Kadın Sorununun Toplumsal Temelleri

Aleksandra Kollontay, 1909

Çeviri: Bahar Tümer 1

Çevirisini sunduğumuz aşağıdaki metin, Aleksandra Kollontay’ın 1909’da “Kadın Sorununun Toplumsal Temeli” ismiyle yayımladığı kitabından seçilmiş bölümlerden oluşmaktadır. 1872-1952 yılları arasında yaşayan ve ilk olarak 1899 yılında 27 yaşındayken Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ne katılanKollontayişçi kadınlar örgütlerinin temellerini atan ilk sosyalistlerden biridir. 1917’de PetrogradSovyeti Yürütme Komitesi’ne seçilen Kollontay Ekim Devrimi sırasında yer alıyordu, Sovyetler’in ilk sağlık komiseri oldu ve 1918’de aile yasalarının hazırlanmasında etkin bir rol oynadı. Kollontay aynı zamanda dünyanın ilk kadın elçisi olarak 1922 yılında tarihe geçti.

“Kadın Sorununun Toplumsal Temeli” kitabıyla Rusya ve batı dünyasında geçmiş mücadelelerin üzerine sosyalizm rüzgarlarıyla da alevlenen kadın hareketlerini değerlendiren Kollontay, bize sosyalizm mücadelesi içerisinde devrimcilerin kadın sorununa kuramsal ve pratik olarak nasıl yaklaşacağı konusunda oldukça önemli bir çalışma bıraktı. Burjuva kadın hareketinin sınırları, kapitalist düzeni eleştirmekten ne kadar uzak olduğu ve böylesi bir hareketin proleter kadın için neden cevapsız ve yetersiz kaldığını incelikle anlatır. Bugün hala tartışılan, burjuva kadın hareketi ile emekçi kadınların ortak çıkarları olup olmadığı, emekçi kadınların acil ihtiyaçları konusunda nasıl bir tutum alınması gerektiği ve kadın sorununda sosyalist düzene yaklaşmayan herhangi bir çözümün proleter kadının mücadelesini nasıl geriye düşüreceği gibi soruları sormaktan geri durmayanKollontay’ın sade ama kendinden emin yanıtlarıyla günümüzün sosyalizm mücadelesinde bize yol göstereceğini düşünüyoruz.

Tarihsel materyalistler, bir cinsiyetin diğerinden üstün olması veya kadınların ve erkeklerin psikolojik yapıları ya da beyin büyüklükleri açısından ne gibi farklılıklar gösterdiği sorularının tartışmasını burjuva akademisyenlerine bırakır. Bunun yerine tarihsel materyalistler, her cinsiyetin sahip olduğu doğal özgünlükleri tamamen kabul eder ve erkek ya da kadın fark etmeksizin her insanın bütünüyle ve özgür biçimde hür iradesini gerçekleştirebileceği fırsatlara sahip olmasını ve tüm doğal eğilimlerin en geniş anlamıyla yaşanmasını ve gelişimini talep eder. Tarihsel materyalistler günümüzün genel toplumsal sorunundan ayrı bir kadın sorunu olduğunu reddederler. Kadınların ezilmesinin temelini özgün ekonomik sebepler oluşturur; bu süreçte doğal özellikler ikincil faktördür. Bütün bu faktörlerin tamamen yok olması, geçmişte kadınların ezilmesine neden olan bütün güçlerin dönüştürülmesi kadınların toplumsal konumlarını değiştirmenin tek yoludur. Diğer bir deyişle, kadınlar ancak ve ancak yeni toplumsal ve üretici eksenler üzerine kurulmuş bir dünyada tamamen özgür ve eşit olabilirler.

Fakat bu, modern düzenin çerçevesi içerisinde kadının hayatına dair kısmi iyileştirmeler yapılamayacağı anlamına gelmez. İşçi sorununun kökten çözümü sadece modern üretim ilişkilerini tamamen yıkıp yeniden inşa etmekle mümkündür; ancak bu durum bizi proletaryanın en acil ihtiyaçlarını karşılayabilecek reformlar için mücadele etmekten alıkoymalı mıdır? Tam tersine, işçi sınıfının her bir yeni kazanımı insanlığı özgürlüğe ve toplumsal eşitliğe götüren yolda önemli bir adımı temsil eder; kadının kazandığı her hak, kadını nihai kurtuluş hedefine yakınlaştırır.

Erkeklerin sahip olduğu haklara kadınların da sahip olması gerektiğini ilk kez programına yazansosyal demokrasidir; parti, hem konuşmalarında hem de yazılı yayınlarda kadınları etkileyen kısıtların ortadan kaldırılması gerektiğini her zaman ve her yerde vurgular. Diğer partileri ve hükümetleri kadınların lehine reformlar yapmaya zorlayan da yalnızca partinin bu etkisidir. Ve Rusya’da bu parti, sadece teorik olarak kadınların savunucusu olmakla kalmaz, her zaman ve her yerde kadının eşitliği ilkesine bağlı kalır.

Bu durumda, “eşitlikçileri” bu güçlü ve tecrübeli partinin desteğini kabul etmekten alıkoyan nedir? Gerçekte, eşitlikçiler ne kadar “radikal” olsalar da hâlâ kendi sınıfları olan burjuva sınıfına sadıktırlar. Politik özgürlük şu anda Rus burjuvazisinin güçlenmesi ve iktidarıiçin temel önkoşuldur; o olmadan burjuvazinin bütün ekonomik refahının zayıf temeller üzerine kurulmuş olduğu ortaya çıkacaktır. Kadınlar için politik eşitlik talebi hayatın içinden çıkan bir gerekliliktir.

“Mesleklere erişim hakkı” sloganı zamanla yeterliliğini yitirmiştir; sadece devlete doğrudan katılım kadınların ekonomik durumunun iyileştirilmesini sağlamayı vaat etmektedir. Orta-burjuva kadınlarının oy hakkı konusundaki tutkulu talepleri ve modern bürokratik sisteme dönük düşmanlıkları böylelikle ortaya çıkar.

Ancak bizim feministlerimiz, siyasal eşitlik taleplerinde diğer ülkelerden kız kardeşlerine benziyorlar; sosyal demokrat öğretinin açtığı geniş ufuklar onlara yabancı ve anlaşılmaz gelmektedir. Feministler, mevcut sınıflı toplum çerçevesinde eşitlik ararlar ve hiçbir şekilde bu toplumun temellerine saldırmazlar. Hüküm süren ayrıcalıklara ve imtiyazlara karşı koymaksızın sırf kendi ayrıcalıkları için savaşırlar. Burada burjuva kadın hareketinin temsilcilerini meseleyi anlayamamakla suçlamıyoruz; onların olayları algılayış biçimleri kaçınılmaz olarak sahip oldukları sınıf pozisyonlarından kaynaklanmaktadır.

Ekonomik Bağımsızlık İçin Mücadele

Öncelikle, sınıf çelişkilerine dayalı bir toplumda tek ve herkesi kapsayan bir kadın hareketinin mümkün olup olmadığını kendimize sormalıyız. Her tarafsız gözün görebileceği üzere, kadının özgürleşmesi mücadelesinde yer alan kadınlar tek bir homojen kitleyi temsil etmez.

Kadınların dünyası, erkeklerin dünyasında olduğu gibi iki kamptan oluşur; bir grubun çıkarları ve özlemlerionu burjuva sınıfına yakınlaştırırken, diğer grubun proletarya ile sıkı bağları bulunmaktadır ve özgürlük iddiaları kadın sorununa dair bütüncül bir çözümü içermektedir. Dolayısıyla, her ne kadar iki kamp da “kadının özgürleşmesi” sloganını kullanıyor olsa da, ikisinin amaç ve istekleri birbirinden farklıdır. Her iki grup da bilinçsizce mücadelelerinin başlangıç noktalarını kendi sınıflarının çıkarlarından alır ve bu durum kendilerine koydukları amaç ve görevlere o sınıfın rengini verir.

Ancak, taleplerine kadar radikal görünürse görünsün, feministlerin sınıf pozisyonları gereği toplumun bugünkü ekonomik ve sosyal yapısını temelden değiştirmek için mücadele veremeyecekleri görülmelidir ki bu olmadan kadının özgürleşmesi tamamlanmamış olacaktır.

Bazı özel durumlarda bütün sınıflardan kadınların kısa dönemli hedefleri birbirleriyle çakışsa da, bu iki kampın uzun süreçte hareketin alacağı yönü ve kullanılacak taktikleri belirleyen nihai hedefleri birbirlerinden kesin bir şekilde ayrılır. Feministler için modern kapitalist dünyanın çerçevesi içerisinde erkeklerle eşit haklara sahip olmayı başarabilmek kendi içinde yeteri kadar somut bir sonuç ifade ederken, ancak proleter kadınlar için günümüzde eşit haklara sahip olmak sadece işçi sınıfının yaşadığı ekonomik köleliğe karşı mücadeleyi geliştirmek için bir yoldur. Feministler erkekleri baş düşman olarak görür; onlara göre erkekler adaletsizce bütün hak ve ayrıcalıkları kendilerine ayırmışlar ve kadınları zincire vurup, onları hizmete koşmuşlardır. Onlar için zafer, daha önceleri yalnızca erkek cinsiyetinin faydalandığı bir ayrıcalığın “kadın milleti”ne de bahşedilmesidir. Proleter kadınların tutumu farklıdır. Erkekleri düşmanları ya da ezenleri olarak değil, bilakis günlük hayatın angaryalarını paylaştıkları ve daha iyi bir gelecek için birlikte mücadele ettikleri yoldaşları olarak görürler. Kadın ve erkek yoldaşı, aynı toplumsal koşullar tarafından köleleştirilir, aynı kapitalizmin nefret dolu zincirleri iradelerini ezer ve onları hayatın eğlencelerinden ve güzelliklerinden mahrum bırakır. Modern sistemin pek çok açıdan kadınların üzerine iki kat daha fazla yük bindirdiği aşikardır; aynı zamanda ücretli emek koşullarının, çalışan kadınların erkekleri rakip veya düşman olarak görmesine sebep olduğu da doğrudur. Fakat bunun gibi istenmeyen durumlarda işçi sınıfı suçlunun kim olduğunu bilir. …

Kadın işçi, aynı talihsizliğe sahip erkek kardeşinden farksız olarak, tek derdi kurbanlarının yaşam enerjisini tüketmek olan, milyonlarca insanın canı pahasına büyüyen ve aynı hırsla erkeklerin, kadınların ve çocukların üstüne atılan, altın yaldızlı midesi bir türlü doymak bilmeyen canavardan nefret eder. Binlerce sebep işçi sınıfını bir araya getirir. Burjuva kadınının özlemleri ise garip ve anlaşılmaz görünür. Proleterlerin kalbine dokunmazlar; proleter kadınlara sömürülen bütün insanlığın göreceği aydınlık bir gelecek vaat etmezler.

Proleter kadınların nihai amacı, onları mevcut burjuva düzeni içinde bile olsa kendi durumlarını iyileştirmeyi istemekten alıkoymaz elbette ama kapitalizmin doğal yapısından kaynaklanan engeller bu isteklerin yerine getirilmesine mani olur. Bir kadın ancak ve ancak emeğin toplumsallaştığı, uyumun ve adaletin olduğu bir dünyada gerçek anlamda eşit haklara sahip olabilir ve özgür olabilir. Feministler bu durumu anlamaya ne isteklidirler ne de yetkindirler; onlar eşitlik yasalar tarafından kabul edildiği anda köleliğin, esaretin, gözyaşının hüküm sürdüğü, zorluklarla dolu bu köhne dünyada kendilerine rahat bir yer kazanabileceklerini düşünürler. Ve bu, belirli bir noktaya kadar doğrudur. Proleter kadınların büyük bir bölümü için erkeklerle eşit haklar, yalnızca eşitsizlikten eşit pay almak anlamına gelebilir; ancak “seçilmiş azınlık” yani burjuva kadınları için bu eşitliğin sağlanması, gerçekten de şu ana kadar sadece burjuva erkeklerinin faydalandığı yeni ve eşi benzeri görülmemiş haklar ve ayrıcalıklar için kapıların açılmasını sağlar. Ancak burjuva kadınının kazandığı her yeni ayrıcalık, kendi kız kardeşini sömürmesi için ona yeni bir silah olarak döner ve iki karşıt toplumsal sınıfın kadınları arasındaki ayrımıdaha da büyütür. Çıkarları daha keskin bir biçimde çatışır ve asıl amaçları bariz bir şekilde birbirleriyle çelişir.

O halde bu genel “kadın sorunu” nerededir? Feministlerin sürekli olarak bahsettiği ortak amaçlar ve görevler nerededir? Gerçekliğe aklı başında bir şekilde bakıldığında, böyle bir ortaklığın var olmadığı ve var olamayacağı görülür. Feministler boş yere kendilerini “kadın sorununun” siyasi partilerle hiç alakası olmadığına ya da bir Alman radikal feministinin dediği gibi “çözümü yalnızca bütün partilerin ve bütün kadınların katılımıyla mümkün” olduğuna inandırmaya çalışmaktadırlar; gerçekler bizleri feministlerin bu avutucu hayallerini reddetmeye sevk ediyor. …

Üretim koşulları ve biçimleri, insanlık tarihi boyunca kadınları boyun eğmeye zorlamış ve bugüne dek sürecek şekilde onları baskının ve bağımlılığın hüküm sürdüğü bir konuma sürüklemiştir.

Kadınlar kaybettikleri değeri ve bağımsızlığı geri kazanmaya başlamadan önce tüm sosyal ve ekonomik yapıda muazzam bir altüst oluş yaşanması gerekiyordu. Bir zamanlar en yetenekli düşünürler için dahi çok zor görünen sorunlar, şimdi ruhsuz ama mutlak güce sahip üretim koşulları ile birlikte çözülmüş durumdadır. Binlerce yıldır kadınları köleleştiren bu güçler, gelişimin şu anki daha ileri aşamasında, kadınları özgürlüğe ve bağımsızlığa giden yola götürüyor. …

Kadın sorunu, burjuva kadınları için yaklaşık olarak 19. yüzyılın ortasında,kadınların işgücüne katılmaya başlamasından epey sonra önem kazanmaya başlamıştır. Kapitalizmin devasa başarılarının etkisi altında kalan orta sınıflar ihtiyaç dalgalarına çarpmışlardı. Ekonomik değişiklikler orta ve küçük burjuvazinin maddi durumunu etkilerken, burjuva kadınları, yoksulluğu kabullenmek ya da çalışma hakkını kazanmak gibi büyük ve tehditkâr bir ikilemle karşı karşıya kaldı. Bu toplumsal kesimlerden gelen hanımlar ve kızlar üniversitelerin, sanat okullarının, yayınevlerinin, ofislerin kapılarını çalıp onları kabul edecek mesleklere akın etmeye başladılar. Burjuva kadınının bilime ve yüksek kültürün getirilerine ulaşma isteği bir anda ortaya çıkan olgun bir ihtiyacın ürünü değildi; aksine temeli aynı “ekmek sorununa” dayanmaktaydı.

Burjuva kadınları, en başındanitibaren erkeklerin sert direnişiyle karşı karşıya kaldılar. “Küçük rahat işleri”ne bağlı olan meslek sahibi erkeklerle geçim derdine düşmüş çaylak kadınlar arasında çetin bir kavga başladı. Bu kavga “feminizm” hareketine yol açtı, yani burjuva kadınlarının güçlerini ortaklaştırarak ortak düşmanlarına, erkeklere karşı birlikte durma çabasına. Emek alanına girdikleri anda, bu kadınlarkendilerine gururla “kadın hareketinin öncüleri” dediler. Ekonomik bağımsızlığı kazanma kavgasında, diğer alanlarda olduğu gibi, kız kardeşlerinin adımlarını takip ettiklerini ve onların yaralı elleriyle yetiştirdiği meyveleri topladıklarını unuttular.

Bu durumda, daha burjuva kadın hareketi doğmadan önce, yüzbinlerce proleter kadın her ülkede fabrikalara ve atölyelere akın edip, sanayi kollarını birbiri ardına ele geçirmişken, feministlerin kadınların çalışması konusunda öncülüğü üstlendiğini söylemek mümkün müdür? Burjuva kadınları, feministlerin iftihar ettiği, toplumda kendileri için bağımsız bir konum elde etmeyi, yalnızca işçi kadınların emeğinin dünya piyasasında tanınmış olması sayesinde başarabilmişlerdir. …

Proleter kadınların mücadele tarihinde, genel feminizm hareketinin emekçi kadınların maddi durumlarını iyileştirmek için anlamlı bir katkı sunduğu tek bir örnek bile bulmak zordur. Proleter kadınların kendi yaşam standartlarını iyileştirmek adına ne kadar kazanımı varsa, bunların hepsi özellikle kendilerinin, genelde de işçi sınıfının mücadelesi sayesinde gerçekleşmiştir. Proleter kadınların daha iyi çalışma koşulları ve daha iyi bir hayat için verdikleri mücadelenin tarihi, proletaryanın özgürleşmek için verdiği mücadelenin tarihidir.

Proleterlerin memnuniyetsizliğinin tehlikeli bir şekilde patlaması korkusu olmasa, fabrika sahipleri neden saat başı ücreti arttırsınlar, çalışma saatlerini azaltsınlar ve daha iyi çalışma koşulları yaratsınlar ki? “İşçi grevlerinin” korkusu olmasa, devlet neden emeğin sermaye tarafından sömürülmesini kısıtlayan yasal düzenlemeler yapsın? …

Dünyada sosyal demokrasinin savunduğu kadar kadınları savunan bir parti yoktur. İşçi kadın, öncelikle işçi sınıfının bir üyesidir; proleter ailesine mensup her bireyin konumu ve refahı ne kadar iyiyse, tüm işçi sınıfının uzun vadede o kadar yararına olacaktır. …

Bu davanın samimi savaşçıları, büyüyen toplumsal zorluklar karşısında üzülüp hayrete kapılmadan duramayacaktır. Genel kadın hareketinin proleter kadın için ne kadar az katkısı olduğunu, işçi kadınların çalışmave yaşam koşullarını iyileştirmek konusunda ne kadar yetersiz olduğunu fark edemeden yapamayacaktır. Eşitlik için savaşan ancak proleter dünya görüşünü benimsememiş veya çok daha iyi bir toplumsal düzenin yaratılabileceğine dair sağlam bir inancı olmayan bu kadınların gözünde insanlığın geleceği gri, sönük ve belirsiz görünüyor olmalıdır. Modern kapitalist dünya değişmediği sürece, özgürlük yarım ve adaletsiz görünüyor olmalıdır. Bu kadınların düşünceli ve duygusal olanlarını büyük bir umutsuzluk kaplıyor olmalıdır. Yalnızca işçi sınıfı modern dünyanın çarpık toplumsal ilişkileri karşısında umudunu koruyabilir. Sağlam ve ölçülü adımlarla amacına doğru kararlı bir şekilde ilerler. Proleter kadınları da saflarına çeker. Proleter kadın cesurca emeğin dikenli yoluna adımını atar. Beli bükülür, vücudu işlemez olur. Yolda tehlikeli uçurumlar vardır ve zalim canavarlar yakınındadır.

Ancak kadınlar yalnızca bu yolu takip ederek o uzak ama cezbedici hedefe, yeni bir emek dünyasında gerçek özgürlüğe ulaşabilirler. Proleter kadınının aydınlık geleceğine giden bu zorlu yürüyüşte, daha düne kadar kadar aşağılanmış, haklarından yoksun bir şekilde köleliğe zorlanmış kadın kendisine yapışmış olan kölelik mantığından kurtulur ve kendisini adım adım bağımsız bir işçiye, aşkı özgürce yaşayan bağımsız bir kişiliğe dönüştürür. Proletarya saflarında mücadele eden, kadınlara çalışma hakkını kazandıran, geleceğin “özgür” ve “eşit” kadını için temeli hazırlayan “kız kardeş” kendisidir.

Durum böyleyken, işçi kadın burjuva feministleriyle bir birliktelik aramalı mıdır? Böyle bir işbirliğinin sonucunda gerçekte kim kazanır? Açıktır ki işçi kadın değil. O kendisinin kurtarıcısıdır; kendi geleceği kendi ellerindedir. İşçi kadın kendi sınıfının önceliklerini gözetir ve “bütün kadınların paylaştığı dünya” gibi görkemli nutuklara kanmaz. İşçi kadın, burjuva kadınının amacının bize karşı olan bir toplumsal çerçevede kendi refahını güvence altına almak olduğunu, bizim amacımızın ise bu köhne, miadını doldurmuş dünyanın yerine evrensel emeğin, yoldaşça dayanışmanın ve sevinçli özgürlüğün oluşturduğu yeni dünyayı yaratmak olduğunu unutmaz ve unutmamalıdır.

Evlilik ve Aile Sorunu

Şimdi kadın sorunun bir başka yönü olan aile sorununa dönelim. Bu acil ve karmaşık sorunun kadının gerçek kurtuluşu açısından ne kadar önemli olduğu açıktır. Politik haklar için mücadele, doktora ve diğer akademik derecelere sahip olmak için mücadele ve eşit işe eşit ücret için mücadele eşitlik mücadelesinin tamamını oluşturmaz. Tamamen özgür olmak için kadının şu anki baskıcı ve eski moda evlilik formunun ağır zincirlerini üzerinden atması gerekir. Kadınlar için aile sorunun çözümü politik eşitlikten ve ekonomik bağımsızlıktan daha az önemli değildir.

Günümüz ailesinde, ki bu yapı yasalar ve gelenekler tarafından desteklenmektedir, kadınlar yalnızca bir insan olarak değil, bir anne ve bir eş olarak da baskılanır. Günümüzde birçok ülkede medeni hukuk kadını az ya da çok eşine bağımlı kılar ve erkeği yalnızca kadının varlıklarını kullanma hakkıyla değil, ayrıca kadın üzerinde ahlaki ve fiziksel hakimiyetle ödüllendirir. …

Kadının resmi ve hukuki esaretinin bittiği yerde “kamuoyu” dediğimiz baskı başlar. Bu kamuoyu “kutsal mülkiyet kurumu”nu korumak adına burjuvazi tarafından yaratılır ve desteklenir. “İkili ahlakçılığın” iki yüzlülüğü ise burjuvazinin bir başka silahıdır. Burjuva toplumu, emeğine karşılık çok az bir ücret vererek kadını zalim ekonomik ahlaksızlığıyla yıkar. Kadın kendi çıkarları adına sesini duyurma hakkından yoksundur; bunun yerine ona çok merhametli bir alternatif verilir, ya evliliğin esaretini kabul edecektir ya da toplum içinde ayıplanıp küçümsenen ama gizlice desteklenen ve teşvik edilen fuhuşu kabul edecektir. Modern evlilik hayatının kötü yanlarını ve günümüz aile yapısı içerisinde kadınların konumlarından dolayı yaşadıkları zorlukları vurgulamak gerekli midir? Bu konuda çok fazla şey söylendi ve yazıldı. Edebiyat evliliğin ve aile hayatının kurduğu tuzakların üzücü hikayeleriyle doludur. Ne kadar çok psikolojik dram yaşandı! Kaç hayata zarar verildi! Burada bizim için sadece modern aile hayatının toplumun her katmanından ve her sınıfından kadını az ya da çok baskıladığını vurgulamak önemlidir. Gelenekler ve töreler hangi toplumsal sınıfa ait olursa olsun genç anneye acı çektirir; yasalar burjuva kadınlarının, proleter kadınların ve köylü kadınların hepsini eşlerinin himayesine bırakır.

Kadın sorununun bu yönüne baktığımızda bütün sınıflardan kadınların birleşebileceğini görmedik mi? Onları baskılayan koşullara karşı bir arada mücadele edemezler mi? Bu durumlardan dolayı kadınların acı ve yaslarının ortaklaşmasının farklı sınıflardaki kadınların düşmanlıklarını yumuşatması ve ortak özlemler ve amaçlar yaratması mümkün değil midir? Ortak amaçlar ve isteklerin temelinde burjuva kadını ile proleter kadınının bir araya gelmesi bir olasılık değil midir? Feministler daha özgür evlilik biçimleri ve “annelik hakkı” için mücadele ediyorlar; seslerini insanın diğer insanlar tarafından zulme uğramasına, fuhuşa karşı yükseltiyorlar. Feminist literatürün yeni ilişki biçimleri arayışı ve cinsiyetlerin “ahlaki eşitliği” konularında ne kadar zengin olduğunu görebiliyoruz. Her ne kadar ekonomik özgürlük mücadelesi bakımından burjuva kadınları, “yeni kadın”ın arayışına öncülük eden milyonlarca kişilik güçlü proleter kadın ordusunun arkasında kalsa da aile sorununun çözümü için verilen mücadelede ödülün feministlere gittiği doğru değil midir?

Rusya’da 1860’larda işgücü ordusuna katılmak durumunda kalarak bağımsız para kazanmaya başlayan orta burjuva kadınlar, o zamandan beri evlilik sorununun kafa karıştırıcı noktaları üzerine pratikte uzlaşmaya vardılar. Onlar, cesur bir şekilde geleneksel kilise kavramlarının desteklediği evlilik biçimini kendi sosyal tabakalarının ihtiyaçlarını karşılayacak daha esnek ilişki tarzlarıyla değiştirdiler. Ama tek bir birey olarak bu sorunun öznel çözümü durumun kendisini değiştirmez ve aile kavramının genel kasvetini azaltmaz. Ailenin modern biçimini herhangi bir şey yok edecekse, bu bağımsız ve güçlü bireylerin devasa çabalarıyla değil, aksine hayatı her yönden yeni temellere oturtmak için vazgeçmeden uğraşan üretici güçler tarafından yok edilecektir. …

Kendisine dayatılanları bir kenara atarak, emirler ve zincirler olmadan “sevme” hakkını talep eden genç burjuva kadınının kahramanca mücadelesi aile zincirlerinden kurtulmak isteyen bütün kadınlar için bir örnek teşkil etmelidir – bu başka ülkelerde yaşayan daha özgürleşmiş feministlerin ve ülkemizdeki ilerici eşitlikçilerin öğütledikleridir. Başka bir deyişle onlara göre evlilik sorunu, dışsal koşullara herhangi bir referans vermeden, toplumun ekonomik yapısındaki değişikliklerden bağımsız olarak çözülür. Bireylerin tekil, kahramanca çabaları yeterlidir. Bir kadın basit bir şekilde “cesaret ederse” evlilik problemi çözülmüş olur.

Ama cesareti daha az olan kadınlar kafalarını güvensizlikle sallar. “Yazarı tarafından inanılmaz bir bağımsızlıkla, bencil olmayan arkadaşlarla ve olağanüstü bir etkileme yeteneğiyle kutsanmış roman kahramanları için zincirlerini atmak kolaydır. Peki ya birikmiş parası olmayan, az maaşla geçinen, arkadaşsız ve pek cazibesi olmayan kadınlar ne yapacak?” Ve annelik sorunu özgürlük için mücadele eden kadının zihnini rahat bırakmaz. “Özgür aşk” mümkün müdür? Toplumumuzun ekonomik yapısı düşünülerek bireysel istisnalar olarak değil genel bir kavram olarak, herkes tarafından kabul edilen bir norm olarak görülebilir mi? Modern evliliklerde özel mülkiyetin etkisini görmezden gelmek mümkün müdür? Bireysel bir dünyada kadınların çıkarına zarar vermeden resmi evlilik sözleşmesini görmezden gelmek mümkün müdür? Hele de anneliğin bütün zorluklarının sadece kadının üzerine yüklenmeyeceğinin tek garantisi resmi evlilik sözleşmesi iken. Bu işçi erkeğin daha önceden başına gelen şeyin kadının başına geleceğini göstermez mi? Lonca sözleşmelerinin kaldırılması, patronların yaptıklarını denetleyen bir mekanizma olmadan, patronlara işçiler üzerinde tam bir güç vermiştir. “Sözleşme için, işgücü için ve sermaye için özgürlük!” sloganı sermayenin işçileri açık bir şekilde sömürebilmesinin yolunu açmıştır. Modern sınıflı topluma sürekli olarak tanıtılan “özgür aşk” ise kadını aile hayatının zorluklarından kurtarmak yerine açıkça yeni bir yükümlülük üstlenmesine sebep olacaktır – çocuklarına yardım almadan ve yalnız bakma yükümlülüğü.

Ancak ve ancak toplumsal ilişkilerde yapılacak, aileden yükü alıp devlete ve topluma da sorumluluk verecek temel reformlar sayesinde, “özgür aşk” kavramının belirli bir ölçüye kadar yerine getirildiği bir durum yaratılabilir. Yine de ne kadar demokratik olursa olsun modern sınıflı devletten, şu anda en bireyci birim olan ailedeki yükü kendi görevi olarak benimseyip kadınlara ve çocuklara destek olmasını gerçekten bekleyebilir miyiz? Sadece üretim ilişkilerinin temelden değiştirilmesi kadının “özgür aşk” formülünün yarattığı negatif etkilerden kurtulabileceği bir zemini oluşturabilir. Şu anda var olan koşullardaki fesatlık ve anormalliklerin bu uygun kalıp içerisinde kendilerini var edebileceğinin farkında değil miyiz? Cinsel isteklerini tatmin etmek için işten atma tehdidini kullanan, kadınları işgücüne ve iş yerlerine girmeye zorlayan endüstriyel şirketlerin sahibi veya yöneticisi olan erkekleri düşünün. Onlar da kendilerine göre “özgür aşk”ı gerçekleştirmiyorlar mı? Kölelerine tecavüz eden ve sonrasında hamile kalınca onları sokağa atan “ev sahipleri”, “özgür aşk” tanımına bağlı kalmıyorlar mı?

Ama biz sadece özgür evliliği savunan bir çeşit “özgürlük”ten bahsetmiyoruz. Aksine, her iki cinsiyeti de bağlayan “tek ahlak” anlayışının olmasını talep ediyoruz. Şu anki cinsellik kurallarını kabul etmiyor ve sadece gerçek aşk üzerine kurulu olan özgür birleşmeleri ahlaki buluyoruz. Ama, sevgili arkadaşlarım, şu an yaşadığımız toplumun sosyal koşulları değiştirilmeden “özgür evlilik” idealiniz gerçekleştirilirse, bunun cinsel özgürlüğün sapkın uygulamalarından çok da farklı sonuçlar doğurmayabileceğini düşünmüyor musunuz? Ancak ve ancak kadınlar şu anki sermayeye ve eşlerine olan ikili bağımlılık durumunun nesnel yüklerinden kurtarıldığında, “özgür aşk” kavramı kadına yeni acılar getirmeyecek şekilde ortaya çıkabilir. Kadınlar çalışmak, ekonomik özgürlüklerini kazanmak için dışarı çıktıklarında, “özgür aşk” için belirli olasılıklar ortaya çıkar, özellikle de entelijansiyanın iyi kazanan kadınları için. Ancak kadının sermayeye bağımlılığı değişmez, hatta daha fazla proleter kadın emeğini sattıkça bu bağımlılık artar. Sadece kendilerini hayatta tutabilecek kadar para kazanan kadınların üzücü varoluşlarını “özgür aşk” sloganı geliştirebilir mi? Aynı zamanda “özgür aşk” proleterler tarafından uygulandığı için ve bu uygulama çok yaygın olduğu için burjuva sınıfı birden fazla kez alarm vererek proletaryanın “günahkarlığı” ve “ahlaksızlığı”na karşı kampanyalar yürütmedi mi? Feministler özgürleşmiş burjuva kadını tarafından düşünebilecek olan evlilik dışı yeni birlikte yaşama biçimlerini hevesle anlatırken, “özgür aşk”tan bahsederlerken, aynı konu işçi sınıfı üzerinden tartışıldığında bu durumdan “ahlaksız cinsel ilişkiler” olarak bahsederler. Bu durum feministlerin tutumunu özetlemektedir.

Fakat proleter kadın için evliliği kilise tarafından onaylanmış olsun ya da olmasın bütün ilişkilerinde sonuçlar aynı derecede zordur. Proleter kadın ve anne için sorunun merkezi bu ilişkinin geleneksel ya da seküler olup olmaması değil, işçi kadının sosyal ve ekonomik durumunun ona çıkardığı karmaşık sorumluluklarıdır. Eşinin kendi kazanımlarını kullanma hakkının olup olmaması, yasalar gereği kadını onunla yaşamak zorunda bırakıp bırakmaması veya kadının çocuklarını zorla alıp alamaması gibi durumlar da elbette önemlidir. Ancak, kadının ailedeki pozisyonunu belirleyen şey ve aile sorunundaki karmaşıklığı ve kafa karışıklığını yaratan medeni kanunun paragrafları değildir. Şu anda kadın için kaçınılmaz olan küçük ev işlerinin halledilmesi (bireysel ve dağınık aile içi ekonomiler düşünüldüğünde), yeni jenerasyonla ilgilenme sorumluluğunun alınması, anneliğin korunması ve doğumdan sonra çocuğun en azından ilk aylarda annesine verilmesi toplum tarafından sağlanmış olsa, ilişkilerin sorunları ve zorlukları büyük ölçüde azalırdı.

Yasal ve dini kilise evliliği sözleşmelerine karşı çıkarken feministler, bir fetişle kavga ediyorlar. Bunun yanında proleter kadınlar modern evliliğin ve ailenin arkasında olan faktörlere karşı savaş ilan ediyor. Hayatın koşullarını temelden değiştirmeye çalışmanın, aynı zamanda cinsiyetler arası ilişkilerin de yeniden yapılandırılmasına yardımcı olduğunu biliyorlar. Tam olarak burada, kadının çözülmesi zor olan aile sorununa ilişkin burjuva ve proleter yaklaşım farklılıklarını görebiliriz.

Burjuva kampından feministler ve sosyal reformistler, modern sınıflı toplumun kasvetli geçmişine karşın ailenin ve evlilik ilişkilerinin yeni formlarını oluşturma ihtimaline safça inanarak kendilerini bu yeni ilişki formlarını arama mücadelesine bağlarlar. Eğer hayatın kendisi henüz bu formları oluşturamamışsa ne pahasına olursa olsun bu formları düşünmenin gerekli olduğuna ikna olmuşlardır. Mevcut toplumsal sistemin etkileri altındayken karmaşık aile sorununu çözebilecek modern cinsel ilişkiler olmak zorunda olduğuna inanmaktadırlar. Ve burjuva dünyasının ideologları, gazeteciler, yazarlar ve öne çıkan kadın karakterler, kadının özgürleşmesi için “aile ilaçlarını” ya da “aile formüllerini” teker teker ortaya atmaktadırlar.

Bu evlilik formülleri kulağa ne kadar da ütopik geliyor! Modern aile yapısı düşünüldüğünde bu geçici çözümlerin ne kadar güçsüz göründüğü aşikardır. Bu “özgür ilişkiler” ve “özgür aile” formülleri uygulamaya dökülmeden önce insanlar arasında olan bütün sosyal ilişkilerin temel bir reformla değişmesi gereklidir. Aynı zamanda insanlığın ahlaki ve cinsel normları, hatta bütün psikolojileri bir evrim geçirmek durumundadır. Modern insan psikolojik olarak “özgür aşk” kavramıyla başa çıkabilecek durumda mıdır? Peki ya en iyi insanların bile içine işlemiş olan kıskançlık duygusu? Ya da karşı tarafın sadece bedenini değil ruhunu da elinde bulundurmayı arzulayan derinden gelen aidiyet duygusu? Ve diğer insanın bireyselliğine saygı duyamama durumu? Bir insanın sevdiğini kendisine tabi kılması ya da karşı tarafa tabi olması alışkanlığı? Karşı tarafın sevgisi bitince ve gidince hissedilen acı ve umutsuz terk edilmişlik hissi, sonsuz yalnızlık duygusu? Yalnız, varlığının tamamında bireyci olan bir insan kendini nasıl avutabilir? Kolektif toplum, eğlenceleri, hayal kırıklıkları ve arzularıyla bireyin duygusal ve düşünsel enerjileri için en iyi çıkıştır. Ama modern insan karşılıklı etkileri hissedecek şekilde kolektif çalışabilecek yeteneğe sahip midir? Kolektif hayat şu anda gerçekten bireylerin küçük kişisel hedeflerinin yerini alabilecek durumda mıdır? “Eşsiz” ve “biricik” ruh eşi olmadan kolektivistler, sosyalistler bile, günümüz dünyasında oldukça yalnızdır. Yalnızca işçi sınıfında insanların daha uyumlu ve daha sosyal bir şekilde yaşayabildiği geleceğin aydınlık yansımasını görebiliriz. Aile sorunu hayatın kendisi kadar karmaşık ve çok yönlüdür. Bizim toplumsal sistemimiz bunu çözme yetisine sahip değildir.

Başka evlilik formülleri de ortaya atılmıştır. Birçok ilerici kadın ve düşünür, evlilik kurumunu yalnızca neslin devamı için bir yol olarak görüyor. Evliliğin kendisinin kadın için özel bir önemi olmadığını, kadının isteğinin, gizli amacının ve hayattaki görevinin annelik  olduğunu düşünüyorlar. Ruth Bray ve Ellen Key gibi heyecanlı savunucuların etkisiyle kadını bir insan olarak değerlendirmektense bir dişi olarak değerlendiren burjuva ideali, özel bir ilericilik halesi edinmiştir. Yabancı literatür, bu gelişkin kadınlar tarafından hevesle ortaya konulmuş sloganları benimsemiştir. Hatta Rusya’da bile, 1905 siyasi rüzgarından önce, toplumsal değerler revize edilmeden önce, annelik sorunu medyanın ilgisini çekmişti. “Annelik hakkı” sloganının kadın popülasyonunun geniş çeperlerinde bir hareketlilik yaratmaması beklenemez. Dolayısıyla, her ne kadar feministlerin bu konudaki önerileri ütopik bir doğaya sahip olsa da, bu sorun kadınların görmezden gelemeyeceği kadar önemli ve gündemdeydi.

“Annelik hakkı” sadece burjuva kadınına dokunan değil, daha geniş bir şekilde proleter kadınını etkileyen bir sorundur. Anne olma hakkı, bu altın kelimeler “her kadının kalbine” dokunabilecek ve kalp atışını hızlandırabilecek güçtedir. Bir kadının “kendi” çocuğunu kendi sütüyle besleme hakkı, bilincinin oluşmasının ilk anlarına şahitlik etme hakkı, çocuğunun küçük bedeniyle ilgilenme hakkı, dış dünyanın zorluklarından ve çelişkilerinden çocuğunun narin ruhunu koruma hakkı – hangi anne bu istekleri desteklemez ki?

Farklı sosyal sınıflardan kadınların bir araya gelip birlikte hareket edebileceği bir konuya değindik; iki farklı ve birbirine düşman dünyanın kadınlarını birleştirmek için köprü olacak bir konuyu sonunda bulduk gibi görünüyor. Şimdi “annelik hakkı” kavramından ilerici burjuva kadınının ne anladığını keşfetmeye çalışalım. İşte o zaman proleter kadının, annelik hakkı konusunda burjuva kadınları tarafından öne sürülen çözümlere katılıp katılamayacağını görebiliriz. En istekli savunucuların gözünde annelik neredeyse kutsal bir niteliğe sahiptir. Yasalarla kutsanmadığı için çok doğal bir eylem olan çocuk doğurmanın kadını etiketleyen bir önyargıya dönüşmesini yıkmak için kendilerini öne atan mücadeleciler, çubuğu diğer noktaya bükmeye başladılar. Onlar için annelik, kadının yaşamının amacı oldu.

Ellen Key’in anneliğe ve aileye dair sorumluluklarına karşı duyduğu bağlılık, onu toplum sosyalist çizgide değiştirilse de izole edilmiş ailenin var olmaya devam edeceğinin garantisini vermeye zorlamaktadır. Ona göre, tek değişiklik, evlilik kavramında bulunan bütün maddi kazançların etkilerinin ortadan kaldırılması, evliliğin iki tarafın isteklerine dayanacak ve ritüellerden ve formalitelerden arındırılacak olması, aşkın ve evliliğin tam anlamıyla eş anlamlı olacak olmasıdır. Ama izole edilmiş aile yapısı bütün hengamesiyle, bütün baskılarıyla ve bütün yalnızlığıyla modern bireyci dünyanın sonucudur. Aile kavramı korkunç kapitalist sistemin bir ürünüdür. Ama Key yine de aileyi sosyalist topluma miras bırakmayı umar! Kan bağı ve neslin devamı günümüzde en zor ve talihsiz zamanlarda tek kaçış noktası olarak görülmekte ve bireye destek sağlamaktadır, burası doğru. Ama bu bağlar gelecekte ahlaki ve sosyal olarak gerekli olacaklar mı? Key bu soruya cevap vermez. Toplumun burjuva sınıfının önünde eğildiği bu egoist “ideal aile” yapısına onun da bir saygısı ve sevgisi vardır. Ancak bu sosyal çelişkilerin içinde kaybolan tek kişi yetenekli ancak mirasçı Ellen Key değildir. Yüksek ihtimalle sosyalistlerin kendi aralarında bile kadın ve aile konusu kadar anlaşmazlık içinde oldukları başka konu yoktur. Eğer sosyalistler arasında bir anket yapıp bu konuda ne düşündüklerini sorsaydık, çok ilginç sonuçlara ulaşırdık. Aile kavramı yok olacak mı? Ya da şu anki ailenin bozukluğunun sadece geçici bir kriz olduğuna ikna olmak için yeterli temel var mı? Gelecekteki toplumda aile kavramı olacak mı yoksa kapitalist sistemle birlikte yok edilecek mi? Bu sorulara aldığımız cevaplar muhtemelen birbirinden farklı olacak. …

Eğitim araçlarının odaklarının aileden topluma çekilmesiyle birlikte şu anki modern izole aileyi ayakta tutan son bağ çözülmüş olacak; modern aile kavramının çözülmesi çok daha hızlı olacak ve gelecek evlilik ilişkilerinin gölgeleri ortaya çıkmaya başlayacak. Günümüz etkilerinde saklanmış olan bu bulanık gölgeler hakkında ne söyleyebiliriz?

Evliliğin şu anki zorunlu formundan çıkıp birbirini seven bireylerin özgürce bir araya gelmesi haline geleceğini tekrar etmek durumunda mıyız? Kendi özgürlükleri için savaşan kadınların hayal güçlerinden ortaya çıkan özgür aşk kavramı, şüphesiz ki bir ölçüde toplumda oluşacak cinsiyetler arası ilişki normlarıyla uyuşmaktadır. Ancak toplumsal ilişkiler o kadar karmaşık bir yapıya sahip ve etkileşimleri o kadar çeşitli ki, bütün sistem temelden değiştiğinde gelecekte neler olacağını görmek imkânsız durumda. Ancak cinsiyetler arasındaki ilişkilerin yavaşça evrimleşmesi, geleneksel evliliklerin ve zorunlu izole aile kavramının kaybolmak zorunda olduğuna dair yeterli kanıtı sunar.

Politik Haklar İçin Mücadele

Feministler bizim eleştirilerimize şu şekilde cevap veriyorlar: Her ne kadar bizim kadınlar adına politik haklar edinilmesi için mücadelemizin arkasındaki argümanlar size yanlış görünse de, hem feministler hem de işçi sınıfının temsilcileri için acil olan talebin kendisinin önemini azaltır mı? İki farklı toplumsal cenahtan kadınlar ortak politik amaçlarını gerçekleştirmek için şu anda onları bölen sınıf karşıtlıklarının üstesinden gelemezler mi? Etraflarını saran düşman güçlerle savaşmak için ortak bir paydada buluşamazlar mı? Kalan bütün sorunlarda proletarya ve burjuva sınıfları arasındaki farklılık kaçınılmazdır ama feministlere göre, bu spesifik sorun için çeşitli toplumsal sınıflardan kadınlar arasında herhangi bir fark yoktur.

Feministler ısrarla ve hayretle aynı argümanlara sürekli olarak dönmekte ve partizanların kavgalarına karşı olan bağlılıklarının yarattığı önyargıyla, işçi sınıfı temsilcilerinin kadınların politik hakları adına olan mücadeleye katılmadıklarını iddia etmektedirler. Durum gerçekten bu mudur?

Tamamen siyasal arzulardan müteşekkil bir kimlik var mıdır, yoksa diğer durumlarda olduğu gibi bu durumda da kadınların sınıflar üstü, bölünmez bir ordu oluşturmasını engelleyen bir çeşit karşıtlık mı vardır? Proleter kadınların cinsiyetleri için siyasal haklar kazanırken işe koşacakları taktikleri ortaya koymadan önce bu sorulara cevap vermeliyiz.

Feministler kendilerinin sosyal reform yanlısı olduğunu söylemekte, hatta bazıları -tabii ki ileri bir gelecekte- sosyalizmin yanında olduklarını da iddia etmektedirler; ancak bu amaçların gerçekleşmesi için işçi sınıfının saflarında mücadele etmek gibi bir niyetleri yoktur. Bunların en iyisi, saf bir samimiyetle, kadınların milletvekili koltuklarına oturmaya başladıklarında, erkeklerin içsel egoizmi yüzünden ortaya çıktığını düşündükleri toplumsal yaraları iyileştirebileceklerini düşünürler. Bazı feminist grupların proletaryaya dönük niyetleri ne kadar iyi olursa olsun, sınıf mücadelesi konusu her ortaya atıldığında mücadele alanını korkuyla terk ettikleri görülür. Kendilerini yabancılaştırdıkları meselelere müdahale etme ihtiyacı duymazlar, kendileri için rahat ve tanıdık olan burjuva liberalizmine dönmeyi tercih ederler.

Hayır, her ne kadar burjuva feministleri kendi siyasal amaçlarını içlerine atmaya ve siyasal yaşama katılımın işçi sınıfından kadınların hayatlarını ne kadar kolaylaştıracağına kız kardeşlerini ikna etmeye çalışsa da, bütün bir feminist harekete sinen burjuva ruhu, kadınların genel bir talebiymiş gibi görünen, erkeklerle eşit politik haklar talebine bile kendi sınıf rengini verir. Politik hakların nasıl kullanılması gerektiğine dair farklı anlayışlar ve amaçlar, burjuva ve proleter kadınları arasında bağlantı kurulamaz bir boşluk yaratır. Bu durum, iki kadın grubunun acil görevlerinin belirli bir ölçüde çakışabileceği gerçeğiyle çelişkili değildir. Hemen hemen her ülkede kadına karşı ayrımcılığın temsili olan medeni kanunun değiştirilmesi siyasi bir güce sahip her sınıftan kadının amacıdır. Kadınlar kendileri için daha iyi çalışma koşulları oluşturulması adına hukuki yollarla mücadele verirler, fuhuşun yasallaştırılmasına karşı bir arada dururlar vs. Ancak bu acil ihtiyaçların çakışması durumu sadece biçimseldir. Sınıf amaçlarına göre, bu iki grubun reformlara bakışları keskin olarak birbirlerinden farklıdır.

Feministler ne derse desinler, sınıf içgüdüsü her zaman kendisini “sınıf üstü” siyasetin soylu coşkusundan daha güçlü olarak göstermiştir. Burjuva kadınları ve onların “kız kardeşleri” aynı eşitsizlikte eşit oldukları sürece, burjuva kadınları içtenlikle kadınların genel çıkarları için mücadele edebilirler. Ancak bu engel bir kez ortadan kalktıktan sonra, yani burjuva kadınları siyasal faaliyetlere erişim sağladıklarında, “bütün kadınların hakları” savunucuları kendi sınıflarının ayrıcalıklarının sıkı savunucuları olurlar ve kız kardeşlerini bütün haklardan mahrum bırakmaya ikna olurlar. Dolayısıyla, feministler kadın işçilere “genel kadın” prensiplerini gerçekleştirmek için ortak bir mücadele oluşturulması gerektiğini söylediklerinde, işçi sınıfının kadınları doğal olarak onlara güvenmezler.

Dipnotlar

  1. https://www.marxists.org/archive/kollonta/1909/social-basis.htm yayınlanmış metnin çevirisidir.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×