Sosyalizmde Devlet: Farklı bir Yaklaşım Denemesi

Marksist solda devletle ilgili tartışmalar genel olarak iki başlık altında gelişmiştir. Kapitalist devlete ilişkin çözümlemeler ve bir dönem hayli hararetlenen tartışmalar, bu başlıklardan birini oluşturur. İkinci başlık ise, siyasal iktidarın işçi sınıfı tarafından fethini izleyen geçiş döneminde ve daha sonraki evrelerde devlete “ne olacağıyla” ilgilidir.

Birinci başlık, Marx’tan günümüze kadar uzanan süreçte marksistler tarafından enine boyuna ele alınmıştır. O kadar ki, yapılan kimi çözümlemelerde kuramın sınırlarının zorlandığından, bu zorlamalar sonucunda Yurtsever’in yazısında da belirtildiği gibi marksist bütünlüğün zaman zaman yitirildiğinden söz etmek bile mümkündür. “Kuramın sınırları”, belirli bir düzeydeki soyutlama ve genellemelerin, hiç takviye yapılmadan aynen daha alt düzeylere uygulanmasıyla zorlanmıştır. Oysa, örneğin bir üretim tarzı olarak kapitalizm hakkında yapılabilecek analitik genellemeler, bir kurumsallık olarak devlete ilişkin soyutlamalardan her zaman daha geniş bir geçerlilik alanını kapsar. Başka bir deyişle, “kapitalist devletin temelinin kapitalist üretim tarzı olması”, bize, üretim tarzına ilişkin soyutlamaları hiç zenginleştirmeden devlete kadar taşıma olanağı vermez. Yapılması gereken, “kapitalist devlet” başlığı altındaki kuramsal çabaların bir noktadan sonra verili bir toplumsal formasyon düzeyine taşınması, çözümlemelere buradan devam edilmesidir. Sorun, bunun yeterince gözetilmemesinden kaynaklanmaktadır.

İkinci başlık ise, ilkinin tersine, marksist çevrelerde fazla ele alınmamıştır. Daha doğrusu, bu başlığın “proletarya diktatörlüğü” boyutu güncel siyasal bağlamlarıyla sıkça ele alınmış olsa bile, o ünlü “sönümlenme” boyutu üzerinde pek az durulmuştur. Bu da normal karşılanmalıdır; çünkü, Marx’ın zamanında Gotha Programının Eleştirisi’nde yaptığı “gevezelik” uyarısı bir yana, insanların “devletin sönümlenmesi” konusunda sürekli ve “derinlikli” tartışmalara girmeleri, ister istemez skolastiği de beraberinde getirecektir.

Yukarıda söylenenle, bu yazının sınırları da çizilmiş oluyor. Kanımca, güçlü bir sol dalganın getireceği yeni devrimci deneyimler olmadan, önce Marx’ın ve Engels’in, ardından Lenin’in ikinci başlığa ilişkin çerçevelerini kuramsal planda ve aynı doğrultuda geliştirip yetkinleştirmek mümkün değildir. Ancak bu, söz konusu başlığa ilişkin hiçbir şey yapılamayacağı anlamına gelmiyor. Örneğin, ilgili metinleri yeniden yorumlamak, üzerinde yeterince durulmamış kimi vurgulara farklı bir gözle bakmak, kısacası verili çerçevelerle biraz “oynamak” pekala mümkündür.

Muteber sayılamayacak iki tanık

Bu “oynama” işine biri Marx’a, diğeri ise Lenin’e yönelik olmak üzere, çok farklı konumda yer alan iki simanın düşünceleriyle başlayacağım. Marx’ın kendi çağdaşlarından biri, aynı zamanda Enternasyonal’deki rakibi anarşist Bakunin’e “Marx’ı nasıl bilirsin?” sorusunu yönelttiğimizde alacağımız yanıt şu olacaktır:

“Marx otoriterdir ve merkezci komünisttir. O da bizim gibi ekonomik ve toplumsal eşitliğin tam olarak zaferini, ancak devlet içinde ve devlet iktidarı aracılığıyla, çok güçlü hatta geçici despotik bir hükümet aracılığıyla, yani özgürlüğün olumsuzlanması ile istemektedir. Onun ekonomik ideali, toprağın tek sahibi olan, toprağı işleyen ve iyi ücret alan, kendi mühendislerince yönetilen tarımsal birliklerin ve tüm iktisadi ve ticari birliklerin sermayesini yöneten devlettir.”1

“(…) Bizim görüşümüzce de, proletarya devleti bir kez ele geçirince, emekçi kitleler için sürüp giden bir hapishane diye, hemen onu yıkmaya başlamalıdır. Ama Bay Marx’ın teorisine göre, halk devleti yıkmamakla kalmamalı, onu güçlendirmeli, pekiştirmeli ve bu biçimiyle (…) halkı kendi usullerince kurtarmaya başlayacak olan Bay Marx ve arkadaşlarına devretmelidir.” 2

Bakunin’e göre Marx böyle biriydi, böyle düşünüyordu.

Gelelim Lenin’e, daha doğrusu Devlet ve İhtilal başlıklı ünlü çalışmasına. Aşağıdaki sözler, bu kez bir anarşiste değil, Harvard’ın eski ve kalburüstü, Rusya uzmanı bir akademisyenine aittir:

“Devlet ve İhtilal sıradışı bir çalışmadır. Hazırlıklarının çok uzun sürmesi ve Lenin’in her ne pahasına olursa olsun bu çalışmayı tamamlamaya kararlı olması, çalışmanın salt o günün gereksinimlerine denk düşecek bir propaganda broşürü olarak tasarlanmadığını ortaya koymaktadır. Bununla birlikte, Lenin’in, kendi siyasal felsefesini ve genel düşünce çerçevesini bu kadar az temsil eden başka hiçbir çalışması yoktur. Çalışma hiçbir zaman tamamlanmamıştır. (…) Bu talihsiz çalışma, yalın bir anarşizm deklarasyonudur.”3

Kuşkusuz, Bakunin’in tanıklığıyla Marx’ı “devletçi”,Polonya göçmeni Harvard profesörünün tanıklığıyla da Lenin’i “anarşist” saymak saçma olacaktır. Bir anarşist için Marx’ın “devletçi”, bir Harvard profesörü içinse Lenin’in (en azından Devlet ve İhtilal’in yazarı Lenin’in) “anarşist” görünmesi ise normal sayılmalıdır. Bununla birlikte, kimi gerçekleri teslim etmek yerinde olacaktır.

Birincisi: Devlet ve İhtilal, özellikle Marx’ın proletarya diktatörlüğü-devlet-sönümlenme konusuna genel yaklaşımına göre daha uçta vurgular içermektedir. İkincisi: Devlet ve İhtilal “propaganda broşürü” olmasa bile, savaş ve devrim süreci içindeki Rusya için, geniş kitleleri geleneksel bağlanma noktalarından (devlet, otorite, düzenli ordu vb.) koparma yönünde çubuk büken siyasal bir metindir. Üçüncüsü: Günümüzde, devlet kuramının “ikinci” boyutuna ilişkin tartışmalarda Devlet ve İhtilal’e belirli bir ihtiyatla yaklaşılması yararlı olacaktır. Dördüncüsü: Lenin’in 1917’den sonra Sovyet Rusya’nın ayakta kalabilmesi için yaptıkları (örneğin burjuva uzmanların/teknisyenlerin/mühendislerin rejime “satın alınmaları” gibi) ile Devlet ve İhtilal’de söylenenler arasında belirgin bir açı vardır. Ve beşincisi: Kendi döneminde Marx’ın devlet tartışmalarının “ikinci” boyutuna ilişkin ölçülülüğü, hatta yer yer suskunluğu yeniden düşünülmeli ve değerlendirilmelidir.

Zaman çizgisinde uğraklar

Konunun genel anlamda ele alınışında, bir zaman çizgisinden hareket etmek mümkün. Marx’tan Lenin’e uzanan bu zaman çizgisinde, ilk olarak kapitalizmden sosyalizme siyasal geçiş döneminin biçimi olarak proletarya diktatörlüğü karşımıza çıkmaktadır. Proletarya diktatörlüğü, hem sınıflı, hem de ‘devletli’ bir toplumdur. Devam edersek, komünizmin alt evresi olarak sosyalizm, sınıfsız toplumdur. Ardından, komünizmin üst evresi olarak, toplumsal işbölümünün, dolayısıyla hükmetme ilişkisinin ortadan kalktığı uğrağa ulaşılmaktadır.

Aslında, konuya ilişkin bütün tartışmaların özünde, bu zaman çizgisi üzerindeki uğrakların nasıl tanımlandığı/tanımlanabileceği yatmaktadır.

Kanımca, komünizmin üst evresi bir yana, siyasal bir geçiş dönemi olarak (ve sınıflı) proletarya diktatörlüğü ile, komünizmin (sınıfsız) alt evresi olarak sosyalizm arasında bu kesinlikte bir ayrım yapılmasının getireceği kimi sıkıntılar olabilir. Çünkü, proletarya diktatörlüğünde ifadesini bulan (sınıflı) siyasal geçiş dönemi ile alt evre olarak sosyalizm arasında bir takım farklılıklar olacağı kabul edilse bile, ayrımın bu kadar kategorik biçimde yapılması olası süreklilikleri gözden kaçırabilecektir. Özetle, “geçiş dönemi” ile komünizmin alt evresi olarak sosyalizmin, iki ayrı evre yerine tek bir bütün olarak alınmasının daha yerinde olacağını düşünüyorum.

Geçiş sürecinde, örneğin ücretli emek sömürüsünün bütünüyle ortadan kaldırılmasının sınıfların ortadan kalkması anlamına gelmeyeceğini biliyoruz. Sınıfların tamamen ortadan kalkması, ancak hayli uzun bir zaman diliminde gerçekleşebilecektir ve bu uzun zaman diliminin siyasal biçiminin “proletarya diktatörlüğü” dışında bir karşılığını düşünmek mümkün değildir. Devam edelim: Sınıfların ortadan kalkması süreci, tam tamına bir sınıf mücadelesi sürecidir ve bu sınıf mücadelesi, siyasal erkin tahkim edilmesinin ötesinde, üretimin baştan aşağı yeniden düzenlenmesi ve örgütlenmesi yoluyla verilir. Soru şu: Üretimin radikal biçimde yeniden düzenlenmesi ve örgütlenmesi, “sosyalizm” denmesinde sakınca olmayan bir ekonomik formasyona karşılık düşer mi, düşmez mi? Ben, düşeceğini düşünüyorum. Dolayısıyla, proletarya diktatörlüğünün, siyasal geçiş sürecinin ötesinde, sınıflı bir toplumdaki ekonomik geçiş sürecine de uzatılmasında, bu süreçlerde ortaya çıkan toplumsal formasyona da “sosyalizm” denmesinde bir sakınca görmüyorum.

Bu söylenenlerden şöyle bir sonuca varmak da mümkün: Bir yaklaşım, elde bulunan aynı zaman çizgisinde yer alan uğrakları sağdan sola doğru iterek siyasal geçiş dönemi ve (bu dönemde filizlenebilecek) sosyalizm alanlarını görece daraltmakta, ben ise her ikisini de soldan sağa doğru iterek bunların alanlarını görece genişletmekteyim.

Kendi adıma, bu farkın ne anlama geldiğinin bilincindeyim ve bunu açık açık söylüyorum: İşbölümünün tümüyle ortadan kalktığı, çalışmanın bir zorunluluk değil gereksinim haline geldiği, toplumun kendini sürdürmesi için gerekli işlerden her birini kim olursa olsun herkesin yapabildiği ve nihayet devletin büsbütün sönümlendiği bir toplumu, uğraşmaya değecek bir ütopya olmanın ötesinde, güncel, siyasal ve bilimsel bir referans çerçevesi saymanın sakıncalı olacağını düşünüyorum.

Bilindiği gibi, Marx’ta kapitalizmi izleyen dönem, komünist toplumun “alt” ve “üst” evreleri olarak ikiye ayrılıyor. Başka bir deyişle, komünizme geçişin “alt” evresinin “sosyalizm” olarak ayrıca tanımlanması, Marx’ta yoktur. Bu konuda herhangi bir soru işareti de yoktur. Ancak, bence sorun burada bitmiyor, tersine alevleniyor. 19. yüzyılda, dünya-tarihsel dinamiklerin zaman zaman büyük umutlar verecek biçimde hızlandığı ortamlarda, üstelik en azından Batı Avrupa’da komünizme şöyle veya böyle “toplu geçiş” öngören bir perspektiften bakıldığında, tek bir komünizmin “alt” ve “üst” evrelerini varsaymak en makulü görünüyor.

Peki, böyle bir hat, böyle bir zaman skalası bugünün dünyasından bakıldığında da gerçekçi görünüyor mu? Bu soruya olumlu yanıt verilebileceğini sanmıyorum. Bir yanda sınıf hareketinin ve sosyalizmin bugünkü durumu, diğer yanda kapitalizmin üretim tarzı ve siyasal /ideolojik /kültürel örgütlenme açısından geçirdiği dönüşümler dikkate alındığında, siyasal iktidarın işçi sınıfı tarafından fethinin hemen ardından “komünizmin alt evresinin” gelmesini beklemek (klasiklerdeki model bu olsa bile) gerçekçi olmayacaktır. Siyasal iktidarın fethini izleyen dönemin ileriye doğru uzatılmasında ve nereye kadar uzanacağını bilemeyeceğimiz bu döneme “sosyalizm” denmesinde bana göre bu açıdan herhangi bir sakınca yoktur. Gene bu bağlamda birkaç noktaya daha dikkat çekmek istiyorum:

1- Proletarya diktatörlüğü veya işçi sınıfının devrimci iktidarı, 19. yüzyılda, giderek Lenin’in döneminde, başat olarak karşı devrimci / gerici güçleri bastırma işleviyle tanımlanabilirdi. Bu işlev, hiç kuşkusuz geleceğin devrimlerinde de yerini koruyacaktır. Ancak, günümüz toplumları, üretimin, eğitimin, sağlığın, kültürün, ulaşımın, çevrenin, gündelik yaşamın vb. örgütlenmesi açısından son derece karmaşık hale gelmiştir. Adına ister devlet deyin ister başka bir şey, böyle bir karmaşıklığın üst ve merkezi bir otorite olmaksızın düzenlendiğini ve yönlendirildiğini tasavvur etmek mümkün görünmemektedir.

2- Günümüz toplumlarında işbölümünün bütünüyle aşılması, 19. yüzyıl toplumlarına göre çok daha güç, giderek olanaksız hale gelmiştir. Rutin ve normal gündelik yaşama ilişkin sayısız örnek dışında, bugün sosyalizm adına ayakta kalmaya çalışan Küba’yı düşünün: Bu ülkede, ABD’nin çeşitli komplo ve girişimlerine karşı içerde önlem almak ve güvenliği sağlamakla görevli bir kuruluşun işlerinin, sıradan Küba yurttaşları tarafından, nöbetleşe yürütülmesi mümkün olabilir mi?

3- Marx’ın “kapitalist toplumdan çıkıp geldiği haliyle” sözleriyle tanımladığı toplumu düşünelim. Böyle bir toplum, bugün, 19. yüzyıl toplumuna göre daha lekesiz, daha sağlıklı, daha sorunsuz vb. olabilir mi? Eğer olamazsa, bundan, iktidardaki işçi sınıfının daha çok uzun süre başkalarını da yönetmek, direngen eski kalıntılara karşı mücadele vermek zorunda kalacağı sonucu çıkmaz mı?

Şimdi Marx’a ve hemen ardından Lenin’e dönebiliriz.

Marx ve Lenin: Arada açı var mı?

Diğer metinler dışında, Gotha Programının Eleştirisi başlıklı çalışmayı özel olarak alırsak, konumuz açısından önemli olduğunu düşündüğüm birkaç alıntı sıralamak istiyorum.

“Burada ele aldığımız konu, kendi temelleri üzerinde gelişen değil, kapitalist toplumdan çıkıp geldiği haliyle komünist toplumdur. Dolayısıyla [bu toplum] ekonomik, ahlaki ve entelektüel olarak, her bakımdan, rahminden çıkıp geldiği eski toplumun doğum izlerini taşır.”4

“Kapitalist toplumla komünist toplum arasında, birinden diğerine geçildiği devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Bu dönüşüme aynı zamanda bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, bu dönemde devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.

Program ise, ne bu konuyu, ne de komünist toplumun gelecekteki devletini ele almaktadır.”5

“O zaman ortaya şöyle bir soru çıkıyor: Devlet, komünist toplumda hangi değişiklikleri geçirecek? Başka bir deyişle devlet, bugünkü işlevlerine benzer hangi toplumsal işlevlerini muhafaza edecek? Bu soruya ancak bilimsel olarak yanıt verilebilir ve ‘halk’ sözcüğüyle ‘Devlet’ sözcüğü hangi biçimlerde bir araya getirilirse getirilsin, bu sorunun çözümünde bir arpa boyu bile yol alınmış olmaz.”6

Yukarıdaki alıntıları çeşitli yönlerden yorumlamak, “satır aralarını” okumak, vb. mümkündür. Ancak, ne yapılırsa yapılsın, en azından bu alıntılardan ve Gotha Programına ilişkin diğer bütün değerlendirmelerden, “yok olan” veya “sönümlenen” devlet perspektifi çıkarmak mümkün değildir. Özellikle en son alıntıya dönersek, Marx’ın “komünist toplumda devlet” gibi bir perspektife sahip olduğunu söylemek zorlama olmayacaktır. Biraz daha esneterek şöyle de söylenebilir: Marx, “kapitalist toplumdan çıkıp geldiği haliyle” komünist toplumda devlete kesin olarak yer tanımakta7 , “kendi temelleri üzerinde gelişen” komünist toplumda “işlevleri değişecek olsa da” bir tür devlet kurumsallığını öngörmekte, buradan daha ileri gitmeyi ise gereksiz ve “bilim dışı” saymaktadır.

Lenin’in bir Marksist olduğu, bundan da ötesi hemen her konuda Marx’a sadık kalmak için özel çaba harcadığı tartışma götürmez. Ancak, Lenin’in, özellikle Devlet ve İhtilal’de anarşistlere karşı giriştiği polemiklerde “çubukla” bir ölçüde oynadığını söylemek gerekir. Nasıl?

Lenin, Marx ve Engels’in 1873 yılında prudonculara, “özerklikçilere” ve “anti otoriterlere” karşı kaleme aldığı ve ancak çok daha sonra, 1913 yılında Neue Zeit’te yayınlanabilen makalelerden söz ediyor ve bir örnek veriyor: “(Marx’ın eleştirdiği kesimlere göre – M. Ç.) İşçi sınıfının siyasal mücadelesi devrimci biçimler alırsa ve işçiler burjuva diktatörlüğü yerine kendi devrimci diktatörlüklerini kurarlarsa, kendi sefil ve kaba gündelik gereksinimlerini karşılamak ve burjuvazinin direncini kırmak adına devlete devrimci ve geçici bir biçim vermiş, böylece silahlarını bırakarak devleti ortadan kaldırmayıp ilkeleri ihlal gibi korkunç bir suç işlemiş olacaklardır.”8

Lenin konuyu buradan devralıyor ve şöyle diyor:

“Marx’ın anarşistlerin savlarını reddederken karşı çıktığı, yalnızca, devletin bu anlamda ‘ortadan kaldırılması’dır. Marx, sınıflar yok olduğunda devletin de yok olacağı veya sınıflar ortadan kaldırıldığında devletin de ortadan kaldırılacağı görüşüne hiç karşı çıkmadı. (…) Marx, anarşizme karşı verdiği mücadelenin gerçek anlamının çarpıtılmaması için, proletaryanın gereksinim duyduğu devletin ‘devrimci ve geçici’ biçimini açıkça vurguladı. Proletaryanın devlete yalnızca geçici olarak gereksinimi vardır. Bir hedef olarak devletin ortadan kaldırılması konusunda anarşistlerle aramızda hiçbir fark yoktur.”9

Lenin’in Marx’ın yazdıklarına ilişkin yorumunun “serbest” bir yorum olduğunu söylemek gerekiyor. Dahası, devletin ortadan kaldırılmasının bir hedef olarak kabulü ve anarşistlerle bu konuda farklı olunmadığının belirtilmesi, bu serbestliği biraz daha ötelere taşımaktadır.

Bir kere, “ortadan kaldırma” fiili söz konusu olduğunda, bu fiilin yöneldiği olgular olarak sınıflarla devlet arasında farklılık gözetmek gerekir. Sınıflar, iktidardaki öznenin tercihli, bilinçli ve planlı çabalarıyla bir süreç içinde ortadan kaldırılabilir. Ancak, devlet söz konusu olduğunda “yok oluş”, böyle bilinçli ve planlı bir müdahalenin doğrudan sonucu olarak ortaya çıkamaz. Öznenin bilinçli ve planlı müdahaleleri, en fazla devletin niteliğinin ve yapısının değiştirilmesi anlamında sonuç verebilir. Bunun ötesinde “yok olma” ancak yaşanacak uzunca sürecin türevi olarak gündeme gelebilir. Bu nedenle, özellikle Marx’ın çalışmalarında, devlete ilişkin olarak, belirli bir özneye yüklenebilecek “ortadan kaldırma” fiilinden hiç söz edilmez, bunun yerine doğrudan öznesi olmayan bir sonuç olarak “devletin sönümlenmesi” kavramı kullanılır.

Bu söylenenler doğruysa, o zaman “bir hedef olarak devletin ortadan kaldırılması konusunda anarşistlerle arada fark olmadığının” söylenmesi, çubuğun gerçekten anarşizme doğru bükülmesi anlamına gelir. Lenin’in bunu neden yaptığı ayrı bir tartışma konusudur ve birtakım ipuçlarına yukarıda kısaca değinilmiştir.

Devlet: Ne yapmalı, ne yapılabilir?

Kanımca, siyasal iktidarın fethini izleyen döneme ilişkin tartışmalarda, Marx’ı, Engels’i ve Devlet ve İhtilal’in Lenin’ini, aradaki önemli tutarlılıklara ve bütünlüklere karşın “yüzde yüz” oranında bir mutabakatta buluşturmak mümkün değildir. İlk ikisi arasındaki açı, “sönümlenme” perspektifinin Marx’a göre Engels’de çok daha belirgin görülmesinden kaynaklanmaktadır. Başka bir deyişle, Marx’ın görece suskun kalmayı tercih ettiği bir konuda Engels daha fazla yazmıştır.

Sorunun büyük bölümünün, kuramsal olanla yaşanan deneyim arasındaki mesafenin kolay doldurulamayacak ölçüde fazla olmasından kaynaklandığı söylenebilir. Kuramsal alan bellidir: Devletin kökeninden ve kapitalist toplumdaki işlevinden hareketle, komünizme geçiş sürecinin devleti hakkında geliştirilen öngörüler. Deneyim ise, hem mekan hem de süre olarak çok sınırlıdır: Paris Komünü.

Aradaki mesafeye karşın, kuramla pratiğin bu bütünleşmesinin önemli bir sonuç verdiğini söyleyebiliriz: Siyasal iktidarı fetheden işçi sınıfının, devraldığı devlet mekanizmasını aynen muhafaza edemeyeceği. Burjuva devlet mekanizmasının tahribi kavramı gündeme böyle gelmiştir. Engels’in sözleriyle: “Komün, daha en başında bir gerçeği kabullenmek zorunda kalmıştı: İşçi sınıfı, bir kez iktidara geldiğinde, işlerini eski devlet mekanizmasıyla sürdüremez; yeni elde ettiği hakimiyetini bir kez daha elden kaçırmamak için yapması gereken, önceleri kendisine karşı kullanılan baskıcı mekanizmayı ortadan kaldırmaktır. …”10

Burjuva devlet mekanizmasının tahribinin, “devletin yok olması” anlamına gelmediği açıktır. Bununla birlikte, burjuva devlet mekanizmasının tahribi gerekliliğinin, aynı zamanda devletin “sönümlenmesi” sürecinde önemli bir adım olarak da görüldüğünü, hatta söz konusu adımın bu anlamdaki öneminin abartıldığını söylemek mümkündür. Şunu anlatmak istiyorum: Devralınan mekanizmanın tahribinin, yerine yeni ve gene gelişkin/güçlü bir mekanizmayı davet etmesi, “büsbütün mekanizmasızlığa” geçişten çok daha güçlü bir olasılıktır. Özetle, bir mekanizma ne kadar gelişkin ve karmaşıksa, bu mekanizmanın parçalanması da o kadar gelişkin ve kapsayıcı bir başka mekanizmayı gerektirecektir.

Parçalanacak mekanizmanın gelişkinliği ve karmaşıklığı açısından 1871’in Paris’i ile günümüzün herhangi bir kapitalist devleti arasında yapılacak bir karşılaştırmanın sonuçları açık olsa gerekir. Yalnız, bir konuda en küçük bir tereddüde bile yer yoktur: “Özgürlük, toplumun üzerinde egemen bir organ durumundaki Devleti, tamamen topluma tabi bir organ haline getirmektir.11 Gerçekten de, burjuva devlet mekanizmasının tahribinin ardından devletin tamamen “topluma tabi” bir organ haline getirilmesi için yapılabileceklerin düşünülmesi, sönümlenme istiharelerinden çok daha gerçekçi, siyasal bağlamlı ve verimli bir iş olacaktır. Kişisel olarak, Marx’ın devlete ilişkin ufkunun da en fazla buraya kadar açımlanabileceğini/yorumlanabileceğini düşünüyorum.

Dipnotlar

  1. Bakunin’in 23 Ocak 1872’de Lodovico Nabruzzi’ye yazdığı mektuptan, bkz. Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, 1. cilt sonu ekler, s. 71.
  2. a.g.y., s. 72.
  3. Adam B. Ulam, Lenin and the Bolsheviks, Fontana, 1969, s. 462.
  4. Marx; “Critique of the Gotha Programme”, bkz. David Caute, Essential Writings of Karl Marx, Panther Books 1967, s. 248 (Yukarıda yer alan çeviri bana ait. Aynı bölümün başka çevirisi için bkz. Marx-Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çeviren: M. Kabagil, Sol Yayınları, 1969, s. 30.)
  5. Caute, a.g.e., s. 250. Az önce söz edilen Türkçe basımda s. 44 (burada hemen belirtmek gerekirse, Türkçe ilk basımı 1969 yılında yapılan kitapta herhalde o dönemin hukuki koşulları nedeniyle “diktatörlük” sözcüğü “iktidar” olarak çevrilmiş.)
  6. Marx, y.a.g.e., bkz. T.B. Bottomore, Selected Writings in Sociology and Social Philosophy, Pelican 1969, s. 261 (çeviri bana ait).
  7. Marx’ın, siyasal geçiş döneminin ilk evresinde, “en gelişmiş” ülkelerde “genel olarak uygulanabilir” saydığı adımlar arasında şunlar da yer almaktadır: “Sermayesi Devletin elinde olan ve tekel konumundaki bir ulusal banka aracılığıyla kredi sisteminin Devlet elinde merkezileştirilmesi; iletişim ve ulaşım araçlarının Devletin elinde merkezileştirilmesi” ve “Daha çok fabrikanın ve üretim aracının Devlet mülkiyeti altında toplanması”. (Marx-Engels, “Manifesto of the Communist Party”, bkz. Caute, a.g.e., s. 232).
  8. V. I. Lenin, “The State and Revolution”, Selected Works (1977), c. II, s. 281.
  9. aynı yerde.
  10. F. Engels, “Introduction to The Civil War in France”, bkz. W.O. Henderson, Engels: Selected Writings, Pelican 1967, s. 308.
  11. Marx, “Critique of the Gotha Programme”, bkz. Bottomore, a.g.e., s. 260.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×