Suphi Varım’la söyleşi

‘Amacım, başka bir dünya için mücadeleye çağırmak’

Söyleşi: Asaf Güven Aksel

Suphi Varım’la bir röportaj gündeme geldiğinde, lafa biraz muziplikle gireyim, Gelenek okurlarının kulağımı derinden çınlatması pahasına, artık esprilere konu olmuş beylik sorularla kendisini şaşırtayım diye düşündüm önce. Sulandırma dozunu ne kadar artırırım diye yoğun emek harcarken de, biraz şaşırarak gördüm ki, uzun yıllardır kültür yaşamına egemen olmuş bir ucuzlama eğiliminin etkisi, bize bunlara “boş beylik sorular” dedirten.

Bilirsiniz işte, “neden yazıyorsunuz, nasıl yazıyorsunuz, ne yazıyorsunuz, yazar adaylarına ne önerirsiniz” türü, her an yazarın burcuna, en iyi yaptığı yemeğe kadar uzanabileceği hissi uyandıran sorular. Ama, bir baktım, bu ciddi bir yanılsama.

Popüler kültürün gerek yazarlar, yapıtlar, gerek röportajın kişisi ve mecrası üzerinden “beylik” hale getirdiği ve şimdilerde yüzeysellik gibi algılanan bu sorular, aslında meselenin bam teline ilişkin, çok önemli sorular. Çünkü, diyelim bu soruların muhatabı Suphi Varım ise, yanıtları, Marx’ın gelecek toplum tasavvurundaki “şair değil, şiir de yazan” insan tanımına geçişin anahtarı olur. Meslekî bir kategoriden, bir kendini ifade ediş aracından öte bir nedensellikle buluşur. Tanımlanmış amacı, yazarın yaratıcılığını kullandığı bir politik saf tutuşun, uğraşın parçası olur.

Sonra aklıma, bu sorunun bir zamanlar yöneltildiği Orhan Kemal’lerin, Sait Faik’lerin, Nâzım Hikmet’lerin verdiği yanıtların bir kültürel birikimin sürekli kılınması öneminde olduğu geldi.

Doğrudan bunları sorar mıyım bilmem ama, girizgâh babında böyle bir notu önemli gördüm. Yalnız, “nasıl yazıyorsunuz”un yanıtından ürkerim, içerik oluşturma ve üslup anlamında değil de, çalışma disiplini itibariyle. Çünkü Suphi Varım, o alanda haset ettiğim, kıskandığım,  asla başaramadığım bir disiplinle çalışanlardan biri. Bu disiplin meselesini sadece eğlencelik giriş olsun diye söylemedim, becerebilirsem, bir Suphi Varım romancılığı ve romanları yazma niyetim var da…

‘Suç, toplumsal yapıdan soyutlanamaz’

Edebiyat dalının bir türü olan polisiyenin, ayırt edici özelliklerini nasıl tanımlarsın? Kısıtları ve olanakları olarak belirli bir çerçeve çizilebilir mi ve bunlar, bu türü seçmende etken mi?

Laf dokundurdun, önce oradan başlayayım. Şu disiplin konusu… Evet, çok disiplinli, hatta bıktırırcasına disiplinli çalışırım. Bunda örgütlü olmamın da etkisi var. Bak şimdi benim de burada “örgütlenmek özgürlüğümüzü kısıtlar, sanatımızı istediğimiz gibi yapamayız” diyen aklı evvellere laf dokundurasım geldi ya, neyse.

Gelelim soruya ve cevabına… Malum, polisiye edebiyat, dedektif işlevi üstlenen bir karakterin ipuçlarını değerlendirerek muammayı çözmesi, suçluyu ortaya çıkarması sürecine dayanır. Bu gidişattaki bütün bağlantıların, özellikle de çözümün akılcı, mantıklı olması şarttır. Metafiziğe ve akıl dışı çözümlere suç hikâyeciliğinde yer yoktur. Dolayısıyla rasyoneldir. Kurguda metafizik olaylar olsa bile bunların akılcı biçimde çözüme ulaştırılması gerekir.

Bir parantez açayım. Günümüzün birçok polisiyesinde mezardan kalkan veya başkasının bedenini ele geçiren seri katillerin işlediği cinayetler var. Veya bir ölü mezardan kalkıp intikam için kıyıma başlıyor. Düşünebiliyor musun, katil ruhlar ava çıkmış, olacak şey değil. Bir polisin merhum pederi oğlunun rüyasına girip cinayetin nerede işlendiğini gösteriyor. Dedektiflere yardımcı olan medyumları, falcıları da ihmal etmeyelim. Bu tür yapıtlar, maalesef pek revaçta. Reel sosyalizmin çözülmesinden sonra yükselen gericilikle, hurafecilikle birlikte sayıları arttı. Çoğu Amerika kökenli… Bunları polisiye olarak nitelendirmem mümkün değil.

Parantezi kapatıp devam ediyorum. Polisiyede gizem ve gerilim de olacak. Gerilimin olaydan kaynaklanması, ürkütücü nitelik taşıması şart değil. Karakterlerin arasındaki ilişkiler de, tekinsiz bir mekân da pekâlâ gerilim konusu olabilir. Bir de merak uyandırma, okuyucuyu sürekli merakta bırakmak önemli. Bunun, suçlunun hikâyenin sonunda belli olmasıyla yakın ilgisi var. Tabii, böyle olması da şart değil. Suçlu, romanın hemen başında belli olabilir. Böylece merak unsuru, suçlunun ve onun peşindeki dedektifin düşünceleri ile hareketleri üstüne inşa edilir. Çeşitli sürprizlerle merak canlı tutulur.

Marksist bakışın sanatı zenginleştiriciliği

Bu bir ana çerçeve olarak tamam. Ama senin romanlarındaki örgü açısından bu çerçevenin “yeter şart” olarak görülmediği de fark ediliyor.

Tabii, polisiye kurgunun ekonomik, siyasal ve psikolojik boyutları da vardır. Gerçek dedektif hikâyeciliğinin can damarı buradadır. Polisiye, toplumun altyapı-üstyapı ilişkileri ve karakterlerin sınıfsal durumu gibi unsurları dikkate almazsa anlam taşımaz, geyik muhabbetine döner. Ne yazık ki bu tür romanlar da günümüzde pek revaçta. Toplumsal yapıdan soyutlanmış suç hikâyeciliğiyle karşı karşıyayız. Aslında modern edebiyatın hastalığı bu…

Neyse, lafı uzatmayayım ve altını çizerek vurgulayayım. Polisiyenin ana teması suç, toplumsal çevrelerde biçimlenir. Dolayısıyla suçu toplumsal yapıdan soyutlamak mümkün değildir. Suçluyu suça iten nedenler, toplumda yatar. Mesela suçlunun içinde bulunduğu sınıf, onu suça yönlendirebilir veya sınıf atlama hevesi suça çanak tutabilir. Suç sınıf çatışmalarında da ortaya çıkabilir. Özellikle George Simenon’un ve Leo Mallet’in yapıtlarında bu bağlantıları çok iyi görürüz. Bunları genişletmek mümkün… Örneğin emperyalizm, sınıfsallığa ve egemen güçlerin mücadelesine bağlı olarak yeni suç kategorileri, suçlu tipolojileri doğurmakta… John Le Carre’nin soğuk savaş sonrasında kaleme aldığı yapıtlarda bunu kolayca görebiliyoruz. 

Söz açılmışken şunları da ekleyeyim. Özelleştirme rezaleti malumdur. Almanya’daki özelleştirme yağması ve suç bağlantısını Wofgang Schorlau, Mavi Liste romanında çarpıcı biçimde anlatır. Avrupa Birliği fonları ve suç bağlantısı da Petros Markaris’in Che İntihar Etti romanında pek güzel işlenir.

O halde, bunları dikkate aldığımızda, polisiyenin yazar için kısıttan ziyade, olanak getirmesi gerektiğini söylemem gerek. Hele olaya tarih de katılırsa polisiye derinleşir. Polisiyeyi seçmemde bu çok boyutluluğun etkisi olmuştur. Tabii olaya Marksizm açısından yaklaştığım için bu çok boyutluluğu daha bilinçli irdeleyebiliyor, kurguya aktarabiliyorum. Marksist bakış, sanatı nasıl zenginleştirip derinleştiriyor ve kısıtlardan kurtarıyorsa, aynısı polisiye için de geçerlidir.

Klasik polisiyenin dışına taşmak      

Polisiye, bir edebiyat türü olmakla birlikte, edebiyatın dozunu ayarlamalı diye düşünüyorum. Yani olay örgüsü, muammalar, okuyucuda doğurulacak sorular, edebi anlatımın gölgesinde bir fona dönüşebilir mi? Örneğin Ruth Rendell, Cam Hançer’den, Taştan Hüküm’den Ölüme Giden Yol’a geçtiğinde, edebiyat dozunun fazla kullanımı açısından farklılaştı. Sen ise bu doz anlamında polisiye türünün aradığım gereklerini yerine getiriyorsun. Ne dersin bu konuda?

Bir yere kadar haklısın. Neden dersen: Polisiye türün, suç-suçlu-şüpheli-tanık-dedektif-kanıt-suç yöntemi-olay yeri gibi olmazsa olmaz unsurlarını gerilim de katarak kullanıyorum. Ancak yayımlanan son beş romanımda edebi dozu parça parça artırdığımı söylemeliyim. Mesela Karanlığımın Kızıl Geçidi’ni sadece başarılı bir polisiye değil, iyi edebiyat olarak değerlendiren bir eleştirmen oldu.

Polisiyenin klasik yapısından uzaklaştığımı vurgulayan eleştiriler de var tabii. Olaylar çok fazla dendi, karakterler çok fazla dendi. Kurgudaki tarihsel olayları, siyasi gelişmeleri yoğun bulanlar oldu. Bu noktada şunu bir kez daha söylemek isterim. Yazma öncesindeki araştırmalarımda da yazma sürecinde de Marksist-Leninist düşünceye göre hareket ediyorum. Dolayısıyla benim için sadece karakterlerden, gerilimli bir muammadan bahsetmek önemli değil. En basitinden, o karakterin düşüncelerinin ve davranışlarının arkasındaki tarihsel yapıyı, sınıfsallaşmayı betimlemek durumundayım. Sadece suçu ve suçluyu önemli görmem. Ne olmuştur da o suçu işlemiştir, onu suç işlemeye götüren yol nasıldır? Bunlar, daha önemli bence.

Birçok romanımda emperyal güçlerin Osmanlı üstündeki hegemonya mücadelesi var. Buna bağlı olarak işbirlikçiler, dinbazlar, savaşlardan nemalananlar, ihtilalciler, sosyalistler kurguda yer alır. Dolayısıyla ekonomi politiği ve tarihi kullanmak, benim için zorunlu. Yoksa, muammada karakterler boşlukta kalır. Üstelik bu yolu izleyerek günümüze de atıflamalarda bulunabiliyorum.

Marks’ın Hegel’den hareketle bir ifadesi vardır, bilirsin. “Tarihsel olay ve kişiler birincisinde trajedi, ikincisinde kaba güldürü olarak tekrarlanır” diye… Osmanlı’nın çöküş döneminde, gericisinden liberaline kadar birçok karakteri günümüz Türkiye’sinde de görmek mümkün. Olayları da… Cemiyetlerde ve partilerde, aynı çatı altında, bir araya gelen liberaller, dinbazlar ve hatta sözde sosyalistler o devirlerde de var. Balkan Savaşları’nın yarattığı travma ve ekonomik buhran sırasında sermaye sınıfının öncülüğünde kurulan dayanışma kulüpleri görüyoruz. Tacir, esnaf, işçi, hamal, sandalcı, seyyar satıcı bu kulüplere üye oluyor. İnsanlara fedakârlık filan yapmaları öğütleniyor. Hepimiz aynı gemideyiz misali… Dedektifim Sokratis’in ifadesiyle, birileri cümleten fedakârlık yaparken, birileri külliyen paraları götürüyor. Geçmişten günümüze örnek bol… Demek ki aynı tarzda yazmayı sürdüreceğim, klasik polisiyenin dışına taşmaya devam edeceğim. Aslında niyetim, geleneksel polisiye kaleme almak değil de, olayları Leonardo Sciascia’nın yaptığı gibi polisiye kurguyu kullanarak dile getirmek.

Tabii bir de partili olmak durumu söz konusu. Haftada üç kez taramaya, Boyun Eğme satışına çıkarım. Birim toplantısı var, genel üye toplantısı var. Zamanımın bir kısmını bu çalışmalara verince de bilgisayarın başına partili olarak oturuyorum. Zaten yazar kimliği filan gibi tuhaflıklara aklım ermez. Her ne demekse? Neyse, konuyu bulandırmadan sonuca bağlayayım. Partili olarak ipe sapa gelmez, suya sabuna dokunmayan basit kitaplar yazmak istemem. Hani “bir solukta okudum, kitabın içinde kayboldum” diyenler vardır ya, bu şablona uygun popüler kitaplar kaleme almaya hiç yanaşmam.

Sinema, gölgeler, çizgi roman ve etkileri

Romanlarında, başarılı sahne kesmeleri, lezzeti artırıyor. Hani dizilerin “en heyecanlı” yerde ya da şaşırtarak bitip bir sonrakini bekletmeleri gibi, polisiyenin sürükleyiciliğini artırma öğeleri. Ve sık sahne değişimleri, kısa episodlar. Bir eleştiri olarak kabul edersen, bu sahnelerde “aniden, birdenbire” bir hareketin oluşmasının sıklığından bahsedilebilirse de, başarısında sinemanın kimi olanaklarını kullanmanın da payı var gibi geliyor bana.

Evet, bunu hayli sık kullanıyorum. Yazma tarzı açısından da “aniden, birdenbire” türünden ifadeler çok fazla. Farkındayım. Yayınevine teslim ettiğim Sokratis Ölüler Diyarında’da bunları azalttım. Sahnelerdeki geçişleri de daha dengeli yaptım. Yine de huylu huyundan vazgeçmez misali, bazen ani tırmanışa geçiyorum.

Sinema tekniğine uygun yazmaya çalışıyorum. Neden dersen, görselliğe önem veririm. Mesela mekân betimlemelerinde karakterin bir cumbadan veya pencereden görünümü vardır. Bir karakter, diğerini evin sahanlığından ya da aynadan izler. O sahneyi kameranın arkasındaymışım gibi yazarım. Veya hikâyede önce bir odayı, eğlence yerini tasvir eder, karakteri sonra içeri sokarım. Aynısı sokaklar, caddeler için de geçerlidir. Karakterlerin koltuğun kolçağına dirseğini dayamak, sobada ısınmak, cebinden tabaka çıkarmak, silah çekmek gibi en basit hareketlerine bile önem veririm. Karakterleri bir odada gezdirirken, eşyaları betimlerim. Veya Sokratis Ölülerin Peşinde’de olduğu gibi doğal mekânı bir kuzgunun uçuşuyla canlandırırım. Devrin lando ve kupa gibi atlı arabaları için de böyledir. Araba savrulmuş mu, at şahlanmış mı, detayıyla yazarım. Bir karakter sokağı bacanın arkasından izliyorsa, sokağın kuşbakışı görüntüsünü veririm. Bunda iyi bir sinema izleyicisi olmamın etkisi var sanırım. Yeni filmleri değil de eskinin klasik yapıtlarını tercih ederim.

Sinema demişken, gölgelerden de bahsedeyim. Çeşitli romanlarımda karakterlerin, eşyaların, arabaların, binaların gölgelerini bir yere yansıtmaya özen gösteririm. Buna bazen bir sigaranın bazen de bir trenin dumanı eşlik eder. Ortam kasvetli olsun diye… Gölge konusunda Ayzenştayn’ın Korkunç İvan filmini örnek aldığımı belirteyim. Kaç kere seyrettiğimi hatırlamıyorum. Bir sinema kanalında devamlı gösteriliyor, her seferinde izlerim. Mekân-karakter-eşya-gölge-karakterin hareketi-gölgenin hareketi bağlantısında, o film sayesinde, hep yeni şeyler yakalarım. 

Bu arada, sen sormadın ama ben söyleyeyim. Çizgi romana da meraklıyımdır. İyi çizgi romanlardaki görüntü derinliğini kurguya yansıtmaya çalışırım. Romandaki bir sahneyi çizgi roman karesi şeklinde canlandırdığım da olur.    

Dönemin İzmir’indeki kozmopolitizmin besleyiciliği

Tarihsel kesit olarak, henüz 1900’lerin ilk çeyreğini geçemedik. Fonda İzmir ağırlığı da bir alameti farika oldu senin için. Neden?

İlk polisiyem Düello 1890’da, son romanım Sokratis ve Siyahlı Kadın 1911’de geçer. Kızıl Üçleme’nin ilk iki kitabı, Birinci Dünya Savaşı sonrası ile Kurtuluş Savaşı dönemini içerir. Dediğin gibi on dokuzuncu asrın sonları ile yirminci yüzyılın başları arasında salınıyorum.

Fonda İzmir’in ağırlık taşımasının nedeni, uzmanlık düzeyinde olmasa da kentin tarihini iyi bilmemdir. Bir de edebiyatımızdaki polisiyeler hep İstanbul’da geçer. Bunun dışına çıkmak istedim. Sadece Karanlığımın Kızıl Geçidi’nin tamamında ve Sokratis ve Siyahlı Kadın’ın bir kısmında İstanbul vardır. Kızıl Üçleme’nin henüz yayımlanmamış Kızıl Bozkır romanı, Ankara’da geçer. 

İzmir’e eğilmemin diğer nedeni, kentin toplumsal yapısıdır, bana çok malzeme sağlar. Mesela devrin İzmir’i kozmopolit görünüme sahiptir. Farklı kültürel yapılar, bence bulunmaz nimet. Şehrin sınıfsal durumu da dikkate değerdir. Asırlar önce Avrupa’dan gelip kente yerleşmiş ve rantla yaşayan aristokratları görürüz örneğin. İzmir’de burjuvalığa geçen eski aristokratları da… Tarım ve imalat kesimlerinde Levantenlerden, Rumlardan oluşan burjuvaziyle karşılaşırız. Çoğu Avrupa tacirine, fabrikatörüne eklemlenmiştir. İttihat ve Terakki’nin Milli İktisat politikasıyla bunlara yerli burjuvazi de katılır. O da Osmanlı’nın son dönemindeki Alman etkisiyle, Almanya’dan medet ummaktadır. Burjuvazinin ecnebi ve yerli unsurları arasındaki çatışma da başlı başına polisiye malzemesidir. Tarımdaki ve fabrikalardaki üretime bağlı olarak, az çok işçi sınıfı da ortaya çıkar. Grevler vardır vardır ama gündelikler yükseltilsin diye, ideolojik yönleri yoktur. Zamanla, işçilerin sermayedarlara kiralandığı amele ve ırgat pazarları oluşur. Bu pazarları Sokratis’in Oyunları’nda anlatmıştım. Esir Han’daki zenci köle ticaretini de unutmayalım. Bu olguları kullandım ve kullanmaya devam edeceğim.

İzmir’in kapitalist modeli içinde eşitsiz gelişme söz konusu elbette. Eşitsiz gelişme süreci, polisiyeyi besler. Aynı durum benim içinde geçerli.

Şunu vurgulayayım. Arthur Conan Doyle’un Sherlock Holmes maceralarının İngiliz Sanayi Devrimi’nde ortaya çıkması rastlantı değildir. Holmes’ün serüvenlerine iyi nüfuz edebilmek için Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu kitabını okumak gerekir. Keza Amerikan Kara Roman geleneği, 1929 buhranının ürünüdür.

Ben de İzmir’in tarihindeki çelişkilerden, çatışmalardan yola çıkıp farklı türde suç hikâyeleri yazmaya çalışıyorum. Her araştırmada da karşıma yeni olaylar çıkıyor. Demek ki İzmir’e odaklanmaya devam edeceğim. Tabii sadece kentin Frenk Mahallesi, Belle Vue, Ermeni Mahallesi gibi merkezî semtlerinde yoğunlaşmıyorum. Kilizman ve Foça gibi çevredeki yerleri de kullanıyorum.

‘Yazdığım dönemi gerçekçilik tutkusuyla araştırıyorum’

Derler ki, “ayrıntıdaki gerçeklik, kurgusalın gerçekliğine inandırıcı kılar”. Örneğin yol tariflerin, sokaklardan dükkân adlarına kadar, belli ki o yıllarda oralarda olsak göreceğimiz tabelalar gerçekten. Ya da o duyguyu veriyor. Keza, evlerin tarifi, eşyaların, giyim kuşamların etraflı bilgiler içermesi. Bunun İzmir tarihi üzerine epeyce inceleme yapmanın bir sonucu olduğunu biliyorum da, bir karakterin köşesine sindiği hırdavatçının yeri ve adının gerçekliği, sadece kurgusal kısma da inandırıcılık kazandırmaya yönelik mi?

Mümkün olduğunca romanın geçtiği dönemin gerçek mekânlarını kullanırım. Bunların çoğu yandığı, yıkıldığı için eski fotoğraflardan, kartpostallardan, haritalardan yararlanıyorum. Bu yüzden iyi araştırma yapmam gerekiyor. Uzmanlarla da görüşürüm. Romandaki mekânlardan ayakta kalanları mutlaka dolaşırım. Şunu da söyleyeyim… Romanda geçen mekân artık olmasa bile günümüzdeki yerini üç aşağı, beş yukarı kestirip orada da tur atarım. Tabii ki mekânların bir kısmı da benim yarattığım mekânlar. Ne de olsa tarih kitabı yazmıyorum. Diyelim ki romanın örgüsü açısından bir semtte tekinsiz, kasvetli bir ev gerekiyor. Ama eski fotoğraflara böyle bir yer yok. Tahayyül eder ve binayı kuruveririm. Bunu yaparken de dönemin bina tarzlarını incelerim. Bu konularda hayli akademik yayın var, sıkıntı çekmem. Ancak bu kurgusal mekânı da gerçek bir mahalde yaratırım. Eğer mekânın içi hakkında bir şeyler söylemem gerekirse bunu da detaylı yaparım. Taşlık, sofa, sahanlık, cumba, veranda veya sundurma gibi. Bir Türk’ün evini bir Ermeni’nin evi gibi tasarlamak hiç hoş kaçmaz. Mimarisi farklıdır, dayaması, döşemesi de… Dediğim gibi, gerçekçi görüntüler benim için önemlidir. “Nasılsa hayali bir yer, baştan savma geçeyim” demem. Yani hayalî mekânlar da olay örgüsüyle tutarlı ve kurguya inandırıcılık kazandırmaya yöneliktir. Bende böyle bir gerçekçilik tutkusu var işte.

Yine aynı tarihin sosyal ilişkiler, kümelenmeler ve karakterler boyutu var. Tabii bunlar, tipik olanı vermekten karakterin dönemsel gerçekliği taşımasına kadar, bilinçli portre çizimleri. Bir polisiye okurken, temel entrikanın yanı sıra, dönemin tarihsel olgu ve olaylarını da alttan alta izliyoruz. Sosyalistler, anti-emperyalist yapılanmalar, ittihatçılar, işçi sınıfının ve emekçilerin eylemli hareketlilikleri, tabii bunların karşıt kümelenmeleri… Kahramanların bunlara bir biçimde teğet geçmesi ya da doğrudan parçası olmaları ya da katkılarının belirsizliği, bir noktada, sanki romanın bütünü, bu ayrıntı gibi görünenleri vermek için yazılmış, aslında fon sanılana fon oluşturmuş izlenimi doğuruyor. Dedektif Sokratis’i, bir macerada birlikte olduğu kişilerin de etkisiyle, finalde Manifesto okurken görüyoruz örneğin. Genel entrikayı bu öğeler olmadan da kurabilecekken, bu tercih neden?

‘Niyetim sosyalist, partili bir karakter yaratmak’

Romanlarımda kimi karakterin komployla az çok bağlantısı vardır. Kiminin ise hiç yoktur. Bunu belli temaları okuyucuya aktarmak için bilinçli olarak yapıyorum. Mesela Simirna Kızılı’ndaki kaptan Oleg’in romandaki komployla doğrudan bağlantısı yoktur. Ancak gemisinde sosyalist hücre kuran, inançlı bir devrimcidir.

Sokratis Ölülerin Peşinde romanımdaki Tatar okçu Menegül’ün de komplonun seyrini etkileyen belirgin rolü yoktur. Ancak İzmir’in yoksul kesimlerindeki sefalete şahit olmuş, tesadüfen sosyalistlerle birlikte olmuş, sonunda başına kızıl çatkıyı bağlamıştır. Böylece ünlü bir sirk okçusu olma hayalini bırakıp o zamanki ifadeyle ihtilalcilere katılmıştır.

Aynı romandaki Nadide de komplonun çözümünde pek rol oynamaz. Fakat sosyalist Beşeriyet gazetesini kapı kapı dolaşıp gizlice dağıtır. Beşeriyet’in sahibi, Nadide’nin kocası Selim’dir. İki Sokratis polisiyesinde bazen entrikanın içinde bazen de dışındadır, düğümün çözülmesinde katkısı yoktur. Fakat Rusya’da 1905 devriminde bulunmuş, İzmir’de işçileri ayaklandırmaya kalkışmış, demiryolu şirketindeki mühendislik işinden istifa ederek Beşeriyet gazetesini yayımlamaya başlamıştır. Heyecanlı, idealist bir karakterdir. Romanın sonunda ihtilal yolunun anca tarihsel koşullara göre, örgütlenmeyle açılacağını trajik biçimde idrak eder.

Sokratis’in Oyunları’nda bir de yaşlı başlı Ermeni öğretmen vardır. Okuyucu, “bu adamın romanda işi ne, yazar sayfa mı doldurmak istemiş?” diye sorabilir. Oysa bu karakter, gençliğinde, Fransa’da öğrenciyken, Paris Komünü’ne katılmıştır. Dolayısıyla bu karakter vasıtasıyla Komün’den bahsederim.

Simirna Kızılı’nda Sergey Andreyev’in babası ortalıkta hiç görünmez, ama Sergey, onun Komünist Parti Manifestosu’nu, Lenin’in broşürlerini okuduğundan bahseder. Yine Simirna Kızılı’nda ve Karanlığımın Kızıl Geçidi’nde Stalin’e atıflamada bulundum. Sokratis ve Siyahlı Kadın’da da Koba lakabıyla geçer. Biraz da propaganda olsun artık.

Bu hesaba göre Sergey Andreyev dışında sosyalist ana karakterim yok. Sokratis, yavaş yavaş o yola giriyor. Biliyorsun, Sokratis Ölülerin Peşinde’nin sonunda, Manifesto’nun Fransızca baskısını okumaya başlar. Sovyet Devrimi’ne denk gelen Sokratis polisiyelerinde bu karaktere sosyalist nitelik kazandıracağım. Tabii asıl niyetim, Türkiyeli bir sosyalist, Partili karakter yaratmak. İkinci Dünya Savaşı yıllarında geçecek. Dönemin politikasını, Nazileri ve Turancıları ele alacağım. Fonda yine İzmir olacak ama İstanbul’a ve Ankara’ya da ağırlık vereceğim.

‘Devrimci karakterlerle okuyucuyu silkelemek istiyorum’    

Cidden, şu “beylik sorular”ı anket sorusu gibi yöneltmiş olsaydım, nasıl yanıtlar verirdin?

Ciddi ve teorik yanıt vereyim. Birinci beylik soru için Alman İdeolojisi’nden yola çıkalım. Orada, maddi üretim araçlarını elinde tutan sınıfın, zihinsel üretim araçlarını da emrinde bulundurduğunu söyler, değil mi? Günümüzdeki durum buna çok iyi uyar. Edebiyattan toplumsal dinamizm ve sınıf ilişkileri silinmiştir mesela. Mücadeleci, sosyalist karakterleri göremezsin. Siyasetten nefret eden, doğaya çekilip, her ne demekse, kendini bulmaya çalışan tuhaf şahsiyetler var. Kaybeden olmak, hani neredeyse statü, itibar kaynağı olmuş. Meta fetişizmi ve tüketim tutkunluğu modernleşme ve özgürlük olarak yutturuluyor. Tam bir pasifizasyon. Pasif insan da dönekliğe canla başla hazırdır. Demek ki yayın tekellerinin bu tür kitapları basması, rastlantı değil.

Bu çerçevede benim yazma amacım, romanın toplumla ve tarihle olan çok boyutlu bağını, polisiye ölçeğinde kurmaya çalışmak. Sosyalist, devrimci, boyun eğmeyen karakterler yaratarak okuyucuyu silkelemek istiyorum. 1905, 1917 devrimlerinden, Paris Komünü’nden bahsediyorum. İnsanlar, başka bir dünya için mücadele edenleri öğrensinler diyorum.

Nasıl yazdığıma gelince… Önce iyi bir araştırma yaparım, defterime notlar alırım. Olay örgüsünü ve karakterleri planlarım, yine deftere romanın kısa taslağını yazarım. Sonra da bilgisayarın başına oturur, o gün için planladığım sayfa sayısına ulaşana dek çalışırım. Tabii, roman ilerledikçe olaylar da karakterler de sürekli değişir.

Genç yazar adaylarına önerilerimse, örgütlü yazar olup parti ve kendi edebi çalışmaları için emek sarf etmeleridir.  

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×