TKP Programı Teorik Tercihler

Türkiye Komünist Partisi Programı, 2003 Konferansı’nda yeniden yazılmak üzere ele alındı. Partinin bütün üyelerini kapsayan uzun bir tartışma sonucunda ortaya yenilenen bir belge çıktı. Bu belge 2004 yılındaki Parti Kongresinin onayından geçerek yürürlüğe girecek.

Programa ilişkin Komünist gazetesinde çok sayıda yazı yayınlandı. Ben burada program çalışmalarında hep birlikte tartıştığımız bazı başlıkların teorik düzlemde nasıl bir karşılığı olduğunu göstermeye çalıştım. Aslında programın her bir paragrafı, her bir maddesi teorik bir tartışmanın konusu olabilecek yoğunluğa sahip. Seçmiş olduğum dört başlığın özellikle önemli olduğunu düşünmekle beraber, Gelenek’te daha daraltılmış ve siyasal bağı güçlendirilmiş program tartışmalarının bundan sonra da yer alabileceğini, daha doğrusu yer alması gerektiğini düşünüyorum.

Kapitalizmi yerleştirmek

“Kapitalizmi yerleştirmek” fikri, kapitalizmin bir toplumsal sistem olarak yaşadığınız anın baskın gerçekliği olması nedeniyle, garipsenebilir. Bütün çürüme eğilimlerine karşın hâlâ yaşayan ve geleceğine ilişkin zamansal kestirimlerde bulunmakta güçlük çekeceğimiz sermaye düzeninin tarihin akışı içerisinde belli bir yere sabitlenmesi bazı açılardan gerçekten sıkıntılı bir uğraştır.

İnsanlığın kapitalizmle işi henüz bitmemiştir. Bir toplumsal sistem, yalnızca serpilip gelişme dönemleriyle değil, çözülüş ve yıkılış mekanizmalarıyla da “iz” bırakır. Bu anlamda sosyalizmin kapitalizmle tarihsel hesaplaşması hiçbir biçimde tek taraflı bir “etkinlik” olmayacak, kapitalizmin kendisini savunma refleksi, kendisini yeniden var etme konusundaki “doğal” denemeleri ona, en az gelişme dönemlerinde olduğu kadar renk verecektir.1 Kapitalizm gelecekte yalnızca İngiliz dokumacılığının ileriye doğru hamlesiyle ya da 1789 Fransız Devrimi ile anılmayacak, aynı zamanda henüz başlangıç evresinde olduğumuz dünya sosyalist devrim sürecini karşılarken aldığı ekonomik, siyasal ve ideolojik biçimleri de tarihsel kimliğinde taşıyacaktır.

Kanımca batı marksizminin yapısalcı saplantılarının kökeninde, kapitalizmi, nihayeti olmayan bir olgu olarak ele alma “zorunluluğu” yatmaktadır. Çözülüşü ve karşıtı tanımlanamayan bir formasyonun, “kabullenilmesi” ya da geriye dönük bir silme işlemine tâbi tutulması neredeyse kaçınılmazdır. Son tahlilde, anlı şanlı marksistlerin zaman içerisinde kapitalizmin başkalaştığı veya en azından başkalaşmasının mümkün olduğu düşüncesine evrilmeleri, bunu ahlaki bulmayan başka marksistlerin bu yükten, kapitalizme marksizmin verdiği “değer”i sorgulayarak kurtulmaya çalışmaları, dünya devrim süreci ile entelektüel ya da siyasal bir irtibat kurulamamasının sonucudur.

Dolayısıyla, eğer kapitalizm havada asılı kalmayacak ve bir yerlere yerleştirilecekse, bu ancak tarihin bir mantığı olduğunu kabul etmekle mümkündür. “Tarihsel ilerleme” fikrinin materyalist olmadığına ilişkin son otuz yıldır Avrupa’da üretilen literatürün etkisinden kurtulmak zor gelebilir, üstelik tarihin mantığını yeniden önemsemek geleneksel solun birçok durumda “sığ” tarih anlayışına fit olmak gibi istenmeyen bir sonuç doğurabilir, ama başka çıkış yolu bulunmamaktadır.

Burada yerleştirmenin bütünüyle teorik bir işlem olduğu sanılmamalıdır. Kapitalizmin nereden gelip nereye gittiğine ilişkin bir kavrayış olmaksızın devrimci bir perspektif geliştirmek neredeyse olanaksızdır.

Marksizmin yuvarlak hesap 150 yıllık bir tarihi var. Bütün bu tarih boyunca kapitalizmin tarihsel rolüne ilişkin yaklaşımların “ortalaması” alındığında, zamana bağlı olarak oldukça ciddi vurgu farklılıklarıyla karşılaşılmaktadır. Bu son derece doğaldır; üstelik “devrimci perspektif”le ilgili arayışlardan kaynaklandığı sürece, sağlıklıdır da.

Marx ve özellikle Engels “kapitalizm övgücülüğü” ile eleştirilen birçok metne imza atmışlardır. Bugün bu metinlerin bizi rahatsız etmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Ortada yalnızca siyasal değil, teorik açıdan da küçümsenmeyecek sorunlar vardır. Ama bu sorunlar, marksizmin daha hemen başlangıçta muazzam bir “devrimci enerji” açığa çıkarmasının ürünü olarak da görülebilir.

Büyük endüstrinin devreye girmesiyle şaşkına dönen bir toplumsal dokuya ve Hegelciliğin hemen her versiyonunu tüketerek yorgun düşen bir entelektüel dünyaya başka nasıl müdahale edilebilirdi? Kapitalizmin eşitsiz gelişme dinamiklerini bir kenara atan ve onun düzleyici rolünü abartan yaklaşımlara dönük her tür teorik rezervimize karşın, Marx’a, kapitalizmin ortaya çıkardığı devrimci olanaklara işaret ettiği için ancak minnettar olabiliriz.

Marx’ın kapitalizme biçtiği rol, onun komünizme giden yolu açması, kendi mezar kazıcılarını üretmesidir. Kapitalizmin insanlık açısından ne anlama geldiğini kavrayacak gelişkin bir zihne sahip olan Marx’ın gözünü kamaştıran, her şeyin metalaştığı bu “modern çağ”da güçlenen proletarya ve onun hareket edebileceği geniş bir toplumsal yüzeydir. Sonuç olarak, kapitalizmin tarihsel bir dizgenin içerisine yerleştirilmesi ancak bu tür bir devrimci perspektifin ürünü olmuştur (Marx’ın bu perspektifi, çok genç yaşlarda Hegelciliğin etkisi altında içselleştirmiş olması, bir şey değiştirmemektedir).

Buraya kadar söylenenleri kapitalizmin tarihsel bir ilerleme olduğuna ilişkin marksist yaklaşım ile kapitalizmin her durumda “ilerici” bir rol üstlendiği düşüncesinin birbirinden farklı olduğu gerçeği ile desteklememiz gerekiyor. Fark, tek başına kapitalizmin “dönem’leri ile ilişkilendirilemez. Kapitalizmin ilk dönemlerini “ilerici”, sonraki dönemlerini “gerici” olarak damgalamak sanıldığı kadar işe yarayan, sorunu basitleştiren bir işlem değildir. Kapitalizm feodalizmle karşılaştırıldığında elbette bir “ilerleme”dir; proletaryanın bir sınıf olarak ağırlığını koyduğu ve sosyalist alternatifin kendisini hissettirdiği andan itibaren ise “gerici”likle itham edilebilir. Ne var ki ilerleme-gerileme kutuplaşmasını, zaman skalasında realize olan bir evrimsel hareket olarak kavramamak gerekir. Geleneksel solda ciddi siyasal tıkanıklıklar yaratan bu tek boyutlu kavrayış, kapitalizmin tarihsel rolünü basitleştirmeye kalktığı oranda onu belirsizleştirmektedir. “Burjuvazi bir kez iktidara geldikten sonra ilerici misyonunu tamamlar” önermesi mutlak olarak doğrudur, burjuva demokrat kategorilerle solculuk yapmak isteyenlerin bu doğruyu tamamen bir kenara attıkları da…

Ne var ki kapitalizm, her durumda bir tarihsel ilerlemedir ve komünist hareketin, kendi tarihsel projesini programatik olarak sağlam tuttuğu ölçüde, bu “ilerleme”ye kompleksli yaklaşması için hiçbir neden yoktur.

Türkiye Komünist Partisi Programı’nın Çağrı bölümü bu açıdan ilginç ve cesur bir metindir. Bu metin her şeyden önce, tarihsel ilerleme fikrinden teorik ya da psikolojik nedenlerle uzaklaşmak isteyen anlayışlara açık bir yanıttır. Marx komünizmi “insanın özü”ne giden (belki dönen!) bir süreç olarak sunmayarak büyük bir teorik karmaşayı engellemiş, filisten siyasi tutumlara karşı çok büyük bir mevzi kazanmıştı. Bu mevziyi terk etmek için bir neden yok. Çağrı’da kapitalizmin heyecanı hissedilmektedir; bu heyecan komünizme giden yolun açılmasıyla, büyük üretimin büyük aktörü olarak proletaryanın sahneye çıkışı ile ilgilidir.

Anti-kapitalist yönelimi çekin, bu heyecandan geriye kapitalizmin kahrolası gerçekleri kalacaktır. Yoksa insanlığın kapitalizm koşullarında “eskisi”ne göre daha iyi yaşadığını söylerken ihtiyatlı olmamız gerekir. İngiltere söz konusu olduğunda, feodal lordun sultası altında toprağı işleyen bir serfin, dokuma tezgahında 16 saat çalışan oğluna göre daha “kötü” durumda olduğunu hangi kriterlere dayanarak ileri süreceğiz? Veya kapitalizmin oransal olarak daha fazla insanı açlığa mahkum ettiği gerçeğinin üstünü bir kalemde çizerken vicdanımız sızlamayacak mı?

Komünistlerin “tarihsel ilerleme”den anladıkları bu değil.

Yanlış anlaşılmasın, kapitalizm koşullarında bilimsel, ideolojik, kültürel alanda, maddi yaşamın yeniden üretilmesinde yadsınamayacak “ilerleme”ler kaydedildiğini biliyoruz. Üzerinde durduğumuz konu, kapitalizmin tarihsel olarak “yerleştirilmesi”dir; bu işlemin sınıfsal bir bakış açısıyla ve “sömürü” olgusunu ortadan kaldırmaya dönük “doğrusal bir hareketin” mantığıyla gerçekleştirilmesi zorunludur.

“Üretici güçlerin gelişmesi” konusu da bu mantık çerçevesinde kavranabilir. Bir üretim tarzının ancak ve ancak üretici güçlerin gelişiminin önünde engel oluşturduğu anda ortadan kalkacağına ilişkin marksist önerme, inanılmaz bir sorumsuzlukla “teknolojik gelişme”ye endekslenmiş ve buradan iki tuhaf sonuç çıkartılmıştır. İlk sonuç üzücüdür: Kapitalizm teknolojik açıdan kendisini yenileyebilmektedir; bu nedenle onun ömrünü doldurduğuna ilişkin görüş geçersizdir. İkinci sonuç daha az üzücü olmakla beraber, bir zayıflığı da beraberinde getirmektedir: Kapitalizm koşullarında bilimsel ve teknolojik alanda yaşananlar asla bir “gelişme” sayılamaz!

Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün ABD’de yaşanan bilimsel-teknolojik devrime ayak uyduramamaktan kaynaklandığını ileri sürenler arasında kendilerini marksist sananlar var(dı). Sosyalizmin ve hemen sonrasında komünizmin kapitalizmden tamamen farklı bir toplumsal örgütlenme olmasından hareketle, onun kendi gerisinde daha önce kapitalizm tarafından doldurulan bir boşluk yaratacağını düşünenlerin ise, marksizmde ısrarlı olmaları için, devrimci bir perspektifi darmadağın edecek bu düşünceden uzak durmaları gerekiyor.

Üretimin geniş ölçüde toplumsallaşmasını sağlayan, buna karşılık toplumun çok büyük bir kesimini üretim araçlarının mülkiyetinden arındırarak proleterleştiren kapitalizm, bu “çelişki” nedeniyle üretici güçlerin gelişmesinin önündeki bir engeldir; bunun bir nicel veya zamansal sorun olduğunu düşünmek büyük bir saçmalıktır.

TKP kapitalizmin ömrünün dolduğunu söylüyor. TKP bunu eskiden de söyleyebilirdi. Bunu dünyada 19. yüzyılın son çeyreğinde söyleyen partiler vardı.

Burjuva demokrasisine karşı…

Kapitalizmin tarihsel rolünden, burjuva demokrasisinin işçi sınıfının siyasal iktidar mücadelesi açısından nasıl bir anlam taşıdığına geçebiliriz. Bilindiği gibi, “bütün demokrasilerin aynı zamanda bir diktatörlük olduğu”na ilişkin marksist önerme, konjonktür değerlendirmeleri söz konusu olduğunda “yetersiz” kalmaktadır. Önermenin dokunulmazlığına ilişkin en kararlı metinlerin üreticisi Lenin dahi burjuva iktidarlarını “demokrasi” ve “diktatörlük” kıstasları ile değerlendirmiş, komünist hareket bu alışkanlıktan hiçbir zaman kurtulamamıştır. Bugün de birçok marksist, yalnızca gündelik dil açısından değil, siyaset teorisi açısından da, Bush ABD’sini diktatörlük olarak tanımlarken, Fransa’da “demokrasi”den söz edebilmektedir.

Sermaye egemenliğinin her yerde “eşit” olduğu söylenemez. Söylenmesi gereken, “eşit” olmayanın ne olduğudur.

Bütün sınıf diktatörlüklerinin egemen sınıf için bir demokrasi anlamına geldiğini, bütün demokrasilerin sınıfsal bu temele sahip oldukları için, aynı zamanda birer diktatörlük olduğu gerçeğini unutmadan, sermaye egemenliklerinin ancak emekçi sınıfların örgütlenmesi açısından “demokratik” veya “diktatoryal” olarak tanımlanabileceğini ileri sürebiliriz. Bu kritere sahip olmamız analiz boyutunda işleri hiç de basitleştirmemektedir. Ancak kabul edilmelidir ki burada büyük bir avantaja sahip oluyoruz. Burjuva iktidarlarını (demokrasi/diktatörlük sorunsalında) “emekçi sınıfların örgütlenme yeteneklerine” göre tasnif etmeye bir kez karar verdikten sonra, burjuva demokrasisine ilişkin her türlü yanılsamadan kurtuluşun anahtarı da ele geçirilmiş demektir.

Çünkü işçi sınıfının örgütlenme özgürlüğü, onun iktidar mücadelesine sıkı sıkıya bağlıdır. İşçi sınıfının iktidar mücadelesi ile bağlantılandırılmamış, bu mücadeleyi konu edinmemiş bir örgütlülüğün özgürlük sayılmasında bazı güçlükler vardır.

İşçi sınıfının iktidar mücadelesi ise, doğası gereği, burjuva demokrasisinin reddidir.

Dolayısıyla, burjuva demokrasisinin kökeninde birbirini öteleyen iki farklı dinamik buluyoruz. Bunlardan ilki, kapitalizmin “liberal” yönelimidir. Ekonomik zora dayanan feodalizmden farklı olarak, kapitalizmin, işgücünün “özgür”ce piyasaya çıktığı bir ortamla yetinmek istediğini, ne var ki kapitalizmin bu arayışının sınıflar mücadelesi gerçekliğinde bir karşılığının olmadığını biliyoruz. Ancak yine de, sermaye sınıfının ekonomik gereksinimleri açısından “demokrat” bir aygıtın daha genel, “diktatoryal” bir aygıtın ise daha özel bir yanıt ürettiğini kabul edebiliriz.

Burjuva demokrasisini besleyen bir dinamik budur.

Diğeri ise işçi sınıfının kendi mücadelesidir.

Her iki dinamik birbirini ötelemektedir. İşçi sınıfının birçok hakkı kendi mücadelesinin sonucu elde ettiği, mücadele ettikçe daha fazla hak elde edeceği neredeyse bir ezber haline gelmiştir; devrimci sınıfın iktidara bu mücadelelerin sonucu geleceği de herkesin malumudur. Ne var ki malum olan bir başka şey, işçi sınıfının atılım yaptığı veya devrimci bir iktidar haline geldiği örneklerin çok önemli bir bölümünde, sınıfın oldukça ciddi bir baskı altına alındığıdır.

Kendimizi mi aldatıyoruz? Yoksa söz konusu öteleme hali, devrimci siyasetin temelini kavramak için çok özel bir olanak mı sunuyor?

İkincisi… Birincisini yapmamak için ikincisi…

Burjuva demokrasisinin öznesi yoktur. Burjuva demokrasisinin öznesi olarak “burjuvaziyi” belirleyenlerle, işçi sınıfına “burjuva demokrasisini kurma” görevini lâyık görenler aynı yanlışa, hiçbir devrimci projeye kapı aralamayan bir yanlışa düşmektedir. Burjuva demokrasisi, sınırlarını sınıflar mücadelesinin çizdiği bir sınıfsal egemenlik durumudur.

Türkiye Komünist Partisi’nin programında, işçi sınıfına kuruculuk misyonu yüklenen yer sosyalist iktidardır; onun temel belgelerinde veya siyaset pratiğinde devrim öncesinde burjuva demokrasisinin kurulması veya iyileştirilmesine ilişkin herhangi bir şey bulunmaz.

Burada asgari program, azami program ayrımının ortadan kalkışından söz etmiyorum. Uzun bir dönem komünist partilerinin önünü tıkayan bu ayrımın “eksikliği” elbette önemlidir. Ancak bu eksikliğin ne kadar büyük bir “erdem” olduğuna sayısız kez değinildi. Şimdi daha özel bir tekleşme üzerinde durmalıyız. Yukarıda işaret ettiğim gibi, “kuruculuk” misyonunun tekleştirilmesi, mücadelenin gündelik hedeflerini taş üstüne taş koyma mantığından sıyırarak, neredeyse her şeyin “devrim”e yontulduğu bir zorlu uğraş haline getirmektedir.

Türkiye Komünist Partisi’nin programında, geniş yığınların kapitalizm koşullarında daha iyi yaşaması niyetine indirgenebilecek hiçbir “tashih” girişimiyle karşılaşamazsınız. Parti, devrim öncesinde işçi sınıfını iktidara taşıyacak örgütlü mücadele kültürünü artırıcı bir siyaset tarzı geliştirir, egemen sınıfın saldırılarına karşı savunma hattını bu anlayışla örer.

Aslında buraya kadar yazılanlar yeterli olmalı. Ancak yine de, TKP’nin kapitalizmi reforme etmek için elini kıpırdatmazken, devrimci mücadelenin önünü açacak başlıklarda son derece güncel politikalar geliştirmekte olduğunu, geliştireceğini hatırlatmakta yarar var.

Bu politikaların bir bölümü programla ilgili bir yazının ilgi alanının dışında yer alıyor. Ancak emekçi kitlelerin siyaset yapma olanaklarıyla ilgili kimi tarihsel kazanımların etrafında dönen mücadele mutlaka programatik bir yan taşıyor. Aslında bu kazanımların önemli bir bölümü, burjuva devrimleriyle ilgili. TKP Programı’nın Çağrı bölümünde üzerinde durulduğu gibi, genel oy hakkı, ulus devlet ölçeğinde ortaya çıkan “temsili demokrasi” mekanizmaları, işçi sınıfının sendikal ve siyasal örgütlenme olanaklarını kullanarak bu mekanizmalara müdahale yeteneği kazanması, tek yönlü bir süreç değildir. Bütün bunların sermaye egemenliğinin aracı olduğundan kuşku duymamakla beraber, sınıf mücadelelerini bunlar olmaksızın tahayyül etmenin olanaksızlığı da teslim edilmelidir.

Burjuvazinin iktidara yürüdüğü devrimci dönem, bir sınıf olarak proletaryayı da kapsamaktadır ve bu dönem ortaya çıkan siyasal yapılanmalar sermayenin öznel kararlarının ötesinde, nesnel bir karakter taşımaktadır. Nesnellik sınıf mücadelelerinin ürünüdür; bu mücadelelerinin üç aktörü aristokrasi, genç burjuvazi ve genç proletaryadır. Bu anlamda proletarya burjuva devrimlerine, burjuva devrimleri de proletaryaya içkindir.

Bugün emperyalizmin işçi sınıfının siyasal mücadele ölçeği olarak ulus devlete (onu önemsizleştirerek), genel oy hakkına, (daha az denetlenebilen ve sorumsuz davranma özgürlüğüne sahip kurumları öne çıkartarak) parlamentonun işlevine ve “kamu çıkarı”nı gözetme bilincine karşı yürüttüğü bütün saldırılar işte bu kapsamda değerlendirilmelidir. Bugün ulus devletin rolünün azalması, emekçi kitlelerin “seçim” ve “siyaset”e dönük ilgilerini yitirmesi, sermaye egemenliğinin bütünüyle bir yürütme diktatörlüğüne dönüşmesi ve yaşamın bütün alanlarının piyasanın kural ve ahlakına teslim edilmesi, işçi sınıfının devrim mücadelesini ciddi ölçülerde sekteye uğratıcı gelişmelerdir.

TKP bu gelişmeler karşısında, söz konusu kurum veya mekanizmaları değil ama bu kurum ve mekanizmalarda işçi sınıfının elinde tuttuğu olanakları sonuna kadar savunucu bir tutum almaktadır ve almaya devam edecektir.

TKP Programı, gerek Çağrı gerekse Sosyalizm Programı bölümleriyle, işte bu devrimci tutumu yansıtmaktadır.

Geçmişin dersleri: Sovyet sosyalizmi

Bulgaristan’a giden yoldaşlarımız anlatmışlardı. Komünist partilerinin kayda değer bir toplumsal tabanı olmamasına karşın, ülkede nasıl bir “geçmiş avı”na çıkıldığına somut bir örnekti bir günlük gazetede yayınlanan “sosyalizmi hafızalardan kazımalıyız” başlığı. Baltık cumhuriyetlerinde “komünist partisinden zamanında istifa etmedikleri için” ellerinden vatandaşlık hakkı alınan yüzbinlerce Rus kökenli kişinin kendi ülkelerinde birer haymatlosa dönüşmesi, Macaristan’da yakasında kızıl yıldız taşıdığı için hapsedilmek istenen siyasetçinin sürüp giden absürt duruşmaları eski sosyalist ülkelerde yürütülen antikomünist kampanyanın boyutlarını biraz olsun anlamamıza yardımcı oluyor.

Söz konusu kampanyanın kapitalist dünyanın eski üyelerinde daha az şiddetle sürdüğünü ise söyleyemiyoruz. Başta Almanya olmak üzere, bütün Avrupa’da sosyalizmin (reel olan biçimiyle) itibarını sarsmak veya bütünüyle ortadan kaldırmak için sistemli bir çalışma yürütülüyor. Komünist partilerin etkili olduğu ülkelerde bu partiler en büyük saldırıya “Sovyet geleneğinden bütünüyle kopmadıkları” için uğruyorlar.

Emperyalistlerin bu partilere bir çıkış yolu göstermek niyetinde olduklarını herhalde düşünmüyoruz.

Peki niyetleri ne? Yalnızca intikam mı?

Elbette değil. Komünistlerin tam olarak anlayamadığını, deneyimli sermaye sınıfı oldukça net bir biçimde kavramış durumda. Her şeyden önce, ortada bir sonuç var; sermaye sınıfı, Sovyet deneyine sahip çıkmayan etkili, devrimci ve siyasal hedefi belirginleşmiş bir öznenin istisna teşkil edeceğine dair bir düşünceye sahip. Sol cenahta bu yargı fazla öznel bulunabilir, ne ki burjuvazi her durumda “düz mantık”la hareket eder, onların konuya ilişkin kesin bir kanaate sahip oldukları için zayıf düştüklerini söyleyemeyiz.

Ama yine de, yukarıdaki paragrafın fazla ampirisist olmanın yanısıra biraz totoloji koktuğunu kabul edebiliriz. Ne var ki bu, komünist partileri Sovyet geleneğinden koparmak için sürdürülen çalışmaların önemsiz olduğunu kabul etmemiz anlamına gelmez. Bu çalışmalar önemlidir, çünkü emperyalistler komünist partilerin herhangi bir tarihsel kanıta sahip olmamalarının, onları birer gerçek “tehdit” olmaktan çıkaracağından emindirler.

Sovyetler Birliği, dünya komünist hareketinin tarihsel kanıtıdır.

Tam da bugünden söz ediyorum. Sovyetler Birliği, bundan beş-on yıl öncesine göre dünya komünist hareketi açısından daha güçlü bir tarihsel kanıt haline gelmiştir.

Komünistlerin bu kanıta gereksinimi var. 150 yıl önce temelleri atılan bir hareketin milyarlarca insanın karşısına 150 yıllık bir hiçlikle çıkması ne kadar işe yarar acaba? Bu 150 yılın henüz başlarında boy gösteren Paris Komünü deneyini aklı başında bütün devrimcilerin sahiplenişinin bütünüyle ahlaki ve ideolojik olduğu mu sanılıyor? Gerçekle bağlantı, iddialı her hareketin en büyük gücüdür, Paris Komünü biraz da bu nedenle bayrak haline gelmiş, bütün dünya proletaryasına “Komün yenildi ama işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesinin mümkün olduğu ortaya çıktı” diye seslenme olanağı yaratmıştır.

Sovyetler Birliği’nin Paris Komünü’nden daha değersiz bir tarihsel kanıt olduğunu düşünenler dün yanılıyordu, bugün daha fazla yanılıyorlar.

Sovyet geleneğinden bir an önce kurtulup, geçmişin yükünü sırtından atarak kitlelerin gözüne girilebileceğini düşünenlerin orta sınıf duyarlılıklarını fazla önemsedikleri açıktır. Ancak bu duyarlılık, çok talepkardır, Sovyet geleneğini gözden çıkarmak yetmez, devamını getirmek durumundasınız…

Oysa bugün kapitalizm tarafından yıkıma uğrayan ve bunu somut bir biçimde hisseden ezilen sınıfların nezdinde Sovyetler Birliği deneyi bir “kanıt” olarak gerçekten çok büyük bir değer taşıyabilir. Kimi komünistlerin “anısı bile bizden uzak dursun” diye sırtını döndüğü Sovyetler Birliği’ni, “dağılmasaydı ABD bu kadar pervasız davranamazdı” diyerek hatırlayan “sıradan” insanların sayısındaki artış önemlidir. Rusya’da ve diğer sosyalist ülkelerde yaşanan yoksulluk ve çürüme nedeniyle oldukça yaygın bir kesimin Sovyetler Birliği’ne ilişkin geçmişte anlatılan birçok şeyi sorgulamaya başlaması önemlidir.

Dün bedelsiz (veya neredeyse bedelsiz) konut, ulaşım, ısınma, iletişim, sağlık ve eğitim hizmetlerine dudak büküp, iş hakkı gibi temel toplumsal güvenceleri çantada keklik sayanların2 şimdilerde bütün bunların gerçek olduğu bir toplumsal sistemi daha fazla ciddiye alması önemlidir.

Buraya kadar söylenenlerden, Sovyetler Birliği konusunda çıtayı düşürmeyi önerdiğim sanılmasın. TKP’nin Sovyetler Birliği’nin tarihsel önemine ilişkin nasıl bir yaklaşıma sahip olduğu açıktır: Sovyet sosyalizmi, tarihimizin en değerli parçalarından birisidir. Ancak burada başka bir şeyden söz ediyoruz.

Kabul etmeliyiz ki, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin çözülüşü, o sırada özel konumlanışlarımız ne olursa olsun, uluslararası düzeyde bir bozgun havası yaratmıştı. Bu bozgunun konusu olan “reel sosyalizm” başlığının bir dönem nadasa bırakılması birçok açıdan isabetli (belki de kaçınılmaz) bir tercihtir. Ancak aradan on yılı aşkın bir süre geçti. Bugün, Sovyetler Birliği somutluğunda sosyalizmin temel kazanımları, Sovyet tarihine ilişkin marksistler arasında yürütülen akademik tartışmaların çok ötesinde bir değer kazanmıştır. Bunu görmeden siyaset yapılamaz.

Dolayısıyla bir yanda, Sovyetler Birliği’ni çözülüşe götüren nesnel ve öznel nedenlerin araştırılması ve bunlardan ders çıkarılması gibi teorik alana ait bir çalışma sürdürülürken, öte yandan reel sosyalist deneyi bir filtreden geçirerek insanlığın kapitalizme karşı mücadelesinde yeniden cephane oluşturan bir kaynak haline getirmek gerekmektedir.

Bu cephanenin kullananın elinde patlayacağını düşünenler olabilir. Ancak bir noktadan sonra sorun kullanandadır. Bugün dünyada komünistlerin önemli bir bölümü, emperyalist saldırganlığa karşı mücadelede Miloseviç, hatta Irak’ta Baas partisiyle “yanyana düşmek”ten korkmazken3 , kendilerine ait bir tarihi, bir mirası yeniden üreterek güçlü bir tutamak noktası haline getirmekten neden bu kadar çekindiklerini anlamakta zorluk çekiyorum.

Türkiye Komünist Partisi Programı bu nedenle yalnızca inkarcı veya “unutkan” bir yaklaşımı reddetmekle kalmamış, Türkiye’de sosyalizm mücadelesi verilirken reel sosyalizmin birçok başlıkta son derece kritik bir referans noktası olabileceğine de işaret etmiştir. Zaten “gereken dersleri çıkarıp, daha ileri bir sosyalizm için kolları sıvayacağız” iddiasının ön koşulu budur.

Türkiye Komünist Partisi, daha ileri bir sosyalizmin yalnız bugün Türkiye’de veya başka ülkelerde değil, zamanında Sovyetler Birliği’nde de mümkün olduğunu ileri sürmektedir. Ancak bu, Sovyetler Birliği’nin daha ileri bir sosyalizme ulaşamadığı için dağıldığı anlamına gelmemektedir. Sovyetler Birliği’nin “olgun” sosyalizm aşamasına vardığı tezi de aynı derecede sorunludur. Tartıştığımız konu açısından önemli olan, iktidarın alınmış, iktidarı alan sınıfın iktidara sosyalist bir sınıfsal içerik kazandırmış olmasıdır. Öyleyse, siyasal değerlendirme ve çözümlemeler sosyalist iktidarın korunması ve dünya kapitalist sistemine karşı mücadele ölçütleri üzerinden yapılmalıdır. Ayrıca, “ileri” kavramı sosyalist kuruluş söz konusu olduğunda sanıldığı kadar işlevsel değildir. Dünya sosyalist devriminin kesintili, kopuşlu bir seyir izlediği ve kapitalizmin ciddi bir coğrafyaya hükmettiği koşullarda “daha iyi bir sosyalizm” kadar “devrimci uyanıklık” da önem kazanmaktadır.

Sovyetler Birliği’nde sosyalizm temel olarak, komünizme giden yolda daha ileri bir aşamaya gelinmediği için değil, halkın sosyalizmi korumaya dönük refleksleri köreldiği ve emperyalist sistemle mücadelede gereken yaratıcı inisiyatif geliştirilemediği için çözülmüştür.

TKP Programı buna işaret etmekte ve bu nedenle Sovyetler Birliği Komünist Partisi yönetimini eleştirmektedir.

Kapitalizme karşı mücadelenin gereksinimlerine oturmayan bir kuruluş süreci öngörülemez; bu mücadelenin gereksinimlerini hesaba katmayan hiçbir Sovyetler Birliği analizi meşru olamaz.

Sosyalist kuruluşun öncelikleri

Türkiye Komünist Partisi’nin programında “Yeni İnsanın Yaratılması” başlıklı bir bölüm var. Bu, aynı zamanda programın en uzun ve kapsamlı bölümü. Eğitim, sağlık, sanat, çevre, kentleşme, bilim politikaları, din, spor gibi konular, hatta devletin mal ve hizmet fiyatlarını nasıl belirleyeceği gibi ilk bakışta “ekonomik” alana ait olduğu düşünülebilecek sorunlar bu başlık altında ele alınmış.

Bölümün böylesine yoğun tutulmasının elbette nedenleri var. Birincisi, Türkiye Komünist Partisi “yeni insanın yaratılması”na gerçekten özel bir önem veriyor. “Yeni insan”ın komünist topluma giden süreçte hem bir araç, hem bir gösterge, hem de bir hedef olmasından hareket ediyor. İkincisi, Türkiye Komünist Partisi “yeni insan”ı karakterize eden öğelerin belirli toplumsal koşullara bağlı olarak yaygınlaşabileceğini iddia ediyor. Bir başka deyişle, “yeni insanın yaratılması”, sosyalizmin ekonomik temellerinden ayrı bir başlık olarak ele alınamıyor. TKP’nin görüşü bu. Üçüncüsü, Türkiye Komünist Partisi “yaratma” sözcüğüne özellikle vurgu yapıyor.

Bütün bunların üzerinde daha ayrıntılı bir biçimde durmak gerekiyor.

Sosyalist devrimin kendisini önceleyen devrimlerden önemli farklılıkları var. Bu farklılıklardan iki tanesi, ele aldığımız konu açısından özellikle önem taşıyor. Sosyalist devrimin sömüren bir azınlığı iktidara taşıyan devrimlerden farklı olarak, nüfusun büyük çoğunluğunun tarihsel çıkarlarına yaslandığı açıktır. Dolayısıyla sosyalist devrim, siyasal iktidarı sömürücü sınıflardan arındıran bir altüst oluş olarak dikkati çeker. Bunun yanısıra, sosyalist devrimin başlangıç noktası siyasal iktidarın fethidir. Kapitalizmin belli bir gelişme düzeyine erişmesini takip eden burjuva devrimlerinden farklı olarak, oldukça belirgin bir başlangıç noktasına sahiptir. Kısacası siyasal devrim, toplumsal devrimi önceler.

Şimdi, sosyalist devrime ilişkin bu iki özelliği marksizmin temel önermelerinden birisi ile birleştirmemiz gerekiyor. Ekonominin son tahlilde belirleyici olması…

Eğer sosyalizm kapitalizmin bağrında gelişemiyor ve siyasetin belirleyici olduğu “olağanüstü” bir döneme gereksinim duyuyorsa, otoritesini devrimin iktidarla taçlandığı o özel “an”dan alan yeni düzenin ekonomik alanı mümkün olan en hızlı bir biçimde kendisiyle barışık hale getirmesi zorunludur.4

Siyasete ekonomik alan üzerinde belirleyici bir güç veren sosyalist devrimin toplumsal boyutu artçı devrimci dönüşümler sayesinde siyaset ile ekonomi arasındaki gerilimi azaltır. Ancak bu gerilim komünist toplumun üst aşamalarına geçilinceye kadar hiç ortadan kalkmaz, bir başka deyişle sosyalizmde siyasetin geri plana düştüğü hiç görülmez.

Sosyalizm yeni tipte bir toplumsal örgütlenmedir, siyaset ve ekonomi alanları arasındaki temas yüzeyini olabildiğince genişletmek ve bilinen anlamıyla her ikisini de tasfiye etmeyi hedeflemek durumundadır.

“Yeni insanın yaratılması” sürecini karmaşıklaştıran biraz da budur. Örneğin “yeni insan”ın maddi yaşam koşullarına ilişkin kuşatmayı hafifletmiş olması gerektiğini söylediğimiz oranda, onu nesnel bir kategori haline getirmiş oluruz. İyi beslenen, sağlıklı, eğitilmiş, çalışmaya ayırdığı süre iyice azalmış insanlar… Bunu şöyle de okuyabilirsiniz: Daha fazla tarımsal ürün, daha fazla elektrik üretimi, daha fazla demir-çelik, daha fazla inşaat, daha yoğun bilimsel çalışma; daha yeni insan…

Ancak böyle olmuyor. Bütün dünya sınıfsız toplum mutluluğuna erişinceye kadar, “yeni insan”ı siyasetle ekonomi arasındaki gerilimden yararlanarak ayağa kaldırmak zorundayız. Sosyalist kuruluş sürecinde “yeni insan”, sosyalizmin yaşamı dönüştürücü gücünün bir parçası olduğu oranda o dönüşümün bir kullanıcısı olabilir. Bunu birçok kez “sosyalizmi yaşamak” ile “sosyalizm için mücadele etmek” arasındaki ayrım olarak göstermiştik. Karıncalar ile ağustos böceklerini çağrıştırdığı için sanıyorum ısrarcı olmamak gerekiyor.

Her ne ise, buradaki denklemdeki bozulma, siyaset ile ekonomi arasındaki gerilimin kontrolden çıktığını gösterecektir. Çünkü “yeni insan” toplumsal bir kategoridir ve devrimci dönüşümlerin hem öznesi hem de nesnesi olarak, hem siyasette hem ekonomidedir.

Bütün bu tartışılanlar planlamayı bir devrimci araç olarak yeniden tarif etmeyi olanaklı kılıyor. Piyasanın kaotik yapısının karşısına konduğu için, planlama sosyalizmde kaçınılmaz bir biçimde gelişme ve istikrarı simgeleyen bir regülatör olarak algılandı. Oysa planlama “rasyonalite”den çok, “yön” belirlenimlidir. Burada “yön”, yalnızca ekonomik bir kategori olarak tanımlanamaz; planlama toplumsal dinamiklere yön vermek için sosyalist iktidarın elindeki en etkili araçtır. Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin çözülüşünü kolaylaştıran sorunlardan bir tanesi, planlama mekanizmasının İkinci Dünya Savaşı sonrasında yalnızca nicel büyüklüklerle ilgilenmesi ve ideolojik içeriğini tamamen yitirmesiydi.

Konumuza dönecek olursak; özeti “yeni insan”ın planlanabilir olduğudur.5

Türkiye Komünist Partisi, “yeni insanın yaratılması” bölümünde, siyaset ile ekonomi arasındaki gerilimi veri almış, “yeni insan”ın gereksineceği fiziki koşullarla, entelektüel üretim arasındaki bağa işaret etmiş ve bütün bunların ideolojik mücadelenin konusu olduğunu vurgulamıştır.

Bu vurgu, sosyalist kuruluşun ekonomik öncelikleri olduğuna ilişkin temel önermenin, bu önceliklere içerilmiş olan siyasal ve ideolojik kudretin bilince çıkarılmasından başka bir şey değildir. Kuruluşun ekonomik boyutu yaşamı mümkün kılan bir kalkınma olduğu kadar, yeni bir yaşamı doğuran bir dönüşümdür de. Söz konusu dönüşüm nicel büyüklüklere asla sığmaz.

Dipnotlar

  1. Burada süreklilik, kapitalizmi kapitalizm yapan olgudadır: Ücretli emek sömürüsünün üretim sürecinin bütün düzlemlerine egemen olması ve artı değere bir kolektif sınıf, sermaye sınıfı tarafından el konması…
  2. Bu küçümseyici tavra entelektüel destek “sosyalizm bundan ibaret değildir” diyen kimi marksistlerden geliyordu. Sosyalizmin bundan ibaret olamayacağı açıktı. Ancak gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi kitlelerin bütün bu kazanımlardan daha fazlasına sahip olduğu, dolayısıyla reel sosyalizmin herhangi bir çekiciliğinin kalmadığını yazmak için insanın elinin çok güçlü olması gerekmiyor mu? Umarım bu türden marksistler şimdi küçümsedikleri kazanımların onda birini elde etmek için kapı kapı dolanmıyorlardır.
  3. Konuya ilişkin herhangi bir tartışmayı bu yazıya taşımaksızın, bu cesareti paylaştığımı söylemek durumundayım.
  4. Bir devrimci iktidarın ekonomik alana ilişkin müdahalelerinin özü üretim sürecindeki mülkiyet ilişkilerini kökünden değiştirmektir. Bunun zamanlaması birçok faktöre bağlı olsa da, bir devrimci iktidarın uzun süre üretim araçlarındaki özel mülkiyete dokunmaksızın ayakta kalması veya devrimci karakterini koruması olanaksızdır. Hiçbir siyasal devrimin kredisi limitsiz değildir.
  5. Aklınıza tornadan çıkan tek tip “yaratıklar” geliyor değil mi? Kafalar büyümüş, saçlar dökülmüş, mide küçülmüş… Ve aşağı yukarı aynı şeye programlanmış… Lâkin telaşlanmaya gerek yok. Sosyalizm yalnızca insanları kendini yaşatma ve koruma kaygısından uzaklaştıracak temel gereksinimleri karşılayan bir sistem değildir, aynı zamanda onları özgür biçimde toplumsal gelişmenin özneleri haline getirecek örgütlülük olanağını da sunmaktadır. Buradan “tek tip insan” çıkmaz; bayağı ilginç tipler çıkar. Bu bir “yeni”liktir ve mutlaka planlanmaya muhtaçtır.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×