Yaşanması Gereken bir Süreç ve bir Mesaj

Tarih, yaşandıkları anda tüm zamanlar için çok önemli olacağı sanılan olaylar ve kişilerle doludur. Yıllar sonra tarihçi bunları değerlendirdiğinde, pek çoğunun kendi zamanlarının ötesinde bir anlam taşımadığını görür. Yine genellikle, tarihte, birçok olaylar ve kişiler yaşadıkları çağı aşarlar, tarihsellik kazanırlar. İnsanlığın gelişiminde taşıdıkları anlam, zaman içinde büyür ve netleşir. Tarih eleğinin üstünde kalan bu büyüklükler, çoğu zaman çağdaşlarınca yeterince algılanamaz. Somutun zenginliği bu büyüklükleri saklarken, eleğin altında kalacak olanları ön plana çıkarabilir.

Somutun zenginliği, güncele teorik olarak bakamayanlarda bir başka büyük yanılsama daha yaratır: Zenginliğin hemen birçok parçasının, eleğin üstünde kalacak büyüklükler olarak algılanması. Bu durum ise insanlarda, yaşadıkları dönemleri geçmiş dönemlerin en önemlisi, geçmişten süzülüp gelen kolların artık ırmağa dönüştüğü çağ sayma eğilimi doğurur. Küçük çaylara böylesine farklı anlam yükleyenler, ırmakta boğulmaktan kurtulamazlar.

Tüm bu rezervasyonlara sahip olarak yine de Türkiye solunun içinde yaşadığı dönemin ve yakın gelecekteki muhtemel yönelişlerinin, diğer zamanlardan daha önemli olabileceği görülüyor. İnsanların yaşadıkları dönemleri olduğundan daha fazla önemli saymaları gerçeğini günümüz Türkiye’si daha az geçerli kılıyor. Bugün Türkiye solunun önemli bir dönüm noktasında olduğu söylenebilir. Bir biçimlenişte ifadesini bulan bazı yönelişler önümüzdeki yakın zaman sürecinde belirginleşecek ve Türkiye soluna, dolayısıyla Türkiye’ye ve geleceğine damgasını vurabilecek. Bugün atılacak ve belki de önemsiz görünen bazı adımlar, düşüncede ve pratikte henüz ayrıksı olmayan bazı eğilimler, bir embriyon biçiminde, solun geleceğini bugün tahmin edilemeyecek derecede şekillendirebilecek.

Bu öngörülerin nedenleri üzerinde fazla durmadan hemen söylenebilecekler var. Öncelikle, yalnız başına 12 Eylül’le ve onun yarattığı ortamla açıklanamayacak bir dönüm noktasında olduğumuzu düşünmek yanıltıcı olmaz. Eylül 80’le gelen değişimi, tek başına abartmamak gerekiyor.1 12 Eylül, özellikle ilk yıllarındaki sıcak günlerinde sanılanın aksine, Türkiye tarihine boş sayfalar açmadı. Ancak her önemli değişim gibi, Eylül ve onun getirdikleri başka dinamiklerle birlikte yeni sayfaların açılmasına engel olan kimi kastların, kimi sağlıksız kemikleşmelerin sorgulanmasını sağladı. Eylül’ün çözücülüğü bu nedenle yalnızca bilinen olumsuzluklarla sınırlı kalmadı. Yaşanılan bu kısa süreç solu başka yazılarımızın konusu olacak bir “olgunluk dönemi”nin eşiğine getirdi.

Olgunluk, her şeyden önce bir kalıcılık ya da kişilik oturması süreci olarak da algılanabilir. Bu süreçte kalıcılaşabilecek, belli bir statükoya oturacak eğilimlerin önemi büyük. Ve “olgunluk hastalıklarına” karşı bağışıklı olmak da gerekiyor…

Bu nedenle teoride ve pratikte “yeniden” yaratılan eğilimleri son derece dikkatle ele almak durumundayız. Bunları, bugün taşıdıkları önemin ötesinde, gelecekte nasıl bir etkileşimin nedenleri haline gelebilecekleri, nasıl bir önem kazanabilecekleri üzerine yeniden ve yeniden düşünmeli Türkiye solu.

Türkiye solu önemli deneyimlerin sahibi. Atılacak adımlar önemli. Ancak atılmayan veya zamanında atılamayan adımların daha da önemli olabileceğini akıldan çıkarmamak gerekiyor

Türkiye solunda yaşanılan dönemin ve yaşanılacak yakın dönemin taşıdığı bu önemin nedenleri üzerinde fazla durmayacağım. Ancak öncünün, sınıfı iktidara götürecek “yapı”nın süreç içinde yaratılması zorunluluğunun giderek güncelleşmesi, bu güncelleşmenin kimi dinamikleri harekete geçirici ve hatta yaratıcı zorlaması, Türkiye’de, belki de yakın gelecekte, eleğin üstünde kalabilmek için önemli fırsatlar doğurabilecektir. İşte bu fırsatların varlığı, her şeyden önce yaşanılan dönemi ve yakın geleceği önemli kılıyor. Bu nesnel zorlamaya Türkiye solunun sübjektivitesi nasıl cevap verebilecek? 90’lı ve 2000’li yılların Türkiye’si kimilerinin düşündüğünün aksine uyumun ve uzlaşmanın ötesinde yön alabilecek öznellikleri ortaya çıkarabilecek mi? Cevap vermek çok güç. Buna karşın, bu süreci oluşturabilecek dinamikleri görmek ve bugünden yarına kimi gelişmelerin bu dinamikler üzerine muhtemel etkisini düşünmek sanıldığı kadar güç olmasa gerek.

Toplumsal mücadele sürecinde öyle anlar vardır ki, bu dönemlerde bazı kesimler her zaman olduklarından daha fazla etkilenmeye, değişmeye, hatta belirlenmeye açıktır.2 Bu açık olma durumunun elbette genel, toplumsal ve nesnel nedenleri vardır. Bu genel nedenler sözünü ettiğimiz kesimlerin her birini sübjektivitelerinin aynı olmayışından ve aralarındaki eşitsiz gelişimden dolayı farklı biçimlerde etkiler. Burada önemli olan, varolan tüm farklara rağmen çeşitli kesimlerin tarihsel olarak doğrulara çok yakın olmaları (en azından buna açık olmaları anlamında), ancak geçmiş üretimleri, yöntemsel ve mantıksal ön kurguları nedeniyle ulaşmış oldukları bu konumu kısa sürede terk etme eğilimi taşımalarıdır.

Bu kesimler kimlerdir? Hangi sürecin (ya da süreçlerin) ürünüdürler? Bu etkileşimin boyutu, özellikleri, araçları ve nihayetinde çizilmesi gereken perspektif içindeki önemi nedir? Bu sorulara doyurucu yanıtlar vermek ve çeşitli dinamiklerin sonunda doğruya uğrayabilenleri belli bir sürecin parçası haline getirmek gerekiyor.

İlk anda böyle bir incelemeye bir ipucu da verilebilir: Bir başka çalışmada sosyalist mücadelenin öncüden yoksun olduğu, zaaflarını herkesin bildiği yapıların “kitleselleşmiş” bile olsalar öncü olamayacakları söylendi. Tarihte bazı anlara yukarıda sözünü ettiğim anlamda özellik kazandıran nedenlerden biri olarak (göstergelerinden biri de denebilir), gerçek anlamda öncünün bulunmadığı, bir diğer ifade biçimiyle hareketlenmek isteyen kesimlerin hemen tümünün aynı düzleme oturduğu durumu gösterebiliriz.

Gene aynı çalışmada “güncel olanı aynı zamanda ‘teorik olarak’ da yaşayabilmek (bakabilmek değil), ne denli gelişkin olursa olsun insanı aşan bir hedeftir” denildi. Sanıyorum burada ifade edilen tek bir insanın ötesinde, kendilerine tarihsel bir misyon yüklemekten uzak çeşitli grupları, birliktelikleri, çeşitli kesimler içinde “ayrı” düşünenleri de kapsıyor. Aynı handikap hantallıkları, gereksizleşecek kadar önemsenmiş güncel politik kaygıları, varlık nedeni haline gelmiş yanlışları nedeniyle marjinalliğin kendisine göre tanımlanacağı bir alanı dolduran yapılar için de geçerlidir.

Bu sonuçlar da gösteriyor ki, yaratılacak sınıf hareketinin, biçimsel olarak kolektif, buna karşın faaliyetlerinin özü ve sonuçları itibariyle bireysel bilinç kategorisini aşamayan “yapı”lanmaların ötesinde bir oluşum olması gerekiyor. “Ötesi” hangi anlama geliyor? İlki, yıllardan beri bildiğimiz yapıların, tarihe, sınıf mücadelesine ve güncele bakışlarında belli bir teorik azgelişmişliğin egemen olduğu yapıların ötesi anlaşılmalı. İkincisi, belki de bugün için daha önemlisi, belli bir aydın grubunun ve onların “teorik çabaları”nın ötesini anlatıyor.

Bir yapıyı, kendi aralarında yapısal ilişkiler kurmuş aydın grubundan ayıran önemli bir özellik, “kolektif yapı”nın belirli bir hedefe değil, tarihsel bir misyona dayanmasıdır. Bu misyon hem yapının, hem de üzerinde hareket edilen alanın özelliklerine uygun, aynı zamanda her ikisini de yeniden biçimlendirecek bir değişkenliğe sahip olmalıdır.

Bu değişkenlikten ne anlıyoruz?

Kullanılacak araçların hayata geçirilebilme olanaklılığı, aynı zamanda belirlediğimiz güncelliğin ve bundan kalkarak oluşturduğumuz misyonun sınayıcısıdır. Bu bağlamda misyon: a) Sözü edilen olanakların geliştirilmesine imkân tanımanın ötesinde, bunun yolunu açacak biçimde embriyonik kapsamlılığa -ön kapsamlılık da denebilir- sahip olmalıdır. b) Bu ön kapsamlılığın gelişim doğrultusunda, değişen şartlarla birlikte ön plana geçecek araçların hayata geçirilebilmesinin olanaklarını elinde bulundurmalıdır. Yaşanması gereken sürece bu yeteneklerin yaratılacağı radikal bir misyon ile hayatiyet kazandırılmalıdır.

Radikallik, ortalama olandan daha farklı olmayı da kapsayan bir kavram. Kitlelerin radikal olması mümkün. Kitlelerin radikal kalması ise mümkün değil. Bilimsel sosyalist anlamıyla radikallik -sınıfın örgütsel, ideolojik ve eylemsel bağımsızlığına dayanan dinamizm- kitle ile örgütlü kadroların süreklilik bazında birbirinden ayrışmasında önem taşır. Kadrolardaki radikalizmin “dozu”, devrim öncesinde kitlelerle aynı düzeyde ise, kitle kuyrukçuluğu adını alıyor. Kitleden ayrışmıyor. Aynı zamanda bir perspektif yoksunluğu anlamına geliyor.

Tüm bunların dışında, Türkiye’de, radikalliğin yalnız başına bir hareketlenmenin kendisi haline gelmesi yine radikalliği içinde özümseyebilmiş bir bilimsel sosyalist hareketin var olamaması nedeniyledir. “Türkiye’nin sorunları büyüktür.” Yakın zamanlarda bazı günlük gazetelerde yayımlanan “malum” röportajların birinde yeralan bu yargıya katılmamak mümkün değil. Ancak bundan çıkarılan sonucu, yani bu sorunların hiçbir siyasal güç tarafından yalnız başına çözülemeyeceği sonucunu anlamak hiç mümkün değil. Türkiye’nin sorunları, sosyalizmin Türkiye’de kendi sorunlarını çözmesiyle halledilecektir. Bu nedenle önemle kavranması gereken, Türkiye’nin neye ihtiyacı olduğu değil, sosyalizmin iktidarı yolunda sosyalistlerin neye ihtiyacı olduğudur.

Sosyalist perspektifin kalkış noktasının böyle formüle edilebileceğini düşünüyorum. Ve bir kere daha, net olarak ifade etmek gerekiyor: Türkiye’de sosyalizmin geleceği bilimsel sosyalist geleneğin üzerinde yükselen, sınıfın partileşme sürecini zorluyor. İşçi sınıfı partisinin sosyalist iktidar sürecinde yaratılması gerekiyor.

Olumluluklar Tehlikeye Dönüşmeden

Türkiye’de bugün kadrolar ve eğilimler olarak bu gerekliliğe olumlu bazı ipuçları veren dinamikler nelerdir?

Bu dinamiklere değinmeden önce bazı saptamaları yapmakta yarar var. Olumlu bir durum: Türkiye solcusunun bugün yapabileceklerini, atacağı adımları, belki de kararsızlık boyutuna varacak biçimde düşünmeye başladığı görülüyor. Yapılanın düşünülmediği bir dönemin ardından bu durum olumlu bir gelişme olarak değerlendirilmeli. Bir olgunluk belirtisi. Yaşlılık sebebine dönüşmemesi için yapma ve düşünme süreçlerini mutlaka bütünleştirmek gerekiyor.

Bir başka olumluluk, geleneksel solda bir değişim sürecinin çelişkilerinin somut belirtilerinin ortaya çıkıyor olmasıdır. En genel anlamda, geleneksel solda yaşanan süreç Marksizmin ekonomist yorumundan, sağlıklı bir enternasyonalizme ulaşabilme sürecidir. Bu sürecin iç çatışmalarının çeşitli görünümlerini yakalamak olası. Bir yanda süreci geriye çekme çabaları ve bunun şimdiye kadar görülmemiş biçimde tezahür eden sağ politikaları; diğer yanda ise, belki henüz tüm hacmiyle su yüzüne çıkmamış dinamikler.

Geleneksel solun çerçevesini oluşturan en kalın çizgilerden birisi kolektif irade ve ona verilen önemdir. Kolektif iradenin tutucu, didaktizme açık, yaratıcılığı engelleyebilen olası zaaflarının aşılabilmesi, yine kolektif iradenin kendi iç dinamikleri sayesinde olanaklı. Çıkışı kolektivitenin dışında arayanların, en çaplı olanlar da dahil olmak üzere zamanla “olmadık işler” yaptıklarına sık sık tanık olunuyor. Bu tanıklıkların ortak gözlemi şu sonuca bağlanabilir: Anlık bireysel çıkışlar, kalıcılığı olmayan fevri politikalar ve nihayetinde iradesizliğe teslimiyet. Solda, tutarlı ve bütüncül bir teorik sistemi, bunun tamamlayıcısı olarak somut politik eylem çizgisini oluşturabilme şansı, yalnızca mücadelenin kolektifliğine olan inançla güvenceye alınabilir. Türkiye’de kolektivite ve kolektif iradenin sınıfın politikasını ve eylemini oluşturması süreci yaşanmak durumunda.

İktidara yürüme sürecinde sınıfın partisini yaratma perspektifi içinde yer alanların, bu süreçte belli bir bütünlüğü yakalayabilmeleri, aralarındaki eşitsiz gelişimin yarattığı çelişkileri ustaca aşarak, bunları bir katalizöre dönüştürüp süreci hızlandırmalarıyla mümkün hale gelebilir. Bu eşitsiz gelişimin ana teması, öncelikle kolektif üretim içinde olabilmek anlamında, örgütlü yürüyebilmektir.

Toplumsal gelişimin yasalarını keşfedebilmek ve aynı anlamda tarih bilincine ulaşabilmek, bunların sonuçlarını ülke bazında harmanlayabilmek, söylediğimiz gibi bireyi aşan bir yükümlülük. Bu çıkarsama, tarihte bireylerin üstünde somutlanan, hatta onların adlarıyla anılan sistemleşmiş teorilerin varlığı ile çelişen bir durum değil. Aksine bu sistemleşmiş teorik bütünlerin bireylerde somutlanması, geride muazzam bir kolektif üretimin varlığına veya bu kolektiviteyi ikame edebilen muazzam bir teorik çabaya, artı, somutun özgün bir zenginli durumuna işaret ediyor. Ancak politika yapmak işin içine girince bu ikamenin yeterli olmadığı görülüyor. Kolektif iradenin, bireyin (belki de kaçınılmaz olarak) bazı “özellik”lerde saplanıp kalmasını önleyici, bunu aşıcı yeteneği politikanın güvencesi haline geliyor. Kolektif irade, bireyin subjektivitesinin sonuçlarını, yani kararsızlığını, somutluklarla olan ilişkisinde “genel”le örtüşmeyen (nitelik ve nicelik olarak) ilişkisini vb. aşabilme özelliği gösteriyor. Bireye düşen her şeyden önce, belli bir kolektif iradenin parçası olmak ve bu iradenin kapsayıcılığını geliştirmek olmalıdır.

Caudwell insanlar üzerinde etkili olmakla, olaylar ve dış gerçeklikler üzerinde egemenlik kurabilmeyi birbirinden ayırıyor. Birincisine “şarlatanlığı”, ikincisine “kahramanlığı” uygun görüyor. Bu uygunluk şimdilik konumuz dışında. Üzerinde durmak istediğim, olayların insanlar tarafından yaratılarak dış gerçeklik haline geldiği, kolektivite anlamında insanların teori ve eyleminin maddi bir güce dönüşebildiği ve bunun, üzerinde şarlatanların etkili olabildiği insanlar‘dan olan farklılığı. Bu, bireyselliklerinin toplamı olan insanlarla, bireyselliklerinin bütünlüğü olarak insanlar arasındaki farkı ortaya koyuyor.

Carr tarih yazımının önemli bir ögesi olarak şundan söz ediyor: “Tarihçinin, incelediği insanların zihniyetlerini, eylemlerinin gerisindeki düşünceleri hayal gücü ile anlaması gereği.” Bilimsel çalışmada hayal gücünün yerini teslim etmenin ötesinde, eylemin sonuçta insan eylemi olduğuna, bunun arkasında insan düşüncesi ve iradesinin yer aldığına işaret ediyor. Olayların tarihi sonradan yazılıyor. Tarihçi, ancak kolektif bireylerin eylemlerinin ardındaki düşünceleri, pratiklerinin yarattığı somutlukların gerisindeki düşünceyi anladığı ölçüde iyi tarihçi olabiliyor. Bu nedenle tamamlanmamış süreçlerin tarihi yazılamıyor. Sürecin mantığını doğru kavrayanlar yaşanılanı yerli yerine oturtabiliyorlar. Ancak tarihini yazamıyorlar. Bu çerçeve içinde, süreçler bireyin-tarihçinin- sezgilerine sığabildikleri ölçüde aşılmış oluyor. Kolektif bilinç bireysel bilince indirgeniyor. Elbette tarih yine yaşanmaya devam ediyor. Yeni kolektif bilinçlerin eylemiyle biçimleniyor, bireyi -tarihçiyi- sonu gelmez bir takibe zorluyor.

Kolektif bilinç bireyi aşıyor, birey kolektif bilincin parçası olabildiği ölçüde kendisini aşabiliyor.

Bir Sürecin Dinamikleri

Geleceğin bugüne içerilmiş olan ön biçimlerinin öncelikle (önce değil) teorik ve daha önemlisi somut olarak biçimlendirilebilir olduğunu kabul edebiliriz. Bundan bazı önemli sonuçlar çıkar: İlki, bazı nesnellikleri biçimlendirebilme şansına sahip olmak gereği; ikincisi, bu şansı yakalayabilmenin çeşitli sıralamaların (aşamaların) ötesinde bu sıralamaları var gösteren ve bazılarını öne çıkaran sürecin en temel doğrultularını ve dinamiklerini görmek ile mümkün olabileceği…

Türkiye’de bu şansı yaratmaya yönelik olarak, belli bir önemli süreçte yer alabilecek dinamikler şu biçimde tasnif edilebilir:

1-Yeni kadrolar: 12 Eylül’ün yarattığı statik dönemde yeni sol dalganın yarattığı olumsuzlukları atlatabilmiş (zorunlu olarak) güncel pratiğin dışında kalarak teorik düşünebilmeyi yakalamış, pratiğin dışında kalmanın dezavantajlarını taşıyan, ancak kazandığı teorik düşünebilme yeteneği sayesinde bu olumsuzluğun farkında olan ve bu durumu aşmak için belli bir sürece girme zorunluluğu duyan kadrolar. Bu insanların büyük bir kısmı “kendiliğinden” denebilecek bir biçimde küçük gruplaşmalar içinde. Bu çok olumlu. Bu küçük grupların, belli bir perspektif yaratma sürecine ihtiyaçları var. Akıntıya kürek çekmediklerini bilmeleri gerekiyor.

2-“Yapı”larında eğreti duranlar: Eylül öncesinde, “bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete” denebilecek ortamda bir şeylerin eksikli yapıldığını düşünen, belki büyük çoğunluğu tepkilerini, 78’de bu yılı bir bölünme yılı olarak nitelendirmemizi sağlayacak yoğunlukta yeni yapılar kurarak dile getiren, Eylül’lü yıllarda yanlışa duyulan tepkinin yalnız başına doğruyu meydana getirmediğini görebilmiş, ancak yapılarının son derece gevşek de olsa bağlarını, hayatın günlük çalkantılarına karşı koyabilmek için sıkıca tutabilmiş, bu sayede Eylül koşullarını diri olarak atlatabilmiş kadrolar.

Bu insanların sarsılmaya ihtiyaçları var. Gerek kendi yapıları içindeki organik yeni çıkışlarca, gerekse dışarıdan. Bu kadroların belli bir olgunlaşma sürecine girmesini sağlayacak teorik ve pratik bir silkinişin ortaya çıkması gerekiyor.

Bu insanların önemlice bir kısmının bugünlerde kendi yapıları içinde köklü bir dönüşüm ve yeni bir atılım yapabilmenin olanaklarını araştırdıklarını düşünmek için (özellikle geleneksel soldaki yapılar içinde) pek çok somut belirti var. Belli bir bütünün parçası olarak bu bütünlüğün sınırlarını biçimlendirebilme yeteneği son derece güç. Bu nedenle süreç içinde başka bütünlüklerde yeniden biçimlendirme çabalarına ilgi duymaları, yakınlık göstermeleri beklenebilir. Bu kadrolara kendi dinamiklerini, deneyimlerini işleyebilecekleri sınırları oluşturmayı vadeden, bu sebeple belli bir süreci öne çıkaran bir bütünlüğün nüvesini göstermek gerekiyor. Bu nüvenin geçmişin olumlu mirasına sahip çıkacak düzeyde sınırları bütünlüğe yakın, yaşanacak süreci bir gerçek işçi sınıfı partisine dönüştürmek anlamında, süreçte yaşanacak olası tüm zenginlikleri kucaklayabilecek ölçüde sınırları bir bütünlüğü belirtmekten uzak niteliğe sahip olması gerekiyor.

3-Eski “yapı”lardaki bazı yeni kadrolar: Kimi yapıların içinde yer alan, sosyalist olmanın son derece güç olduğu günlerde, kafalarıyla bu işe girerek yeteneklerini kanıtlayan, ancak içinde bulundukları statik yapılarla yetenekleri uyuşmayan, yeni yönelişlere değişik seslere kulak kabartan az sayılamayacak yeni kadrolar.

Bu kadrolara yeteneklerini uzmanlığa dönüştürebilecekleri, uzmanlıklarının yeteneklerini köreltmeyeceğini duyuran frekansta bir ses göndermek gerekiyor. Bu frekansın tutturulması, her şeyden önce belli bir akorda ihtiyaç duyuyor. Bunun ise zamana ve uygun bir yapıya. Bu insanların belli bir süre uygun bir yapıdan gelen özgün frekansları yanıtsız bırakmaları için bir neden yok.

4-1978’i geç yaşayanlar: Bazı kadrolar Eylülle birlikte dağılan bağlarını önce bazı yerelliklerde ve daha dar sınırlarda sürdürmenin, sonra da yerelliği aşmanın yollarını aradılar. Arayış süreci ve aynı zamanda kendilerini aşmanın önünde bir büyük engel haline gelmiş, ancak bilinen koşullarda ortadan kalkmış genel bağların yokluğu bu kadroları artık eski genel bağları temsil etme niyetinde olanlarla yeniden bir araya gelemeyecek kadar uzaklaştırdı. Bu durum bu kadroları, 78’de ana yapılarından kopanlarla aynı konuma getirdi. Bir farkla ve daha olumlu bir özellikle birlikte: Doğru perspektifi yakalamanın kendi dışlarında bazı dinamiklerce beslenmesi gerekliliğini görmelerini engelleyecek politik güç gösterisi ihtiyacını duyamayacakları bir ortamda, sosyalist mücadeleyi kucaklayıp götüremeyeceklerini, ancak bir genel sürece önemli katkılar karabileceklerinin bilinciyle birlikte objektif olarak aynı konuma geldiler.

5-80’li yılları erken yaşayanlar: Bazı kadrolar 78 tıkanıklığında, iktidar boşluğunda, sosyalistlerin teorik ve pratik olarak iktidara alternatif olabilmenin çok uzağında bulunduğu tespitiyle hareket ettiler. Büyük bir gürültüyle yuvarlanan süreci dönüştürebilme şansları yoktu. Bir yeni dönemin, yeni açılımlarla birlikte, sosyalist mücadele için yeni imkânlar hazırlayabileceğine olan inançlarıyla ve kolektivitenin vazgeçilmezliğine olan güvenleriyle, Marksist geleneğin olumlu kazanımları üzerinde yükselebilecek bir yeni sürecin başlatılabileceğini düşündüler. Elbette güncele teorik olarak bakabilmenin ve nesnelliğin somut olarak biçimlendirilebilmesinin, gelişen bir bütünlüğün parçası olarak. Bu kadroların belli bir yapılanmayı gözetmeden hareket etmeleri mümkün değil.

Bu dinamiklere belki bir altıncısı da eklenebilir: Türkiye’de, Sovyetler’in, özledikleri sosyalizmi kuramadığını düşünen, birey olarak kalmanın zaaflarını Sovyetler konusunda netleşemeyerek gösteren, buna karşın yeni solun anti-leninist söylemine tümüyle karşı çıkan azımsanmayacak sayıda nitelikli sosyalist var. Bu kadroların böyle bir perspektife kazanılması mümkün. Bu, özellikle bugün Gorbaçov açılımları nedeniyle olumlu bir biçimde ortaya bir kez daha çıkan “Sovyet meselesi” kullanılarak başarılabilir. Elbette sağlıklı bir enternasyonalist yaklaşımla…

Sosyalist mücadelenin yokluğunda yaşamlarını anlamlı bulmayanların, bir büyük mirasın geleceğine olan güvenden haz duyanların ve dünyayı değiştirme kavgasına bu topraklarda sabırla ve inatla sahip çıkanların belli bir süreci birlikte yaratacaklarına olan inançla…

 

Dipnotlar

  1. “Değişim”in kendi başına abartılmasının sonuçları: Değişim bir ana doğrultu, önce, sonra ve şimdi arasında belirli bir bağlantı, bir aktarım ve kelimenin gerçek anlamıyla gelişim olgusuyla birlikte bir anlam kazanır. Teorik bakış açısının darlığı ile yalnız başına değişim olgusunu önemsemek, politik perspektiflerin güncele mahkum olmasını getirir. Geçmişin mirası, bir başka anlatımla geçmişin teorik çözümlenmesinin geleceğe uzanan kolları, güncel somutlukların zenginliği içinde yitirilir. Tekil olgular “çoğalır”. Olgular arasındaki, ancak tarihsel bir bakış açısıyla, gelişim kavramı yardımıyla anlamlandırılabilecek ilişkiler bütünü kopar. “Tekil olgular” artık çeşitli siyasi eğilimlerin beslenme kaynakları haline gelir. Bu nedenle teorinin kıtlığında teorik ayrılığın zenginliği yaşanır…
  2. “Fikrin, açıklayışlarına uygun eylemleri bir iç tutarlılıkla icra edilebildiği dönemlerde, kendi içinde önemli dönüşümler yaşaması, imkânsız olmamakla birlikte, güçtür ve bu duruma ender rastlanır.” Savaş Sezer, “Yeniden, Neden?” İlkadım sayı: 7
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×