Gerçekliği değiştirmek

2019 yılının bilim çalışmaları birçok alanda ilginç yeni adımların atılmasını sağladı; önceki yıllarda olduğu gibi. Örneğin, yıllar süren kolektif çalışma sonucunda bu yıl bir kara deliğin “fotoğrafı” çekildi. Kendisi kara, karanlık, çekim alanındaki ışığı dahi “yutan” bir gök cisminin görüntüsü alınabildi. Mantığa ters gibi dursa da bilimciler teoriye dayanarak yeni bir gözlem yapabildi ve belki de karadeliğin içinde başka bir evrene geçişin fitilini ateşlediler.

Bir diğer çarpıcı gelişme, geçen yılın son aylarında Çin’de doğan ikiz bebeklere genetik müdahale yapıldığı duyurusu. Embriyoya, AİDS hastalığına yol açan virüsün hücrede kullandığı genetik yolu değiştiren bir müdahale yapıldığı açıklandı. İnsan yavrusunun istemediğimiz genlerini çıkarıp atıp yerine başka genler koyabilir miyiz? Bilim insanı ve insanlığın kolektif emeği ile gerçeği kâbus yerine hayallere yaklaştırmayı sağlayacak bilimsel bilgimiz her gün artıyor.

Bilimsel çalışmanın en büyüleyici yönü gerçekliği değiştirebilme gücü olabilir. Gerçeği değiştirebilmek için onunla temas etmek ve onu tanımak, anlamak gerekiyor. İnsan türlerinin bilişsel kapasitesinin evrimiyle birlikte, kendi dışına dair bilgisi ve bu bilgiyi edinme yolları, iniş çıkışlar olsa da makro ölçekte gelişmektedir. Bir derecede naif olan bu bakışın eleştirisini ileride vermeye çalışacağız.

Doğa üzerine düşünce ve açıklamaların antik çağa kadar uzanan kayıtları olmakla birlikte modern bilimin son beş yüz yılda ortaya çıktığını ve bir sistematik kazandığını söyleyebiliriz. Bu serüvenin, toplumsal üretim ilişkilerine dayalı yaratıcı koşullarını incelemek bu yazının konusu olmasa da bilim tarihini anlamak açısından önemini geçerken vurgulamalıyız. Esas olarak üzerinde duracağımız noktalar ise bilimsel düşüncenin gelişim seyri, özellikleri ve bilimsel olan ile olmayanın ayrımı olacak.

Tartışmanın kökleri özne ve nesnenin ne olduğu, aralarındaki ilişkiye gitmektedir. Başka bir ifadeyle varlık tanımı, varlığın özü ve biçimi farklı epistemolojik (bilgi kuramları) çerçevelerde nasıl ifade edilmektedir? Engels’e atıfla, insanın dünya görüşü alt varyasyonları olsa da materyalist ve idealist çerçeve olarak iki ana kola ayrılabilir. Yer yer birbirlerinin içine girerek birbirlerini geliştiren bu görüşler, insanlığın devasa bilgi birikimini oluşturmuşlardır.

İdealist görüşe sahip olanlar, Aristo’ya dayanarak varlıklar hiyerarşisi oluşturabilir veya varlıkları fizik ötesi ve fiziksel olarak ayırabilir. Bu görüşte kritik olan vargılar: Varlıklar birbiriyle ilişkisizdir, ayrı özlere sahiptir, biçimleri (görünüşleri) özlerinin kavranmasına olanak vermemektedir.  Dolayısıyla nesnel dünya hakkında bilgi edinmek için özne olan insan usuna (aklına) dayanmalıdır. Duyumsadığı ve deneyimlediği şeylerin usundaki cevabını bulmalıdır. Bilginin özü kendinde, derinlerdedir ve oradan çıkarılmalıdır. Bunu yöntemi çeşitli mantık yürütme süreçleridir. Gözlem ve deneylerden ulaşılan tümevarım yöntemidir. Tümdengelim ise daha özgün durumlarda uygulanır.

Materyalist görüşe sahip olan antik filozoflar her varlığın maddi, diğer bir ifadeyle fiziksel olduğunu savunurlar. Madde ortak bir (örneğin atom) veya birkaç öze (örneğin hava, su, toprak, ateş) sahip olabilir. Hatta kayıtlı ilk ifadesi Herakleitos’a dayanarak maddenin değişmekte olduğu söylenebilir: Her şey akar, her şey oluşur, her şey süreç içinde değişir. Maddenin biçimiyle özü arasında bağlantı vardır, görünüş maddeden kopuk bir illüzyon değildir. Dolayısıyla maddenin özü, kendiliği bilinebilirdir. Öz ile biçim arasındaki farkı, ilişkiyi incelemek de bilim yapmak olarak tarif edilebilir. Deneyim ve duyumların belli bir genelleştirmesi, soyutlaması yapılır ve bu tekrar pratikle sınanır.

Gerçeklik kavrayışının gelişimi

Tarih 1500’lerin sonlarına doğru geldiğinde Kopernik, Kepler, Galilei gökyüzü üzerine yaptıkları hesaplamalar sonucunda evreni yeni bir biçimde açıkladılar. O güne kadar gökbilimi üzerine söylenenlerin olgularla uyuşmaz noktalarını çözdüler. Ve özne olmanın doğallığıyla, insanın her şeyin merkezinde durduğuna inanarak kurduğu evren modeli yıkıldı: Dünya evrenin merkezinde, bütün gök onun etrafında dönüyor. Yeni modelde bir yıldız olan güneş merkezde duruyor ve gezegen denen diğer gök cisimleri uydularıyla beraber onun etrafında dönüyor, açıklaması daha fazla olgu ile örtüştü. Newton’ın kütlelerin birbirini çekmesi üzerine kurduğu matematiksel formülasyon durumun nasıl olabileceğini göstermiş oldu. 

Modern bilim yapma biçimi üzerine düşünceler için biz Rene Descartes’ı alacağız. Çünkü Descartes’ın öz ile biçim arasındaki gerilime dair yanıtı düalist bakışı doğurur. O, maddesel olan ile tinsel olanın iki ayrı dünya olduğunu, özlerinin farklı olduğunu düşünür. Akıl yürütmesi sonucunda tinsel olandan şüphe etmezken maddesel olandan şüphe edilmesini öğütler. Kendi şüphe etme süreci sonunda maddi olanın tinsel olandan dolayı fiziksel bir gerçeklik olması gerektiğini ve onun bilgisine ulaşabileceğimizi ifade eder.

Bir makine gibi düşünülebilecek fiziksel bütün, parçalarına ayrılarak anlaşılabilir, incelenebilir. Küçük bir parçanın işlevi bir sonraki parçayı tetikleyerek bir devinim zinciri oluşturur. Temel düzeyde maddi parçalar birbirini etkileyen neden – sonuç ilişkisi içinde mekanik bir işleyiş oluştururlar, der.  Marx, Descartes’ın “maddenin kendiliğinden var olan yaratma gücü”nü gördüğünü vurgular. Elbette kurulmuş bir saat gibi düşünür Descartes. İlk itkiyi veren, makinenin işleyişini seyreden bir kurucu vardır.

1700’lü yıllarda Hegel öz ile varlık arasında sıçramalı bir bağlantı olduğunu ifade ederek diyalektik düşüncenin yolunu açar. Ancak onun için başlangıç mutlak özün/ tinin, nitel değişimle varlığa/ maddeye geçişidir. Bu noktasıyla idealist olan pozisyonu, bir sonraki adımda maddenin özünün de değişebileceğini ifade edecektir. Ve bu soyutlama materyalist düşüncenin saf gerçeklik iddiasına saplanmasından kurtuluşuna kapı aralayacaktır. Diyalektik materyalist bakış maddeyi, insanı, bilgiyi karşılıklı etkileşim ağı içinde zamanın bir fonksiyonu olarak görmeyi mümkün kılacak.

Pozitivizm (olguculuk) ise Descartes’ın mekanik felsefesinin devamı olarak görülebilir. Fiziksel dünyanın düzenini anlamak için aklını kullanan insan artık olgulara bakmalıdır. Olgu içi ve olgular arasındaki neden – sonuç ilişkisini betimlemek mümkündür. Çünkü nesne/şey duyumsanabilir, algılanabilir fiziksel koşullara tabidir.  Öznenin dışındaki dünyanın sadece düşüncede var olması veya gerçeklik olarak özneden bağımsız olarak oluşu diyeceğimiz iki yönelimde pozitivist yaklaşımda gelişmiştir.

Pozitivizmin bir ucu azınlığın elindeki bilgiyi, bilimi topluma taşıma arzusundaki Fransız Ansiklopedistlerine varmaktadır. Akla Göre Düzenlenmiş Bilimler, Sanatlar ve Zanaatlar Ansiklopedisi (Encyclopédie, ou dictionnaire raisonné des sciences, des arts et des métiers) olarak yayımladıkları ve neredeyse 30 yılda tamamlanan ciltler içindeki bilgiler doğa bilimlerinden tarih bilimine kadar geniş bir alanı kaplamaktadır. Bu kolektif çalışma insanın aklını kullanarak harekete geçmesini sağlamanın aracı olarak da düşünülmüştü. Bilen, bildiği doğruları savunan, iyi ve güzeli kuracak insanın besini olacaktı. Fakat toplumun bütünü için hem bilgiye ulaşmak zordu hem de bilgi katkısız, saf bir şekilde öğrenilmiyordu; çağının çarpıklıklarını taşıyordu.

“Doğa ve doğaüstü ayrı dünyalar” fikrinde karşı olan G. Berkeley, deneyciliğin elde ettiği verileri kabul etmek zorunluluğu hissettiği için bilimsel bulguları idealist biçimde yeniden yorumlamıştır. Bilimin maddenin ne olduğunu, özünü açıklamadığını ancak insanın duyularıyla, sezileriyle algıladığı şeyin ne olduğunu tanımladığını ileri sürer. Örneğin Newton’ın matematiksel hesaplamalarıyla şeylerin nedenini değil, nasıl olduğunu açıkladığını ifade eder. Bilim ve matematiğin dış dünyayı değiştirme becerisinin gerçekliği etkileme olarak görülmemesi gerektiğini, ancak olayları betimlemek ve tahmin etmek için kullanılan işlevsel araçlar olarak görülebileceğini iddia eder. Bir nesnel gerçeklik olduğunu düşünmek hatadır, tersine evrende zihin ve fikirlerden başka varlık yoktur vargısını üretir.

Lenin, Bogdanov ve Lunaçarski gibi Rus düşünürlerini etkileyen E. Mach’ın düşünsel omurgasının Berkeley’e dayandığını söyler. Bilimsel yolun değiştirmek ya da korumak için sadece bir araç olduğunu düşünen ekolün peşine takılmış olduklarını belirtir. Örneğin atom tarifi işlevseldir, fakat bu kavram atomun gerçek olduğunu iddia etmeye yeterli değildir, üstelik gerçek olması gerekli de değildir bu görüşe göre. Dünya, dış gerçeklik, olgular duyumlarımızdan ve onları algılama biçimimizden ibarettir; bir tek bunu bilebiliriz. Bilim de duyumlar arası ilişkileri tespit eder, tanımlar. Ne fizik ne fizikötesi bilinemez ise gerçeklik diye bir şeyin olduğu iddia edilemez noktasına varılır.

Merkeze maddeyi değil, maddeyi duyumsayan insanı koyarak öznel idealizmi yeniden icat ederler. “Duyumlarımızdan başka bir şey bilemeyiz” derken çoğul olarak insanı ifade etseler de, diğer insanları duyumsayan yine tek kişidir, bütün dünyayı zihninde yaratan tek ‘ben’ci bir görüştür. Kanıtlar, gözlemler, duygular hepsi düşüncede var olur. Yani düşünce beyinsiz var olabilir denmekte, Lenin kabaca bu durumu “beyinsizlik”i savunmak olarak yorumlar. İnsanlığın yaşadığı acılar da sadece kafasının içindedir o vakit. Toplumsal alandaki karşılığı: kolektif özne olmamak, idealistçe tekil özgün kişiliklerin varlığıyla toplumun şekillenmesidir. Örnek olsun “Çarı devirmeye gerek yoktur, çar zaten onu alaşağı edecek bir özne tarafından, bir ‘özel’ kişi tarafından devrilecektir” diye sav geliştirilebilir.  

20. yüzyılın başında Mach’ın açtığı yoldan ilerleyen geniş bir doğa bilimci, dil bilimci, matematikçi grubu vardır. Onlar için olayların gerçekleşmesi yeterli, olayları tarif ederken ki dilin çözümlenmesi önemlidir. Tüm bilim ve felsefe bu anlamda mantık işidir. Antik döneme göre biraz daha fazla geliştirilen mantık ilkelerine dayanarak olaylar tarif edilmeli; olayların varlığı, değili, ayrımı, birleşimi, şartı anlamlı cümlelere dönüştürülmeli. Eğer ‘şey’ler deneye tabi tutulamıyorsa bilimsel olmadığı kabul edilmelidir ve bilinebilir olana bakmak doğru olandır. Örneğin felsefi olarak ‘hiçlik’ veya ‘gerçek nedir?’ soruları, anlamlı sorular değildir çünkü deneysel olarak cevaplanamazlar. Şeylerin öz ile uğraşmak, gerçekte ne olduklarını aramak anlamlı değildir. Böylece felsefeden fizikötesi konuların ayıklanacağını ve dünyanın bilimsel kavranışının sağlanacağını ileri sürerler.

İşlevsiz fikirler, dogmatik bakış, modern olmayan toplumsal yaşamdan vaz geçmek için gelişkin olan, bilimsel olan düşünceyle ilişkilenerek insan özne olmalı, birey haline gelmelidir. Bu beceriyi edinmek için insan kuşkucu olmalı, bilimdışı ve akıldışı olanı anlamalı, kritik edebilmeli. Toplumsal ilerlemenin böyle bir bireyleşme ile olacağını düşünürler. Aslında bunun nesnelliğin yitimi olduğunu, yadsınması olduğunu görmüyorlar ya da kendi inançlarını diğer inançlardan daha işlevsel olduğunu kabul ederek rahatlıyorlar. İnsan düşüncesinin tarihsel ve toplumsal maddi süreçlerin gelişimiyle ilişkisini kavramıyorlar ya da bu kavrayışın sorumluluğunu istemiyorlar.

Dolayısıyla bilim tartışması bilimsel olan ve olmayan ayrımını tanımlayabilmek üzerinden yürümeye başlıyor. Sorun hangi düşüncenin değerli, değişmez olduğunu belirlemeye dönüşüyor. Daha yakın dönemde ise, liberal bir yaklaşımla, üstünlük görüşünün kibir olduğuna kani oluyorlar.

Modern bilim nedir?

Peki, tam olarak bir bilimsel bilgi nasıl üretilir, bunu şimdi anlatabiliriz. Olayları anlamlı, küçük parçalara ayırarak başlamak genel eğilim olarak görülebilir. Bir gözlem ile başlamak, tespit edilen olguyu farklı koşullar altında defalarca inceleyerek tümevarımsal çıkarımlar (vargı) yapmak beklenir. Örneğin insanı nitelerken iki ayağı üzerinde durması gibi ‘gerekli’ ve deri renginin ise ‘gereksiz’ olması gibi değişkenler belirlenerek çıkarımların nedensel ilişkisi ile genelleştirmeler yapılır. Bu aşama bilimde keşif dönemi olarak adlandırılmaktadır.

Anlamlı nitelikleri tespit etmek kolay bir süreç değildir. Yanlış verilerin ele alındığı, yanlış sonuçları çıkarmanın mümkün olduğu görülür. Bu probleme karşı kritik ve titiz deneylerle, beklenmedik olayların sonuçlarıyla çıkarımları sınamak gerektiği çözüm olarak önerilir. Tümdengelimsel biçimde ana soyutlamadan türetilen çıkarım ile gözlemin uyuşması halinde keşfedilen şeyin doğrulanması gerçekleşir. Doğrulanma olduğu müddetçe alternatif açıklamaların elenmesi ve mevcut açıklamanın muhtemel doğruluğunun kuvvetlenmesi beklenir. Bu aşama bilimde doğrulama süreci olarak adlandırılmaktadır.

Bilimsel bilgi üretiminin bir tek tümevarımsal yolu olmadığını düşünen kimi felsefeciler, ara varsayımların (hipotezlerin) ve tümdengelimsel yaratıcı sezgilerin rolünü fark etmişlerdir. Örneğin J. Herschel deneylere dayanmayan kimi hipotezlerin önemine vurgu yapmış, bunların genelleştirmeler üretmeye yarayacağını belirtmiştir. Ayrıca belli şartlar altında gerçekleşen olayları genel doğa yasaları olarak tanımlamış, bu yasaların başka yasa ve hipotezlerle ilişkilendirilerek genel teoriler üretilebileceğini söylemiştir. Bilimsel düşüncede tümevarım temel yol olsa da çift yönlülük bir ölçüde kabul edilir. Böylece evrensel olan, kadim olan doğa yasalarının keşfi ile gerçekliğin ispatlanacağı düşünülür.

Ancak bu noktada ‘sonsuz’ doğrulanmış bilgi sorunu ortaya çıkar. Bir durum için N sayıda gözlem yapılmış olabilir, ama bu veri (N+1)inci gözlemin de aynı sonucu vereceğini garantilemez eleştirisi yapılır. Aynı şeyi sonsuz kere deneyebilir, inceleyebilirsiniz ama geleceği bilemezsiniz. Bu kuşkuculuk başta çekicidir. Bilgi üretim süreci ise tek biçimli gözlemden ibaret bir yol izlemez. Çeşitli kanallardan kanıtlar birikir, hipotezlerin veya teorinin gösterdiği ışık izinde yeni bulgular ortaya çıkar, farklı disiplinlerden mevcut bilgiyle örtüşen doğrulamalar gelir. 

Şu vargı üretilebilir: Teoriler gözlemlerden önce gelir. Bir gözlem önsel kabullerle, sınırlamalarla biçimlendirilir. Gözlemci indirgeyici davranmak zorunda, önemliyi ve önemsizi ayırmak konusunda öznel davranır, teorisini yaratıcı gücüyle birlikte biçimlendirir. Pratik eylem teoriye gömülü olarak gerçekleştirilir. Teoriye bağlı deney, gözlem ve devam eden doğrulamalar yapılır. Oysa bir olgu diğer olaylardan tamamen izole değildir, bu sebeple başlangıç noktası olamaz diye düşünülür. Veyahut bulgular, olgular arası nedensellik yerine korelasyona dayalı olabilir ve dolayısıyla teoriye bağlı gözlemler teoriyle birlikte yanlış olabilir.

Tartışma bilimsel yolun teorilerle başladığı düşüncesini veri alarak ilerler. Bu kabulden sonra gelişen yaklaşımlar teorinin belirleyiciliği ekseninde bir yol tanımlamasıdır. Akılla türetilen teori ile olgu bağı koparılır ve olguların ‘özgür’leştiği bir düşünce inşası başlar. Bu durumda teorinin gerçek ile örtüşmesi sınanmaz, teorinin içi tutarlılığı, bilimsel teori kriterlerini tarif etmek, teorilerin birbirilerine göre değerleri tartışma konusu olur. Şeyleri öznenin algısına, duyumlarına bağımlı açıklamalarından kurtulup (öznel etkiden kurtulmak) duyumsananların mantıksal tutarlılığı ifade edebilirse birbirleriyle de karılaştırılabilir olurlar. Kişisel teorilerden kişilerin ürettiği teorilerin mantıksal karşılaştırılmasına geçilir, nesneler böylece özneden bağımsız incelenebilir hale gelir zannedilir.

Mantıkçı görüş içine yerleşebilecek Karl Popper tümevarımsal sonsuz doğrulama yöntemine karşıydı ve bilimde doğrulama değil, yanlışlama ölçütü uygulanmasını savundu. Çözüm olarak bilimde çok iyi, açık biçimlendirilmiş hipotezler veya teoriler olmasını önerdi. Öyle iyi olmalı ki, her bir parçası yanlışlanma potansiyeli taşısın, bilimdeki hiçbir önermeyi yanlışma testinden muaf tutmasın diye tarif eder. Her önerme deneysel ve gözlemsel olarak sınanabilecek biçimde ifade edilmeli, çürütme testlerinden başarıyla geçmelidir. Bilimsel bilgi tekil hipotezler, çürütmeler, gözden geçirilmiş hipotezler ve yeniden çürütmeye tabi tutma gibi bir ardışıklıkta ilerler.

Popper yanlışlama kriterinin uygulanamadığı bilgilerin bilimsel olmadığını, kişisel inançlar olduğunu söyler. Bir dereceye kadar bilimsel bilginin gerçekliğe denk düştüğünü kabul eder ve inanç ya da ideolojik olan bilgilere itibar edilmemeli der. Herhangi bir bilginin bilimsel kabul edilebilirliği için nicel ölçüt geliştirmeye çalışır. Bir hipotez problemi çözer ya da daha gelişkin yeni bir problemin oluşmasına kaynaklık ederse başarılıdır. Yanlışlamaya direnen ifade, hipotez, teori kendinden öncekinden veya diğer inançlardan daha üstündür. Bir bilginin yanlışlanmış içeriği ne kadar az, doğruluk içeriği ne kadar çok ise karşılaştırmalı olarak gerçeğe daha yakın olduğunu belirtir.

Ancak iki yanlış teorinin hangisinin gerçeğe daha yakın olduğunun önemi yoktur. Veyahut duyum ile nesne, algı ile hipotez arasındaki ilişki yok ise bir bilgilerin birbirine göre durumları epistemolojik olarak karşılaştırmak anlamlı değildir. Artık burada devreye tarihsel değişim girebilir. Popper için insanlığın tarihsel ilerlemesinden ziyade biçimsel, mantıksal, teknolojik bir ilerleme vardır. Oysa bilim tekil insanların düşündüğü ve gerçekleştirdiği bir etkinlik değil, toplumsal bir eylemdir. Bilgi üretimi çift yönlüdür, tersinir süreçler içerir. Tarihsel atmosfer içinde maddi gerçek soyutlanır ve soyutlama pratikle yeniden, daha gelişkin bir biçimde kavranır. Sonuçta ontoloji ile epistemolojisi bir bütündür. Bu durumda mantıksal üstünlüğe değil, insanlık tarihinin birikimine, evrimsel gelişimin ürünlerine bakılmalıdır. 

Üst yapısal kurumların tarihsel koşullara ve bunları belirleyen maddi üretim ilişkilerine bakılarak açıklanabileceğini düşünen Marksist görüşün bu tutumu, bilimsel bilginin ve yöntemin gelişimi için de geçerlidir. Bilim tarihine bakışta odağı, bireylerden topluma kaydıran Hessen’in 1931 yılında gerçekleştirdiği, Newton’ın teorisini geliştirmesindeki ekonomik ve toplumsal kökleri inceleyen sunumunun alanda kurucu bir etkisi oldu. İngiltere’de yapılan sempozyumdaki bu sunum Bernal, Needham gibi genç bilimcilerin Marksist çözümlemeye yakınlık duymasını sağladı. Tabii, alan içi dinamiklerin de, diyalektik bakış gereği, çözümlemeye katıldığını söylemeliyiz.

Bu dönemeçten itibaren bilimi sosyolojik yönüyle ele almak dikkat çekici bir yol olur. Felsefeci Thomas Kuhn’un yorumları alanda göreci (rölativist) yaklaşımın köklerini oluşturur.

Kuhn, bilim yapılış sürecini tarih içinde incelerken bilim camiasını bir katı bir topluluk olarak görür. Bu topluluk sahiplendiği teoride, hipotezler üzerinde tutuculuk gösterir, çalışmalarını bu temel üzerine inşa eder, ortaya çıkan tutarsızlıkları görmezden gelme eğiliminde olur. Bilim tarihinde bu dönemi normal bilim, topluluk içindeki hakim düşünceyi ise paradigma olarak adlandırır. İleride paradigma ile verilerin uyumsuzluğu sürerse ve rakip bir paradigma geliştirilirse teoriye inanç sarsılabilir; bir panik havasının oluştuğu bunalım devri başlar. Bir paradigmadan diğerine kaymanın gerçekleştiği süreç devrimci bilim dönemidir.

Tarif edilen paradigma kaymasının belirgin bir içeriği olduğu söylenemez. Görüşe göre farklı paradigmaları savunanlar aynı olayları farklı biçimde algılar ve yorumlarlar. Kıyaslanabilecekleri ortak bir zeminleri, paradigmalar üstü ortak kavram seti yoktur. Bu anlamıyla aralarında eş ölçülemezlik durumu vardır. Örneğin dünya merkezli evren modeliyle, güneş merkezli sistem arasında karşılaştırma yapmanın mümkün olmadığını, yeni paradigmanın kabul edilmesinin makul, diğerine göre daha geçerli bir nedenin yokluğunu vurgular. Yani, rasyonel değildir bu geçiş, bu kayma. Dolayısıyla değişimin nedeni gizemli hale gelir, düşünsel gelişim, tarihsel ilerleme reddedilir.

Imre Lakatos bilimsel teorilerin tek bir yanlışlama ile terk edilmediğini, bir sürekliliği olduğunu kabul eder, ama Kuhn’dan farklı olarak bilimin rasyonel bir yolla ilerlediğini söyler. Bilim dallarının birçok birimi ihtiva eden organize bir araştırma programı ile çalıştığını savlar. Bilimsel araştırma programı kararlı bir öz ve onun etrafında değiştirilebilen yardımcı hipotezler kuşağından oluşan bir bütündür. Temel önermeler kararlı çekirdeği, bu önermelere dayanarak ileri sürülen ve gelişimi sağlayıcı varsayımlar da çekirdeği koruyucu kuşağı oluşturur. Tabii, bu hipotezler deneysel olarak sınanacak biçimde olmalı, totolojiye izin vermemelidir.

Araştırma programları arası geçiş için Lakatos kendi değer biçme ölçütünü oluşturur. Bir bilimsel araştırma programı yardımcı varsayımların rehberliğinde yeni bulgulara olanak sağlıyorsa ilerletici araştırma programıdır; öndeyilerinin hiçbiri gerçekleşmemişse yozlaştırıcı araştırma programına dönüşmüştür. Yozlaştırıcı araştırma programı pratik bir yarar veremediği için akılcılık gereği zamanla terk edilecek diye düşünür. Bu yol diyalektik görüş açısından geliştirilebilir bir temel sağlamaktadır.

Gerçekleştiren insan

Bilim “şey”in özü ile görünüşü arasındaki ilişkiyi kuvvetli biçimde veren bir yol açmıştır. Bu “zıt”lığın kavranma hızı açısından aralarında tam bir senkron olmayabilir, eşit derecede bilinemeyebilirler. Fakat birbirlerini takip eden bir devinim hep olmak zorundadır. Bilimin söyledikleri pratikle ilişkisi sayesinde daha dayanıklı, daha sonuç alıcıdır. Bu tarihsel akış, söylenceler karşısında bilime güven yaratmış, onu itibarlı bir yol haline getirmiştir.  

Bu durumu eleştiren ve bilimin ayrıcalığı, üstünlüğü olamayacağını iddia edenler de bir açıdan haklıdır. Bilim, pozitivistlerin iddiası gibi insanın müdahalesinin olmadığı bir matematiksel hesaplamadan ibaret değildir. Onların görüşü idealizmle baş edemiyor ve nesnelliğin yadsınmasına varıyor. Sonuçta diyalektik eleştiri gerçekliğin inkârı değildir; ama tarihi “görecilik”i (rölativist) kabul eder denebilir. Madde ve maddenin kavranışı değişir. Maddenin evriminin ürünü insan, insanlığın ilerlemeleri ve gerilemeleri ile toplumsal değişim, bu tarihselliğin içinde düşünsel evrim ve devrim gerçekleşir.

Bilim, teknik kendi başına bir özne olamayacağı için toplumsal ilerleme bize göre ancak ulaşacağı sınıfsız toplumsal sistem ile ilişkili olarak anlamlı hale gelebilir. İnsan materyal dünyayı, gerçekliği değiştirilebilir, gördük.  Bu tek kanatlı olduğunda belki bazı insanların hayatları kolaylaşır ve ömürleri uzarken çokça başkalarının hayatları kendine bahşedilenlerle yetinerek ve mutsuzluk içinde kıvranarak geçer. Bu bireyci çözüm ve kolektifin gücünü kesen bakış devrimciler için yeterli olamaz.

Marx ontolojik bağlamıyla “kendinde şey”in kendisi için şey olmasının yolunun praksis olduğunu ifade eder. Değişimin bu biçimi sadece insan için denebilir. Değişimin öznesi olmak, insan olmaktır.

İnsan yapan bir özne haline gelmiştir artık. Madde bilinçlenmiştir. Sadece fiziksel kuvvetlerin etkisinde değil, o kuvvetleri değiştirebilen insan iradesinin de etkisindedir. Bu irade bencilce veya özgeci yönlerde olabilir. Bilimin hangi yönde ilerleyeceğine insanlık karar verecek.

KAYNAKLAR/ OKUMA ÖNERİLERİ

V. I. Lenin (1993), Materyalizm ve Ampiriokritisizm (Çev. S. Belli), Sol Yayınları.

V. I. Lenin, Felsefe Defterleri (e-kitap).

F. Engels (2006), Doğanın Diyalektiği (Çev. A. Gelen), Sol Yayınları.

Marx-Engels (1992), Alman İdeolojisi (Çev. S. Belli), Sol Yayınları.

Madde, Diyalektik ve Toplum Dergisi (2019), Cilt 2, Sayı 3.

A. F. Chalmers (2008), Bilim Dedikleri: Bilimin Doğası, Statüsü ve Yöntemleri Üzerine Bir Değerlendirme (Çev. H. Arslan), Paradigma Yayıncılık.

J. Losee (2008), Bilim Felsefesine Tarihsel Bir Giriş (Çev. E. Böke), Dost Kitabevi. 

T. Kuhn (2008), Bilimsel Devrimlerin Yapısı (Çev. N. Kuyaş), Kırmızı Yayınları.

I. Lakatos (2014), Bilimsel Araştırma Programlarının Metodolojisi (Çev. D. Uygun), Alfa Bilim.

K. Popper (2012), Bilimsel Araştırmanın Mantığı (Çev.İ Aka, İ. Turan), YKY.

O. Hançerlioğlu (1980), Felsefe Ansiklopedisi: Kavramlar ve Akımlar (7 Cilt), Remzi Kitabevi.

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×