Göçmen ve mültecilerin sınıf içindeki konumu

“Şu dünyada düşeceksen yollara, İyisi mi yedi kez doğmaya bak. Bir kez, yangın çıkan bir evde doğ, Bir kez, buzdan soğuk sellerde, Bir kez, azgın deliler arasında, Bir kez, olgun bir buğday tarlasında, Bir kez de kimsesiz bir manastırda. Bir ağızdan ağlayan altı bebek, yetmez: Sen kendin yedinci olmaya bak.”

John Berger, Avrupa’daki göçmen işçileri anlattığı kitabına Attila Jozsef’in bu dizeleriyle başlıyor. Ve devam ediyor: “Almanya’da ve İngiltere’de her yedi kol işçisinden biri göçmen işçidir. Fransa, İsviçre ve Belçika’daki endüstriyel emek gücünün yüzde yirmi beşi yabancılardan oluşmaktadır.”1

Kitabın yazıldığı tarih 1975. Üstelik kitaba konu olan bir mültecilik süreci değil, emek göçü. Berger’in cümleleri 1970li yıllarda, yani aslında kapitalizmin altın çağında dahi göçmen işçiliğin boyutunu göstermesi açısından çarpıcı. Öte yandan üzerimize giydiğimiz montta, bindiğimiz arabada, ya da oturduğumuz binanın duvarlarında somutlanan emekte, o adı geçen sınırlar çok uzun yıllardır silikleşmiş durumda. Kapitalist emperyalist sistem uzun yıllardır işçi sınıfını -kendisinin ve ailesinin yaşamını sürdürebileceği gelire sahip olabilmek veya bir savaştan kaçabilmek için olması çok da fark etmiyor, hayatta kalabilmek diye özetlenebilir- bir yerden bir yere elinde bavulla göç etmeye zorluyor. Bir yandan sistem içinde sınırlar gün be gün daha yüksek duvarlarla korunurken, diğer taraftan üzerimizdeki elbisenin kesimini bir Türk, dikimini Kürt, ütüsünü Suriyeli, paketlemesini Afgan işçi yapmış olabiliyor. Üretilen üründe somutlanan emek, her türlü duvara rağmen sınır tanımıyor.

1980’li yıllara kadar işgücü için bir kaynak ülke olan Türkiye, bugün hem ciddi sayıda göç alan ve hem de göç için transit yol olarak kullanılan bir ülke haline geldi. Öyle ki, UNHCR (Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği) verilerine göre2, Türkiye, dünyada en fazla mülteciye ev sahipliği yapan ülke durumunda.

Hal böyle olunca, bu ülkede yaşayan pek çok kişinin kafasında aynı sorular oluşmaya başlıyor: “Ülkelerine dönecekler mi?”, “Suriyeliler çok yardım alıyor diyorlar, alıyorlar mı gerçekten?”, “Hepsi AKP’li mi bunların?”… Sorular çoğaltılabilir. Ama bu soruların kendisi, çoğu durumda ucu ırkçılığa çıkan bir yola girilmesine de yol açıyor.

Oysa başka sorular var. Daha anlamlı ama yanıtı daha zor sorular: Madem başta Suriyeliler olmak üzere, pek çok göçmen işçinin bu ülkede kalıcı olacağı öngörülüyor, artık parçası oldukları Türkiye işçi sınıfıyla ortak bir mücadeleyi örmek mümkün olacak mı? Ve çok daha güvencesiz bir kesim olarak göçmen işçilerin yoğunluklu olarak çalışma yaşamı içindeki varlığının, Türkiye’deki çalışma koşullarına etkisi nasıl oldu/nasıl olacak?

Ülkedeki genel durum

Berger, “göçmen işçi kararlılığını, evde hazırlanmış ve önündeki iki üç gün süresince yiyeceği yolluğunu, onurunu, cebindeki fotoğrafları, paketlerini, bavulunu kendisiyle birlikte götürür” diyor. Oysa Türkiye’deki yabancı işçilerin büyük çoğunluğu ülkelerindeki savaşlardan kaçanlar. Pek çok durumda toplayacak bir bavulları dahi olmuyor ortada. Onurları ise çoktan örselenmiş durumda. Geldikleri ülkede, “onlar bizim misafirimiz” söylemlerine rağmen, büyük bir misafirperverlikle karşılandıkları da söylenemez.

UNHCR verilerine göre, Nisan ayı itibariyle Türkiye’de bulunan 3,9 milyon göçmen ve mültecinin33,6 milyonunu geçici koruma altındaki Suriyeliler oluşturuyor. Bunu, Afganistan, Irak ve İran’dan gelenler takip ediyor. Göç İdaresi Genel Müdürlüğü verileri kayıtlı Suriyelilerin 3,5 milyonunun geçici koruma merkezleri dışında yaşadığını ortaya koyuyor.  İstanbul, Antep, Urfa ve Hatay, sırasıyla Suriyeli sığınmacıların en yoğun yaşadığı iller olarak öne çıkıyor. Ancak kentin toplam nüfusu içinde Suriyelilerin oranına baktığımızda bu sıralama değişiyor. Kilis’in yüzde 80’ini Suriyeliler oluştururken, bunu yüzde 26’yla Hatay, yüzde 21’le Urfa ve Antep takip ediyor.4

Türkiye’deki Suriyelilerin yaklaşık yarısını 18 yaş altındaki çocuklar ve gençler oluşturuyor. Türkiye’deki 1,4 milyon Suriyeli ise 15 yaş ve altında.

Türkiye kimi için bir son durak, kimi için ise transit ülke konumunda. Ancak Avrupa’ya doğru açılan yol, göçmenlerin dünya çapında çıktıkları yolların pek çoğu gibi, kimi zaman bir ölüm yolculuğu. Uluslararası Göç Örgütü verileri, 2018 yılında 3400 göçmen ve mültecinin göç etmek için çıktığı yolda yaşamını yitirdiğine işaret ediyor.

Karakteristik özellikler ve temel sorunlar

“Türkiye milyonlarca göçmen ve mülteciye ev sahipliği yapıyor” dediğimizde aslında milyonlarca işçiden ve işçi ailesinden bahsediyoruz. İster çeşitli nedenlerle ülkesinde zulme uğrayacağından korktuğu için kaçmış olsun, adına “mülteci” diyelim, ister maddi ya da sosyal durumunu iyileştirmek için burada bulunsun, “göçmen” diye adlandıralım, fark etmiyor. Buraya gelenlerin büyük çoğunluğu Türkiye’de işçi sınıfının en savunmasız kesimi olarak hızla çalışma yaşamı içine giriyor. Bu işçilerin çalışma yaşamı içindeki durumları, çalıştıkları sektörler, ücret seviyesi geldikleri ülkeye göre değişiklik gösterse de mülteci/göçmen işçilerin çalışma yaşamındaki konumunu şu özelliklerle karakterize etmek mümkün:

  • Kuralsızlığıyla öne çıkan tekstil, tarım ve inşaat sektörlerinde daha yoğun çalışıyorlar,
  • Ağırlıklı olarak vasıfsız işçi olarak istihdam ediliyorlar,
  • Çok küçük bir bölümü kayıtlı çalışabiliyor.
  • Dil bariyeri çok önemli bir sorun olarak varlığını koruyor,
  • Aynı işyerinde aynı işi yaptıkları diğer işçilerin oldukça altında ücret alıyorlar,
  • Çocuk işçilik özellikle Suriyelilerin ülkeye gelişiyle birlikte hızla yaygınlaştı,
  • Çoğunlukla işçi sağlığı ve güvenliği önlemlerinden yoksun biçimde çalışıyorlar.

Yani, sermaye açısından göçmen ve mülteci işçiler ucuz, itaatkâr ve esnek işgücü anlamına geliyor. Üstelik hakları ödenmediğinde örgütlenme olanağından da yoksun… “Örgütlenme” demişken, sendikaların bu konuda genel olarak suskun kalmayı tercih ettiğini, açık kapı politikasına karşı çıkmamakla birlikte, göçmen işçiler arasında örgütlenme çalışması yapmadığını da eklemek gerekiyor.

Yukarıdaki karakteristik özellikler yalnızca yabancı işçilerin çalışma koşullarını belirlemekle kalmıyor, yaşanan karşılıklı etkileşim Türkiye’deki çalışma rejiminde de değişiklikler yaratıyor.

Göçmen ya da mülteci işçiler, düşük ücretin geçerli olduğu pek çok sektörde çalışmalarına rağmen, yukarıda da belirtildiği gibi kayıt dışının yaygın olduğu tarım, inşaat ve tekstil sektörleri göçmen işçi istihdamında öne çıkıyor. Tarımda, Kürt işçiler yıllardır en alt katmanı oluştururken, yabancı işçilerin gelmesiyle birlikte Kürt illerinden gelen işçilerin sayısında azalma yaşanmaya başladı. Mevsimlik tarım işçileri arasında yapılan araştırmalarda, yabancı ve özellikle Suriyeli işçilerin çok daha düşük ücret karşılığı çalışmayı kabul ettiğinin ve bunun yerli ve yabancı işçiler arasında gerginlik yarattığının altı çiziliyor.

İnşaat sektörü ise iç ya da dış göç sonucu bir kente gelen vasıfsız işçilerin en hızlı biçimde çalışma yaşamı içine girebildiği kanallardan birini oluşturuyor. Ancak tarımda olduğu gibi, kayıt dışı çalışmanın neredeyse kural haline geldiği inşaat sektöründe ancak daha kötü çalışma koşullarını kabul ederek iş bulabiliyorlar. Üstelik gerek inşaatta, gerekse tarımda bu koşulların kabulü ağır iş kazalarına da davetiye çıkarıyor.

Tekstil ve hazır giyim sektörü ise göçmen ve mülteci işçilerin yoğun olarak istihdam edildiği sektörlerden biri olmakla birlikte, tarım ve inşaata göre kimi farklılıklar içeriyor. Öncelikle tekstil, ihracatın önde gelen sektörlerinden biri ve Türkiye dünya çapında bilinen markaların önemli tedarikçisi olmayı sürdürüyor. Uluslararası markaların imajı, bir basın organında yer alan çocuk işçi haberiyle bir anda alt üst olabiliyor. Dolayısıyla ana tedarikçilerde daha kurallı bir çalışma yaşamı hüküm sürerken, eve iş verme sistemine kadar uzanan tekstil sektörünün alt halkalarına doğru karşımıza kayıtsız göçmen işçiler ve uzun saatler boyu çalışmaya zorlanan çocuklar çıkabiliyor.

Bu üç sektör üzerinden verilen örnekler, yabancı işçilerin vasıfsız olarak istihdam edildiği pek çok sektör için geçerliliğini koruyor. Kendi ülkesinde çocuk, üniversite öğrencisi, ev kadını, kendi hesabına çalışan pek çok kişi buraya geldiklerinde kendilerini vasıfsız işçi olarak buluyor. Dolayısıyla özellikle Suriyeli işçiler açısından göçle birlikte yaşanan bir “işçileşme” sürecinden bahsedebiliriz. Emek güçlerini satmak zorundalar ve kitlesel olarak işgücü piyasasına girdiler. Aynı zamanda tarlaları, evleri ya yıkıldı, ya da eski ülkelerinde kaldı. Yani mülksüzleştiler.

Ülkesinde vasıflı işçi olanlar da, Türkiye’de çoğunlukla sahip oldukları vasıflara uygun işlerde istihdam edilmedi. Bunun çarpıcı örnekleri göçün ilk yıllarında yaşandı. Suriye’de mesleğini yapmakta olan doktorlar, mühendisler, öğretmenler, Türkiye’ye geldiklerinde kendilerini bir anda ayda 600-700 liraya tekstilde ortacı olarak çalışırken buluverdi. Dolayısıyla üniversite mezunları zaman içinde Avrupa’ya geçerken, Türkiye’de daha düşük eğitimliler kaldı.

Ülkede ücretli olarak çalışanların yanında elbette kendi işini kurmuş olanlar da var. Özellikle Suriyeliler, yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde kendi yaşam alanlarını yarattılar. Bu kapalı yaşam, 5-6 yıldır Türkiye’de olmalarına rağmen, başta kadınlar olmak üzere pek çok yetişkinin Türkçeyi neredeyse hiç öğrenememesine de yol açtı. Denizli’de yapılan bir araştırma, kurulan yaşam alanlarını şu sözlerle özetliyor: “Denizli çöküntü mahallelerinde nüfusun önemli bölümünü Suriyelilerin oluşturduğu sokaklar, bu sokaklarda Suriye malları satan Suriyeli bakkallar, pastaneler, berberler, bu dükkânların vitrinlerine asılan Arapça ilanlar mevcuttur. Söz konusu dükkânlar, sadece Suriye kökenli malların dolaşımı işlevini görmemekte; göçmenlere verilen sosyal yardımdan sağlık hizmeti sunan Suriyeli hekimin telefon numarasına kadar çok sayıda önemli bilginin dolaşımına da mekân olmaktadır.”5

Kuralsızlığın boyutu

Mülteci ve göçmen işçilerin çalışma izinlerinde yasal statü konusunda, özellikle geçici koruma kapsamındaki Suriyeli işçilere dair durumun trajikomik olduğunu söyleyebiliriz. Hükümetin uzun süre ne olarak nitelendireceğini bilemediği ve hukuken ne anlama geldiği belli olmayan “misafir” tanımını kullandığı Suriyeliler, ülkeye gelişlerinden ancak 4,5 yıl sonra, 15 Ocak 2016 tarihinde yürürlüğe giren yönetmelikle6birlikte yasal olarak çalışma hakkına sahip oldular. Ancak çalışma izni alındığı durumda, yabancı işçilerin sermaye tarafından tercih edilme nedenlerinin önemli bölümü ortadan kalkıyor, yasal hale geldikleri zaman işe alınma konusundaki avantajlarını kaybediyorlar. Dolayısıyla çalışma izni başvurusu yapılan işçi sayısı, çalışma yaşamı içindeki Suriyelilerin oldukça küçük bölümünü oluşturuyor. Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, 31 Mart itibariyle ülkede çalışma izni olan yabancı işçi sayısını 97 bin olarak açıklarken, bunların 31 bininin Suriyeliler olduğunu belirtti.

Kuralsızlığın boyutuna ilişkin ilginç bir örnek belediyelerden… Kısa bir süre önce, İstanbul’da park bahçelerde çalışan bir işçiye konuştuk. Üzerinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) tişörtü, başında İBB şapkası ve elinde süpürgesiyle “kolay gelsin” diye başlayan sohbet ilerledikçe ilginç bir hal aldı. Belediyeye bağlı bir şirkette çalışan genç arkadaşımız Afgan, ülkede kaçak olarak bulunuyor; anlattıklarına göre, asgari ücretin altında ödeme alıyor ve onu da doğru dürüst alamıyor. Ve belediyeye bağlı bu şirkette kendisi gibi çalışan pek çok kişi bulunuyor. Kaçak mülteci-göçmen işçi çalıştırmanın geldiği boyutu göstermesi açısından çarpıcı bir örnek…

Çok düşük ücretlerle geçinmek zorunda kalmanın yanı sıra kimi kesimlerin iddia ettiği gibi binlerce lira yardım da almıyorlar. Yedi yıldır Türkiye’de olan ve pek çok farklı işte çalışmış olan Suriyeli bir arkadaşım, bu konuyu sorduğumda tepki göstererek, “ben bunca yıldır, kendi emeğimin karşılığı olarak kazandığım para dışında tek kuruş almadım” diyor. Yardıma muhtaç durumda olan yabancılara verilen Kızılay Kart’tan yararlanan çok sayıda göçmen işçi bulunuyor ancak buradaki ödeme miktarı bahsi geçen tutarlardan çok uzak. Kızılay Kart üzerinden yürütülen en geniş kapsamlı program, 1,6 milyon kişinin yararlandığı Yabancılara Yönelik Sosyal Uyum Yardım Programı (SUY). Bu program kapsamında kişi başı aylık yardım tutarı 120 TL olarak belirlenmiş durumda. Kızılay kapsamında şartlı eğitim yardımı (UNICEF ile birlikte), özel ihtiyaç fonu, bireysel koruma yardımı gibi kişilerin durumuna göre belirlenen ek yardımlar ve bazı diğer kurumların ve vakıfların desteği de mevcut. Ancak tüm bunlar, “ekmek elden su gölden yaşıyorlar” yorumlarına konu olabilmenin çok uzağında. Üstelik göçmen işçiler yaşanan ekonomik krizde, Türkiye işçi sınıfının geri kalanı gibi gün be gün yoksullaşarak ayakta kalmaya çalışıyor.

‘Çocuk değilim artık!’

Yabancı işçilerden bahsederken, çocuk işçilerin elbette ayrıca ele alınması gerekiyor ve bu başlık ağırlıkla Suriyelileri kapsıyor. Diğer ülkelerden gelenler arasında genç işçiler bulunmasına karşın, çocuk işçilik olgusunun yoğunlaştığı kesim Suriyeli mülteciler. ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü), 18 yaş altını çocuk olarak nitelendiriyor ve bugün çalışma yaşamı içindeki hiyerarşide, en alt tabakayı mülteci çocuklar oluşturuyor. Kimi zaman yanlarında onlara bakabilecek bir büyük olmadığından, kimi zaman aileleri iş bulamadığından, kimi zaman alınan üç kuruş haftalık kalabalık ailenin geçimine yetmediğinden, kendilerini çalışma hayatı içinde buluyorlar. Urfa’da yapılan bir araştırmada, çocuk işçiler yaşamlarını “iş ve ev arasında geçen bir hapishane” olarak tanımlıyor. 7

Bir restoranda bulaşıkçı olarak çalışan 17 yaşındaki genç işçi diyor ki: “Çocuk olmak demek oynamak demek, ben de çocuktum. Durumumuz çok iyiydi Suriye’de. Zengindik. Her istediğimi yapardım Suriye’de. Futbol oynuyordum ben, üst seviyede. Çok gezerdim ben, denize girmeyi çok severdim. Playstation çok severdim. Oyunlar vardı evimizde. Ama şimdi hiçbir şey yapamıyorum. Urfa nasıl bir yer onu bile bilmiyorum. Çocuklar burada ne yapar? Bilmiyorum. Şimdi sadece çalışmak, çalışmak… Sadece çalışmak ve para kazanmaya çalışmak yaşam, bu kadar. Artık çocuk değilim ben, aileme para gönderiyorum onlar orada kaldı. Nasıl çocuk olacağım o zaman?”8

Suriye’den çocuk olarak yola çıkıp, yolculuğu Türkiye’de işçi olarak tamamlıyorlar. Özellikle iş imkânının daha az olduğu sınır kentlerinde, 40-45 yaşındaki yetişkinler dahi iş bulamıyor ve aileye gelir getiren kimi durumda yalnızca çocuklar oluyor.

Patronlar da çocuk işçileri tercih ediyor çünkü onlar kimsenin yapmak istemediği işleri yapmayı kabul ediyor. İtaatkarlar, ücretleri ödenmediğinde seslerini çıkaramıyorlar ve yetişkin işçilerden daha düşük ücrete çalışıyorlar. Bunların yanında çocuklar hem hızla dil öğreniyor hem de yapılan işe daha hızlı adapte oluyorlar. Üstelik özellikle tarım ve tekstilde sorumlular üç maymunu oynadığı için çocuk işçi çalıştırmanın önünde yeterli ölçüde engel bulunmuyor.

Kimlikleri dahi tespit edilemiyor

İşçi sağlığı ve iş güvenliği de üzerinde ayrıca durulması gereken başlıklardan biri. Türkiye’de elbette çok sayıda göçmen işçi iş kazalarından etkileniyor ya da iş cinayetlerinde yaşamını yitiriyor. Tablo öyle bir halde ki, birden fazla işçinin yaşamını yitirdiği yangın, göçük gibi toplumsal olarak görülür olaylar yaşandığında bile, ölen işçilerin isimleri dahi bilinmiyor. Tekil ölümlerde ise işçinin öldüğü, cansız vücudu bir süre sonra bulunana dek fark edilmeyebiliyor.

İş kazası durumunda, işçinin şikâyette bulunabileceği hiçbir merci yok. Bırakın işyerinde kayıtlı çalışmayı, ülkede bile kaydı yok. Nereye, kime şikâyet etsin? Dolayısıyla iş kazaları ve cinayetlerinden belki de en fazla etkilenen göçmen işçilerin, kendine istatistiklerde dahi yer bulamadığı bir tablo yaşanıyor.

Hatırlanacaktır, son dönemde yabancı işçiler üç ayrı iş cinayeti vakasıyla gündeme geldi.

16 Ocak günü, Ankara’da Mobilyacılar Sitesi’nde koltuk üretimi yapan bir fabrikanın bodrum katında çıkan yangında beş Suriyeli işçi hayatını kaybetti. Mobilyacılar Sitesi, göçmen işçilerin çok düşük ücretlerle, uzun saatler mesai yaptığı ve yüksek yangın riski barındırmasına rağmen işçi sağlığı güvenliğine ilişkin basit kuralların dahi uygulanmadığı bölgelerden biri.

Mobilyacılar Sitesi’ndeki yangını, 29 Mart günü, yine Ankara/İskitler’de Afgan işçilerin kaldığı binada çıkan yangın takip etti. Atık kâğıt işçilerinin hem yaşadığı hem de depo olarak kullandığı binadaki yangında 5 Afgan işçi yaşamını yitirirken, 11 işçi yaralandı. Olayın ardından bir rapor yayımlayan Ankara İSİG Meclisi, Ankara’da aynı biçimde çalışıp barınan 2500 kadar Afgan atık toplayıcısı işçi olduğunu belirtti.9

Bir başka yangın haberi ise Kocaeli/Çayırova’dan geldi. Bayram tatilinde çalışmakta olan ev tekstili fabrikasında çıkan yangında ölen işçilerin sayısı dahi tam olarak tespit edilemedi. 4 göçmen işçinin yaşamını yitirdiğini yazan da oldu, “gerçekler gizleniyor, ölü sayısı 6” diyen de. Ağırlıklı olarak göçmen işçilerin çalıştığı fabrikadaki yangında ölenler de Afgan ve Suriyeli işçiler oldu. Görgü tanıkları bir anneyle kızının sarılmış cesedinin çıkarıldığını belirtti.

İSİG Meclisi’nin açıkladığı raporlara göre, 2018 yılında iş cinayetlerinde hayatını kaybeden 1923 işçinin 110’u göçmen ve mülteci işçilerden oluşuyordu. Raporda, İSİG Meclisi’nin ölen işçilere ilişkin bilgilere çoğunlukla doğrudan hekimler üzerinden ulaştığı, basında konuya ilişkin bilginin yer almadığı vurgulanıyor, dolayısıyla göçmen işçi ölümlerinin bu rapordakinin çok üzerinde olmasının beklendiğinin altı çiziliyor. Yani göçmen işçi ölümleri, iş cinayeti kaynaklı toplam ölümlerin yüzde 10’una yakınsıyor. 2019 yılının ilk beş ayında ise hayatını kaybeden 696 işçinin 49’unu başta Suriyeli ve Afganlar olmak üzere göçmen işçiler oluşturdu.

Çelişkileri maskeleyen rekabet

Buraya kadar yazılanlar, göçmen ya da mülteci işçileri Türkiye’de parlak bir geleceğin beklemediğini gösteriyor. Üstelik bu tabloya pek çok durumda, Türkiyeli işçilerin tepkileri ekleniyor. Yerli işçilerin yaşadıkları sorunların kaynağı göçmen işçiler olmamasına ve aslında her ikisi için de sorunların kaynağında duran özne aynı olmasına rağmen, öfke çoğunlukla kendisi gibi olana yöneliyor. Öfkenin, daha ucuza çalışmaya mecbur bırakılan göçmen işçiler yerine sermaye düzenine yönelmesi ise daha farklı bir bilinci ve elbette örgütlülüğü gerektiriyor.

Bir Suriyeli işçi, işyerinde birlikte hareket edememelerine ilişkin olarak şunları söylemişti: “Yan yana gelemiyoruz ki. İşyerlerinde para gelince, önce Türklerin ücreti veriliyor, para kalırsa Suriyelilere sıra geliyor. Üstelik bizler bu ülkede sizlere göre daha zor koşullarda yaşıyoruz. Ama Türkler bizim koşullarımızı umursamıyor. Aslında herkes sadece kendi maaşına bakıyor.”

Aslında elbette bu durum Türkiye’ye özgü değil ve göçmen işçilerle yerli işçilerin rekabeti, göç alan her ülkede ortaya çıkıyor. Belirli sınırlar içinde kaldığı sürece, sermayenin istediği tablo da tam olarak bu: ortak hareket edemeyen, gerginlikleri, küçük çatışmaları, kendi içindeki bölünmüşlüğü koruyan bir işçi sınıfı. Kapitalizmin ihtiyaç duyduğu yedek işgücü ordusunun en azından bir bölümünün göçmen işçilerden oluşması, sistemin de sigortalarından birini oluşturuyor. Berger bu durumu şu sözlerle özetliyor: “Gerektiği zaman ‘ithal’ edilir, gerek kalmadığı zaman da ‘ihraç’ edilir, yani kendi ülkelerine gönderilebilirlerse, siyasal bakımdan ortaya çıkabilecek geri tepmeler de önlenmiş olur.”10

Yani tam olarak sermayenin hayallerini süsleyen tablo…

Sonuç yerine…

Bu yazının tamamı aslında üç cümleyle özetlenebilir: Sayıları 4 milyona ulaşan göçmen ve mültecilerle birlikte yaşıyoruz ve onların hayatta kalmak için tek yolları emeklerini satmak. Yani bizlerle birlikte –daha az ya da daha çok ama birlikte- sömürülüyorlar. Onlar artık Türkiye işçi sınıfının parçası.

Peki ne yapacağız? Bu toplamın yüzde 90’ını oluşturan Suriyeliler üzerinden konuşalım. Ve en çok sorulan sorulardan ikisine yazının sonunda değinmiş olalım: “Dönmeyecekler mi?”, “Hepsi gerici değil mi?”

Aslında savaşın durulmasıyla birlikte dönebilenler döndü. Geri kalan için ise, burada iyi kötü kurduğu bir yaşam var. Oysa kendi ülkesinde onu bekleyen ne bir evi, ne tarlası, ne de işi var. Dönemiyorlar.

Gericilik konusu ise en sıkıntılı başlıklardan biri olmayı sürdürüyor. Suriye’de uzun yıllar boyunca Sünni, Alevi, Hıristiyan dostluk içinde yaşadıklarını ancak savaş süresince din konusundaki tutumların keskinleştiğini söylüyorlar. Türkiye’ye gelenlerin ağırlıkla Sünniler oluşu ve bu tercihte rol oynayan etmenlerden birinin de Türkiye’nin “müslüman ülke” oluşu elbette önem taşıyor. Ancak iktidara bakışlarını belirleyenin yalnızca din olduğunu söylemek doğru değil. Konuyu uzun uzun konuştuğumuz bir Suriyeli şunları söyledi: “Erdoğan’ın halkı için iyi şeyler yaptığını, yol ve köprü yaptığını düşünüyorlar. Televizyonu anlayacak kadar dil bilmiyorlar, Türkçe okuyup yazamıyorlar. Komşuları olan Türklerden öğreniyorlar. Ve Eyüp’te oturuyorlar, Fatih’te oturuyorlar. Yani AKP’lilerin olduğu bölgelerde”.

Sermaye için, işyerinde milliyetçilik üzerinden bölünmüş bir sınıf yaratmak, mahallesinde de din kimliğini öne çıkarmak, sınıfın en savunmasız kesimlerini oluşturan işçileri pasifize etmek için son derece elverişli bir yol. Buna karşın, özellikle kriz döneminde katlanan yoksulluk, tıpkı Türkiye işçi sınıfının diğer bileşenleri gibi, göçmen işçileri de elimizin değdiği yerde ulaşılabilir hale getiriyor. Dolayısıyla bitirirken, -kolay olmadığını bilerek- bir kez daha altını çizelim: Birlikte sömürülüyoruz, birlikte mücadele etmemiz gerekiyor. Ve bunun da birlikte örgütlenmekten başka çıkar yolu yok.

Dipnotlar

  1. John Berger ve Jean Mohr, “Yedinci Adam – Avrupa’da Bir Göçmen İşçinin Hikayesi”, Çeviren: Cevat Çapan, Metis, 2018, s. 18.
  2. https://www.unhcr.org/figures-at-a-glance.html, Dünyada sayıları 25,4 milyona ulaşan mültecilerin yüzde 57’si de üç ülkeden geliyor: Suriye, Afganistan ve Güney Sudan.
  3. Göçmen/mülteci/sığınmacı sözcüklerine açıklık getirmek gerekiyor. Çok özet olarak, uluslararası hukukta mülteci, çeşitli nedenlerle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan ve bu yüzden ülkesinden ayrılan kişilerdir. Mülteci olarak uluslararası koruma arayan ancak statüsü henüz tanımlanmamış kişilere ise sığınmacı deniyor. Türkiye’de Avrupa dışından gelenlere mültecilik hakkı verilmiyor ve sığınmacı terimi de hukuk sistemimizde yer almıyor. Bu nedenle Suriye’den gelenlere “geçici koruma kapsamında” denildi. Göçmenler ise diğerlerinden farklı olarak bu yolculuğa kendi isteğiyle çıkan, maddi veya sosyal durumunu iyileştirmek için başka bir bölgeye veya ülkeye göç eden kişiler. Yazıda yabancı işçilerden bahsedildiği için, bu hem uluslararası hukuk anlamında mültecileri hem de göçmen işçileri kapsamaktadır. Bu nedenle pek çok durumda her iki tanımlama birlikte kullanılmaktadır.
  4. https://www.goc.gov.tr/icerik3/gecici-koruma_363_378_4713
  5. Çağla Ünlütürk Ulutaş, Sezgi Akbaş, “Küresel Fabrika Kentinin Görünmeyen İşçileri: Denizli İşgücü Piyasasında Suriyeli Göçmenler”, Çalışma ve Toplum, 2018/1, s. 180.
  6. Geçici Koruma Sağlanan Yabancıların Çalışma İzinlerine Dair Yönetmelik;  http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/01/20160115-23.pdf
  7. Songül Sallan Gül, Emine Türkmen, Özlem Kahya Nizam, “Türkiye’de Emeğin En Savunmasız Hali: Şanlıurfa’da Suriyeli Mülteci Çocuk İşçi Olmak”, Çalışma ve Toplum, 2019/2, s. 937.
  8. Age, s. 932.
  9. http://www.guvenlicalisma.org/19950-ankara-iskitler-deki-is-cinayeti-hakkinda-ankara-isig-meclisi
  10. John Berger ve Jean Mohr, “Yedinci Adam – Avrupa’da Bir Göçmen İşçinin Hikayesi”, Çeviren: Cevat Çapan, Metis, 2018, s. 144.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×