Kaz Dağları’nda direniş var

‘Ağaçların kesilmesine üzüleceksek arkasındaki nedeni görmek zorundayız’

Söyleşi: Sunay Gedik

Kaz Dağları’nda 2020 yılında işletmeye geçecek olan Alamos Gold şirketine karşı geniş toplumsal kesimlerden büyük bir tepki var. Çanakkale’de başlayan direniş tüm Türkiye’de ses getirdi, ancak direniş somut bir kazanım elde edemediği gibi önünü de göremiyor. Biz direnişin en başından bu yana parçası olan iki kişiyle, TKP Çanakkale örgütünden Murat Çınar Ersoy ve Zafer Anayurt’la konuyu tüm boyutlarıyla ele alan bir söyleşi yaptık. Yalnızca talancı şirketi ve AKP iktidarını konuşmadık, kapitalizm ile çevrenin tahribatı arasındaki ilişkiden yola çıkarak çevreci hareket hakkında siyasi bir değerlendirme yapma fırsatını da yakaladık.

Kirazlı’da arama aşamasını tamamlayıp 2020 yılında işletmeye geçecek olan Alamos Gold altın madenine karşı yapılan protestolara katılım beklenenin çok üzerindeydi. Kısaca bölgedeki madencilik çalışmalarının ve buna karşı yürütülen çevreci mücadelenin köşe taşlarını anlatır mısınız?

Murat Çınar Ersoy: Çanakkale Kirazlı Köyü, Balaban mevkiinde Kanadalı Alamos Gold A.Ş. tarafından 200 bine yakın ağacın katledilmesiyle gündeme girdi. Aslında Çanakkale halkı uzun yıllardır çeşitli çevre dernekleri aracılığıyla örgütlenerek termik santrallerin kurulmasına ve Kaz Dağları’nda metalik altın madenciliğine karşı mücadele ediyor.

Çan ilçesinde ilk termik santral 90’lı yıllarda kurulmak isteniyor. Yöre halkının tepkileri nedeniyle gecikme yaşansa da an itibariyle Çan’da aktif halde 3 adet termik santral bulunuyor. %54’ü ormanlarla kaplı olan Çanakkale’de inşaat süreciyse, başlamış veya başlamak üzere olan santraller dışında, 20 bin Watt’a varan, 14 farklı termik santralin kurulmasını kapsıyor. Termik santrallerin oluşturacağı tahribata karşı mücadele sürerken diğer taraftan 2000’li yılların başından itibaren metalik altın madenciliğine karşı da mücadele ediliyor.

2004 yılında, Dünya Çevre Günü’nde maden yasasının değişmesiyle birlikte uluslararası altın tekellerin Kaz Dağları’nda faaliyet göstermesinin önü açılmış oldu. Madencilik konusunda ün salmış, girdiği ülkeden zenginleşerek çıkan, ülkemizin yeraltı zenginliklerini kasalarına dolduran bu şirketlerce, yalnızca Çanakkale değil, tüm ülke toprakları işgal altında. Yakın zamanda ülke çapında ilgili Bakanlık tarafından 1102 maden ruhsatı verildiği duyuruldu. Bu işgale karşı 15 yılı aşkın süredir Çanakkale’de meslek odaları, çevre platformları, çevre örgütleri ile Çanakkale Belediyesi ve Çanakkale Barosu hukuki olarak ÇED (Çevresel etki Değerlendirme) sürecine yönelik dava açarak bu yağmayı yargıya taşıdılar. Beraberinde panel, sempozyum, çalıştay ve basın açıklamalarıyla Çanakkale kamuoyunu da aşan eylemlerle termik santraller ve metalik madenciliğin doğada yaratacağı tahribatı, talanı ulusal gündeme taşıdılar.

Kirazlı’da yaşanan talana dönersek, Çanakkale’nin içme suyu ihtiyacını karşılayan Atikhisar Barajı’nın su toplama havzasında yer alan Kirazlı altın madeniyle Alamos Gold ve yerli ismi Doğu Biga Madencilik firması proje kapsamında (1 ton kayaç içinde 0,75 gr altın bulunuyor) toplamda 17,5 ton altın elde edecek. Elde edilecek altından devlete kalan pay ise % 2 ila % 4 arasında değişiyor. Yeraltı zenginliklerimizi çıkarmalıyız diyen iktidar, tüm yeraltı-yerüstü zenginliklerimizi sermaye sınıfının hizmetine sunuyor. Burada zenginleşenler yalnızca Alamos Gold gibi uluslararası tekeller değil. Alt taşeron şirketler aracılığıyla hafriyat işleri, iş makinesi, araç parkı vs. hizmetleri sunarak zenginleşen yerli ve milli talancılar da tabloda yerini alıyor. Uluslararası ve yerli sermayenin ülke kaynaklarının talanında açık ortaklığıyla yürüyor bu süreç. 

Peki Kirazlı’da tepkinin bu kadar büyümesine neden olan gelişmeler neydi?

M.Ç.E: Kirazlı’daki firma ruhsatsız, izin almadan bölgede ağaç kesmeye başlayınca tepkiler gecikmedi. Öncelikle suç duyurusunda bulunuldu. Yapılan eylemlerin ardından firma kısa bir süreliğine geri adım attı, ağaç kesimini durdurdu. Tepkilerin dinmesinin ardından ve konu da yargıda sonuca bağlanamayınca, Kirazlı’da 3 ay içinde 195.000 civarında ağacın kesildiğine hep birlikte tanıklık ettik. TEMA aracılığıyla uzmanların 195.000 ağacın kesildiğini belirtmesi, görsel olarak tahrip edilen alanın basına yansıması yalnızca Çanakkale halkında değil, tüm ülkede öfke uyandırdı. 

Çanakkale Belediyesi ve kent konseyi çevre meclisi, Ege ve Marmara Belediyeler Birliği öncülüğünde, 19 Temmuz’da ağaç katliamı yapan ve buna izin veren sorumluların cezalandırılması ve Kaz Dağları’nda madencilik faaliyetlerinin sonlandırılması için Çanakkale ve çevre illerden gelen kitlesel destekle bir eylem örgütlendi. Bu eylem sonrasında 26 Temmuz’da “Su ve Vicdan Nöbeti” kararıyla Kirazlı Balaban mevkiinde çadır kurma kararı alındı.

Su ve Vicdan Nöbeti komitesince özetle, Kaz Dağları’nda altın madenciliği faaliyetlerinin sonlandırılıncaya kadar nöbet eylemine devam edileceği açıklandı. Çanakkale Belediyesi ve Kent Konseyi eylemin ilk örgütleyicisi oldu. Talanın görsel olarak sosyal medyaya görüntülerle yansıtılması tepkinin çığ gibi büyümesine sebep oldu. Belediye ve Kent Konseyi 5 Ağustos için eylem çağrısı yaptı. Yoğun bir katılımın olacağı kitle örgütleri ve siyasi partilerin çadır alanına ziyaretleriyle ve destek açıklamalarıyla belirginlik kazandı. Belediyenin kente temiz ve içilebilir su sağlama hakkına dayanarak mücadeleye öncülük etmesi mücadele deneyimi açısından önemli bir noktadır. Bir kamu kurumunun çevre ve su hakkı mücadelesinde yurttaşların hakkını savunmak için davalar açması, çevre örgütleriyle, bilim insanlarıyla hareket ederek eylemler örgütlemesi önemli oldu. Bunda Çanakkale Belediyesi’nde çevre ve ülke kaynaklarının yağmasına karşı duyarlılık gösteren sorumlu ve yönetici belli isimlerin özel çabasını anmak gerekiyor. 

Ranta, yağmaya ve talana karşı mücadele eninde sonunda düzen siyasetinin sınırlarını aşıyor. 5 Ağustos’ta maden şantiye alanında “Altıncı filo Kaz Dağları’ndan defol” “Emperyalist şirket Kaz Dağı’nı terket” diyerek slogan atan binlerce yurtsever düzen dışı taleplerle ortaklaşabileceğini gösterdi. Sermayenin kâr hırsıyla ülke kaynaklarını yağmaladığı, AKP iktidarının ve onun sözcülerinin bunun avukatlığına soyunduğu bir Türkiye’de çevreye sahip çıkmak, AKP iktidarı eliyle gerçekleştirilen sermaye talanından hesap sormadan mümkün değil.

Şu ana kadar yürütülmüş olan mücadele geçtiğimiz bir ay içinde ciddi bir kitlesel desteğe kavuşmuş olsa da önünü göremiyor. Bunun nedenleri nelerdir?

M.Ç.E: Sermayenin kâr hırsı, başta madencilik faaliyetleri olmak üzere, termik santraller ve nükleer santraller, HES’ler, Barajlar, Havalimanı, köprü, ormanların 5 yıl süreyle şirketlere (holdinglere) satışı, koyların halka ait olmaktan çıkarılması vs. tüm bunları düşününce doğa üzerinde akıl almaz bir talan söz konusu olduğunu görüyoruz. Bu talanın merkezinde de dediğimiz gibi sermayenin kâr hırsı duruyor. AKP’li yıllarda sermaye sınıfına tanınan imtiyazlarla tam bir talan ekonomisi yaratıldı. Hal böyleyken tepkisiz kalmak mümkün mü? Rant, yağma, talan ekonomisinin yarattığı tahribata karşı yöre halkı ya da çevreci örgütler bir dizi deneyim yarattı. Kimi yerlerde demokratik kitle örgütleri ve siyasi partileri de kapsayan platformlar kurularak ülkemizde son yıllarda çevre mücadelesi görünür hale getirildi. Bu açıdan bakıldığında Çanakkale çevre mücadelesinde olgunlaşmış bir deneyime sahip. Dernekler ve platformlar tarafından ÇED süreçlerine karşı açılan davalar, sürdürülen kampanyalar, Çanakkale Belediyesi’nin sürece bir şekilde destek olarak bu mücadelenin içinde yer alması bu birikimin oluşmasına katkı sağladı. Ekolojik mücadele yürüten örgütlerle mücadele ortaklığı ve dayanışmayı sağlayan bir mücadele geçmişi var. Ancak hareketin sorunları da var. 

En temel sorunlardan biri; 90’lı yıllardan itibaren sınıf mücadelesindeki gerileme ve liberal dalganın etkisiyle kadın sorunu, etnik sorun, mezhepsel sorunlar gibi başlıklarda kimlik siyasetini veri alan bir mücadele anlayışının yaygınlık göstermeye başladığını görüyoruz. Çevre mücadelesi başlığında da benzer bir bakış açısı egemen. Kimlik siyaseti tartışmasına girmeyeceğim ancak, çevre sorunu da bundan nasibini alıyor. Çevre dediğimizde dışsal bir sorundan bahsediyormuşuz algısı var, bu algı yıkılmalı. Biraz önce de bahsettiğim gibi ortada uluslararası ve yerli sermayenin AKP iktidarı eliyle yürüttüğü görülmemiş bir yağma ve talan var. Bu yağmaya, bu yağma düzenine karşı koymadan çevreyi korumak mümkün görünmüyor.  Çanakkale özelinde, şimdi ilimiz çevre mücadelesi ile anılır bir kent olmakla birlikte, bu ilin emperyalist işgale, yağmaya ve talana karşı memleketin kurtuluşu için mücadelede elde etmiş olduğu haklı bir geçmişi var. Bu da atlanmadan talana karşı duvar örülmeli. 

Şu anda Kaz Dağları yağmasına karşı var olan inisiyatifin siyasi içeriğine dair neler söylenebilir? 

M.Ç.E: Bir başka sorun, Çanakkale’de çevreci hareketler doğa tahribatına karşı “insani ya da vicdani” bir motifle mücadele yöntemi deniyor. Bu motifin gerekçesi daha fazla insanı kapsama kaygısı. İdeolojilerden arındırılmış, meselenin sağcısı ya da solcusu olmaması, doğa yok olurken bu manada insan ayırt etmediği felsefesi hakim. Bu söylem masum gibi görünse de ortadaki soruna doğru bir müdahalenin önünü kesiyor. Örneğin geçmişte siyasi iktidarın sermayeyle kurduğu bağ ve yarattığı olanaklar, doğa katliamlarının sorumluluğu yüksek perdeden AKP karşıtı sloganlar üretirken, bu söylemin yakın zamanda terk edildiğini görüyoruz. Kaz Dağları Kirazlı Alamos Gold talanında dile getirilmesi gereken en önemli vurgu AKP iktidarının tüm unsuruyla madencilerin avukatlığına soyunmasıdır. Madencileri savunan şu anda AKP iktidarı ve sermaye sınıfıdır. Bu durum teşhir edilmeli, hesaplaşılmalıdır.  

Buradaki bir hata da şu; milletvekili ya da seçilmişlerin desteği olmadan hareketin toplumsallaşamayacağı vurgusu. Çanakkale’de Ziraat Mühendisleri Odası öncülüğünde farklı öznelerin bir araya geldiği Çanakkale Çevre Platformu geçtiğimiz yıllarda dağılarak yerini Çanakkale Kent Konseyi, Belediye Başkan yardımcıları ve bir derneğin çalışmalarına bıraktı. Bu oluşum etrafında şekillenen organizasyon Kent Konseyi üzerinden yürütülmekte. Kaz Dağları’nda Kirazlı talanı gündeme taşındı ve hareketin kitleselleşmesinde etkili oldu. Belediye olanaklarının kullanılması, büyük oranda onun maddi desteğine yaslanması da şu andaki hareketin varlığı açısından bir veri. Ama bu gündemin toplumsallaşması, güç kazanması ve hatta başarıya ulaşması için bunlar yeterli değil. 

Başka bir açıdan, AKP karşıtı sloganlara engel olma, herkesi kapsama çabası, ön yargı oluşturmama gibi öneriler masum gibi görünse de ortadaki sorunun sorumlusu kim, çözümü nasıl; tüm bunları belirsiz hale getiriyor. Gezi eylemleri sürecinde iktidara karşı “flamasız gezi” söylemi nasıl liberal bir söylemse, bugün de çevreci hareketlerin bunu söylemesi benzerlik taşıyor. Marjinal görünmeme çabası bir tabudan ibaret. Marjinal olan Kirazlı’da 200 bine yakın ağacın kesilmesidir ve Kirazlıdan daha büyük onlarca maden sahası ve işletmelerin açılacak olmasıdır. Sermaye sınıfı yararına 17 yıllık AKP iktidarının yaptıkları ve yapacaklarına karşı doğayı savunmak için sosyalizmin tek gerçekçi seçenek olarak sunulması meşru olarak örgütlenmelidir. 

Seçilmişler yerine, halkın kendi örgütlenmesini yaratacak, sorunun kendisini düzene karşı başka bir düzen mümkün talebiyle örgütleyecek birliktelikler güç kazanmalıdır. Bu birliktelikleri sağlamak için yol katetmek gerekiyor.

Zafer Anayurt: Çevreci mücadele, talanın ardında yatan siyasi ve sınıfsal nedenlere eğilmediği ve siyasetsizliği özendirdiği sürece mevcut sınırlarını aşamaz. İronik biçimde, çevreciler, hepsi düzenle barışık olan siyaset çizgilerinden birine sırtlarını dayamak durumundalar. Sınırlı bir çevreci eylemin lojistiği ve ete kemiğe büründürülmesi bile güç istiyor, düzen partilerinden birinin yanında durulmasını çevreciler için “mantıklı” hale getiriyor. Düzen dışı siyasi oluşumlar ise, çevre konusunu kullanarak kendi siyasetlerine destek arayan konuya yabancı özneler olarak algılanıyor. Bu dengelerin varlığında, çevrecilik samimi bir mücadele alanı olmaktan çıkıp, marjinal bir kültür haline geliyor. Çevre konusunda yapılabilecek her eleştirinin sermaye düzenine dokunması kaçınılmaz. Oysa ki düzen partileri son dönemde yaptıkları tartışmalarda birbirlerine aynayı göstermek konusunda karşılıklı şantajlardan kaçınmadılar. Muhalefette olan düzen partilerinin kendi temel sınıfsal çizgilerine dokundurmaksızın çevreci hareketleri kontrol edip cephelerine katmaya çalışmaları siyaset matematiğinin zorunlu kıldığı bir duruş. 

Konuya biz komünistler nasıl bakmalıyız? Sosyalizme gönül vermek için çok farklı yaklaşma yolları olabilir. Kendi maddi koşulları üzerinden siyasete katılamayacak kimi kesimlerin, genel sömürü ya da çevre talanı konuları üzerinden sosyalizm fikrine varması mümkündür. Bizim gözümüzü dikmemiz gereken bir çalışma alanı budur. Mevcut gidişle yakın gelecekte çevre sorunları önemli bir sorun ve gündem haline gelecek. Çevre konusu ile ilgili ilkesel olanın dışında söz söyleyebilmemiz ve derin bir bilgiye sahip olmamız zorunluluktur.

Çevre konusunun siyaset üzeri bir alan olduğu görüşü konusunda ne dersiniz? Mevcut kapitalist düzenin çevreyle barışık olması mümkün mü?

M.Ç.E: Bu soru “daha iyi bir kapitalizm mümkün mü” şeklinde de sorulabilir. Bazen tartışmalarda çevre mücadelesinin siyasetten bağımsız ele alınması gerektiği, bu sorunun herkesi ilgilendirdiği, herkesin havaya, suya ve toprağa eşit derecede ihtiyacı olduğu tartışmaları çevre gündemli toplantılarda ele alınıyor. Bu fikirlerin sosyalist olduğunu düşündüğümüz kişiler tarafından dile getirildiğine şahit oluyoruz. Bu tartışmanın nedeni kapitalist düzen içerisinde kimi uluslararası ve yerli şirketlere karşı kazanım elde etme gayesidir. Stratejik olarak her siyasi çevreden insanın mücadele hattına kazanılması kaygısı samimi bir kaygıdır. Samimiyet sorgulaması değil niyetim ama, burada herkesin partisi olma kaygısına benzer bir tutum sergileniyor.  Çevre mücadelesi de günübirlik, dönemsel stratejik bakış açısına değil, tarihsel çıkarlar doğrultusunda hareket eden bir stratejinin parçası olursa doğayla barışık bir düzeni kurma mücadelesi verebiliriz.

Sorunun kaynağı kapitalizm; başka bir kapitalizm mümkün değil. Kapitalizmin çevreyle barışık olma ihtimali yok. Kanada’da çevreci olan sermaye iktidarı Türkiye’de yağma ve talan ekonomisinin başını çekiyor. Öncelikle bu tespit yapılmalı. Sermaye iktidarları zoru gördüklerinde ya da meşruiyetlerini kaybettiklerinde hep geri adım atmışlarıdır, bu her zaman mümkündür. İşçi sınıfı mücadeleleri tarihi bize bu konuda onlarca örnek sunuyor. 

Daha iyi bir kapitalizme ihtiyacımız yok. Daha iyi bir düzene; sağlıklı bir yaşama, doğaya, havaya, suya ihtiyacımız var. Bunu sağlamanın tek koşulu sosyalizmdir. Bu da sınıf mücadelesinin seyrine ve bu iddiayı taşıyanların iradesine, iddiasına bağlıdır.

Z.A. Biz komünistler, üretim araçlarının özel mülkiyetinin kaldırılmasını savunuruz. Kapitalist ideolojiyse bu sermayenin sermayedar tarafından geçmişte verilen “emeğin” sonucu bir mülkiyet olduğunu tartışır. Sermaye düzeninin çıkış noktasında ilk patronların bugün parayla satın aldıkları türden uzmanlık ve yöneticilik işlerini yaptıkları dönem birkaç asır geride kaldı. Ancak konu insan eliyle üretilmemiş madenler ve doğal kaynaklar olduğunda sermaye ideolojisi baskısı altındaki insana bile çelişkiyi göstermek daha kolay. Devlet, yasalarında “toprağın sahibi kim olursa olsun maden ve mineraller devlete aittir” diyor; ardından müthiş kâr oranları ve teşviklerle, yerli ve yabancı sermayeye hakkını devrediyor. Bu konuya ilişkin alınabilecek iki siyasi tutum var: Bu zenginlikler ya nesiller boyunca emekçi halka aittir, ya da sermayeye aittir. Sermayenin yerli ya da yabancı sermaye olması önemli bir ayrım değildir. Son gelişmeler kamuya ait olması gereken bu zenginliklerin yerli ve yabancı sermaye arasında sürekli el değiştirdiğini, sermaye açısından bu değerlerin farklı bir anlamı olmadığını gösteriyor.

Konuyla ilgili daha zor teşhir edilebilecek bir siyasi retorik türü de devletin niteliğinden bağımsız olarak madenlerin “devlet eliyle” işlenmesini savunmak. Yıllardır fütursuzca özelleştirmeden başka bir yönde akış görmediğimiz bir ülkede Sosyalist Devrimi anmadan kamusal üretim konusunda lafebeliği yapabilmek için cehalet yeterli neden olamaz, kötü niyet kesindir.

Çevre konusunun siyaset dışı bir şekilde ele alınması gerektiğini söyleyen çevreciler, yukarıdaki konumlanmalardan herhangi birine girmeyi reddediyorlar. Bu siyaset düşmanlığı, gizli şekilde bir sermaye uzlaşmasıdır. Sermayeye cephe almayan, gerçek çevreci olamaz. Kesilen yüzbinlerce ağaca, kirlenecek sulara üzülüp, mücadele edeceksek bunları yaptıran itkiyi de görmek zorundayız.

Şu anda dayatılan global ve “yerli” şirketlere işletim ruhsatı vermeye dayalı madencilik yaklaşımının çevre ve ekonomi açısından sakıncaları neler?

M.Ç.E: Girdikleri ülkede ekonomik olarak kazançlı çıkan maden şirketleri için Türkiye’de madencilik faaliyeti son derece kârlı bir yatırım. AKP döneminde maden yasasında yapılan değişikliklerle uluslararası sermayenin yeraltı kaynaklarını çıkarabilmesi için önemli imtiyazlar tanındı. Bu konuda tekrara düşmemek adına kısaca bilgi geçeyim; Çevre tahribatı yalnızca orman katliamıyla ilgili değil, birkaç şey paylaşacağım, bu verileri yapılan açıklamalardan da edinebilirsiniz.. Örneğin proje alanı yaklaşık 20.000 dönüm, ÇED alanı 6.138 dönüm. Bu alanının % 97’si ormanlık alan. 18.900 ton siyanür kullanılacak. Siyanür havuzlarında bir sorun yaşanmasa bile, bunun teknik olarak garantisi yok. Arsenik gibi ağır metaller yağışlarla harekete geçecek, yeraltı sularına karışacak. Bölge halkının içme suyu kaynakları tehlikeye girecek. Açık işletme yöntemi nedeniyle devasa çukurlar açılacak, cevher ayrıştıktan sonra posası ortalığa saçılacak. Atık havuzları, barajları yapılacak. Çevreye verdiği zarar bunlarla sınırlı değil, ancak uzatmayayım. Açık işletme yöntemi en kârlı yöntem olduğu için tercih ediliyor. Kapalı işletme yönteminin şirketler için ek maliyet getirdiği bilinen bir gerçek. Kamu yararı gözetmeden, vahşi yöntemlerle maden işletilmesine izin vererek, sermayenin doğaya saldırısına olanak tanınıyor.  

Faaliyetin çevreye verdiği zarardan tarım da nasibini alıyor. Sulama suyunun kirlenmesi Çanakkale tarımını yani halkın geçim kaynağını yok edecek. Sağlıklı gıdaya erişim zorlaşacak. Yeraltı zenginlikleri bir avuç tekel için çıkartılırken, tarımı yok ederek ülke ekonomisine nasıl fayda sağlayacağı düşündürücü bir soru. Sağlıklı yaşam keza yine öyle. 

Tüm bunlar karşılığında inşaat aşamasında 600, işletme aşamasında 300, kapamada 200 kişi çalışacak. Kısa vadede istihdam oluşturmuş gibi görünse de uzun vadede sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda ülke ekonomisine hiçbir katkı sağlamayacaktır. Mevcut maden yasasıyla çevre zarar görüyor, ekonomik olarak ülkemiz gelir elde etmiyor. 

Dikkat edilmesi ve araştırılması gereken bir nokta yerli alt taşeron şirketlerin bu tekellerle bağlantısı. Yakın zamanda basına yansıdı. Bir Ankara milletvekilinin eşinin şirketinin, Alamos Gold şirketinin alt taşeronu olarak hafriyat işlerini yürüttüğü iddiasıdır. Bu iddialar araştırılırsa yeraltı zenginliklerimizden kimlerin faydalandığı, neden talan yasalarının AKP döneminde meclisten geçirildiği daha iyi anlaşılır.

Z.A. Öncelikle her türlü doğal kaynak, kapitalizmin yanıltıcı etiğinin de dışında kamuya ait olan ve kamu çıkarına kullanımı gereken zenginliktir. Sermayesi ve fikri mülkiyet hakları ile ortaya çıkan bir üretim alanında yapılan kârın meşruluğunu (örneğin otomobil üretimi) doğal olarak sadece biz komünistler sorgularız. Oysa doğal kaynaklara el konulması imtiyazı veren madencilik ruhsatlarının meşruluğunun geniş halk kesimleri tarafından sorgulanmaması, mevcut düzen eliyle toplumun getirildiği bir nokta. Aslında küresel düzlemde yürütülen madencilik çalışmaları, egemenlerin retoriğinde hâlâ sıklıkla başvurulan “yurt” kavramının sermaye açısından bir anlam ifade etmediğini gösteriyor. Burada yabancı ve yerli sermaye arasında ayrım yapmanın anlamsızlığı, ruhsatların el değiştirmesine ilişkin trafiği biraz gözlemleyince açık hale geliyor. Kimi önceden yer tutuyor, işletmenin boyutunun değişmesi ile ruhsatlar ve onları elinde tutan şirketler el değiştiriyor. Artık eskiden olduğu gibi “yerli” sermaye her zaman küçük olan tarafta değil. 

Davetiyecisinden inşaatçısına, kârı gören orada. Herkes uzman, AKP Türkiyesi’nin devleti ise tüm köklü kurumları ile kapıda biletçi rolünde. Kesin olan tek şey, halkın yararına bir faaliyet beklemenin saflık olacağı. Madencilik işletmeleri kısa süre içinde o coğrafyada çalışılabilecek tek uygun seçenek haline geliyor. Halka, direnişin aşılmasını takiben Türkiye genelindeki tüm işlerde geçerli kölelik koşullarında işçilik yapmak ya da işsiz kalma seçeneği sunuluyor. Aradaki tek fark, faaliyet başlayıp direniş aşılıncaya kadar verilen fazladan sus payları. Muhtarlara taşımacılık düşecek, kimisi şantiye yolu üzerine bakkal açacak, köylüler 4000 lirayı aşan iş teklifleri alacak.

Doğal kaynaklar dünya coğrafyası üzerinde düzenli dağılmamıştır. Kimi bölgelerin bu anlamda ortalamanın üzerinde şanslı olması, üzerinde yaşayan emekçiler açısından bir olanak haline gelmiyor. Ulusal sınırlar nereden geçerse geçsin, sınıf savaşının cephesi sermaye ile emek arasında yer alıyor. Doğal kaynakların, ne zaman, ne amaçla ve ne miktarda kullanılacağına ilişkin tüm kararlar sermayenin kârlılık arayışına uygun olarak alınıyor.

Altın özelinde düşündüğümüzde, dünyada üretilen altının sadece onda birinin endüstriyel amaçla kullanıldığını biliyoruz. Diğer kısımda doğrudan değer istifleme ve ikincil amacı değer istifleme olan süs eşyaları kullanımı önemli yer tutuyor. Başka bir kullanım da dalgalı kur sistemi çevresinde salınan ulusal paraların arkasındaki güvenilirlik için merkez bankalarında karşılık tutulan altın ve altına endekslenmiş türev araçların karşılıkları. Kapitalizmin devam ettiği bir dünyada altının egemenliği de sürmeye devam edecek.

Çevre açısından bakıldığında ilk gözümüze çarpması gereken, altın çıkarma şirketlerinin çalışma alanlarını, maliyetleri ve kârlarına göre seçmeleri. Çevreci mevzuat nedeniyle pahalı teknoloji ve tekniklerin kullanımını zorlayan bir ülke tabii ki istenilir değil. Ucuz işçilik, egemen devlet hakkının küçük tutulması, vergi avantajları belirleyici oluyor. Teknik alanda yeraltı madenciliğine karşı açık maden havzaları, tankta siyanürle işlemeye karşılık açık yığınlarda işleme, siyanürsüz yeni ve pahalı tekniklere karşılık siyanür kullanımı maliyeti düşürüyor. Kirazlı, bu teknik konuları anlatabilmek için iyi bir örnek oluşturuyor. Şu anda fotoğraflara ya da şantiyeye bakanlarda şok etkisi yaratan 2 kilometrekareyi aşkın alan açık havzada madenciliğin ne demek olduğunu halkımıza sayfalar dolusu sözden çok daha iyi anlattı. Kirazlı projesi için verilen ve aynı elde toplanan ruhsatlar bu alanın 8 katıdır. Aynı şirketin Kaz Dağları’nın çok daha yakınında, kuzeyinde yer alan Ağı Dağı projesi Kirazlı projesinden daha büyük bir projedir. Biga yarımadası düzeyinde 20-30 proje ruhsatı söz konusudur. Türkiye geneline çıktığımızda MTA 2016 raporuna göre sadece altın madeni işletmelerine verilen ruhsatlı alanın 4500 kilometrekareyi aştığını öğreniyoruz. Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığının 2018’de verdiği bilgilere göre 597 yabancı ortaklı şirket maden işletme ruhsatına sahip ve 1000’in üzerinde ihalesi süren ya da planlanan maden de sırada beklemekte.

Talanın iyi bir örneği olan Kirazlı’da 75 milyon ton kaya ve toprağı üstündeki ormanı talan ettikleri alandan iş makinaları ve patlayıcılarla çıkaracak ve öğütecekler. Yarısından çoğunu işlemeden bir kenara yığacaklar. Geri kalan kısmın her bir tonundan 0,75 gram altın çıkaracaklar. Bizim hesabımızla değil şirketin kendi ifadesi ile 6 yılda 103 milyon doları devlete vergi ve devlet hakkı olarak ödeyecekler. Kârı sıfırlamak için gelirlerini diğer projelere yatırırlarsa da “yurdumuza” yatırım yapmış, sermaye getirmiş olacaklar. Ama bu sermaye zaten burada olan doğal kaynaktan kâr etmelerine izin verdiğimizden doğacak sermaye değil mi? Günün sonunda elde kalan, taşeronların kârı, emekçiye kölelik şartlarında istihdam ve devlet payı. Karşı taraftan bakınca manzara çok farklı. Alamos Gold 2017 Şubat ayında, 2012’de ilk fizibilite ile müjdelenen proje değerinin iki katına çıktığını ve %44’lük iç verimlilik beklentisini duyurmuş. Yani %44 faiz ile borçlansalar bu işletmede zarar etmeyecekler. Alamos’un kazandığı, emekçi halkımızın kaybettiğidir.

İktidar ve çevresinde biçimlenen siyasi ittifak, başlattığı karşı kampanya ile madenlere karşı çıkanları ülkenin ekonomik esenliğine karşı savaşan ve dışarıdaki lobilerden destek alan bir kesim olarak gösterme çabasında. Madencilik sektörünün ekonomik anlamı nedir? Doğal kaynakların bu şekilde pazarlanması ekonomik krize ne ölçüde deva olabilir?

Z.A. İktidar partisi ve çevrelerinde çöreklenmiş siyasi taşeronları, mevcut şekilde yapılan madencilik çalışmalarına karşı çıkan tüm kesimleri vatan hainliği ile suçlamaya başladı. Çevreci STK’ların arkasında Alman vakıflarının desteği sorgulanıyor. Bilinen siyasi manevralar ile muhalefetin en zayıf ve kirli halkası bulunarak tüm direniş çökertilmeye çalışılıyor. Bu arada iktidar cephesinde dezenformasyon için yapılan üretimin boyutunda günden güne ciddi bir artış var. Klişelerle siyasi yanıt vermeye alışmış olan direniş cephesi çoğu zaman komik olan iddialara yerli yerinde zamanlı yanıtlar üretmekte zorlanıyor. Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı’nın 2018 yılında bir soru önergesine verdiği yanıt ülke genelinde bugüne kadar alınan madencilik harç ve ruhsat bedellerinin toplamının 1 milyar 358 milyon TL olduğunu resmi ağızlardan itiraf ediyor. Bugüne kadar verilen tüm 106.000 ruhsat karşılığında alınan bedel oldukça alçakgönüllü. 2018 yılında Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (MAPEG) kurulmuş. Bu kurumun hiç de güven telkin etmeyen İnternet sayfasından 2017 devlet hakkının 947.000 TL, teşvik indiriminden sonra 778.000 TL olduğunu okuyoruz. 2010 yılında TBMM Araştırma Komisyonunun hazırladığı raporda 2008 yılı devlet hakkı 130 milyon TL olduğuna göre MAPEG uzmanlarının üç sıfır atladığını varsaymak durumundayız. Devlet kurumunun yayınladığı bilgileri olduğu gibi kullanan bir yazar, “iyi yerde bir daire dahi almıyor” diye çıkarımda bulunuyor. Kısaca MAPEG bize işletme ruhsatı ile çalışan yerlisiyle yabancısıyla 10.000 civarında madenin teşviklerden sonra 778 milyon TL, yani işletme ruhsatı başına 77.800 TL ödediğini söylüyor. Sektör payının gerileyerek %1’in altına düştüğü MAPEG istatistiklerinde gözüküyor. Bu talanın ödetilen bedele değmeyeceği ve sermayenin kazanıp emekçi halkın geri dönülmeyecek şekilde kaybettiği gizli değil. 

Madenciler lobisi ise mevcut şartlarda nasıl zorda olduklarını anlatmak için tüm olanaklara başvuruyor. Sosyalizmde “2 işçinin resmi maliyetini devlet hakkı olarak vermek bizi zorluyor” diyenlere vereceğimiz kazma kürek ve iş olacak. Ne kendileri geçim kaygısı duyacak ne de doğamızı özgürce kirletecekler.

Ruhsatlardan ve devlet hakkından fayda yok, acaba vergiler ne durumdadır sorusuna yine 2010’da meclis araştırma komisyonu tarafından yazılan rapor cevap veriyor.

. vergiler mükelleflerin beyanları üzerine tarh ve tahakkuk ettirilmekte olup

beyannamelerde mükelleflerin yapmış oldukları faaliyetler itibarıyla vergiye esas tutarların ayrımı yapılmamaktadır. Farklı faaliyetleri (gıda, turizm, madencilik, ulaşım gibi) bir arada yürüten mükelleflerin her bir faaliyet türü itibarıyla vergi matrahlarının ve bu faaliyetlerin her birinden ne kadar vergi ödediğinin tespiti ancak mükellefler nezdinde yapılacak incelemeler neticesinde belirlenebilmektedir. Gelir İdaresi Başkanlığındaki verilere istinaden “madencilik faaliyeti” kapsamında tahsil edilen vergilerin sektörel olarak tam ve doğru olarak belirlenmesi mümkün bulunmadığından, madencilik üzerindeki vergi yükü de hesaplanamamaktadır.

Ciddi bir vergi yükü olsa cümle alemin görebileceği şeffaflıkta ortalıkta olacağından hiç kuşkumuz olmasın. Mevzuat bulanık suda balık avlamaya uygundur. 

Altın özeline dönersek ülkemizde toplam 25 ton civarında salınan altın üretiminin tümü sıfır maliyetle yapılsa ve tümüyle yurtta kalsaydı 1,2 milyar dolarlık bir ekonomik net getiri söz konusu olacaktı. Küresel sermayeye talan ettirilen madenlere ilişkin getirinin bu maden şirketlerinin mali olarak son derece hijyenik şartlarla çalışması durumunda bile ancak üçte birinin bu topraklara kalacağı, onun da bu dönemin ruhu içinde yapılan hesapsız kitapsız mega projelerden birinin yamanmasına bile yetmeyeceği son derece açık. Sonuçta bu topraklara ait olup da emek ürünü olmayan ve yitirildiğinde yerine yenisi konulamayan bu ender kaynakların iktidarın ekonomik sıkışıklığına bir nebze fayda olsun diye haraç mezat pazarlanması ile karşı karşıyayız. İşin resmiyete yansıyan kısmı bu kadar. Karmaşık ilişkiler sonucu akıl durdurucu kârların bir kısmının bilinmeyen odaklara transfer ediliyor olma olasılığı ayrıca sorgulanmalı.

Her türlü madencilik çalışması, doğada olanın ayrıştırılması sırasında fiziksel ve kimyasal bir zor kullanımını gerektiriyor. Sosyalizmde ne farklı olacak? Geçmişte sosyalist ülkelerin bu konudaki sicilleri üzerinde ciddi tartışmalar var. Bu konuda daha iyi bir dünyayı nasıl resmedebiliriz?

Z.A.: Sovyetler Birliği’nde sosyalizm döneminde tüm ekonomik kararlar ve uygulamaların ideal şekilde hayata geçtiğini söyleyemeyiz. Bunda bir çok neden etkili oldu. Sovyetler Birliği, tarih sahnesine endüstriyel yönden geri bir ülke olarak adım attı. Endüstrileşme çabalarında bir çok makine ve teçhizatı emek yoğun ürünler ve doğal kaynaklar karşılığında ideolojik düşmanlarından temin etmek durumunda kaldı. Bu nedenle doğal kaynakların çıkarılarak arz edilmesi ile ilgili konularda ekonomik baskılar olmaksızın karar verme durumunda değildi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında iki dünya düzeni arasında yürütülen ve temeli maddi tüketimin geliştirilmesine dayalı yarış söz konusuydu. Silahlanma yarışı ve farklı sermaye yoğunluklarına sahip ürünlerin dünya pazarında karşı karşıya gelme zorunluluğu da olumsuz bir rol oynadı. Kesin olarak vurgulanması gereken şey, Sovyet Sosyalizminin çöküşünde talan edilene kadar bu zenginlikler karşılığında tesis edilen her şeyin kamuya mâl olmuş olmasıdır. Yine yapılır ve muhakkak yeni bir bilinçle çok daha temiz şekilde yapılacaktır. Yine de ödemekten kaçınılamayacak bir çevre bedeli çıkarsa sermayeyi zengin etmek için yapılmadığı ve zorunlulukların içeriği bilinecektir.

Sosyalist iktidarı kuran bir ülke, her zaman bunun öncesinde derin sömürüye maruz kalmış, kaynakları elinden alınmış, yerel sermayesi küresel sermayeye bağımlılık ilişkileri içinde toprağına yabancılaşmış bir ülkedir. Sosyalizm ortamında ucuza nemalanacakları ortamı bulamayacak tüm sermayenin talan edebileceği en uygun coğrafyaya akmayı deneyeceğini biliyoruz. Madenler ve doğal kaynaklar, devlet eliyle talan ettirilmediği sürece topraklarımızın kolay çalınamaz zenginlikleridir. Doğru sosyalist planlamanın ve kalkınmanın olduğu bir ülkede çok anahtar rol oynayabilecek kaynaklardır.

Bu nedenle her zaman sosyalizme geçişin en temel hamlelerinden birisi bu kaynakların ivedilikle kamulaştırılmasıdır.

Mücadelenin bu noktadan sonra gideceği yön hakkında ne söylenebilir?

Z.A. Aynı şeyleri sürekli tekrarlayarak farklı sonuçlar almak beklenemez. Bunu mevcut siyasetsiz çevrecilik ekolü için çözümsüzlüğün devamı anlamında ifade edebiliriz. Sosyalist siyasetimiz açısından ise çevre sorunlarına farklı bir açıdan bakarak fazladan bir momentum kazanma önerisi olarak almalıyız. Komünistler çok kısa zamanda çevre konusunu kendi temel politikalarına detaylı şekilde entegre etmeli ve duruşlarını başka siyasi hareketlerden hiçbirinin yapamayacağı netlikte ve içtenlikte kamuoyuna deklare etmelidir. Mevcut düzenin açmazları nedeniyle son on yıllarda çevre mücadelelerinde başarısızlığa uğramış ve boyun eğmiş birçok emekçimiz ve köylümüz var. Çevre konuları ile ilgili kök nedenleri iyi bilen ve sergileyen, her saldırıyı bilgisi, refleksi ve eylemiyle en iyi şekilde karşılayan, iktidarı hedeflerken çevre konusunda önceden emek harcayıp bilgi üreten bir siyasi özne olabilmeleri durumunda komünistler çevre mücadelesini bir basamak yukarıya taşıyıp temel mücadelelerine katabilirler.

M.Ç.E: Çevreci çözümsüzlüğün dışında, alternatif mücadele örnekleri deneyimlenmelidir. Çevre mücadelesi tek başına ya da tekil sorunlar olarak değerlendirilecek bir konu olmaktan çıkarılmalıdır. Öncelikle Kirazlı’daki katliama karşı halkın haklı öfkesinin, Cerattepe’de, Munzur’da, Hasankeyf’te, Salda’da iktidara karşı oluşan öfkeyle ortaklaştığını görüyoruz. Sermaye düzeninden kaynaklanan sorunlara karşı yurtsever, emekçi karakterli bir ortaklaşma kurulmalı, hem doğa hem insanlık emperyalist-kapitalist düzenin tahakkümünden kurtulmalıdır. Düzen siyasetine karşı her gündemin sosyalizmin ya da işçi sınıfının çıkarı gereği örgütlenebileceği düşüncesiyle hareket etmeliyiz. Geçici de olsa sosyalist iktidar mücadelesini besleyen bir damar oluşabilir. Geleceğe umutla bakıyoruz. Bulunduğumuz yerellikte bu konuda mücadele deneyimi ve birikimi yaratmakta kararlı davranmak durumundayız. Mücadelenin gideceği yön bu iradeye bağlı. Bu bir iddia ve irade beyanıdır. Biz hazırız. Başka bir düzenin mümkün olduğunu görüyoruz. 

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×