Sağını Solunu Şaşıranlara: İhtimalcilikten İhtilalciliğe

Marksistler uzun yıllar boyunca “mekanik”, “tek yönlü”, “deterministik” bir tarih anlayışını savunmakla suçlandılar. Marksizm, insanoğlunun daha önceden belirlenmiş basamaklardan geçerek sosyalizme gitmek zorunda olduğunu savunuyordu ve marksizmin sınıflı toplumların gelişimi için önerdiği şema kabul edilemezdi.

Marksistler de elbette bu eleştirilere kayıtsız kalmadı. Oldukça geniş bir yelpazede de olsa bu “suçlamalar” yanıtlandı.

Sonra bu tartışma kapanır gibi oldu. Sanki artık marksist tarih anlayışı konuşulmuyordu. Hem böyle ağır tartışmalar solcular dahil kimsenin ilgisini çekmiyordu. Daha cazip konular gündemdeydi. İnsanlar, solun ve sağın varlığını bu terimlerin bugünkü siyasal taraflaşmaları doğru anlatıp anlatmadığını tartışıyorlardı. Marksizmin tarih anlayışı gibi gayet “teorik” ve, onların deyişiyle “detay” sayılabilecek bir başlık kimin ilgisini çekerdi? Hem de şu solculuk-sağcılık meselesine açıklık getirmek gibi acil bir görev önümüzde dururken…

Türkiye’de 3 Kasım seçimlerinin sonuçları AKP’yi tek başına iktidara taşırken, sol-sağ tanımlarıyla uğraşanlar bir kez daha ayağa kalktı. Kimse AKP’yi “gerici”, “sağcı” veya “dinci” gibi etiketlerle damgalama konusunda acele etmemeliydi. Hem bu “gerici” lafı da nereden çıkıyordu?

Kim neye göre gerici, kalanlar hangi bağlamda ilericiydi? Unutmuştuk galiba, modern dönem sona ermiş, modernizm iflas etmişti. Ya da büyük olasılıkla hatırlamıyorduk, bir ara tarihin sona erdiğini ve ideolojiler devrinin kapandığını… Söylemezsek ayıp olur şimdi, Berlin Duvarı yıkılmış, Sovyetler Birliği de çözülmüştü…

Birtakım çok bilmiş adamlar gerici ve sağcı AKP’nin ülkenin yoksullarından, işsizlerinden, emekçilerinden oy alıyor olmasını nasıl açıklıyordu peki? Aynı tartışmaların, “dinci gericiliğin varoşlardan oy alma sorunsalının” Erbakanlı RP’nin birinci parti olarak koalisyona liderlik ettiği günlerde yine gündemde olması önemsiz bir ayrıntıydı mutlaka.

Hem bu memlekette “solcu” sıfatını hak etmek için mutlaka “değişmek” gerektiğini unutmuş muyduk?

Ülkümüz yükselmek, değişmek, ileri gitmek değil miydi? O zaman değişenlere ilerici demekte ne gibi bir yanlışlık vardı?

Değişmeyen bizler gerici oluyorduk galiba bu durumda. Değişenler, dönenler ise ilerici.

Eski fikirleri savunan bizler gerici, yeni yüzyılın parlak fikirleriyle ortalıkta cirit atanlar ilerici…

Muhafazakarlık meselesi bile fena halde tartışma konusuydu. Paylaşılamaz, herkesin taşımak istediği bir payeydi artık muhafazakarlık! Avrupa’da sosyal devlet uygulamalarının, işçi sınıfının kazanılmış haklarının korunmasını savunanlar, eski sosyalist ülkelerde yine benzer başlıklarda mücadele edenler varolanı muhafaza etmek için uğraştıklarına göre muhafazakar olmalıydılar. Peki bu durumda neo-liberaller, hızlı kapitalistler ve karşı devrimciler ne oluyordu?

Bir dakika, birisi “devrim” dedi galiba…

Devrim vaktiyle bir ihtimaldi yahu. Yalnızca bir ihtimal…

Hepimiz birer gerçekçiyiz!

Bu kakofoninin içinden çıkmak, sağını solunu şaşıranlarla uğraşmak kolay görünmüyor. Ama herhalde kimse bu tartışmanın toplumsal algıda çok önemli bir yer işgal ettiğinden şüphe duymuyor.

Bu kakofoni aslında Türkiye’de siyasetin temel eksenlerinden birine tekabül ediyor. Savaş, Avrupa Birliği, Kıbrıs, IMF… Liste daha da uzatılabilir. Ama bu listedeki başlıklarda ortaya çıkan kamplaşmaların tamamında bu karmaşanın izini görmek mümkün.

Kimse bu olgunun Türkiye’ye özgü olduğunu da düşünmemeli. Dünyanın hemen her yerinde benzer tartışmalar sürüyor. Elbette, örneğin Avrupa Birliği’ne üye olmaya çalışan Türkiye ile AB üyesi Yunanistan’da başlıklar bu ülkelere özgü renklerle farklılaşıyor. Ama tartışmanın arka planındaki kavramsal ve ideolojik zemin değişmiyor.

Türkiye, gelişkin kapitalist ülkelerle karşılaştırıldığında elbette çok daha fazla sorunla boğuşuyor. Ama Türkiye’de sorunların kabul edilmesi bağlamında görünen gerçekçilik akımı yalnızca Türkiye’ye özgü değil.

İnsanoğlu 1991’de Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin ardından çok daha “gerçekçi” düşünmeye başladı. Hem de her anlamda…

Rakip sistemin çözülmesinin verdiği cesaretle, dünyanın dört bir yanında burjuva ideolog ve siyasetçileri sorunları kabul etmekte artık oldukça istekli davranıyorlar. Yeni zamanlarda kimse kapitalizmin sorunsuz olduğunu iddia edecek kadar hayalperest değil. Ama elbette problemlerin görülmesi sırasında bu kadar gerçekçi davranan, hayalperestlikten kaçınan insanlar, gayet tutarlı bir biçimde, kapitalizmin bir alternatifi olabileceğini hatırlatanları da gerçekçiliğe davet etmekten çekinmiyorlar!

Evet, gerçekçi olalım. Ama bu sorunların esas kaynağını tespit edecek ve sorunun çözümünü orada arayacak kadar değil. Ayakları yere basan makul insanlar olup, oyunu verili alanın içinde, önceden belirlenmiş kurallarıyla oynayalım. Onların kavram kümeleriyle düşünelim; solculuğu ve sağcılığı, ilericiliği ve gericiliği onlardan öğrenelim.

Sol bu anlamda gerçekçi olamaz, solculuğu da burjuvaziden öğrenmez elbette. Ama son gelişmeler, önceden belirlenmiş çerçevenin dışında kalan solun gündeme müdahale etmesinin önüne ideolojik ve siyasi olarak daha fazla engel çıkarılacağını gösteriyor.

Genel tanımlara dek uzanan bir tartışmayla yürütülen ideolojik saldırıda solun temel değerleri elinden alınmak isteniyor. Yüz elli yılı aşkın bir süredir insanlığın daha iyiye ve daha güzele doğru değişim isteklerinin temsilcisi olmuş olan solun bugün en çok bu özelliğine saldırılıyor. İşin en kötü tarafı ise bu mücadele sırasında sola en çok zarar verenlerin, yine kendisini solcu olarak nitelendirenlerin arasından çıkması. Her zaman olduğu gibi mi demek gerekiyor? İşte onu bilmiyorum…

Sol değişim bayrağını burjuvaziye iki yüz yıl sonra tekrar kaptırmamak için uğraşırken, sakın tüm bunların, başka faktörlerin yanı sıra, solun marksizmin tarih anlayışını kavramada yaşadığı zorluklarla, bu anlayıştan verilen ödünlerle de ilgisi olmasın…

Belki bugün marksizm’de ısrar edenlerin dahi tarihsel materyalizm hakkında uzun uzadıya sürecek bir teorik tartışmaya değil ama meselenin özünü hatırlamaya ihtiyacı vardır, kim bilir… Hem yalnızca doğrudan doğruya burjuvaziye karşı verilen kavgada kullanılmak için gerek duyulan ideolojik argümanların eksiğini kapatmak için değil, aynı zamanda inat ve inancımızı da tazelemek için.

Marksistler kahinlik sınavında

Marksist tarih anlayışı hakkında ciltlerce kitap yazıldı. Burjuva ideologlarının saldırısının temelinde marksizmi bir tarih teorisi olarak sorgulamak yoktu. Marksizmin toplumların tarihsel gelişimini incelerken kullandığı yöntemleri, onun tarihi açıklayıcı gücünü eleştirirken, aslında saldırılan bir siyasi proje olarak sosyalizmin kendisiydi. Geçmişi ya da tarihsel akışı açıklamaktan aciz bir sistem olarak marksizmin gelecek planını kim ciddiye alırdı ki…

İşin ilginç tarafı marksizm gerçekten de böyle bir eleştiriye açıktır ve hatta tarihsel materyalizmin gücü tam da buradan gelmektedir. Şöyle de söylenebilir; burjuvazi saldıracağı noktayı gayet iyi tespit etmiştir. Ama marksizm bu saldırıya hazırlıklıdır.

Ancak bu tartışmada sıklıkla karşılaşılan birtakım tuzaklara karşı da uyanık olunmalıdır. Örneğin marksizmin bir tarih görüşüne sahip olmadığı takdirde büyüsünü yitireceği doğrudur ama marksizmin tarih görüşü diye anlatılanların pek azı hakikaten marksizme aittir.

En çok dikkat edilmesi gereken nokta da tam burasıdır. Marksizme yöneltilen birtakım suçlamaları bertaraf etmek, sistemi savunmak pahasına Marx’a modern “katkı”lar yapmak fazlasıyla riskli bir iştir. Sorun elbette marksist bakış açısının her somutlukta yeniden üretilmesi veya sistemi daha iyi anlama çabası değil. Sorun, örneğin Marx’ı kaba bir determinizmle suçlayanlara karşı marksizmi savunma adına aslında Marx’ın yönteminin tarihsel olayların olumsal bir alanda vuku bulduğuna kapı araladığını söylemektir. Böyle söyleyerek Marx’a modern, dinamik veya kibar bir çehre kazandırdığınızı düşünebilirsiniz ama Marx’ın bu kibarlıktan hiç memnun kalmayacağını, elinizdekinin artık marksizm olmadığını da bilmelisiniz.

Marksizmin basit bir determinizm olmadığını ileri sürmek için, tarihsel olayların tahmin edilemezliğine, bilinemezliğine vurgu yapmaya hiç gerek yok. Evet, Marx tarihin akışını incelemek ve yorumlamak için insanlığa olağanüstü bir yöntem sunuyordu. Ama bu yöntemin kahinlik için kullanılabileceğine dair bir iddiası da yoktu. Öngörülerinin önemli bir kısmının doğrulanması ise, metafizik güçleri kullanarak geleceği görmekten veya fal açmaktan değil kapitalizmin hareket yasalarını son derece iyi kavramasından kaynaklanıyordu.

Bu tartışmalarda genelde bir de ilginç bir hava yaratılır: Sanki marksistler dünya üzerindeki tüm toplumlar için geçerli bir tarihsel şema çıkaramadıklarından, geleceğe dair yorum yapma hakkını da kaybederler. Bu yalnızca tarih tartışmalarında rastlanacak bir arıza da değildir. Hemen hemen her alanda benzer yorumlara rastlanabilir. Marksistler ya her şeyi eksiksiz anlatan, hiçbir boşluğa sahip olmayan mükemmel bir teoriyle geleceklerdir ya da sonsuza kadar susacaklardır. Örneğin Marx, ilk devrimleri daha gelişmiş Avrupa’da beklemektedir ama tarih onu haksız çıkarmış ve marksizm Marx’ın yanıldığı işte o gün çökmüştür. Marksistler o “feci” Kasım günü insanlığa alternatif bir sistem projesi sunma şansını kaybetmiştir! Rusya’da sosyalist devrimin gerçekleşmesi, işçi sınıfının iktidara gelmesi kimsenin umurunda değildir. Bu devrim sayesinde Marx’ın hangi fikirlerinin doğrulandığının ise işin tuhaf tarafı hiçbir önemi yoktur!1

Marksistlerin aslında birtakım tartışmalara girmelerine hiç ihtiyaç bulunmuyor. Örneğin Marx’ın tüm toplumlar için aynı tarihsel gelişim şemasının geçerli olduğunu söylediği iddiası… Marx elbette bunu hiçbir zaman yazmadı. Farklı gelişim aşamalarının varolabileceğini hep söyledi, tarihsel gelişim içinde rastlanabilecek yapıların çeşitliliğine ve zenginliğine özellikle dikkat çekti.

“Ödenmemiş artı-emeğin doğrudan üreticilerden çekilip alınmasının özel iktisadi biçimi, doğrudan üretimin kendisinden doğan ve kendisi de belirleyici bir öğe olarak onu etkileyen yöneten ile yönetilenlerin ilişkisini belirler. Ama bunun üzerine de, üretim ilişkilerinin kendilerinden doğan iktisadi topluluğun tüm oluşumu, böylece de aynı zamanda onun özel siyasi biçimi yerleşmiştir. Tüm toplumsal yapının ve onunla birlikte egemenlik ve bağımlılık ilişkisinin siyasal biçiminin, kısacası, buna uygun düşen özel devlet biçiminin, en içteki sırrını gizli temelini açığa vuran şey, her zaman üretim koşullarına sahip olanlar ile doğrudan üretici arasındaki ilişkidir – bu her zaman doğal olarak, emek yöntemlerinin gelişmesinde belli bir aşamaya ve böylece de onun toplumsal üretkenliğine uygun düşen bir ilişkidir.”2

Tüm toplumsal yapının sırrı, doğrudan üretici ile onun artı-emeğine bir şekilde el koyan arasındaki ilişkide gizliyse, tarihin ilerleme mantığını da bu ilişkide aramakta hiçbir sakınca olamaz. Hele tüm tarihin bu sınıfların arasındaki mücadelenin tarihi olduğunu bildikten sonra…

Ama bu durumda akla gelecek ilk soru şudur herhalde: Sınıflar mücadelesinin sonuçları tahmin edilebilir mi?

Tanımsal olarak hayır, edilemez!

Yalnız, bu cevap bizi yine hiçbir şekilde tahmin edilemeyen, kazara gelişen, tamamen belirsiz, hiçbirimizin içine sinmeyecek bir tarih akışıyla karşı karşıya bırakmıyor mu?

Yine hayır!

İşte tam bu noktada marksistlerin hatırlaması gereken kavramlar, üretim ilişkileri, üretici güçler ve aralarındaki ilişkidir. Evet, sınıflar mücadelesinin sonuçlarını kimse öncede bilemez ama sınıflar mücadelesinin geçtiği maddi zemin önceden bilinen, analiz edilebilen, anlaşılabilen bir zemindir. İnsanlar sınıflar mücadelesine içinde bulundukları maddi konumlardan katılırlar ve bu konumlar tarihsel olarak bilinirler.

Örneğin, ücretli emekçilerle sanayici kapitalist arasındaki mücadele, köylülerle feodaller arasındaki mücadeleden tabii ki farklıdır. Bu tarihsel farklılığın, artı-emeğe el konulmasının biçiminin toplumsal yapının özü olması ve tarihin sınıflar mücadelesi aracılığıyla ilerlediğinin bilinmesi sınıflar mücadelesinin doğrudan sonuçları hakkında değil ama yönü hakkında aslında gereken ne varsa söylemektedir.

Sınıflar mücadelesinin geçtiği maddi zeminin analizi de elbette kolay bir iş değildir. Ancak marksizmin en büyük başarılarından birisi bu analiz için eksiksiz, mükemmel bir yönteme sahip olmasıdır.

Zaten burjuvaziyi en çok rahatsız eden noktalardan birisi, marksizmin tarih hakkında tam da bu noktadan sonra söyledikleridir. Marksizm tarihsel gelişimi yorumlamayı insan topluluklarının kapitalizme kadar olan macerasını anlattıktan sonra bırakmaz.

Kapitalizmin nasıl doğduğunu, kapitalist üretim ilişkilerinin üretici güçlerin hızla gelişimini hangi yollarla sağladığını, sermayenin birikim dinamiklerinin kapitalist üretim tarzını neden evrensel bir üretim tarzı haline getirdiğini mükemmel bir şekilde açıklayan marksizmin ustaları, tüm bunları yaparken kapitalizmin sosyalizmin maddi zeminini nasıl oluşturduğunu da anlatmaktadır.

Zaten kıyamet de aslında burada kopmaktadır. Ama kıyameti koparanların kendi açılarından haksız olduklarını yine kimse iddia edemez. Çünkü kim ne derse desin marksizmin en can alıcı noktalarından birisi burasıdır. Elbette can yakıcı yanı da…

Kapitalizmin kendi sonunu hazırlayan hareket yasaları nedeniyle aslında teorik olarak mümkün değil ama, kapitalizmin geleceği hakkında yorum yapmadan kapitalizmin hareket yasalarını inceleyen bir sistemden yoksa kim niye rahatsızlık duysun ki… Hatta bu denli verimli bir yöntemi başka amaçlarla kullanmaya niyetlenenler bile çıkabilir. Gazetelerde zaman zaman rastladığımız, “İş dünyası Kapital öğreniyor”, “Borsa uzmanları Marx’tan yöntemini ödünç aldı” türünden haberler bunun bir örneği değil mi?

Elbette değil! Marksist yöntemin her nabza uygun bir şerbet haline getirilebileceği, bazı “faydalı” işlerde kullanılabileceği iddiası bir saçmalıktan ibarettir. Bu tür haberler veya bazı akademisyenlerin, işlerine geldiği gibi, marksizmden bilimsel bir yöntem olarak yararlandıklarını söylemeleri marksizmin prestijini artırmıyor. Tam tersine sulandırılmış, gerçek kimliğinden koparılmış, marksizm olmayan bir “marksizmin” ortalıkta gezinmesine yol açıyor.

Sosyalizm bir zorunluluk mu?

Marksizm sınıflı toplumların tarihi için sabit, değişmez bir şema vermiyor ama tarihin ilerleme mantığını çözümlüyordu. En önemlisi, bunu yaparken iki önemli sonuca ulaşıyordu. Birincisi, kapitalizm evrensel bir sistemdi; kapitalist hareket yasalarının ortaya çıktığı andan itibaren insanlığın yolu çizilmiş, kapitalizm tüm dünyaya yayılmaya başlamıştı. İkincisi yine aynı hareket yasaları sosyalizmin koşullarını olgunlaştırıyordu.

Kapitalizm insanlığın sosyalizmden önce tanık olduğu son sistemdir ve solun eğilip bükülmeyeceği bir nokta varsa o da tam burasıdır.

İsteyen bunun adına “şema”, isteyen de “dogma” diyebilir. Ama kapitalizmi takip edebilecek tek sistem sosyalizmdir; sosyalizmin bu bağlamda alternatifi yoktur.

Şemalardan, dogmalardan, indirgemecilikten, deterministlikten, pozitivizmden, teleolojizmden kaçacağız diye marksizmin en can yakıcı yanını sulandırmaya kimsenin hakkı yok.

Marksistler kapitalizmin sosyalizmin koşullarını olgunlaştırdığını, sosyalizmin kapitalizmin tek alternatifi olduğunu söylediklerinde, kimse merak etmesin, ne şematik, ne dogmatik, ne indirgemeci, ne determinist, ne pozitivist ne de teleolojist oluyorlar.

Marksizme yöneltilen bu tür eleştirileri yanıtlamanın yolu, marksizmin kendisini revize etmesinden, birtakım ödünler vermesinden geçmiyor. Burjuvazinin “dogma” olarak nitelendirdiğini, sırf onlar “dogma” dedi diye tutup marksist sistemin dışında bırakmanın bir mantığı olabilir mi? İşin en komik tarafı ise bazı solcuların, burjuvazinin iktidarı kaybedeceği söylendiğinde mantıklı bir tepki vereceğini beklemesi galiba…

Ancak bir noktayı unutmamak gerekiyor. Marksizm, kapitalizmin sosyalizmin koşullarını oluşturduğunu söylerken, yalnızca “maddi” koşulların olgunlaşmasından bahsetmez. Üretici güçlerin kapitalist üretim tarzında hızlı gelişimi, elbette sosyalizme geçişte çok önemli bir rol oynayacaktır.

Ama kapitalist üretim tarzı, sosyalist projeyi taşıyacak toplumsal gücü yarattığı için de kendi sonunu hazırlamaktadır. Kapitalizm, üretim araçlarından tamamen koparılmış üretim araçları üzerinde hiçbir mülkiyet hakkı olmayan, yalnızca sömürülerek hayatta kalabilen bir sınıf olan proletaryayı ortaya çıkarmıştır. Sınıfsız toplum idealine, çıkarlarını tüm sınıfların ortadan kalkmasında bulan bir sınıftan, işçi sınıfından daha iyi kim sahip çıkabilir ki?3

İşçi sınıfını sosyalist projenin öncü toplumsal gücü olarak saptamak, kapitalizmden sosyalizme geçişteki zorunluluk-olasılık gerilimini de çözer.

Sosyalizmin kapitalizmi takip edebilecek tek sistem ve dolayısıyla kapitalizmden sosyalizme geçişin zorunlu bir geçiş olması, bu geçişin kendiliğinden bir gün nasıl olsa gerçekleşeceği anlamına gelmez. Bu iddia, marksistlerin tarihin mantığına dair söyledikleriyle de çelişir zaten. Tarihin böylesi bir hedef için kendine has bir aklı yoktur. Tarihin akışının bir mantığının olması, böylesi bir teleolojik aklın tanımlanmasına izin vermez.

Ama bu geçişi basit bir olasılığa indirgeyenler de en az zorunluluğun rehavetine kapılanlar kadar ciddi bir hata yapıyorlar.

Kapitalizm, sosyalizmin sınıflar mücadelesinin somut hedefi olmasını sağlayacak tüm koşulları oluşturmuştur. Sosyalizm artık somut ve güncel bir hedeftir.

Dahası insanlık marksizmin doğuşundan bu yana, sosyalist devrime ve reel sosyalizm deneylerine tanıklık da etmiştir.

Tüm bunlara rağmen, hâlâ sosyalizme geçişten basit bir olasılıkmış gibi söz etmek, olasılık fonksiyonun negatif yanına, kaybetmeye dair özel ilgiden başka nasıl açıklanabilir?

Komünistlere düşen, sınıflar mücadelesinin dinamiklerinin rehavetin herhangi bir türüne izin vermediğini akılda tutarak, kapitalizmden sosyalizme geçişin bir olasılık değil, somut ve güncel bir hedef olduğunu bilmektir. Bu geçişin alternatifi yoktur ve bu bağlamda insanlık için sosyalizm, basbayağı, zorunlu bir projedir.

Dolayısıyla, kapitalizmden sosyalizme geçişin ilk adımı olan sosyalist devrim de basit bir olasılığa asla indirgenemez.

Kapitalizmden sosyalizme bu zorunlu geçişi sağlayacak olan sosyalist devrim kapitalizm koşullarında insan topluluklarının ileriye doğru atılımının en emin yoludur. Bu nedenle, kapitalizm çağında, herhangi bir ülkede, herhangi bir zamanda insanların önüne konan başka her proje, tarihsel bağlamda sosyalist devrime referansla değerlendirilmelidir.

İlericilik-gericilik sorunsalını, tabii eğer varsa, çözecek olan da bu değişmez referanstır. AKP’yi önce solcu, sonra ilerici yapanlar, solu muhafazakarlıkla suçlayanlar, tarihin akışının genel mantığına ters düşmektedir. Marksizm tarihsel ilerlemeye idealist anlamda olumlu ya da olumsuz yaklaşmaz. Solculuk veya ilericilik, hiçbir zaman salt değişimin kendisine referansla tanımlanamaz; aslolan her zaman kapitalizmden sosyalizme geçişte yaşanacak devrimci dönüşümdür.

Tanımlara dönük olarak yaratılan bu kafa karışıklığı, bugün emperyalizmin değişim retoriği ile statükoculuk arasına sıkışmaktan kurtulmaya çalışan solun işini daha da zorlaştırıyor. İşçi sınıfının kazanılmış haklarını savunan, kamu işletmelerinin haraç mezat satılmasına karşı çıkan sol muhafazakar ve gerici kapitalist sistemin yeniden yapılanması çerçevesinde burjuvazinin çıkarları doğrultusunda bir değişimi destekleyenler, salt öyle ya da böyle bir değişimi destekledikleri için ilerici diye nitelendiriliyor.

Sorunlar birbirinden ayrı değil, tam tersine iç içe; dolayısıyla çözümün de bileşik bir karakter taşıyacağı kimse için sürpriz olmamalı.

Kapitalizm değişiyor sol sıkışıyor

Solun yaşadığı güncel siyasi gerilimlerin önemli bir kısmının çözümü, marksizmin nedense bugün pek hatırlanmak istenmeyen bu devrimci özüyle yakından ilişkilidir.

Bugün solun yaşadığı gerilimin yalnızca son zamanlarda yaşanan birtakım gelişmelerle ilgili olduğunu kimse düşünmemeli. Karşılaştığımız hemen hemen her sorunda yapıldığı gibi sorunun yalnızca Türkiye’ye özgü olduğu yanılsamasına da kapılınmamalı. Bugün dünyanın birçok ülkesinde sol benzer gerilimleri yaşıyor.

1991 sonrasında hızlı bir yayılma stratejisini yaşama geçirmek için oldukça uygun bir zemin bulan emperyalizm, bu stratejiyle uyumlu biçimde kendi içsel yapısını gözden geçirip tekrar kurgularken, bir yandan eski sosyalist ülkeleri sistemin bir parçası olmaya zorlayıp, diğer yandan kapitalizm yolunda gecikmiş ülkelere de sisteme reel sosyalizmin varolmadığı koşullara uygun bağlanma biçimlerini dayatıyor. Bu uğurda, her türlü yöntem deneniyor; ideolojik veya ekonomik yöntemlerle ulaşılamayan hedeflere pekala savaş uçaklarından atılan bombalarla ulaşılabiliyor. Hem böylece, bu teknolojik katliam sahneleri aracılığıyla, bombaların insanlık ve demokrasi dersi verme özelliklerinden de yararlanılabiliyor!

Ancak bu süreç varolan bir merkezi yapının, sistemin çevresinde duranlarla girdiği tek yönlü bir ilişkinin sonucu olarak algılanmamalı elbette; geri kalmış Türkiye’nin ya da eski sosyalist Macaristan’ın egemen sınıflarının bu süreçteki rolü hiçbir şekilde unutulmamalı.

Bu stratejinin solu hiç şüphesiz en çok zorlayan tarafı ise, dünya çapında süren yeniden yapılanmaya bir değişim retoriğinin eşlik etmesi. 19. yüzyıldan bu yana değişimin bayraktarlığını yapmış bir siyasi görüşün, artık rakibinin aynı silahı, hem de oldukça yetkin bir biçimde kullanıyor olması karşısında zorlanması oldukça doğal. Ama bu zorlanmanın siyasi ve ideolojik bir kirlenmeye yol açmasının anlaşılır bir tarafı bulunmuyor.

Kapitalizmin “değişim” retoriği çerçevesinde süreci tanımlamak için “globalleşme” gibi kavramlar ortaya atılırken, “post-modernizm” benzeri görece eski sözcüklerden de günün ihtiyaçlarına göre altları tekrar doldurularak yararlanılıyor. Bu büyük değişim beklenileceği gibi bir neoloji histerisi de doğuruyor. İnsanların bir kısmı anlamını bilmedikleri ve çok büyük olasılıkla hiçbir zaman da bilmeyecekleri sözcüklerle birbirlerine yaşamlarındaki değişiklikleri anlatmaya çalışıyor. Yaşamları aslında pek de değişmeyen geri kalanlar için yeni sözcükler bulmak da ihmal edilmiyor elbette; çağdaş bir anlam kazanmış ve artık değişmiş bir sözcük olan “öteki”, Türkiye ile buluşuveriyor.

Kapitalizmin tüm dünya çapında yeniden yapılanmasında, bu yapılanmanın, kendisini her ne kadar “parçalı” olarak arz etmeye çalışsa da, son tahlilde bütünsel bir ideolojik saldırıyı içermesinde, sistemin dinamikleri açısından bakıldığında şaşılacak bir yan yok. Aslında kapitalizmin yapısal özellikleri ve genel mantığı göz önüne alındığında buraya kadar değişen bir şey de yok!4

Ancak bu değişime ayak uyduran bir “sol” var ki, evlere şenlik!

Evet, kabaca 1970’lerde başlayan ideolojik saldırı sonuç almış, bu şiddetli atak Leningrad’ın ismini Saint Petersburg’a çevirmiştir belki ama burjuvazinin ideolojik saldırısının şiddeti ne olursa olsun, hangi mazeret solun kendi değerlerini terk etmesini, bağımsız ideolojik ve siyasi hattından ödün vermesini açıklayabilir ki…

Ama bu değişim retoriğinden en çok etkilenen de ne acıdır ki sol oldu. İşçi sınıfının bu ideolojik saldırının kitlesel olarak etkisinde kalması daha sonradır.

Bugün komünistlerin bu kronolojinin üzerinde çok net olarak durmalarında sonsuz fayda var. Bir türlü uygun nesnellik bulamamaktan şikayet edenlere bu nesnellikte solun da büyük payı olduğunu hatırlatmak tarihsel bir doğruyu herkese öğretmenin bilimsel gururundan daha öte anlamlara sahip. Sol bu tabloda kendi payını bilmeli ki, nesnelliği harekete geçmemenin bahanesi olarak görmekten vazgeçebilsin. Manzaranın faillerinden birisi olduğuna inansın ki, kendi payına düşenleri yaptığında gördüğü manzarada yaşanacak şiddetli değişime inanabilsin…

Bunların hiçbiri sürecin nesnel yanını ihmal etmek ve volontarist aşırı öznelci bir bakış açısının kurbanı olmak anlamına gelmiyor. Ancak her defasında işe dönemin nesnel bir tarifiyle başlayan sol neden kendisini sürecin bir parçası olarak görmekten imtina ediyor? Tüm tarihin aslında sınıflar mücadelesinin tarihi olduğunu yalnızca sadece saf teori konuştuğumuz zaman mı hatırlayacağız? Bu öyle bir sınıflar mücadelesi tahayyülü ki, burjuvazinin siyasi temsilcileri sınıflar mücadelesinde baş köşeyi kimseye kaptırmazken, işçi sınıfının siyasi temsilcileri kendilerine bir figüran rolü bile bulamıyor…

Kimse endişelenmesin, solu bu sürecin doğal bileşenlerinden birisi olarak tarif ettiğimizde, geçmişteki başarısızlık ve hatalardan dolayı sol bugünkünden daha kötü durumda olmayacak. Aslında işin doğrusu özne ve nesne birbirlerine kavuşacak. Sol, sürecin ve dolayısıyla tarihin bir parçası olarak değerlendirildiğinde bizatihi sol eleştirisinin kendisi öznellikten kurtulacak ve küfür ile eleştiri asıl o zaman birbirinden ayrılacak.

Hem böylesi bir nesnel zemin tarifi solun değişimini iki yönlü bir süreç olarak değerlendirmeye de olanak sağlayabilir. Çünkü, belki de değişim sözcüğünün önlenemez etkisinden olsa gerek, özellikle Türkiye’de değişen solun nedense hep aynı yönde ilerlediği düşünülüyor.

Oysa bugün kapitalist sistemin yeniden yapılanmasının sürüklediği “değişim” ile sistemin hali hazırdaki hastalıklı halini savunmanın arasında hem ideolojik hem de siyasi olarak sıkışan “sol” her iki tarafa da adım atmaya meyyal görünüyor ve atıyor da zaten. Yine hatırlatmakta yarar var, bu ayrımları netleştirmenin de ciddi sakıncaları olabiliyor. Net saflaşmaların yaşandığı durumlar gözlenebiliyor elbette. Ama bazen kimin ne zaman değişimci, ne zaman korumacı olacağını kestirmek de oldukça zorlaşabiliyor. Yine yalnızca Türkiye’de değil hemen hemen her yerde…

“Komünistler, Batı’yla pragmatik, işbirliğine dayalı bir ilişkiyi, öncelikle de, ekonominin güçlenmesi için Batılı yatırımcıları ülkeye çekme politikasını destekliyor. Ekonomik büyüme olmadan, Rusya’nın dünya çapında bir güç olmasını sürdüremeyiz ki! … Biz insanlığın pazar ekonomisinden daha iyi bir mekanizma bulamamış olduğunu kabul ettik; bunun arkasındaki bütünsel ilkeleri destekliyoruz.”5

Bu cümlelerde kesinlikle sosyalizme geri dönüşten ve bu anlamda bir korumacılıktan bahsedilmiyor. Rusya’nın bölgesel bir güç olmayı sürdürmesini ama bunu da pazar ekonomisinin gereklerini yerine getirerek, uluslararası sermayeyi ülkeye çekerek, aslında daha fazla ve daha hızlı değişerek yapmasını isteyen “gençlik” lideri solculuğu güncel gerilimin iki tarafına da aynı anda döndürmeyi başarıyor. Peki ama bunu yaparak solu güncel gerilimden kurtarıyor mu? İşte asıl sorulması gereken soru da zaten bu değil mi?

Türkiye’de ise bu ayrımların görece daha net yaşandığını kabul etmek gerekiyor. Yalnızca son zamanlarda yaşadığımız Avrupa Birliği’ne üyelik, Kıbrıs ve IMF gündemleri hatırlandığında bile bu sonuca varmak oldukça kolay. Değişimin ve status quo’nun yandaşları mevzilerini herkesin görebileceği ve anlayabileceği bir şekilde oluşturdular. Ancak aralarındaki mesafenin en fazla kapitalizmin iki ucu arasındaki mesafe kadar açılabileceğini ve bu yapının da dönemsel ihtiyaçlar doğrultusunda hızla alt üst olabileceği hiç unutulmamalı.

Çünkü baştan sona kapitalizmin tanımladığı bir zeminden bahsediyoruz. Sistem yeniden yapılanırken, hiç küçümsenmeyecek sahici gerilimler yaşıyor, bu gerilimlerle uyumlu olarak aynı sahicilikte siyasi ve ideolojik taraflar oluşuyor. Sistemin bu sahici gerilimlerini bir kenardan izlemeyi tercih eden apolitik anlayışı dışarıda bıraktığımızda, siyaset yapmaya çalışanların da yine kapitalizmin yarattığı alternatiflerin arasında sıkıştığını görüyoruz.

Örneğin Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne bu şartlarda üyeliğine karşı çıkanlar ve bir bakıma statükodan yana tavır alanlar süreci şöyle tarif edebiliyorlar:

“Türkiye-AB ilişkilerinde AB tarafı ‘kendi çıkarını’ her anlamda fazlası ile koruyor. Türk tarafı ise Türkiye’nin çıkarlarını siyasi, iktisadi ve kurumsal alanlarda koruyamıyor. (…) Bütün bunlar yeni sömürgeleştirme faaliyetleridir ve AB Türkiye’nin içinde bulunduğu zaaflardan yararlanarak bunları yürütmektedir.”6

Peki ama Türkiye’nin içinde bulunduğu sorunları çözmek için ne yapacağız?

“Şimdi birileri hemen ‘Türkiye’yi kapalı bölge mi yapalım yani, İran’a Irak’a mı çevirelim’ diye demagoji yapmaya başlayacaklar; hayır, Türkiye’yi ‘kendi ulusal çıkarlarını koruyan, ulusal politikalar izleyen, kendi işçisinin, çiftçisinin, sanayicisinin çıkarlarını savunan’ bir ülke yapalım, örneğin Fransa gibi!” 7

Anlayacağınız kendimizi sömürtmeyelim, onun yerine Fransa gibi başkalarını, evet bildiniz Türkiye gibi ülkelerii sömürelim!

Türkiye’deki tartışmada taraflar net olsa da, fark bu kadar işte. Kapitalizmin sınırladığı bir ufukla, Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki tek yanlı bağlılık ilişkisi saptansa dahi ulaşılabilecek son durak burası… Avrupa Birliği’ne Türkiye’nin koşulsuz üyeliğini savunanlar da son tahlilde Türkiye’nin Fransa gibi bir Avrupa ülkesi olmasını istemiyorlar mı Taraflaşmanın net ve Türkiye’ye özgü bir şekilde sert olması, hedeflerin aynı, yalnızca ulaşma yönteminin farklı olduğunu gözlerden saklayabiliyor.

Meselenin IMF ile ilişkilerde, Kıbrıs sorununda veya savaş başlığında rastlanabilecek münferit onurlu ve sağduyulu tutumlar dışında farklı olduğu zannedilmesin. Türkiye siyaseti de, kapitalist sistemin dünya çapındaki yeniden yapılanmasına uyumlu bir şekilde, elbette kendine özgü dinamiklerden beslenerek taraflaşmalar yaşıyor ve sistemin asıl alternatifini siyaset sahnesinde seslendirecek olanlar bu gerilimden kendilerini kurtarmakta zorlanıyorlar. Çünkü gerilim o kadar şiddetli ve belirleyici ki, herhangi bir siyasi özne kitlelere mesajını ulaştırırken, bu gerilimin kendine has dilini, şöyle ya da böyle, konuşmak zorunda kalabiliyor. Kıbrıs’ta emperyalistlerin planına karşı çıkmak, devamında ne dediğinize bakılmaksızın adada çözümsüzlüğü desteklemek, AB’ye hayır demek de Türkiye’de yaşanan tüm zorbalıklara evet demek olarak anlaşılabiliyor.

Peki çözüm ne o zaman? Nasıl olsa mesajımızı kimse algılamıyor diyerek, şansımızı başka türlü zorlamak mı mesela? AB’ye kerhen evet deyip, Avrupa ölçeğinde umutsuz, hiçbir nesnel dayanağı olmayan sol projeler geliştirmek mi, yoksa sanki Kıbrıs bugün emperyalizmden kendisini kurtarmış bir yermiş gibi, ne yapalım şu an için en doğrusu bu, emperyalist plana karşı çıkmalıyız diyerek, Kıbrıs halkını Denktaş’a mahkum etmek mi?

Marksizmin devrimci özünün hatırlanmasının tam zamanı galiba… Kapitalizmin sahici gerilimlerinden faydalanarak siyaset yaparken kapitalizmin çizdiği sınırların içinde kalmamanın, düzenin kendisini yeniden üretiminin bir bileşeni olmamanın yolu marksizmin bağımsız teorik ve ideolojik hattından geçtiğini anımsamanın…

İnsanlığın değişim özlemleri bir kez daha marksizmin devrimciliğiyle buluşmak zorunda. Solun radikal ama kesinlikle marjinal olmayan projelerini tekrar umut haline getirmek bugün bir hayal değildir. Bu hedef, Türkiye’nin bir AB üyesi ülke olarak ekonomik ve siyasi tüm sorunlarını çözmesinden de, emperyalist planlar aracılığıyla Kıbrıs’a barış ve çözüm gelmesinden de çok daha gerçekçidir.

Sorun yalnızca Avrupa Birliği veya Kıbrıs gündemleriyle sınırlı değil elbette. Kapitalizm yeniden yapılanması “sorun çözücü” bir karakterle bir tür “değişimi” zorlarken, gelen günler benzer başlıkları karşımıza çıkarmaya devam edecek. Bu başlıklarda da, genel mantık değişmese de benzer taraflaşmalar yaşanacak; kapitalizm sistemde biriken siyasi enerjiyi ideolojik olarak kesin tahditlerle çevrelenmiş bugünküne benzer alanlarda boşaltmayı deneyecek.

Sol bu fasit çemberi ancak marksizmin devrimci özünü her gündemde yeniden üreterek kırabilir; statükoculuk ile değişimcilik arasında salınan sistemde bağımsız hattını sorunlara devrimci ve bütünsel çözümler üreterek koruyabilir. Sistemin dışında radikal çözüm önerileri, insanların değişim isteğiyle solun alternatif toplum projesini buluşturmak için uygun bir zemindir.

Sol gelecek dönemde yoğunlaşacak emperyalist dayatmalara karşı üretilebilecek statükodan yana muhafazakar bir tavır ile, çözümsüzlüğün artık herkese bıkkınlık verdiği geleneksel sorunlarda çözüme giden yol olarak kerhen de olsa tercih edilecek olan kapitalist yöntemlerin aynı kapıya çıktığını hiç unutmamalıdır. Her ikisi de solu kapitalizmin içine doğru sürükleyerek, sistemin alelade, üstelik de zayıf almaşıklarından biri haline getirecektir. Bu durumu herhalde kimse bir başarı olarak nitelendirmeyecektir.

Sosyalist devrimin bizatihi kendisi, bugün, tüm radikalliği ve sorun çözücü karakteriyle gerçekçi bir alternatif haline gelmiştir. Türkiye’de ve dünyada sol, sistemden uzaklaşabildiği ölçüde kendisini insanlara yakınlaştıracaktır. Büyük kitlelerin tercihini sistem içinde sistemi savunanlardan yana değil, düzen içi olsalar da bir şekilde düzeni değiştirmeyi taahhüt edenlerden yana kullandığı gözden kaçmamalıdır. Sol, bu fırsatı heba etmemelidir.

Düzeni gerçekten değiştirebilecek tek siyasi akım olan solun, kapitalizmin “değişim” retoriğine bu denli yüklendiği bir dönemde zorlanması ne kadar doğalsa, kendi asli özelliğini gerçek içeriğiyle kitlelerin gözünde tekrar kazanmak için çaba harcamaması da o denli kabul edilemez.

Yalnızca Türkiye’de değil, tüm dünyada insanlık çok az dönemde “çözüm” hakkında bu kadar yoğun bir şekilde tartışmıştır. Kapitalist yeniden yapılanma da zaten bir anlamda artık ertelenemez hale gelen sorunlara çözüm bulma arayışıdır.

Sol içinde yeniden yapılanmayla esen rüzgarlara kendilerini kaptıranlar bugün ya varolana daha fazla tutunma, ya da kraldan çok kralcı olma gayreti içindedir. Ama ortak özellikleri, devrimcilikten reformizme uzanan, insani melekelere de ağır darbeler indiren o tarifi zor yoldan yürümüş olmalarıdır.

Bu bağlamda, değişimden yana olanların, statükocuları “muhafazakarlık”la suçlamaları da ironiktir doğrusu. Bağnazca, kapitalist bir değişimin, emperyalizmin reçetelerine göre hazırlanmış reformların tellallığını yapanlar, son tahlilde kapitalizmi “muhafaza” etmelerini nasıl açıklıyorlar acaba?

Dürüst olmak gerekirse, solun kapitalizmin değişim retoriğine az katkısı da olmamıştır hani. “Çeşitlilik”, “sokağın sesi”, “demokrasi mücadelesi” önemsiz kavramlar mıdır? Hiç de değil… Hele sonuncusunun geldiği yer için hakikaten söylenecek söz kalmamıştır:

“Hükümetin daha şeffaf olması demokrasinin demokratikleştirilmesine yardım edecektir; ama bu aynı zamanda resmi politik alanla sınırlı olmayan bir konudur. Devlet arenası dışında da diyalojik demokrasinin birçok bakımdan geliştirilebileceğini düşünebiliriz.”8

Demokrasinin demokratikleşmesi’nin yalnızca hükümet veya devletle ilgili bir sorun olduğunu düşünüyorsanız fena halde yanılıyorsunuz. Ama belki de duygulardan bihaber çok kaba bir insansınız ve bundan dolayı böyle davranıyorsunuz:

“Duyguların demokrasisi geliştikçe, resmi, kamusal demokrasinin ilerletilmesini de önemli ölçüde etkileyecektir. Kendi duygusal yapılarını iyi bilen ve diğerleriyle kişisel bir temelde etkin olarak iletişim kurabilen bireyler, daha geniş vatandaşlık görevleri için de hazırlıklı olacaktır.” 9

Türkiye’de sosyalizm mücadelesi için, tabii bu konuda hâlâ samimilerse, önce bir demokrasi mücadelesi vermek konusunda ısrar edenleri uyarmak gerekiyor: Bu “demokrasi”nin sorunları bir türlü bitmek bilmiyor, dolayısıyla demokrasi mücadelesinin de asla sonu gelmiyor. Türkiye’deki sorunlardan muzdarip olmayan köklü batı demokrasilerinde bile insanlar, demokrasinin duyguların demokrasisi aracılığıyla demokratikleşmek zorunda olduğundan bahsedebiliyor!

Doğu Asya’da uyuşturucu tacirleri, yeni doğmuş bebekleri öldürüp içlerini uyuşturucuyla doldurarak zehir kaçırıyorlar, Türkiye’de açlıktan ve yoksulluktan insanlar ölüyor, Irak’ta ve Afganistan’da batının gelişkin demokrasileri masum insanları katlediyor ve Avrupalı entelektüeller duyguların demokrasisini geliştirmekten dem vuruyor. O zaman sormak gerekiyor: Dünyanın geri kalanında yaşanan barbarlıktan etkilenmemek için insanoğlu acaba hangi duygularını geliştirmek zorunda?

Bir ihtimal daha var mı?

Görüldüğü üzere, sosyalizm hedefi devrim düşüncesinin öldüğü gün ölüyor; ihtilalciliği çıkarttığınızda soldan geriye hiçbir şey kalmıyor.

Peki ama devrime ve sosyalizme her şeye karşın inansanız, ama tedbiri de elden bırakmayıp her ikisinin de yalnızca bir olasılık olduğunda ısrar ederseniz ne olur? İşte o zaman yaşanan ilk yenilginin ardından şöyle bir cümle yazıverirsiniz: “Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.”10

Devrim hiçbir zaman yalnızca bir ihtimal olmadı. Bu kullanımıyla “ihtimal” sözcüğünü sol literatürden bir an önce çıkartmak gerekiyor, hem de hiç gecikmeden…

Sosyalistler mücadelede yenilebilirler. Burjuvazi en ağır fiziki müdahale dahil tüm ideolojik ve siyasi tüm zor mekanizmasıyla üzerinizden geçebilir. Dahası sosyalist mücadelenin içindeki bireyler bu sırada özel, kişisel yenilgiler de alabilirler. Ama bunların hiçbiri, bir zamanlar uğrunda kavga edilen sosyalizmi bir ihtimale indirgemez.

Hem yenilgi her zaman bir askeri darbenin hemen arkasından yaşandığı gibi çırılçıplak ve aleni de değildir. Daha kötüsü, yenilginin sinsi halet-i ruhiyesinin yavaşça devrimcileri soyup asıl darbe için çıplak, savunmasız ve çaresiz bırakmasıdır.

Başarısızlık siyasete içkin bir olgudur. Hemen her zaman bir parti veya örgüt koyduğu hedeflerin gerisinde kalabilir; bir fabrikada istediği üye sayısına ulaşamaz, yayınların tirajı amaçlananın altında kalır, ideolojik performans bir türlü hedeflenen düzeye çıkamaz… Ama asıl korkutucu ve tehlikeli olan bu ufak yenilgilerin, “ihtimalci” ruh halini besleyerek, asıl büyük yenilginin veya son noktanın konmasının zeminini hazırlamasıdır.

Örneğin 12 Eylül darbesinin zamanlaması artık tartışılmıyor Türkiye’de. Hemen herkes, bu darbenin solun güçlü olduğu bir anda değil, düşüşe geçmesinin ardından geldiği noktasında hemfikir. Bu düşüş sırasında “ihtimalciliğin” ne kadar hızlı yaygınlaştığı 13 Eylül günü solun hal-i pür melalinden kolayca anlaşılıyor.

Kimse bu ruh halinin idealist veya metafizik bir olgu olduğunu düşünmesin. Tam tersine, gayet somut ve elle tutulurdur. Bir ihtimalin peşinde koşan strateji ile somut ve güncel bir hedefi kovalayan strateji arasındaki fark kadar hem de…

Sosyalist devrim stratejisi, bir ihtimalin peşinde koşmadığı için güncel ve gerçekçidir. Devrimi bir ihtimal olarak değil, ulaşılabilir, somut ve güncel bir hedef olarak ele almak, solu ihtimalcilikten ihtilalciliğe terfi ettirecektir.

İnsanlar için ihtimallerle umut olamazsınız. İhtimalci değil ihtilalci olacaksınız ki, bugün sorunlarına çözüm bekleyen insanlara somut ve gerçekçi projelerle gidebilesiniz. Önce kendiniz basit bir ihtimalden değil elle tutulur bir hedeften söz ettiğinize inanacaksınız ki, karşınızdakini ikna edebilesiniz.

Sosyalizmi piyangodan çıkacak büyük ikramiye gibi sunanların, aynı insanların daha gerçekçi buldukları yılbaşı çekilişine bilet almak için sıraya girmelerine kızmaya hakkı yok. Uzak bir gelecekte yaşanacak mutlu günlerin ihtimali için mücadele etmektense, ya çıkarsa diye hafta sonu yapılacak çekilişe bilet almak niye mantıksız olsun…

Sosyalist devrimi savunmak, işte bu yüzden, yalnızca aşamasız işçi sınıfının liderliğinde bir devrimi savunmak değildir. Salt böyle bir teorik anlayışı savunarak sosyalist devrimci olunmuyor. Devrimi ha aşamalardan geçirerek uzak yarınlara ötelemişsiniz ha geçirmeyerek ne fark eder?

İkincisinin en azından teorik olarak doğru olmakla avunabileceğini düşünenler kötü yanılıyor. Bütün yaşamlarını yarın devrim olacak gibi yaşayan ve bu anlayışla yazan adamların temellerini attığı bir sistemden bahsediyoruz. Devrimi hiç gelmeyecek yarınlara ertelemek, tüm siyasi projeleri böyle bir yaklaşımla kurgulamak, böyle bir istek ve hırsla kurulmuş bir sistemin teorik doğrularıyla ne kadar uyumlu olabilir? Marksist olma iddiasında ama marksist olamayan bir “teori”nin komünistlerin önünü kesmesine izin verilmemelidir. Marksist teori ihtilalci bir teoridir.11

Güncel gerilimlerden bunalan, kendisine alan açmakta zorlanan sol, önünü sosyalist devrimci siyaset anlayışıyla açacak. Ama bu açılımların gerçekçi ve somut karşılıklarının olması, ihtimalciliğin solun tüm hücrelerinden tasfiye edilmesiyle yakından ilişkili.

Marksizmin tarih anlayışını, teorik özünü hiç unutmamak işte bu nedenle çok önemli. Israrla karşı karşıya konmaya çalışılan teorik üretim ile siyasi ve örgütsel açılımlar işte bu yüzden birbirlerine bu kadar yakın. Tüm heyecanını yitirmiş apolitik, örgütten kopuk bir teorik faaliyet ile marksist teoriyle anlamlı olabilecek tüm bağlarını koparmış “siyasi ve örgütsel pratiğin” işte bundan dolayı marksizmle ve dolayısıyla solculukla ilgisi yok.

Sorunun çözümünün ikisinin arasında bir yerde olmadığını tekrar hatırlatmaya gerek var mı? Ya tüm bunların ayrılmaz bir bütün olduğunu…

Türkiye’de ve dünyada nesnelliğin solun önünü tıkadığını düşünenler, sıkışıklıktan çıkışın varolan taraflaşmalarda bir yer kapmakta olduğunu söyleyenler, bir ihtimalin peşinde zaman geçirdiklerini sananlar solculuk üzerine bir kez daha düşünmeliler. Tanım tartışmalarının yalnızca onlar için gerçek olduğunu anlayacaklardır. Çünkü marksizm ve sol onlardan daha farklı bir yerde duruyor.

Sol, bugün yaşadığı güçlükleri marksizmin ihtilalci özüne sadık kalarak, bu ihtilalci anlayışı yeniden üreterek aşacaktır. Sol işçi sınıfıyla ancak böyle buluşacaktır.

Devrim bir ihtimal olarak dahi güzel değil mi peki?

Bu sorunun muhatabı marksistler değil elbette. İhtilal ihtimallerin en güzeli bile olabilir… Ama sonuçta bu durumda da en fazla, bir ihtimal hiç yaşama geçmeyecek bir hayal kadar güzeldir işte.

Ya gerçekten yaşananı? Bütün ezilenlerin şöleninde işçi sınıfının iktidarı alışı…

Yok, vazgeçtim. O günün güzelliği nasıl tarif edilebilir ki?..

 

Dipnotlar

  1. Batı üniversiteleri marksizmin iflasını ilan etmeye gayet düzenli olarak devam ediyor. Bu düzenli çabadan, “marksizm öldürücüleri”nin birbirlerinin yöntemlerinden çok memnun olmadıkları da ortaya çıkıyor. Tabii bir türlü öldüğünden emin olamadıkları için öldürmeyi sürdürüyor da olabilirler.
  2. Karl MARX, Kapital, c. 3, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., Ankara, Üçüncü Baskı, 1997, s. 695.
  3. Kapitalizm ile sosyalizm arasındaki ilişki hakkında hızlı bir okuma için Komünist Manifesto’da Bölüm I ve II’den yararlanılabilir. Biraz daha ayrıntılı bir okuma için Kapital’in birinci cildinde dört, beş, yedi ve sekizinci kısımlardan, ikinci ciltte üçüncü kısımdan ve üçüncü ciltte üçüncü, altıncı ve yedinci kısımlardan faydalanılabilir.
  4. Değişen ve değişmeyenlerin zengin analizi için çıkartılan ideolojik ve siyasi sonuçlar hakkında biraz dikkatli olmak kaydıyla bkz. David HARVEY, Postmodernliğin Durumu: Kültürel Değişimin Kökenleri, çev: Sungur Savran, Metis Yay., 1997.
  5. “Rus Komünist Partisi Gençlik Örgütü İkinci Başkanı Viktoria Koroljova ile Söyleşi”, Post Express, 19, Kasım 2002, s. 27. Ama derginin bu söyleşi konusunda tutumu, spota “Viva Lula” yazacak kadar ilginç. Lula’nın “değişim”in başka bir yüzünü temsil etmesi bir yana, okuyucuya bu Ruslar zaten hep böyleydi dedirtmek için harcanan çaba hakikaten manidar. Anti-sovyetizm artık Rusofobiklik olarak tecelli ediyor anlaşılan.
  6. Erol MANİSALI, Türkiye ve Küreselleşme, Derin Yay., İstanbul, Üçüncü Basım, Ekim 2002, s. 190-191.
  7. a.g.y., s. 249.
  8. Anthony GIDDENS, Sağ ve Solun Ötesinde, çev: Müge Sözen ve Sabir Yücesoy, Metis Yay., İstanbul, Eylül 2002, s. 23.
  9. A.g.y. s. 121.
  10. Murat UYURKULAK, Tol: Bir İntikam Romanı, Metis Yay., İstanbul, Eylül 2002, s. 11. Romanı okumayı düşünenleri kızdırmadan nasıl söylenir bilmiyorum ama romanın finalinin de “ihtimalci” strateji ile yakından ilgili olduğunu belirtmeliyim. “İhtimalcilik” ancak öyle kazanabilirdi herhalde…
  11. Marksizmde teori ile siyaset arasındaki mesafe hep iddia edilenden çok daha kısadır. Marksizm adına geliştirilen ama marksizmin teorik özü ile çelişen siyasi açılımların başarılı olduğu hiç görülmedi. Ekim Devrimi öncesinde bolşeviklerin başarısı Kapital’e karşı hareket etmelerinde değil, marksizmi 20. yüzyılın başlangıcında, dönemin koşullarına en uygun şekilde yeniden üretmelerinde gizlidir. Başarıyı yakalayanlar kötü değil gayet iyi marksistlerdir.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×