bilmekte, bu nedenle kitlelerin bir kez daha aldatılmaması için “savaş bıkkınlığı”ndan bir düzen değişikliği ile çıkılması için inanılmaz bir çaba harcamaktadır.

Morgan Philips Price, savaş sırasında Rusya’da Manchester Guardian adına muhabirlik yapan ve Bolşeviklere belli bir sempati duyan bir gazetecidir, 1916 yılında düştüğü not şudur: “Cepheye yaptığım ziyaretlerde çok sayıda erle görüştüm. Bana ilk sordukları ‘Bu savaş ne zaman bitecek? Eve gitmek istiyoruz. Artık yeter’.”10 Yüzlerce, binlerce asker aynı şeyi söylemektedir. Askerlerin savaşın bitmesinden başka bir şey düşünmediği bir ülkede savaştan çıkış yolu bulamayan bir yönetim, ister gücünü cumhurdan alsın, ister tanrıdan, bitmeye mahkumdur.

Lenin’in derdi bu bitişi devrimle taçlandırmak, Rusya’nın yıkımının Rus halkının sırtına binmesini engellemekti. Bir başka deyişle, Lenin işçi sınıfının Rusya adına söz söylemesinin zamanının geldiğini düşünmeye başlamıştı.

Rusya: Tiksinti verici ülkeyi dönüştürmek ve ülkeye sahip çıkmak

Marx’ın Rusya’ya dönük duygularını burada hatırlatmaya gerek yok. Barbarlığın, gericiliğin, karşı-devrimin ve despotizmin kalesi olarak görülen bu ülkenin genel olarak uluslararası işçi hareketindeki ününü de. Herhalde kimsenin Rus halkıyla, kültürüyle bir sorunu yoktu ama zaman zaman Rusya’ya duyulan nefret öylesine ilginç boyutlara ulaşıyordu ki, emperyalist evrenin arifesindeki Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkelerin “doğu politikası”na hani neredeyse prim veriliyordu. Avrupa’yı gericilikten kurtarmak ve halkları özgürleştirmek misyonunun kısa süre Avrupa sosyal demokrasisini ne hale getirdiği başka bir çalışmanın konusu, bir kenara not ederek geçebiliriz: Rus çarlığı, Rusya’dan nefret edilmesi için her tür özelliğe sahipti. Bu nefret, Batı Avrupa’da işçi hareketine kendi emperyalist burjuvazilerinin gerici rolünü unutturacak kadar ölçüsüzdü.

Zor olsa gerek, lakin Lenin bu sınavdan da başarıyla çıkmasını bildi. Ülkesiyle olan bağını zayıf düşürmeksizin çarlık düzeniyle ilişkisini bu bağın tamamen dışına taşımayı becerdi. Siyasal yaşamı boyunca, şu ya da bu nedenle çarlık düzeniyle mücadeleyi geriye çekmeyi düşünmedi, bir halklar hapishanesi olarak ünlenen Rusya’nın egemenlerinden her zaman tiksindi.

Daha önce değindim, Japonya’yla Çin üzerinde bir kavgaya tutuştuğunda Çarlık Rusyası, “ne de olsa benim ülkem” değildi, bu maceranın engellenmesini istedi, engellenmediğinde feodalizm ve militarizmle malul Rus emperyalizminin yenilgisini arzuladı, bunu gizlemeye gerek duymadı. Japon emperyalizminden daha az tiksindiği için değildi bu, 170 milyonluk bir nüfusun 100 milyonunu “ezilen ulus” olarak bastıran, baştan aşağıya gerici, halk düşmanı bir rejime karşı mücadele yükümlülüğüyle hareket ediyordu.

Bir emperyalist güç olarak Rusya’nın kimsenin gözünden kaçmayan çağdışı karakteri, Rus marksistlerini büyük bir beladan koruyordu. Bu atmosferde Rus marksistleri, ülkenin emperyalist açılımları tarafından körleştirilemiyorlardı.

Ne yazık ki, Batı Avrupa’da o kadar şanslı olamadık, hâlâ emperyalist açılımları demokratikleştirici ve özgürleştirici politikalar olarak değerlendirip, kendilerini bu politikaların içinde var etmeye çalışan marksistler var.

Eski alışkanlık olsa gerek…

Lenin, bunun dışında kaldı ve Birinci Dünya Savaşı denen büyük çatışma ve kargaşa dönemine son derece sağlıklı enternasyonalist bir pozisyon alarak girdi.

Bu büyük çatışma ve kargaşa dönemi Lenin’i emperyalizm üzerine daha fazla düşünmeye, siyasal açılımlarını geliştirirken emperyalizm olgusunu daha fazla merkeze koymaya itti. İşçi hareketinde kendi emperyalizmine bağlanma ve onun bir enstrümanı olma eğilimlerini fark ederek şaşırdı, öfkesi şaşkınlığı oranında büyük oldu. Sosyal şovenizm suçlamasıyla batı marksizminin en itibarlı temsilcilerini karşısına aldı. Evet, şaşkınlık içerisindeydi, Almanya’da Almanların, Fransa’da Fransızların, İngiltere’de İngilizlerin özgürleştirici misyonlarından dem vuruluyor ve sosyal demokrat saflarda “vatan savunması”, “savunma savaşı” adı altında emperyalist politikalara koltuk değnekliği yapma eğilimi güçleniyordu. Paylaşım kavgasına bir emperyalist ülke olarak katılan Rusya’nın tek farkı, kimsenin onun “özgürleştirici” misyonlarından söz etmemesiydi. Henüz burjuva devrim sürecinin ilk evrelerinde olmasından, geri, despotik bir ülke olmaktan kurtulamamasındandı bu ama biraz da devrimci hareketin namusu söz konusuydu. Yoksa, çarlık, “Ortodoksluğun başkenti” İstanbul’un kurtarılması kartını çoktan açmış, Rus halkının önüne koymuştu.

Farklı mı? Almanların Polonyalıları özgürleştirmeye soyunmasından ne farkı var? İkisi de özünde emperyalist bir bakış açısı, emperyalist hesapların ürünü.

Rusya’da bu hesaplar tutmadı. İşçi hareketinde, çarlığın emperyalist yönelimlerine yardımcı olma fikri fazla alıcı bulmadı, yalnızca Bolşevikler değil, diğer akımlar da, örneğin Menşevikler bile bu konuda büyük yanılgılar üretmediler. İşçi hareketini bırakın, şovenist bir çizgiyi savunan burjuva Kerenskiy bile kendi partisinde itirazlarla karşılaştı, soldan gelen basınç bu partinin yalpalamasına neden oldu.

Bu başlıkta Lenin’in kişisel çabaları, deyim yerindeyse hırçınlığı elbette etkili oldu.

Lenin, merkez sorunun emperyalizmle hesaplaşmak olduğunu vurguluyor ve aynı zamanda işçi hareketinin ileri kollarının bulunduğu Almanya, Fransa, İngiltere ve şimdi artık Rusya’da emperyalist burjuvazinin devrilmesi çağrısını yapıyordu.

Dönemin tek devrimci siyasetidir, merkezine “emperyalizm” olgusu yerleştirilmeden asla kavranamaz.

Örneğin, Lenin’in o dönem emperyalist ülkelerde sosyal demokratların ağızlarından düşürmedikleri “yurtseverlik” kavramından da tiksinmesi… Lenin yurtseverlikten değil, emperyalist saldırganlığın “yurtseverlik” olarak pazarlanmasından tiksinmektedir.

O kadar ki, savaşa Alman emperyalizminin saflarında giren ve elbette kendi çapında emperyal hedefler ortaya koyan Osmanlı İmparatorluğu’na ilişkin değerlendirmelerinde, imparatorluğun sömürgeleştirildiğini ve kazanan hangi taraf olursa olsun, acımasız bir paylaşıma konu olacağını sürekli ön plana çıkardı. Bu paylaşımın kimi uluslara “özgürlük” getireceğini hiç düşünmedi, Türk burjuva devriminin emperyalistler tarafından korkak ve kişiliksiz hale sokulduğunu sürekli olarak vurguladı. Emperyalist paylaşım koşullarında Osmanlı’nın dağılmasında “ilerici” bir yan göremiyordu.

Osmanlı aşığı olduğu için, Jöntürklere sempati beslediği için değil! Lenin, emperyalizmle hesaplaşmak ve emperyalist barbarlığı durdurmakla sosyalizm mücadelesi arasındaki bağın ne denli güçlü olduğunu fark etmişti.

Bu bağlamda Lenin’den “yurt” bağı olmayan, yurtseverlikten nasibini almamış bir siyasetçi çıkarmaya çalışanlar büyük bir yanılgı içindeler:

“Kendimizi, sözcüklerin ardı sıra sürüklenmeye bırakmayalım. Örneğin, “anayurdun savunulması” deyimi pek çok kimse için tiksindiricidir, çünkü hem yola gelmez oportünistler hem de Kautskiciler bu sözü, şimdiki yağma savaşı üzerine söylenen burjuva yalanlarını örtbas etmek için kullanıyorlar. Bu bir gerçek. Ama bu, bundan böyle politik sloganların anlamları üzerinde düşünmemize gerek olmadığı demek değildir. Bugünkü savaşta “anayurdun savunulmasını” kabul etmek, ne eksik ne fazla, bu savaşı “adil” bir savaş olarak, yineliyoruz, ne eksik ne fazla, proletaryanın yararına bir savaş olarak kabul etmek demektir; çünkü her savaşta istilalar olabilir. Emperyalist büyük devletlere karşı savaşlarında ezilen uluslar yönünden ya da bir burjuva devletinin bazı Galliffet’lerine karşı savaşında muzaffer bir proletarya bakımından “anayurdun savunulmasını” kabul etmemek budalalık olur”.11

Galliffet, işgale ve işbirlikçi sermayeye karşı başkentlerini savunan Paris proletaryasının, Paris Komünü’nün celladı Fransız generali, onu hatırlatmanın tam zamanı, cuk oturuyor!

Yıl 1917’dir. Rusya gerici, militarist, emperyalist karakterini taşıyamaz hale gelmiş, savaş koca imparatorluğu zavallılaştırmıştır. Öyle ki, hep korkak, ödüncü ve halk düşmanı burjuvazinin devrimci girişimi dahi sorunu çözmemiş, tam tersine derinleştirmiştir. 1917 yılında Rusya, sahipsizdir.

1917 yılının Bolşeviklere dayattığı, iktidarın ele geçirilmesi kadar, sahipsiz Rusya’ya sahip çıkılmasıdır da… Ülke adına konuşma hakkının ele geçirilmesi… İktidarı alırsan ülke adına konuşursun… Ülke adına konuşmadığın sürece iktidarı alamazsın.

Bolşevikler hep “dışarıda” kaldılar, hep sonradan müdahale ettiler, bu anlamda Rusya’da iktidara en uzak hareket olarak görüldüler. Bolşevizmin tarihinde 1917 yılı bu açıdan çok özel bir yer tutar. Yalnızca büyük bir hızla toplumsallaşıldığı için değil, yalnızca devrimi sosyalist devrime götüren sürece önderlik edildiği için değil, aynı zamanda Rus devriminin en kritik uğrağında ülkeye sahip çıkma iddiasını sergiledikleri için…

O noktaya nasıl geldiler?

Üzerinde durulması gereken en önemli konulardan birisi, 1917 Şubatı’na kadar, Rusya’daki mücadelenin merkez noktasında çarlık hükümeti durduğu sürece, bütün baskı ve teröre karşın Rusya’da devrimci mücadelenin toplumsal meşruiyet katsayısının burjuvazinin ürkek ama kaçınılmaz dönüşüm denemeleri sayesinde doğal bir biçimde artmış olmasıdır. Çarlığın iç ve dış politikadaki itibarı, dönemin diğer büyük güçleriyle kıyaslanamayacak kadar düşüktü. Örneğin, Alman işçi sınıfı hareketinin bütün heybetine karşın, Bismarck ve 1890 sonrasında gelen hükümetler hiçbir zaman çarlığa benzer ölçülerde sarsılmamıştı. Gecikmiş burjuva devrim süreci her şeye rağmen işçi hareketinin elini güçlendiriyor, çarlığın baskı ve terör ortamında ona aynı zamanda ek siyasi kanallar açıyordu. 1905 Devrimi’nde henüz barut kokusu dağılmamışken Bolşeviklere Duma (Rus Meclisi) kapısını aralayan böylesi bir meşruiyetti.

Savaş 1914 yılında başladığında Bolşevikler ödünsüz siyasetlerini sürdürdüler. Savaşa karşılardı ama savaş bir kez başladıktan sonra Rus hükümetini savaşta desteklemeyi hiç düşünmediler. Bütün emperyalist ülkelerdeki işçi partilerine “kendi hükümetinizi devirin” çağrısını yapıyor ve hatta bozgunculuğu tek seçenek olarak öneriyorlardı. Bu tür bir politika, kendi meşruiyeti ciddi ölçülerde tartışmalı Çarlık Rusyası’nda göreli daha kolaydı. Demokrasi hayalleri kurarak sistemin bir parçası haline gelen Batı Avrupalı sosyal demokrat partilerin durumu içler acısıydı. Savaşa karşılardı ama savaşla birlikte kendilerini olayların akışına teslim ettiler, sistemle bağları daha güçlüydü. Bu partilerin büyük gelenekleri vardı, sanıldığı gibi “milliyetçi” hezeyanlarla sürüklenmediler ihanete, enternasyonalist sloganlar atıyor, “halkların özgürleşmesi”nden dem vuruyorlardı, bir de anayurdun savunulmasından…

Emperyalist ülkeler birbirlerini başka ulusları ezmek için boğazlarken, işçi partilerinin her birinin kendi burjuvalarından yana tavır koyması ilginç ve tiksinti verici bir görüntü yaratmıştı. Lenin’in en sert ve acımasız eleştirileri bu döneme denk gelir, Avrupalı marksistlerin ne dönekliği kalır, ne hainliği…

Daha önce vurguladığım gibi, Rusya’da bu eğilimlerin güçlenmesinin sınırları vardı. Sosyal demokrat camiada çarlıkla saf tutmak ne olursa olsun, kolay değildi. Bolşevikler ciddi bir baraj kurarken, Menşevikler Savaş Sanayi Komiteleri’ne katılmalarına karşın karmaşık ve tutarsız bir savaş siyaseti izlemeye mahkum oldular. Ama yine de, büyük bir paylaşım savaşıdır bu, çarlık savaşın başlarında geniş bir toplumsal onay almış, bu onayı işçi kitlelerinin bir kesimine kadar taşıyabilmişti. Öyle ki, 1914 yılında, Rus proletaryasının bir kesimi Almanya karşıtı gösteriler düzenliyor, çara sonsuz destek sunuyordu. İstanbul bir ganimet olarak emekçilerin de gözünü kamaştırmaktaydı.

Aslında Lenin, savaş başladıktan sonra kendini ülkedeki ve Avrupa’daki “savaş karşıtı” güçlerden ayırarak büyük bir risk aldı. Çünkü savaş acımasız yüzünü gösterip, topraktan kopup gelen Rus köylüsü acı gerçekle karşılaşmaya başladığı andan itibaren “barış” emekçi kitleler içerisinde en acil gereksinim haline gelmişti. Bu durum diğer ülkeler için de geçerliydi, savaş karşıtlığı kısa sürede bütün cephelere yayılıyordu ama Rus ordusunun durumu daha vahimdi: Rusya askerine sahip çıkamıyor, onu besleyemiyordu.

Bu koşullara karşın, Bolşevikler emperyalist savaşın gerici hükümetlere karşı savaşa dönüştürülmesinde ısrar ediyordu. Savaş bitmeliydi ama bu iktidarlardan kurtularak!

Rus köylüsü neredeyse bir bütün olarak silah altındaydı, proletarya ya cephede ya cephe gerisinde askeri makinenin bir parçası haline getirilmişti. Gerçek bir toplumsal olguya dönüşen savaşla çarlık hükümetini özdeşleştirmekti Lenin’in stratejisi. 1917 yılına kadar bu strateji, açık ve cepheden çar karşıtlığı üretti. Rusya’yı emperyalist savaşa sokan çarlığın bedel ödemesi gerekiyordu.

1905’te de aynı stratejiyi izlemişti ancak devrimi tetikleyen Rus-Japon Savaşı dünya güçlerinin emperyalist hesaplarının bir parçası olsa da, bir dünya savaşına dönüşmemişti. Devrimin tehdit ettiği Rus gericiliğinin yardımına Fransa ve İngiltere koşmuş, Rus köylülüğü eski düzenden kopmayı büyük ölçüde reddetmişti: Çarlık, sürdürülebilir bir rejimdi, istikrar onunla sağlanacaktı. 1905 Devrimi’nde ayaklanan işçileri bastıran kuvvetler yoksul köylülerden oluşuyordu, emekçi kardeşlerine kurşun yağdırmakta tereddüt etmediler.

Oysa şimdi ne İngiltere ne Fransa Rusya’ya yardım edebilecek durumdaydı. Savaşa katılma konusunda tereddütleri olan Amerika Birleşik Devletleri geç karar vermişti… Rus köylüsünün gözünde çar riyakar, despot ama en önemlisi iktidarsızdı. Asker, savaş bittiğinde köyüne dönmeyi hayal ediyordu ama hangi köy? Zaten bir önceki yüzyıldan beri toprakta her açılım, her reform köylüyü topraksızlaştırmış, daha da yoksul hale getirmişti, savaş köylüye öldürücü darbeyi vurdu, köylüyü kırdı geçirdi. Köylü her zaman istikrar ister, Rus köylüsü savaş bitse dahi huzura kavuşamayacağını hissetmeye başladı. Çar babaları onları koruyacak durumda değildi.

1917 başında devrim, bu koşullarda ve biraz da bu nedenlerle yükseldi. Çar için deniz bitmişti, artık Rusya’da iki otorite vardı: Burjuvaziyi temsil eden geçici hükümet ve işçi-köylü sovyetleri…

Çarın sonunu savaş getirmişti; çünkü halk çarın savaşın sonunu getiremeyeceğini kavramıştı. 1917 Devrimi’nde ortaya çıkan iki yeni otoritenin, iki iktidar odağının savaş karşısındaki tutumu onların kaderini belirledi. 1917 Şubat ve Mart aylarında hâlâ kimsenin şans vermediği Bolşevikler, Lenin’in müdahalesiyle kilidi açacak formülü bulmuşlardı. Diğer bütün siyasi güçler, açık bir emekçi karakteri taşıyan Sovyet iktidarının geçici hükümet lehine geri çekilmesini, otoritenin tekleşmesini, devrimci güçlerin bu otoritenin parçası olmasını savunurken, onlar “bütün iktidar Sovyetlere” diyerek proleter kitlelerin doğrultu arayışına yanıt üretmeyi becermişlerdi. Köylülük ise silah altındaydı ve “toprak” talebi, “barış” talebinin gerisine düşmeye başlamıştı. Ötekiler oyalanırken, Lenin tünelin ucundaki ışığı gösteriyordu: Emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürme hedefi doğrultusunda yol alınmıştı, şimdi emperyalist savaşı bitirerek ya da ondan kurtularak devrimi kurtarmak gerekiyordu.

Bu politika son derece yalın bir biçimde askerler arasında yayıldı. Menşevikler, narodnikler, Kerenskiy tayfası, ne olup bittiğini kavrayamadan Bolşevizm büyük bir yükselişe geçti. Lenin zamana karşı yarışıyordu, emperyalist barış olasılığı güçlenmekteydi. Büyük bir cesaretle savaştan çıkışı işaret etti, aslında işaret ettiği, derhal barışı tesis edebilecek biricik şeydi: Sosyalist iktidar!

Savaş, emekçi kitlelerde zengin sınıflara ve bürokrasiye karşı ölçüsüz bir düşmanlık yaratmıştı. Bu kez bu düşmanlığı yatıştıracak “dış” yardım gelmiyordu. Kerenskiy’in vurguladığı gibi, “Rus halkı müttefiklere karşı duyduğu hayal kırıklığından muzdarip”ti .12

Açlık, yoksulluk, hayal kırıklığı, kriz, çaresizlik, çürüme… Devrimci durum

Lenin devrimci duruma ilişkin tanımlarından birini, belki de en kapsamlısını, 1915 yılında kaleme aldığı İkinci Enternasyonal’in Çöküşü başlıklı makalede yaptı. Tanım, büyük ölçüde savaş koşullarını veri alıyordu ve bu gözle değerlendirilmeliydi ama yine de devrim teorisinin en sağlam referanslarından birisi haline gelmeyi hak etti. Bu ünlü pasajı bir kez de buraya alarak başlayabiliriz:

“Marksistlere göre devrim için elverişli bir durum olmaksızın bir devrim olanaksızdır; üstelik her devrimci durum da bir devrime yol açmaz. Genel anlamda bir devrim durumunun belirtileri nelerdir Şu üç ana belirtiyi sıralarsak bizce yanılmış olmayız: 1) Egemen sınıflar için bir değişiklik yapmaksızın egemenliklerini sürdürmek olanaksız hale geldiği zaman; ‘üstteki sınıflar’ arasında şu ya da bu şekilde bir bunalım olduğu zaman; egemen sınıfın politikasındaki bu bunalım ezilen sınıfların hoşnutsuzluk ve kırgınlıklarının ortaya dökülmesini sağlayacak bir gedik açtığı zaman; bir devrimin olması için çoğu zaman ‘alttaki sınıfların’ eski biçimde yaşamak ‘istememeleri’ yeterli değildir; ‘üstteki sınıfların da’ eski biçimde ‘yaşayamaz duruma gelmeleri’ gerekir; 2) Ezilen sınıfların sıkıntıları ve gereksinimleri dayanılmaz duruma geldiği zaman; 3) Yukarıdaki nedenlerin sonucu olarak ‘barışta’ soyulmalarına hiç seslerini çıkarmadan katlanan ama ortalığın karıştığı zamanlarda hem bunalımın yarattığı koşullarla ve hem de bizzat ‘üstteki sınıfların’ bağımsız tarihsel bir eyleme sürüklenmeleriyle yığınların faaliyetlerinde oldukça büyük bir artış olduğu zaman.”13

Rusya’da ezilen sınıflar her daim yoksuldu. Bugün de gelişmiş kapitalist ülkeleri, hatta tamamını değil de bir bölümünü saymazsak, emekçi kitleler alabildiğine yoksuldur, işsizdir, birçok örnekte açtır. Ama bu bir ülkeyi devrimci duruma taşımaya yetmemektedir.

Devrimci durumun ayırt edici özelliği, ezilen sınıfların durumundan çok, ezen sınıfın egemen sınıfın, durumudur. Komünist hareket açısından emekçi kitlelerin ruh hali, örgütlenme ve mücadele etme istek ve yetenekleri elbette merkezi önem taşır. Bununla birlikte, bir devrim stratejisi geliştirilecekse, bu her daim yoksul ve ezilmiş olan kitlelere kanal açacak gelişmeler üzerine kurulmak durumundadır. İlginçtir, Ekim Devrimi’nden sonraki dönemde pek az Marksist bu gerçeği ciddiye aldı, komünist partileri devrim teorisine ilişkin standartlarında gözlerini işçi sınıfının hareketlenmesine diktikleri oranda tepedeki sınıflarda gerçekleşen yer değiştirmelere, hareketliliğe ve yönetme sıkıntılarına daha az önem verdiler. Giderek, üst tarafta olup bitenler ekonomik krizlere endekslendi. Ekonomik kriz, egemen sınıfı sarsacaktı, bu sarsıntı düzenin dengelerini bozduğu gibi emekçi kitlelerde de olağandışı bir hareketlenmeye yol açacaktı.

Derin bir ekonomik kriz olmaksızın egemen sınıfın yönetme kriziyle karşı karşıya kalması, istisnai olmakla birlikte imkansız değildir. Kaldı ki, ekonomik kriz siyasal bir bunalıma yol açtığı oranda dönemi devrimcileştirir. Lenin’in 1915’teki devrimci durum tanımında ekonomik krize ancak dolaylı bir atıfta bulunulmasının nedeni de budur. Devrimci durumu karakterize eden ekonomik değil, siyasal gelişmelerdir.

Ekonomizmden kurtuluş reçeteleri peşinde koşan Yeni Sol ile ekonomik yıkıma bel bağlamayan bir strateji geliştirirken devrimciliğini neredeyse tamamen yitiren Avrupa Komünizmi Marksizmin konuya ilişkin tembelliğine çare üretemediler. Her ikisini de sakatlayan kitle kuyrukçuluğu ve demokratizm, leninist devrim teorisi ile bağların ciddi ölçülerde zayıflamasına yol açıyordu.

Tekrar olacak, devrimci durum egemen sınıfın devrimci sınıfa meşruiyet alanı açtığı çok özel bir kesit olarak da tarif edilebilir. Engels’e büyük bir iç rahatlığıyla devrim hakkının, devrim yapma hakkının tek gerçek tarihsel hak olduğunu söyleten biraz da bu olgu değil midir?14

1917 yılında Petrograd’da Trotskiy’nin tarihi savunmasını boş bir söylev olmaktan çıkaran, ne tek başına emekçi kitlelerin yoksulluğa ve sömürüye daha fazla katlanamamaları, ne ekonomik kriz, ne de burjuvazinin değişik kesimleri arasında sürmekte olan çekişmelerdir. Bütün bunlar vardır ve bütün bunların varlığında egemen sınıfın toplumsal meşruiyetini neredeyse tamamen yitirmesi belirleyicidir. Emekçi kitlelerin her hareketlenişi, her ekonomik kriz, burjuvazinin her iç gerilimi benzer bir toplumsal meşruiyet kaybına yol açmadığı oranda bir devrimci duruma evrilmeyebilir. Ama Trotskiy, açık bir devrimci duruma seslenmektedir:

“Savcı sizden İşçi Delegeleri Sovyeti’nin ‘mevcut hükümet şekline karşı doğrudan mücadele için işçileri silahlandırmış olduğu’nu ilan etmemizi istiyor. Bu soruyu kesin olarak cevaplandırmamı istiyorsanız ‘Evet!’ diyorum ben. Evet, bu suçlamayı kabul ediyorum, ama bir şartla. Bilmiyorum, Savcı bu şartı kabul edecek mi, ya da siz yargıçlar bu şartı bağışlamaya razı olacak mısınız? Ama ben gene sorayım: Suçlamada ‘mevcut hükümet şekli’ diye bir söz var, bundan ne kastediliyor? Bu, Rusya’da yasal bir hükümet mi var demek oluyor? Hükümet, hanidir, millete karşı cephe almış halde; polisin, ordu birliklerinin, kara yüzlerin gerisine sığınmış durumda. Şu anda Rusya’da bir milli devlet var denemez; bu, halkı kesip biçmeden başka bir işe yaramayan bir ölüm makinesidir. Yurdun canına kasteden bir hükümet mekanizmasını başka nasıl tanımlayım?”15

Savunmaya Can Yücel de o eşsiz üslubuyla bir şeyler katmış olsa gerek ama Rusya’da durum üç aşağı beş yukarı budur. Ve ancak bir devrimci durumda mahkemede bunları söyleyenleri içeri tıkmayıp sürgüne yollarlar.

Sürgün yarı yarıya kaçmak demekti, Trotskiy de onu yapmıştı…

Silah tekeli diyorduk… 1917 Şubatı’ndan itibaren Rusya’da burjuva iktidarı silah tekelini bir türlü sağlayamamış, silahlı işçilerin meşruiyetini ortadan kaldırmayı, ne yaptıysa becerememiştir.

Egemen sınıf geniş kitleleri şiddetle baskılarken dahi, ideolojik tutamak noktalarına gereksinir. İdeolojik derinliği olmayan şiddetin karşıtını da yaratması neredeyse bir kuraldır. Rusya’da 1917 yılında proletere, yoksul köylüye söyleyecek sözü kalmayan bir düzen vardı, imdada yetişmesi gereken “şiddet aygıtı”nın fiyakası savaş sırasında fena halde bozulmuştu. Dışarıda zorlanan ya da yenilen bir ordunun koruma ve kollama görevinin altından kalkması gerçekten güçtür.

Özetle Rusya’da Ekim Devrimi, eski düzenin hiç ama hiçbir şey verebilecek durumda olmadığı ortaya çıktığı bir anda, bu anın anlamını iyi kavrayan Bolşeviklerin tarihsel müdahalesiyle gerçekleşmiştir. Oysa Rus köylüsü savaşın başlangıcında gözünü karartmış, çarın din adına, “Büyük Rusya” adına işaret ettiği hedefleri fazlasıyla benimsemişti. Çünkü bu “kutsal” hedeflerle herkesin payına biraz düşecek savaş rantları iç içe geçmişti. Birkaç yıl sonra köylü savaş rantlarını unutmuştu, din ve “Büyük Rusya”ya sırtını dönemezdi, çarı gözden çıkarmaya karar verdi. Araya sıkışan burjuva iktidarının ise kaosu artırmaktan başka kıymeti harbiyesi olmadı.

Bütün bunlar, Trotskiy’nin “bugünkü katliam Avrupa’nın kapitalist doyum noktasına eriştiğini, özel mülkiyete dayalı üretim tarzı temeli üstünde daha fazla yaşamını ve gelişmesini sürdüremeyeceğini gösteriyor”16 biçiminde formüle ettiği tıkanmanın, kapitalizmin belli bir ekonomik eşikte otomatikman karşılaştığı fiziki sınırlardan çok, belli bir tarihsel kesite özgü olduğunu göstermektedir. Burjuvazinin yönetememe krizinin kalıcı olduğunu düşünerek kapitalizmi de, “bir gün dahi geç kalamayız” diye tutturan Lenin’i de anlamak olanaksızdır. Lenin, Kurucu Meclis’in toplandığı andan itibaren Rusya’da yaşanan meşruiyet krizinin hafifleyeceğini sezmiş ve bu hafiflemeyle birlikte devrimin sonunun geleceğini kavramıştı.

Hiç kuşkusuz Lenin’in, uluslararası ölçekte burjuvazinin kendine yeni bir meşruiyet alanı yaratmakta olduğunu sezmesi için birkaç yıl daha geçmesi gerekmiştir. Bununla birlikte, Birinci Dünya Savaşı’nın sermaye egemenliğinde açtığı yara o denli büyüktü ki, birçok marksist emekçi kitleler ile nesnel gerçeklik arasına geçerek sömürü sistemini perdeleyen ideolojik mekanizmaların büyük ölçüde değer yitirdiğine işaret ediyordu. Meşruiyet kaybının işleyiş yasalarına dair eşsiz notlar düşmüş olan Lukacs da, burjuva ideolojisinin kendini yeniden üretme yeteneğini ciddiye almayanlardı:

“Bu tür ideolojik momentlerin gerçekteki etkinliğini abartmadan yine de şunu ortaya koymak gerekir ki, bir sınıf kendi yatkınlık ve yetkilerine olan inancı ardında ne kadar vicdan taşıyor, tüm olaylara kendi çıkarları uyarınca ne derece sürekli bir dürtüyle nüfuz etmeyi beceriyorsa onun mücadele gücü de o ölçüde büyüktür.

Burjuvazinin ideoloji tarihi, burjuvazinin yarattığı toplumun içerden gerçek niteliğiyle görülmesine, bu sınıflı toplum gerçeğinin bilinmesine karşı -Sismondi’nin klasik ekonomi eleştirisini, Almanların doğal hukuk eleştirisini, genç Carlyle’ı anımsatan ilk gelişme basamaklarından başlayarak -verilen umarsız bir mücadeleden başka bir şey değildir. Komünist Manifesto, burjuvazinin kendi mezar kazıcısını kendisinin ürettiğini vurguluyorsa, bu yalnız ekonomik açıdan değil, ideoloji açısından da doğrudur.”17

Proletarya ile gerçek arasına girme yeteneğinin kaybolması, bu kayıp iddia edildiği gibi mutlak dahi olsa, yeterli değildir. Aynı anlama gelmek üzere, işçi sınıfının bilinçlenmesi, kapitalizm koşullarında geriye dönüşü olmayan bir süreç olamaz. Meta üretimi sürdüğü sürece, ideolojinin yeniden üretimi de söz konusudur.

Yeni düzenin kuruluşu: Meşruiyetin yeniden tesisi

Eski düzen orduyu kaybettiği anda köylülüğü kaybetti, köylülüğü kaybettiği anda orduyu kaybetti. Lenin’in sosyalist devrimin saflarına çektiklerini söylediği 10 milyon asker bunlardır .18 Kışlık Saray’a düzenlenen saldırı, Avrora zırhlısının sarayı topa tutması ile yükselen iç savaşta devrim ile karşı-devrimin silahlı kuvvetleri düne kadar isteksizce de olsa cephede aynı saflarda duran askerlerden oluşuyordu. Birlikler bir saftan ötekine geçiyor, zaman zaman tereddüt ediyor, kimi örneklerde ise birbirlerine saatlerce kurşun sıktıktan sonra aynı safta buluşuyorlardı. Tarihsel tercihlerden çok, muazzam tarihsel mekanizmaların ürünü olan ideolojik belirlenimlerin küçük dokunuşlarla kırılmalara uğrayarak kitle davranışlarında değişime neden olduğu özel bir kesitti bu.

Tarihsel tercihlerin ürünü olduğunu söyleyebileceğimiz, çoğu Bolşevik parti militanı silahlandırılmış işçilerden oluşan Kızıl Muhafizlar’ın devrim günlerindeki rolü biraz daha farklıdır. Karşı devrimci sabotajlara ve kent merkezlerindeki lokal olaylara müdahale eden bu kadrolar, güçleri oranında otorite boşluğunu dolduruyor, proleter saflara geçen devrimci askerler eski düzeni yıkarken, yeni bir düzen sağlamaya yöneliyorlardı. En büyük gücün yığıldığı ve belirleyici kavganın sürdüğü Petrograd’ı devrime kazanmak için 10 bin kişilik Kızıl Muhafız gücü elbette yeterli olmayacaktı19 . Engels’in yıllar öncesinden gelen sesi bu kez Rusya’nın proleter kentlerinde yankılanıyordu:

“Ama her durumda, zafer, birlikler yürü emrini dinlemedikleri için, askeri liderler karar verme yeteneğini yitirdiği ya da elleri kolları bağlı kaldığı için kazanıldı.”20

Demek ki, eski devlet mekanizmasının parçalanması çekiç ve balyoz marifetiyle olmuyor, çok daha güçlü darbeler vuran bir süreç işliyor. İki parçalanma yeniden yapılanma ile eşzamanlıdır. Yıkıntının karşısına geçip, “şimdi yenisini yapalım” da olmuyor, doğal felaketlerle toplumsal altüst oluşlar birbirine benzemiyor.

Eski düzenin yarattığı boşlukları, kendi sınıf mantığınızla doldurmadığınız sürece yeni düzeni yerleştiremezsiniz. Bu bağlamda eski ile yeni arasında sınıfsal karşıtlıkların asla ortadan kaldıramayacağı bir süreklilik söz konusudur.

1917 Rusyası’nda açlık vardı… Sovyet iktidarı emekçi yığınları hemen doyuracak kaynaklara sahip değildi, yeterince ekmek tedarik edebilmek için zamana gereksiniyordu… Ama tutundu.

1917 Rusyası’nda barış talebi vardı… Devrimci iktidar barış için derhal kolları sıvamasaydı tutunamaz, iç ve dış düşmana karşı milyonlarca askeri savaşa ikna edemezdi.

1917 Rusyası’nda toprak talebi vardı… Barışın mümkün olduğunu gören Rus köylüsünün bir kez daha somut hale gelen “yarın” tahayyülüne, sosyalist devrimciler tarım programını ödünç alarak yanıt üretmeseydi, Sovyet iktidarı yine tutunamazdı.

1917 Rusyası’nda kaos, karmaşa vardı… Birkaç ay geçtikten sonra, yeni düzenin kaos ve karmaşayla kurulamayacağını görmeseydi Lenin, Sovyet iktidarı yine ve asla tutunamazdı. 1918 yılının başında kamu düzeninden söz ediliyorsa, sürekli olarak istikrara vurgu yapılıyorsa, yeni bir suç ve suçlu tanımı getirilirken “istikrar” merkeze konuyorsa, bütün bunlar eski düzenin geniş yığınlarda neden olduğu meşruiyet kaybının yeni düzeni de vurmasını engellemek içindi. Lenin’in “düzen” vurgusunun kabına sığamayan ve devrimci duygularla kaosun keyfini çıkaran emekçi kesimleri dizginlemek ve onların enerjisini düzenlemek boyutuna hep işaret edilir ama bu emekçi kesimlerin sürekli daraldığı ve başta köylülük olmak üzere Rus halkının her geçen gün daha fazla istikrar talep ettiği genellikle gözden kaçırılır.

Sovyet iktidarının ekonomiden kültüre, yaşamın bütün alanlarında istikrar ve sürekliliğe yönelmesi, toplumsal meşruiyetin kaynakları konusunda yeterince fikir sahibi olmalarıyla da ilgiliydi. Düzenli orduya geçiş, Kızıl Ordu’nun kuruluşu da, yalnızca askeri gereksinimlerin değil, işçi sınıfının toplumu bir arada tutabilmek ve sömürücü sınıfların tasfiyesine yönelmek için arkasına almak durumunda olduğu ideolojik dayanakları yaratma kaygısının da ürünüydü.

Burada toplumun bir arada tutulması, Rusya dendiğinde hemen akla gelen ittifakların çok ötesine geçer, 1917 yılında Bolşevikler iktidarı ele geçirdiklerinde Rusya’da işçi sınıfının ciddi bir parçalanma sürecine girdiği, uzun süren çözülme sürecinin sınıfı da çürütmeye başladığı ve alt grup çıkarlarının oluşmakta olduğu unutulmamalıdır.

İstikrar, işçi sınıfının bir arada tutulması için de gereklidir!

Bütün bunlar, devrimci bir iktidarın yeni düzeni yaratmak, sosyalizmi kurmak için en fazla istikrara gereksinim duyması, paradoks gibi gözükebilir. Biraz öyledir ancak sosyalizmin kapitalizmin bağrında serpilip gelişemeyeceği kuralı, devrimlerin bir sınıfın ötekisiyle belli ve tanımlı bir “iktidar” zemininde ve zorla yer değiştirmesinden başka bir şey olmadığı gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır. Eski düzenin toplumsal bakış açısıyla yapamadığını yeni düzen, kendi sınıfsal programıyla, yapmak durumundadır.

Hiç tereddütsüz, bu Lenin’in terminolojisine de yansır. Biz der, Bolşevik Partisi olarak, “Rusya’yı ikna ettik. Rusya’yı zenginlerden yoksullara, sömürücülerden emekçi halka kazandık. Şimdi Rusya’yı yönetmeliyiz”21 Bu sözlerin anlamı büyüktür ve bir ay önce Mart 1918’de, Sovyetlerin Olağanüstü Kongresi’ne neden istikrar, disiplin ve idari tedbirler vurgusunun egemen olduğunu açıklamaya yetmektedir. Bütün bunlar yalnızca ve yalnızca ekonomiyi düzeltmek ve yoluna koymak için icat edilmemiştir. Bolşevikler, Rusya’yı gerçekten kazanmak için ona talep ettiklerini vermeye çabalamaktadırlar.

Kaybedilen ve talep edilen, Rusya’nın birliği ve onurudur da…

“Sonra birkaç gün içinde, elinde silah olmayan birisinin üzerine çullanan emperyalist bir soyguncu tarafından yere yıkıldık. Bizi, aklın almayacağı ağırlıkta ve küçültücü bir barışı imzalama zorunda bıraktı.”21 Günümüzün Başlıca Görevi başlığını taşıyan ve İzvestiya’da 12 Mart 1918’de yayınlanan makale Nikolay Nekrasov’un “Rusya Ana, Sefilsin sen ve bolluk içinde. Güçlüsün sen ve iktidarsız” dizeleriyle açılmaktadır.

“Bir ‘Tilsit’ barışı imzalamak zorunda kaldık. Kendimizi aldatmayalım. Acı gerçeğe cesaretle bakmak zorundayız. İtildiğimiz yenilgi, parçalanma, köleleştirme ve aşağılanma durumunun derinliğini iyice ölçmeliyiz.”22

Devamla,

“Bütün bunların sonucu, eğer Rusya, şimdi bir ‘Tilsit’ barışından ulusal bir direnişe geçiyorsa -ki yüzde yüz geçiyor- bunun yönü, bir burjuva devletine doğru değil, bir dünya sosyalist devrimine doğrudur”23 . Ve nihayet disipline, ileri tekniğe, muhasebe ve denetime vurgu yaparak: “Rus Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin sefalet ve güçsüzlükten kurtularak her zaman güçlü ve bolluk içinde yüzen bir ülke olması için tek gereksinim duyduğu şey işte budur.”24

Ulusal direniş, güçlü ülke… Lenin neler diyor böyle?

Lenin’in düşüncesi ve Ekim Devrimi her daim meşru ve günceldir

Ekim Devrimi’nin dolayımlı sonuçlarından birisi olan Türkiye Cumhuriyeti’nde Ekim Devrimi’nin güncel olamayacağına ilişkin düşünce bir an önce terk edilmelidir. Evet güncel siyaset, evet emekçi kitlelerin acil talepleri, evet sermayenin iç gerilimlerine devrimci müdahaleler, evet bütün bunlara evet, bütün bunlara geçiştirmeksizin evet! Ama ille de sosyalizm… Mutlaka Ekim’in yolu…

Ekim Devrimi günceldir. Ekim Devrimi’nin doğrudan sonucu olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin çözülüşünün Ekim Devrimi’ni güncel olmaktan çıkardığına ilişkin düşünce bir an önce terk edilmelidir.

Bu yazıda yalnızca meşruiyet bağlamında ele almaya çalıştığım bu tarihsel olayın bir tekrarından söz etmiyoruz elbette. Bununla birlikte Ekim, yalnızca yaratıcılarında toplanan teorik ve pratik birikim açısından değil, devrimlerin nesnel mantığını kavramak için de bize eşsiz olanaklar sunmaktadır. Eski düzenin yaşadığı meşruiyet krizine biraz da bu nedenle odaklandım.

Başka çalışmalarda buradan devam etmeyi düşünüyorum… Örneğin, ikili iktidar olgusu var. Lenin’in “İki diktatörlüğün birbirine dolanması”25 diye tarif ettiği durumun Rusya’ya özgü olmadığı ve olmayacağını, bambaşka süreçlerin benzer sonuçlara yol açabileceğini düşünmek gerekiyor. 1917 Rusyası’nda burjuva devrimiyle sosyalist devrim arasındaki geçişkenliğe denk geldi ikili iktidar. Burjuva devrimleri tarih oldu ama burjuva devletlerinin krize sürüklenmesi evrensel bir kural. Örnekler var, mutlaka ileride de olacak, bu krizler sırasında, otorite dağılmasının, farklı otoriteler arasında kontrol edilemeyen gerilimlerin, bağımsız bir işçi hareketinin varlığında odaklardan birisini başkalaştırması ve emekçi kitlelere iktidar alternatifi olma kanalı açması pekala mümkün.

İktidarı aramak, mümkün olanı düşünmek ve hesaplamaktır.

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×