Darbe girişiminin ardından Venezuela

2010’lu yılların başlarında ABD yönetimi Latin Amerika’da Arjantin, Bolivya, Brezilya, Ekvador, El Salvador, Küba, Nikaragua, Peru ve Venezuela’yı kapsayan bir blokla karşı karşıyaydı. Bu ülkelerin bir kısmı “21. yüzyıl sosyalizmini” benimserken, geri kalanı ABD karşıtı unsurlar içeren “bağımsızlık” yanlısı sosyal demokrat bir çizgideydi, Küba’ysa bu ülkelerden bir komünist parti tarafından yönetilmesi ve uzun zamandır sosyalizm deneyimini sürdürmesiyle ayrışıyordu. Bu blok kimi sınırlar içermesine rağmen ABD’ye karşı pek çok mevzi kazanmıştı. Örneğin, 2008’de kurulan Güney Amerika Uluslar Birliği (UNASUR) ile birlikte bölgede ABD’yi dışlayan bir ittifakın önü açılmıştı.

Ancak ABD’nin sonu gelmeyen ve sayısız yöntemle gerçekleştirdiği müdahaleleri ve kuşkusuz adı geçen ülkelerin hataları sonucunda 2015 yılından itibaren dalga tersine döndü ve öncelikle Arjantin ve Brezilya’da ABD yanlısı iktidarlar yeniden başa geldi. Arjantin, IMF tarihinin en büyük kredisini alarak (57 milyar dolar), yeniden ABD’ye bağımlı hale getirilirken, Brezilya’da meclis darbesiyle iktidara gelen Michel Temer ve sonrasında faşist Jair Bolsonaro ABD ve İsrail yanlısı politikalarla ülkeyi yeniden ABD’nin kullanımına açık hale getirdi. Böylece kıtadaki diğer ülkelere yapılacak müdahaleler de hız kazanmış oldu. Nisan 2018’de Arjantin, Brezilya, Şili, Kolombiya, Paraguay ve Peru UNASUR üyeliklerini askıya aldı. Aynı yılın Ağustos ayındaysa Kolombiya birlikten çekildiğini duyurdu.

Latin Amerika’da 2015 yılından beri hız kazanan sürece bakıldığında Venezuela’ya yapılan müdahalenin tek ülkeyle sınırlı olmadığı ortada. Cumhuriyetçi senatör Marco Rubio gibi Latin Amerika konusunda “şahin” olan isimlerin ABD politikalarında belirleyici hale gelmesi ve ABD Başkanı Donald Trump’ın Küba konusunda strateji değiştirerek yaptırımları yeniden yoğunlaştırması bunun diğer kanıtları. Buna karşın ABD yönetimi geçmiş girişimlerinin başarısız olduğu Venezuela’da yeni bir darbe girişimine kalkışarak bölgeyi daha da istikrarsız hale getirdi.

Venezuela’da süreç nasıl gelişti?

Eski Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez, 1998 seçimlerindeki zaferinin ardından ABD’nin sayısız müdahaleleriyle karşı karşıya kalmıştı. 1999’da seçilecek bir kurucu meclisle yeni bir anayasa yapılmasını isteyen Chavez, bunun için halk oylaması gerçekleştirdi. Referandumda halkın yüzde 88’i yeni anayasa talebini onayladı, kurucu meclis için yapılan seçimlerdeyse Chavez yanlıları oyların yüzde 91’ini aldı.  2002 yılının Nisan ayında yapılan ABD destekli darbe girişimi Venezuela halkının direnişi sonucunda başarısız oldu, bunun ardından Aralık 2002 ile birlikte esasında günümüze kadar süren “ekonomik darbe” girişimleri başladı. Aradan geçen süreçte Bolivarcı yönetim pek çok sorunla karşı karşıya kalsa da, ABD’nin iktidarı devirme girişimleri sonuçsuz kaldı.

Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro, 2017 yılında mevcut Venezuela anayasasının Venezuela’nın sorunlarını çözmeye ve ABD müdahalelerine yanıt vermeye yeterli olmadığını açıklayarak yeni bir kurucu meclis kurulacağını açıkladı. Venezuela anayasası kurucu meclisle ve anayasa hazırlandıktan sonra yapılacak halk oylamasıyla ülkenin anayasasının değiştirilmesine izin verirken, aynı yıl yapılan seçimlerde 8 milyon kişi oy kullanarak yeni anayasayı hazırlayacak meclisin üyelerini seçti. Bu meclisi geçersiz sayan ABD destekli muhalefetin boykot çağrısı beklenen etkiyi yaratmadı. Bunun ardından 2018 yılında yapılan başkanlık seçimlerinde Maduro yüzde 67,8 oyla ilk sırada çıktı. ABD destekli muhalefet bu seçimin de sonucunu kabul etmediğini duyurdu.

Maduro, seçimlerin ardından 10 Ocak günü ikinci başkanlık dönemine başladı. Bundan bir gün sonra, 11 Ocak’ta kurucu meclise paralel olarak varlığını sürdüren, muhaliflerin elindeki Venezuela Ulusal Meclisi’nin başkanı Juan Guaido, yine bu meclis tarafından geçici olarak Venezuela Devlet Başkanı ilan edildi. ABD’den yardım isteyen Guaido, destekçilerine de sokağa çıkma çağrısında bulundu. Guaido’nun orduya yaptığı darbe çağrısına ve ABD Başkanı Donald Trump tarafından da Venezuela Devlet Başkanı kabul edilmesine karşın Venezuela ordusu Maduro’dan yana olduğunu ilan etti ve Chavez yanlıları kitlesel eylemler gerçekleştirdi.

ABD yönetimi Maduro’yu zayıflatmak için peş peşe yaptırımlara başladı. Bunlar arasında en önemlilerinden biri Venezuela’nın devlete ait petrol şirketi PDVSA’ya uygulanan yaptırımlar oldu. ABD Dışişleri Bakanlığı 29 Ocak’ta Venezuela’ya ait hesapların ve diğer varlıkların kontrolünü Guaido’ya geçirirken, Venezuela yönetimi darbe girişiminde bulunan Guaido’nun hesaplarını dondurdu ve ülke dışına çıkışını yasakladı. Avrupa Birliği ülkeleri, ABD’nin de talebiyle Maduro’dan erken seçime gitmesini istemişti. Maduro’nun bu çağrıya olumsuz yanıt vermesinin ardından 4 Şubat günü yedi Avrupa Birliği ülkesi Guaido’yu Venezuela Devlet Başkanı olarak tanıdı. ABD yönetimi askeri seçeneğin masada olduğunu söyleyecek kadar ileri gitti. Darbe ilk anda başarılı olmasa ve arkasındaki desteğe karşın beklenen etkiyi yaratmasa da Venezuela’da Bolivarcı yönetimi yıkmaya yönelik girişimler devam ediyor. Brezilya ve Arjantin’in aksine, Venezuela’da Chavez döneminden beri geliştirilen ve hala canlı olduğu görülen, devrime sahip çıkmaya gönüllü bir halk örgütlülüğü söz konusu. Bu durum ABD’nin elini zayıflatıyor.

Venezuela’nın sorunları ve sorumluları

Venezuela’nın 2013’ten beri yoğunlaşan ekonomik krizinde ABD yönetiminin büyük rol oynadığı kuşkusuz. ABD hükümetinin kendi raporları, uygulanan yaptırımların ülkeyi nasıl zor duruma sokabileceğini gösteriyor. Bolivarcı yönetime ekonomik baskı uygulayan ABD, yaşam sıkıntılarının artmasıyla birlikte halkın taraf değiştireceğini umuyor. Örneğin 2017 ortasında getirilen kimi yaptırımlar Venezuela’nın borç almasını zorlaştırarak, petrol üretiminin kesintiye uğramasına sebep oldu ve ülkenin sorunlarını büyük ölçüde artırdı.

ABD’den aldığı büyük desteğe karşın Venezuela muhalefeti işçi sınıfıyla ve halkın geniş kesimleriyle bağ kurabilmiş değil, yapılan anketlere göre halkın yüzde 80’i Guaido kendisini devlet başkanı ilan ettiğinde bu ismi tanımıyordu bile. Maduro’nun kazandığı seçimler ve yapılan destek eylemlerine katılım, halkın büyük bölümünün krizden Bolivarcı yönetimi değil, ABD’yi sorumlu tuttuğunu gösteriyor.

14 Kasım 2016’da muhalefetle Venezuela yönetimi arasında yapılan anlaşmada muhalefet ilk kez hükümetin “ekonomik savaş” suçlamasını zımnen kabul edip, ekonomik sabotaj ve boykotu durdurmayı kabul etmişti. Buna karşın bu anlaşma muhalefet tarafından uygulanmadı, tersine özel şirketler 2016 yılından itibaren krizi tırmandırma stratejisini sokak eylemleri eşliğinde sürdürdü. Venezuela’nın gıda sektörünü önemli ölçüde kontrol eden Empresas Polar’ın milyarder patronu Lorenzo Mendoza’nın ismi Maduro’ya alternatif olarak anıldı.

ABD ve muhalefetin Venezuela’nın sorunlarındaki rolüne karşın, ekonomik sorunların yalnızca bu sebeplerle yaşandığını söylemek mümkün değil. Chavez’in iktidara geldiği zamandan beri liberal ekonomi hükümetin projelerine ve kurduğu işletmelere paralel olarak varlığını sürdürdü. Maduro, göreve geldiğinden beri “devrimi derinleştirme” vaadinde bulunsa da özel şirketlere yapılan müdahaleler depo baskınlarıyla ve geçici adımlarla sınırlı kaldı. Bolivarcı yönetimin kurduğu alternatif üretim modelleri sermayeyle rekabet edecek koşullardan yoksun olmaları sebebiyle dış desteğe bağımlılıktan kurtarılamadı.

Venezuela’nın petrole bağımlılığı

Venezuela’ya en sık yapılan eleştirilerin başında ülkenin ekonomisinin petrole bağımlılığı ve petrol kaynaklarına karşın Venezuela’nın zengin bir ülke olmayışı geliyor. Venezuela’nın devasa petrol kaynaklarına rağmen zenginleşemediği eleştirisine hak vermek mümkün değil, çünkü Venezuela’daki petrolün çıkartılması diğer petrol üreticisi ülkelere göre daha yüksek maliyetli ve çıkartılan petrol düşük kalitede. Suudi Arabistan ve İran, bir varil petrolü ortalamada 10 doların altına çıkartabilirken, Venezuela için bu rakam 25 doların üzerinde. Petrol üreten herhangi bir ülke için temel kısıt ülkedeki petrol miktarı değil, petrolün maliyeti ve kalitesi, bu sebeple “en fazla petrol rezervine sahip olmak” bir ülkeyi doğrudan zengin yapmıyor. Diğer petrollere göre daha fazla işlem gerektiren ağır Venezuela petrolüne en çok ihtiyaç duyan ülkeyse, bu petrol tipine uygun rafinerileri bulunan ABD. Chavez iktidarına kadar geçen sürede Venezuela’dan yüksek miktarda petrolü çok ucuza alan ABD, ülkenin kaynaklarından büyük fayda sağladı. Bolivarcı iktidara kadar geçen sürede petrol satışından elde edilen kazanç ülkede yalnızca bir avuç insanı zengin etmeye yaradı. Chavez iktidarından sonra petrolden elde edilen gelir halkçı projelere aktarılmaya başlandı. Petrol fiyatlarındaki büyük düşüşle birlikteyse Venezuela’nın yüksek maliyetli petrol üretimi giderek azaldı.

Venezuela’nın petrole bağımlılığıysa bir tercih değildi. İktisatçı Asdrúbal Baptista’nın çalışmalarına göre ülkede petrolün keşfedildiği 1920’lerde petrol ülkenin ekonomisinin yalnızca yüzde 2,5’ini oluşturuyordu. Venezuela kahve ve kakao üreten bir tarım ülkesiydi. Petrolün keşfinden yalnızca 10 yıl sonra ülkenin ekonomisinin yüzde 40’ına yakını petrol kaynaklıydı. Aynı dönemde tarımın ekonomideki payı yüzde 34’ten yüzde 12,2’ye düştü. 1930’larla birlikte kahve ve kakao fiyatlarındaki düşüş petrol sebebiyle para birimi değer kazanan Venezuela’nın tarım sektörünü rekabet edemez hale getirdi. Diğer Latin Amerika ülkeleri para birimlerinin değerini düşürerek kahve ve kakao satışını sürdürürken, Venezuela’da yapılan tarım maliyetini bile karşılamıyordu. 1950’lere doğru ithal ikameci kalkınmaya girişen Venezuela’da tarımın payı yüzde 4,2’ye kadar gerilemiş, petrolse ekonominin yüzde 49’unu oluşturur hale gelmişti. Tarımın ekonomik olarak sürdürülememesi kırsaldan kente kitlesel göçü getirdi. Ülkenin ekonomik büyümesi petrol fiyatlarına endeksli olsa da halkın geniş kesimleri petrolden pay almıyordu.

Bolivarcı yönetimin iktidara gelmesiyle birlikte halkçı politikalar uygulamaya başlandı ve kentlerdeki yoksul işsizleri yeniden kıra getirip üretime dahil etmek için projeler uygulamaya kondu. Petrolün ülkedeki diğer sektörlerin gelişmesinin önüne koyduğu engelin farkında olan Venezuela yönetimi, bu projelerin önemli bir bölümü petrol gelirleriyle finanse etti. Ancak bu projeler hayata konarken özel şirketler “toplumsal üretim” yapan Bolivarcı işletmelere paralel olarak varlıklarını sürdürdü ve kamu kredileriyle varlığını sürdüren “toplumsal üretim” işletmeleri tabi oldukları piyasa kurallarında rekabet etmekte güçlük yaşadı. “21. yüzyıl sosyalizmi” söylemiyle özel sektöre karşı kamulaştırma hamleleri yapmayan Bolivarcı yönetim, depo baskınları gibi geçici çözümlerle yetindi.

ABD’nin ekonomik baskıyı tırmandırmak için seçtiği zaman da rastlantı değil. 2013 yılında Venezuela ekonomisi için büyük önem taşıyan petrolün varil fiyatı 120 dolarken, bu rakam 2015 yılında 30 dolara kadar geriledi. Bu durum Bolivarcı hükümete düşman olan Venezuela burjuvazisinin elini güçlendirirken, devlet tarafından desteklenen işletmelere büyük zarar verdi. Stokçuluk ve sabotajla mücadelede radikal adımlar atmaktan kaçınan Maduro yönetimi, bunun yerine muhalefetle ve zaman zaman da dolaylı olarak ABD ile diyalog yolunu zorladı. Venezuela’nın ekonomik sorunlarının sürmesinin ve sınıf mücadelesinde burjuvazinin elinin hala bu kadar güçlü olmasının sebebi yalnızca Maduro değil; Bolivarcı yönetimin baştan itibaren kapsamlı bir sosyalist planlama ufkuna sahip olmaması hep bir sorundu. Özel sermayeye alan açıldığı oranda, Venezuela dış müdahalelere ve küresel ekonomik koşullarca belirlenen petrol fiyatlarına karşı bu ölçüde hassas olmayı sürdürüyor.

ABD başarırsa ne olacak?

Bolivarcı iktidarın sürmesinin sebeplerinden birinin ABD’nin Latin Amerika’daki “başarı örnekleri” olduğu söylenebilir. ABD yanlılarının iktidara geldiği Arjantin, Mauricio Macri ile birlikte IMF’ye bağımlı hale geldi. Macri iktidarında kamuda çalışan on binlerce kişi işini kaybederken, ülke ekonomisi 2017 Mayıs-2018 Mayıs arasında bir yılda yüzde 5,8 küçüldü. IMF tarihinin en büyük kredisini alarak 57 milyar dolar borçlanan Arjantin, ABD vaatlerinin aksine refah ülkesi haline gelmedi. ABD’nin uzun uğraşları ve muhalefete açık desteğiyle meclis darbesi yapılan Brezilya’da da, Dilma Rousseff’ten sonra devletin başına geçen Michel Temer, ekonomik sorunları yoksulların üzerine yıkan politikalar izledi. Amazon ormanlarını sermayeye açan Temer, kısa sürede ülkenin en az popüler siyasetçisi haline geldi ve halk desteği yüzde 10’un altına düştü. Rüşvet ve yolsuzlukla anılan Temer’in ardındansa faşist Jair Bolsonaro sermayenin ve ABD’nin büyük desteğiyle seçimleri kazandı. Brezilya’nın diktatörlük dönemini destekleyen Bolsonaro, beş emekli askeri bakan yaptı. “Sosyalizmden kurtulma” yeminiyle göreve başlayan Brezilya’nın yeni faşist lideri emek düşmanı politikaları peş peşe hayata geçirmeye başladı.

ABD Venezuela için de farklı şeyler vadetmiyor. Bolivarcı iktidarın düşmesi durumunda ülkenin başına geçecek isimler, Venezuela halkına karşı “ekonomik savaş” yürüten büyük şirketlerin patronları ve temsilcilerinden başkası değil. Chavez döneminden beri bu konuda bilinçli olan ve düşmanını tanıyan Venezuela halkı, yaşadığı zorluklara rağmen diğer örnekleri de görerek yönetime sahip çıkmayı sürdürüyor.

Venezuela ve Çin etkisi

Venezuela’ya ilişkin tartışmalarda devasa etkisine karşın en az gündeme getirilen konuysa Çin. ABD ve uluslararası finans kuruluşlarından uzaklaşan Venezuela, uzun süredir Çin’den borç alıyor. Ülkenin ekonomik sorunlarının altyapı eksikliğinden kaynaklandığını savunan Çin yönetimi “altyapı yatırımları” için verilen borçlar karşılığında Venezuela’nın petrolünü ve diğer kaynaklarını alıyor. 2005 ile 2017 arasında Çin bankaları tarafından Venezuela’ya verilen borç 62 milyar doların üzerinde. Çin tarafından verilen krediler şeffaf değil, kredilerin karşılığında Venezuela’dan neler istendiği tam olarak bilinmiyor. ABD destekli muhalefet, iktidara gelmesi durumunda Çin’e olan borç için yeniden pazarlık yapılacağını öne sürerken, Çin’in bu sebeple Maduro iktidarını desteklediği biliniyor. Ancak verilen kredilerin miktarı sebebiyle risk almayı da göze almayan Çin, iktidar değişikliği durumunda yeni yönetimle de anlaşabileceği yönünde sinyaller veriyor. Çin yönetimi benzer bir politikayı Brezilya’da da izlemişti.

Latin Amerika’da önemli madenleri ve limanları satın alan, pek çok altyapı projesine dahil olan ve kıtaya toplamda 100 milyar doların üzerinde kredi veren Çin, düşük profil izleyerek “dikkat çekmemeyi” tercih ediyor. Kıtada ABD ile üstü örtülü bir çekişme içerisinde olan Çin, zaman zaman doğrudan karşı karşıya gelmeyi engellemek için geri adım atmayı kabul etse de, Venezuela’da bunu tercih etmemesi için kimi özel sebepler de var. Bunlardan biri Çin’in Venezuela petrolüne ihtiyaç duyması. Küresel koşullar sebebiyle enerji kaynaklarını çeşitlendirme ihtiyacında olan Çin, Venezuela’yla yaptığı petrol karşılığında borç anlaşmalarından büyük çıkar sağlıyor. Bir diğer önemli sebepse Çin’e yönelik, “ülkelere ödeyemeyecekleri borçlar vererek kendisine bağımlı hale getirdiği” yönündeki suçlamalar. Özellikle Asya’da bu konuda büyük tartışmalar yaşanırken, Venezuela’da olası ekonomik çöküş ve iktidar değişimi, Çin’in diğer ülkelere verdiği kredileri de sorgulanabilir hale getirecek olması sebebiyle Çin tarafından istenmiyor. Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, “borç tuzağı” diplomasisi uygulamadıklarını, verdikleri kredilerin “kazan-kazan” prensibiyle işlediğini öne sürüyor.

Venezuela için çıkış nerede?

Rusya, Türkiye ve İran’la da diplomatik ve ekonomik ilişkilerini artırmaya çalışan Maduro yönetimi, Latin Amerika’da kıtanın önemli ekonomik gücü Brezilya ve Arjantin’in kaybından sonra ağırlaşan izolasyonu kırmanın yollarını arıyor. Venezuela’nın Rusya’dan 20 milyar dolara yakın kredi aldığı biliniyor. Çin’e benzer biçimde Venezuela’nın petrol endüstrisinden faydalanmak isteyen Rusya, bu konuda pek çok adım atmış ve ortaklıklara girişmiş durumda. Petrol işbirliğinin yanı sıra, Rusya-Venezuela askeri ilişkilerinin son zamanlarda yoğunlaştığı görülüyor. İki ülke arasındaki petrol işbirliği ve Rusya’nın Venezuela’da askeri üs açacağı yönündeki tartışmalar ABD için kaygı sebebi.

İran’a uygulanan ABD yaptırımları ağırlaşarak geri gelirken, Venezuela ve İran arasındaki yakınlaşmayı anlamak güç değil. İran yönetimi, Venezuela’daki ABD destekli girişiminin ardından peş peşe açıklamalar yaparak Maduro yönetiminin arkasında olduğunu duyurdu. Bununla birlikte İran’ın ABD’nin Venezuela’nın petrol endüstrisine uyguladığı yaptırımlar sebebiyle dolaylı olarak fayda sağladığı da görülüyor. ABD, İran’ın petrol ihracatını sıfırlamak isterken, Venezuela’nın da yaptırıma uğramasıyla İran’ın yerine gelebilecek olası bir alternatif daha elenmiş oluyor ve İran’ın yalnızlığı kırılıyor.

Türkiye ile Venezuela arasındaki “yakınlaşma” ise Türkiye’nin NATO üyeliği ve ABD ile ilişkileri sebebiyle daha karmaşık bir konu. İki ülke arasındaki ticaret bir milyar doları aşarken, Türkiye’nin Venezuela’yla bağlarından kimi ekonomik faydalar sağladığı ortada. Maduro, ABD’ye diyalog için birden fazla kere çağrıda bulunmuş olsa da, Türkiye’nin ABD ile Venezuela arasında bir “aracı” rolü oynaması hem Türkiye’nin ABD ile ilişkileri hem de ABD’nin Venezuela ile diyalog konusunda isteksizliği sebebiyle mümkün görünmüyor. ABD’den yapılan açıklamalarda Türkiye’nin Venezuela’nın yanında aldığı tavırdan duyulan memnuniyetsizlik dile getirilirken, iki ülke arasındaki altın ticaretine dikkat çekilerek uyarıda bulunuldu. Türkiye’den verilen yanıttaysa iki ülke arasındaki ticaretin uluslararası hukuka tabi olduğu söylenerek bunun dışına çıkılmadığı belirtildi. Bu açıklama Türkiye’nin Venezuela’ya yönelik yaptırımlara uyacağı anlamına da geliyor.

Venezuela’nın mevcut uluslararası ilişkilerinin, Rusya ve Çin’den aldığı büyük kredilerin ülkeye bir çıkış sağlamadığı aşikâr. Geçen yıllar boyunca geliştirilmeye çalışılan toplumcu ekonomi modellerine paralel olarak liberal piyasa ekonomisinin işlemesine ve en azından şimdilik galip gelmesine izin veren Venezuela, ekonomik olarak sürdürülemez noktaya gelmiş durumda.

Venezuela Komünist Partisi’nin uzun süredir yaptığı sosyalizmin inşası çağrıları bu dönemde özel önem kazanıyor. Venezuela Komünist Partisi’nin talepleri arasında ülkenin dış ticaretinin tamamen kamulaştırılması, halkın ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için tarım ve endüstri politikasının devlet eliyle hayata geçirilmesi ve petrol üretiminin toparlanarak artırılması bulunuyor. Venezuela’da son yaşananlar da, Venezuela Komünist Partisi’nin geçmişte piyasa ekonomisinin süren rolüne ve üretimi temel almayan adımların kalıcı olmayacağına dair yaptığı uyarıların haklılığını ortaya koyuyor.

Chavez’e karşı ABD destekli darbe girişimlerinin sonucu, Chavez’in Küba’yla daha da yakınlaşması ve içeride ve dışarıda sol politikalara yönelmesi olmuştu. Maduro’nun darbe girişiminin ardından çıkışı nerede arayacağıysa görülmeyi bekliyor.

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×