Adalet Mücadelesine İlişkin Başlangıç Notları: Yargının Halleri

“Biri iftira atmış olacaktı Josef K.’ya; çünkü bir sabah durup dururken tutuklandı.”

Franz Kafka, Dava

“Her şeyi özelleştirdiklerine göre, yargıyı da özelleştirseler bari, bundan daha iyi olur,
daha kötü olmaz.”
Tahsin Yücel, Gökdelen

 

Bu yazıyı sonlandırırken, AKP ile Fethullah Gülen Cemaati arasında yaşanan gerilim, 17 Aralık sabahı yapılan ve hükümeti hedef alan operasyon ile “kontrollü” bir çatışmaya dönüşmüştü. Artık, sonrasına dair tartışmalar açıktan yapılmaya başlandı. Ancak yazı esas olarak bu gerilimi veri alarak yol almıyor. Kuşkusuz, hiç değinmemek mümkün değil. Hele bu tartışmaların bir (belki de esas) ayağının da yargı alanı olduğu düşünülürse.

Üzerine yaşanan birçok yeni örneğe rağmen, onursal başkanı Fethullah Gülen olan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın 13 Ağustos 2013 tarihli açıklaması ile başlamayı tercih ediyorum. Aşağıdaki alıntılar 11 maddelik açıklamanın “Gezi Eylemcilerini Hizmet’e yakın savcı ve hâkimler tutuklamayıp salıvermiştir”, “Hizmet 7 Şubat’ta Başbakan’ı tutuklayacaktı” ve “Fethullah Gülen neden Türkiye’ye dönmüyor? ABD’de olduğu için ABD etkisinde” başlıklı maddelerinden.

“(…) Son dönemde medyada yer alan bazı haber ve yazılar sayesinde Hizmet’e yakın olduğu iddia edilen yargı mensuplarının zaten tasfiye edildiği de kamuoyunun bilgisi dâhilindedir. Üstelik uzun zamandır tutuklu yargılamaları problem olarak gören çevrelerin, şimdi “yargı neden tutuklamıyor” diye şikâyetçi olmaları büyük bir tutarsızlıktır. Ergenekon davalarını gayrimeşru hale getirmek için vesayetçi çevrelerin dillerine doladığı “Cemaatçi yargı” ithamının şimdi başka çevreler tarafından gündeme getirilmesi ve bunların tepki görmemesi düşündürücüdür.”

“(…) Bu iftirayı atanlar, Başbakan’ı tutuklamakla Hizmet Hareketi’nin ne elde edeceğini ve sadece 9 ay öncesindeki seçimlerde yeni anayasa için cansiperane çalışırlarken neden bir anda komplocu oldukları sorusuna bugüne kadar makul, mantıklı ve ikna edici bir cevap verememişlerdir. Kendisine yakın medya ve sivil toplum örgütleriyle ülkedeki demokratikleşme çabasını ve derin yapıların ortaya çıkarılmasını destekleyen, Ergenekon soruşturmasına da bu yüzden destek olan Hizmet Hareketi’ne yakın bazı medya organlarının, KCK bağlantılı MİT soruşturmasını da bu süreçlerle bağlantılı görerek, olumlu bakması, Başbakan’a karşı bir komplonun içinde olunduğu iddiasını asla doğrulamaz …”

“(…) iddiaların bazılarını gündeme getiren ve yazan kişilerin Hizmet Hareketi’ne karşı ‘bir savcı 3 polisle hizmeti terör örgütü ve çete kapsamına sokarız, bitiririz’ gibi karanlık niyetleri ifade ediyor olmaları…” 1

Kendisini “Hizmet Hareketi” olarak tanımlayan cemaat yapılanması bu bildiri ile ne demiş oluyor:

1- Bize yakın (bizden) yargı mensupları vardır.

2- Bu sayede Başbakan’ı dahi tutuklama gücüne sahibiz.

3- Bir savcı 3 polisle kişiler ve/veya kurumlar terör örgütü ve çete kapsamına sokulur ve bitirilir.

Peki, böylesine açık ikrar içeren bu bildiri, hiç olmazsa bir soruşturmanın konusu oldu mu? Şimdilik hayır. Diğer “ortak” tarafından, öncelikle, bildiride yazdığı üzere “cemaate had bildirmek için dershanelerin kapatılması” gündeme getirildi. 17 Aralık sonrası ise cemaatin polisteki kadroları tasfiye edilmeye başlandı. Bildirinin sahipleri de, önümüzdeki döneme ilişkin hazırlıklarını yapıyorlar.


 

İddianameler çağı

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara gelmesinin hemen ardından yargı merkezli tartışmalar da Türkiye’nin gündemine oturmuş oldu. “İddianameler çağı” olarak tanımlandı ve kabul gördü, kişilerin bir savcı, üç polisle terör örgütü kapsamına sokulduğu dönem.

Türkiye Cumhuriyeti’nin bir “tasfiye” yaşadığını, bir “yeniden yapılandırma” dönemi içerisinde olduğunu dillendiriyoruz. Hukuk en başından itibaren bu sürecin önemli enstrümanlarından oldu. Hukuk tsüreç boyunca baştan sona yeniden yapılandırılırken, yargı da bu sürece paralel bir şekilde tüm unsurları ile birlikte biçimlendirildi.

Bu süreçte görülen her davanın kendi içinde bir önemi var. Ancak bundan öte, bu dönemin davalarının toplamda neye işaret ettiği, ne için işlevlendirildikleri önem kazandı. Davalar ile öne çıkan bu süreç, iktidardaki güçler tarafından hedeflenen “yeni Türkiye” açısından kritik bir aşama idi. Ergenekon soruşturmasını (ve sonrasında davasını) başlangıç olarak alabileceğimiz bu süreçte, Balyoz, Oda TV, Devrimci Karargah, KCK, Hopa, Askeri Casusluk, 28 Şubat ve bir dizi benzeri dava aynı işlevi gördüler.

Esasen Anayasa Mahkemesi’nin 2007 Mayıs tarihli Cumhurbaşkanlığı seçiminde meclisin toplantı ve karar yeter sayılarına ilişkin “367” kararı, ardından Mahkeme’nin 2008 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı haline geldiğini saptaması ama partiyi kapat(a)maması sonrasında yargı hızlıca “ele geçirilerek” yeni bir rejimin inşası yolunda temel araçlardan birine dönüştürüldü. 2 Açılan soruşturmalar (sonrasında davalar) ile bir yandan siyaset alanı kriminalize edilirken, diğer yandan “tüm muhalefet” yok edilmeye çalışıldı.3

 

 

“(…) politik tutum ile ‘iddianameler’ arasında birbirini besleyen hatta belirleyen bir ilişki kurulur oldu. Binlerce sayfalı, iç tutarlığı olmayan, şişirilmiş (ya da bilinçli şekilde incelemeyi imkansız kılacak) hacimde, redakte etme gereği bile duyulmadan polis rapor ve gizli tanık ifadelerinin kes/yapıştır yöntemi ile aktarıldığı ‘ucube’ metinler temel politik referanslar haline gelmiş durumda.” 4

Sürecin başında, kaynağı bilinmez (!) bir ihbarla (!) doğrudan soruşturmayı başlatan emniyet (ve savcılık), günümüze gelindiğinde inandırıcılığın iyice yitirilmesi nedeni ile daha çok “sivil” suç duyurularını tercih eder hale geldi. Bu suç duyurularının bir kısmı hemen kullanıma sokulurken bir kısmı, ileride, ihtiyaç duyulduğunda kullanılmak üzere donduruluyor. Örneğin:

28 Şubat davasında Süleyman Demirel hakkında suç duyurusunda bulunuldu.

28 Şubat soruşturması da Ankara Barosu’na kayıtlı bir avukatın suç duyurusu üzerine başlatılmıştı. Dönemin medya patronları ve yazarları için hazırlık yapıldığı ise hep dillendiriliyor.

Ergenekon davasında kararı açıklayan mahkeme de yeni suç duyurularında bulundu.

12 Eylül davası ise darbenin 30. yılında yapılan suç duyurularının toplamından çıktı.

Yine, İstanbul Barosu’nda yer alan sağcı avukatların çoğunluğunun içerisinde yer aldığı “Hukukun Üstünlüğü Platformu”, Gezi Parkı eylemlerini haberleştiren ağırlığı sol, bazı medya kuruluşları hakkında, “hükümeti devirme gayreti” iddiasıyla suç duyurusunda bulundu.

Bir de, Ergenekon davası sonuçlandıktan sonra, AKP hakkında açılan kapatma davasında kullanılan delillerin sahte ve Ergenekon tarafından üretilmiş olduğu iddiası ile kapatma davasının aktörleri hakkında suç duyurusunda bulunuldu. AKP de buradan hareketle “yargılamanın yenilenmesi” hazırlıkları yapıyor.

Örnekler çoğaltılabilir. Şöyle bir bakınca, suç duyurularının, soruşturmaların ve peşi sıra açılan davaların yardımı ile belirli bir güzergahta taşların döşendiği rahatça anlaşılıyor.

Bu dönemin davalarının ortak yönleri üzerine çokça yazıldı çizildi. Cihaner’in çalışması tabloyu açık seçik gözler önüne seriyor. Artık bu tabloya Yargıtay (hatta Anayasa Mahkemesi) aşamasının da eklenmesi gerekecek:

“1-Tüm davalarda ceza hukukunun bel kemiği olan suç ve cezaların yasallığı/kanuniliği ilkesinin yok sayılması.

2- Maddi gerçeğin açığa çıkarılmasına yönelik etkin soruşturma yapılmaması.

3- Silahların eşitliği ve çelişmeli yargı ilkesinin uygulanmaması.

4- Lehe delil toplanmaması.

5- Ucu açık soruşturmalar yapılması ve ‘imkansız’ davalar.

6- Medyaya servis yapılarak masumiyet (suçsuzluk) karinesi ilkesinin ihlali ve peşin hükümlülük algısı yaratılması.

7- ‘Terör’ ve ‘örgütsel’ sözcüklerinin sihri!

8- Teknoloji Fetişizmi; telefon dinleme, dijital delillere dayanan iddiana meler. Konuşma tutanaklarının (tapelerin) seçilerek iddianameye konul ması.

9- Hukuk dışı/kanuna aykırı delillere dayanarak açılan davalar.

10- Masumiyet (suçsuzluk) karinesi ve ispat yükümünün terse çevrilmesi.

11- Soruşturmayı savcının yapmaması, soruşturma sürecinin nerden geldiği belli olmayan ihbar, gizli tanık ve polis raporlarına dayanması (yargının taşeronlaşması/neoliberalizasyonu!).

12- Birbirini ilk kez duruşmada tanıyan, aynı anda birden fazla örgüte üye olan sanıklar.

13- Kronoloji ve mantık hatalarının sorgulanmaması, delil uydurma iddialarının ve kanunsuz dinlemelerin üzerine gidilmemesi.

14- Örgüt kurma, yönetme, üyelik, örgüt adına faaliyette bulunma, örgütün amacının propagandası suçunun belirsiz hale gelmesi.

15- AKP davalarının bazılarındaki suçlamalar “yüksek motivasyonlu” siyasi suçlar olmasına rağmen hiçbir şüphelinin eylemini kabul ederek siyasi savunma yapmaması.

16- Savunmaya baskı yapılması avukatların tutuklanması savunma sırasında söylenenlerin suç sayılması, avukatların duruşmadan men edilmesi.” 5

Yargılamaları önceleyen, bir süre sonra ise paralel yürüyemeye başlayan (hatta arkadan gelen) ve ihtiyaca göre sürekli değiştirilen “yasal düzenlemeler”de bu süreçte hayata geçirildi.

2004 yılında “yeni” TCK ve CMK’nin yasallaşması başlangıca ilişkin hemen ilk akla gelen örnek. Bir de, aynı yıl Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin kapatılması, yerine “özel yetkili” mahkemelerin kurulması, ardından bu mahkemelerin de 2012 yılında “kapatılarak” (ellerindeki davaları bitirdikten sonra görevlerinin sona ereceği şekilde) “terör mahkemeleri”nin kurulması.

Mahkemelerde yapılan değişikliklerin yargılama pratiği açısından hiçbir fark içermemesi, DGM kimliğinin ve kültürünün devam ediyor olması bir yana, “özel yetkili” olarak adlandırılan mahkemelerin kapatılması ancak bir “hukuki garabet” olarak yargılamalarına devam etmesi de not olarak düşülmeli.

Ardı ardına gelen yargı paketleri ve torba yasalar ile özel soruşturma ve yargı usulleri birlikte değerlendirildiğinde, hukuksuzluğun kendisinin bir hukuk düzeni haline getirilme çabası görülmekte. Adalet İçin Hukukçular’ın 2012 yılı başlarında yayınlanan “Adalet İçin” başlıklı çıkış bildirgesi bu anlamı ile önemli ve hala güncel:

“(…) Artık gündelik hale gelen “hukuksuzluklar”, yeni dönemde yaşananların yeni bir hukuk yarattığı yönündeki söylemi dahi olanaksızlaştırmaktadır. Kuralsızlıkların ve keyfi uygulamaların hukukmuş gibi sunulduğu bir ortamda haktan ve hukuktan söz edilemez. … Bu süreçte, hukukçulara tarihsel bir görev düşmektedir. Bu yeni talepler adalet için verilecek zorlu mücadelelere denk düşecektir. Özel yasaların, özel yargılamaların ortasında kuralsızlığın kural haline getirilmesine karşı bireyin ve toplumun adalet talebi hukuk alanındaki biricik meşruiyet kaynağıdır. Ülkemizde toplumsal adalet duygusunun yok edilmesi, hukuksuzluğa geçişin temelini oluşturmuştur. Bu bağlamda, yargı alanında yaşananların sınıfsal temelleri görmezden gelinmemeli, hukuk teknisist yaklaşımlarla ele alınmamalı, sınıf mücadelesinin çok önemli bir konusu olarak görülmelidir. (…)” 6


 

Yargının kadroları

Diğer yandan, tüm bu süreç gerekli kadrolaşmanın oluşturulması için tde kullanıldı. 13 Ağustos bildirisi ile de kabul edildiği üzere, süreç boyunca “karar alıcı” ve “uygulayıcı” noktalarda yer alan kadrolar “Hizmet’e yakın kişiler” idi.

2010 Referandumu ile bu başlıkta da son nokta konuldu. Anayasa’nın 26 maddesinin oylandığı bu referandumda, esas olarak HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin yapısı değiştirilerek yargının ele geçirilmesi operasyonunun tamamlanması hedeflenmişti. Referandum sonrası, önce “yeni” HSYK’nın oluşturulması, ardından bir çırpıda atanan 160 yargıcın blok oyu ile Yargıtay Başkanı’nın seçilmesi ve Yüksek Yargı’nın diğer bölümlerine yönelik düzenlemeler ile bu aşama hızlıca geçildi. Yeni HSYK’nın oluşumundan bugüne kadar binlerce hakim ve savcının yeri değiştirilmiş durumda. HSYK kararnameleri tüm teamülleri alt üst ederek hakim ve savcıların kıyımına dönüştü.

Böylesi bütünlüklü müdahaleler ile istenilen şekle sokulan yargı, siyasi iktidarın kendisine muhalif tüm siyasi aktörleri tasfiyesinde sorunsuz bir şekilde rol aldı. Demokrat Yargı Eşbaşkanı Orhan Gazi Ertekin bu süreci kendi penceresinden kaleme aldığı kitapta, “kıdemli bir hakim”in ağzından açık bir şekilde anlatıyor:

“Adalet Bakanlığı eşeği aday gösterse eşeğe de oy veririm.” 7

Yargıdaki yapılanmanın tamamlanması sonrasında vesayetin el değiştirdiği çok fazla dillendirildi. Söylenilen, asker vesayetinin yerini yargı vesayetinin almakta olduğu idi:

“Türkiye’de yargı, iktidar kurucu bir unsur haline gelmiştir. Siyasal operasyonlar yargı tarafından yapıldığı gibi siyasal alanın sınırını çizen ana karargah da yargı olmuştur. Geçmişteki ordunun yerine yargı gelmiştir. Ordunun bir siyasal sınıf haline gelmesi nasıl bir sorun idiyse yargının bir siyasal sınıf haline gelmesi de aynı şekilde sorundur.” 8

İçinden geçilen sürecin “vesayet” üzerinden tanımlanması sorunu bir yana, yargının “eski” dönemlerin askeri gibi örgütlenmesi, “ordulaşması” olası değil. Yargının genleri buna müsait değil. O ancak “işlevsel” bir araç.

Ordu, 90’lı yılların ikinci yarısında ülkede yaşanan yönetim krizinde bir “parti” gibi örgütlenmişti. “Asker Partisi” burjuvazinin yaşadığı krizin derinleştiği dönemde de örgütlenmesini geliştirerek, iktidarlar üzerindekini etkisini artırarak siyasette belirleyici bir konuma gelmişti.

Yargı kurumu esas olarak “düzenin bekası için” yapılandırılmış olup, buna içeriden (hakim ve savcılardan) itiraz edildiği de çok az görülmektedir. Bu aktörlerin iktidarlar ile (esas olarak sermaye düzeni ile) kurdukları ilişki de bu doğrultuda, belirlemek değil tabi olmak üzerinden şekillenmiştir. 9   Bugün için bu ilişkinin değiştiğini gösteren bir emare de bulunmamaktadır.

Evet, Cumhuriyet’in tasfiyesinde ve toplumun şekillendirilme çabasında yargı özel bir rol oynamıştır. Yargının iktidarı oluşturan güçlerin elinde bir silaha dönüştüğünü kabul etmeyen neredeyse bulunmamaktadır. Bu durumun, yargının önceki hallerinden farklı olduğu da açık. Artık “zor aygıtının” bir parçası olmanın ötesinde, İkinci Cumhuriyet’in asli unsuru olduğunu deklare etmiş, bu doğrultuda, kararlarını “yeni” Cumhuriyet’in ihtiyaçları doğrultusunda veren bir kimliğe sahip. Ancak yine de operasyonel bir araç olmanın ötesine geçememiş, iplerini hiçbir zaman kendi eline alamamıştır.

Bu nedenlerle, yukarıdaki anlamı ile “ordulaşan” bir yargıdan bahsetmek mümkün değil. Buradan hareketle de, bağımsız bir kimliği (ve bağımsız bir örgütlenmesi) olduğu söylenemez. Kaldı ki kendisi için bir örgütlenme asla değil. 10

Var olan ekipten “kahramanlar” çıkarma çabası da boşa düşmüştür. Hatırlanacağı üzere, Ergenekon soruşturmasının başlarında bir soyadı benzerliği üzerine günlerce haberler yapılmıştı. Bu rastlantıdan yola çıkarak Doğan Öz ile Ergenekon savcısı arasında ‘soldan’ dahi benzerlik arayanlar çıkmıştı. Hayatını gericilikle, faşizmle, kontrgerillayla mücadeleye adamış, DGM’lere ilk karşı çıkan hukukçulardan biri ile bir DGM savcısı arasında benzerlik (!)

“Doğan Öz’ün raporunda söylediği oldukça açık; kontrgerillayı araştıracaksan ABD ve CIA ilişkisine bakacaksın. Öyle ise, örneğin, Türkiye’de bugün Suriye devleti aleyhine asker toplanması ile ilgili suç duyurusu dosyası önüne geldiğinde ne yapacağını bilemez halde davranmayacaksın, sonrada kargaları dahi güldürecek şekilde “yok böyle bir şey” demeyeceksin. Bu nedenle bunu geçelim. Doğan Öz dosyasının kapağını bile aralayamazlar.” 11

Kaldı ki, 17 Aralık operasyonu sonrasında kimse savcılara karşı aynı heyecanı duy(a)madı.

Tüm bunların yanında, yaşanan bu sürecin yargıda da yarılmalara ve taraflaşmalara neden olduğunu ve nitelikli unsurların da gerek örgütlü gerekse bireysel olarak öne çıktığını söylemek gerekiyor.


 

Biten ortaklık

2010 Referandumu sonrasında konulan son nokta, iktidar cephesinde yaşanan anlaşmazlıkların su yüzüne çıkmasının da başlangıcı oldu. Polis ve yargı içerisindeki etkinliği ile süreci yönlendiren cemaat referandum sonrasında buralardaki gücünü ve etkinliğini daha da artırdı.

AKP’nin uzunca bir dönem süren kader ve hedef ortaklığının bir parçası olarak cemaatin yargı içerisindeki örgütlenmesini kabul etmesi anlaşılır bir du-rum. Bir tehlike görmesini gerektiren durum da bulunmamakta idi. Ancak gelinen aşamada, üstüne üstlük Haziran Direnişi sonrasında kendisi için de ciddi tehlike olabilecek ve bunun işaretlerini de artık açıktan göstermiş olan bir mekanizmayı kontrolü dışında bırakması düşünülemez.

Nitekim “özel yetkili” mahkemelerin kaldırılıp yerine terör mahkemelerinin konulması, bir dönem Yargıtay’ın ve Danıştay’ın kapatılıp tek bir temyiz mahkemesi kurulmasının dillendirilmesi (AKP bugün için bu öneriden geri adım atıp, HSYK’yı yeniden yapılandıracak önerileri tartıştırıyor) gibi önerilerin bir yargı reformu ile ilgisi olmadığı açık. Keza 17 Aralık sonrası dillendirilmeye başlanan savcılığın “kamu avukatı” olarak yapılandırılması, adli kolluğun tesisi gibi öneriler de AKP’nin kendi kadrolarını yargı içerisinde etkin hale getirme çabasının bir parçası.

Taraflar bir yandan da 2014 yılı içerisinde yapılacak HSYK seçimlerine hazılanıyorlar.12 Tabi o tarihe kadar bu HSYK ve işleyişi kalırsa.

Taraflar arasında anlaşmazlık denilince, hemen ilk akla gelen, Oslo görüşmeleri ile bağlantılı MİT soruşturması. Ancak Deniz Feneri soruşturması, İlker Başbuğ’un tutuklanması, şike davası gibi örnekler de yaşananların istisnai ve bir kaza olmadığını gösteriyor. Tabii Fethullah Gülen’in gerilerde kalmış bir konuşmasını da derinlerde yatan nedeni gözden kaçırmamak için hatırlamak gerekiyor. Gülen yolsuzluk ve ihalelerde haksız kazanca yönelik tepkisini dile getirdiği konuşmasında, fesat karıştırılan ihalelerden bahsettikten kısa bir süre sonra, 2012 yılının başında Kamu İhale Kurumu’na bir operasyon düzenlenmişti. Aradan yaklaşık iki yıl geçtikten sonra, bu sefer doğrudan hükümeti hedef alarak yapılan operasyon da göstermektedir ki, Cemaat’in AKP’yi sarsmak için kullanacağı başlıklar içinde “yolsuzluk” üst sıralarda yer almaktadır. Böylece, bir yandan da kendilerinin “temiz” olduğu algısını yaratma çabası içerisine girmektedirler. Oysa Cemaat’in bir bankasının 17 Aralık operasyonundan haberdar edildiği ve bu yolla bankanın tüm mevduatını dövize yatırdığı ve 2 milyar dolarlık kazanç elde ettiği iddiası ortaya saçıldı bile. Taraflar oldukça büyük bir rantı da paylaşamamaktadır.

Tüm bunların yanında, yaşanan sürtüşmenin, Haziran Direnişi ile birlikte artık uzatmaları oynayan Erdoğan sonrasını planlama çalışmalarında emperyalist güçler için rahatlatıcı bir faktör olduğu da açık.


 

Yeni dönemin işaretleri

AKP dönemi yargı pratiği ile kendisinden önceki dönemlerin “hukuksuzluklar”ı arasında bir süreklilik bulunmakta. Ancak, ülkeyi dönüştürme misyonu ile hareket eden, Birinci Cumhuriyet’i sonlandıran, İkinci’sini ise tesis etme gayreti içerisinde olan aktörlerin hukuk ile kurdukları ilişkiyi eğer yalnızca buradan açıklama çabası ile yetinirsek eksikli kalacaktır.

Yaşanan tüm bu süreç karşı cephe tarafından “vesayet rejiminin sona erdirilmesi” olarak tanımlandı. Liberal ve dinci yazarların en önemli ideolojik silahlarından biri “vesayet rejimi” kodlaması oldu. Asker vesayetine son verilmesi ve ileri demokrasinin kurulması için mücadele ediliyordu:

“Bu açıdan bu referandum, (12 Eylül 2010 Referandumu – yn.) anti demokratik bir sistemin temel yapısının değiştirilmesine, demokrasinin ulaşılabilir bir hedef haline gelmesine yol açabilecek bir referandumdur. … Diğer deyişle referandumda evet demek yeni Anayasa yapmanın imkanı demektir. … Yeni Anayasa, Türkiye’de yapısal değişiklik gerektirmektedir. Bu değişikliğin amacı, toplumsal barış, etnik merkezli yaklaşımın terk edilerek insan merkezli yapının benimsenmesi, ideolojinin siyasal hegemonyasının sonlandırılması, militarizmin sonlandırılması, yargının misyonerlikten çıkarılarak, yasaları tam eşitlikçi bir kültürle uygulaması ile ilgili bir taleplerin karşılanması olacaktır.”13

Bu satırların yazarı Osman Can o tarihlerde Demokrasi ve Özgürlük İçin Yargıçlar ve Savcılar Birliği (Demokrat Yargı) Eşbaşkanlığı’nı yürütmekte idi. Çok değil, üzerinden bir yıl geçmeden, 12 Eylül Referandumu ile yeniden şekillendirilen HSYK seçimleri sürecinde Osman Can ile Demokrat Yargı’nın yolu ayrıldı. Diğer Eşbaşkan Orhan Gazi Ertekin bu süreci bir söyleşisinde şöyle anlatıyor:

“Osman Can’ın öncülük yaptığı grubun eğilimi, meseleyi toplum ve devlet olarak tanımlanan iki büyük blokun gerilimi olarak okumaya dayanan tipik liberal yaklaşım idi. Ne devlet içindeki ne toplum içindeki farklılaşma, çatışma, gerilimleri gören, dolayısıyla, her ikisinin içindeki iktidar meselelerine odaklanmayan, ‘blok olarak toplum’ ile ‘blok olarak devlet’in birbirini itmesi gerilimi varmış gibi bir analizleri vardı. Bizse ‘bu çok safça bir yaklaşım; böyle bir şey de yok zaten’ diyorduk. Gerçek bir iktidar analizi devlete ve topluma dikkat gösterirken, her birinin ürettiği iç iktidar ilişkilerine de odaklanmalı.”14 

Ertekin altı ay sonra, 2012 yılının başlarında ise aşağıdaki saptamayı yapıyor:

“Yeni ‘iktidar kompleksi’nin çelik çekirdeğine aday olan Cemaat’i anladığımızda, ‘yeni devlet’i de anlamış olacağız aslında.”15

2010 Referandumu sonrası siyaset (ve yargı) alanında yaşanan gelişmeler sonrasında Demokrat Yargı’nın memlekete ve yargıya bakış açısında kısmi değişiklikler yaşandı. Kendi aralarında da açılar oluştuğu görülüyor. Yönetim Kurulu üyesi Faruk Özsu 2013 yılının yaz aylarında kendisi ile yapılan bir söyleşide uğradıkları hayal kırıklığını anlatıyor:

“Nitekim, bu sürece (Ergenekon süreci – yn.) bu gerekçeyle (derin devletle hesaplaşma – yn.) Demokrat Yargı Derneği olarak biz de destek vermiştik. Ancak, gelinen noktayı özetlemem gerekirse, tek kelimeyle hayal kırıklığıdır. … İlk tereddüdüm Balyoz soruşturmasının başlaması ile oldu. … referandum sonrası beliren yeni iktidarın açık ve net bir şekilde ortaya çıkmasıyla birlikte, bu sürecin eksik ya da aksak bir süreç değil, yeni bir hegemonyanın tesisi için kurgulanmış kirli bir iktidar oyunu olduğunu anladım ve tüm desteğimi çektim. Tabii buradaki ‘ben’le Demokrat Yargı’nın mevcut kadrosunu kastediyorum.”16

Amacım Demokrat Yargı’nın düşünsel dünyasını (en azından bu yazıda) takip etmek değil.17  Ancak, Türkiye’de, temel siyasal hatlarını AKP-Cemaat gerili minden var eden kesimler var. Doğal olarak, yargı alanında da.

Bunun “demokrasi mücadelesi” yaklaşımı ile bir ilgisi olduğu açık. Türkiye’de sermaye sınıfının egemenliği reddedilmese de, en iyi ihtimalle ihmal ediliyor. Bir toplumsal sınıfın egemenliğinden söz edilmediğinde de (ya da arka plana atıldığında) çeşitli siyasal aktörler arasındaki sürtüşmeler büyük bir heyecanla karşılanabiliyor.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kapitalist bir ülke olduğunu herkes kabul eder. Buna rağmen, çeşitli siyasi aktörlerin birbirleriyle kafalarına göre kapıştıkları saiki ile hareket edilir. Yalnızca bu zemine basarak yapılan çözümlemeler ile yetinildiğinde de, yargıya dair çözüm önerileri ya boşlukta kalmakta ya da kapitalizmin ufkunu aşamamakta. Oysa tam da bugün, yargıya dair çözüm önerilerinin de “yeni bir ülke/yeni bir cumhuriyet” tahayyüllerimizle buluşması gerekiyor.

Sosyalizm “demokratik haklar” parçacıklarından oluşan bir puzzle değil. Demokratik haklar tek tek elde edilince (yerleşince) ortaya çıkan resim de sosyalizm olmuyor. “Demokrasi mücadelesi” ile “sosyalizm mücadelesi”nin siyasi hedefleri de farklı. Farklı toplumsal sistemleri hedefliyorlar. Hal böyle olunca, kalkış noktası aynı (benzer) olsa bile farklı noktalara ulaşılmakta.

Şuna bir bakar mısınız? Eski AİHM Yargıcı, CHP Milletvekili Rıza Türmen Balyoz davası ile ilgili kendisine sorulan “Temyiz duruşmasından sonra yaptığınız açıklamanız çok sertti. Sizin Yargıtay’dan beklentiniz neydi ki hayal kırıklığına uğradınız?” sorusuna nasıl yanıt veriyor.

“Bir hukukçuysanız, bekliyorsunuz ki böylesine önemli ve büyük bir davada yargı kendi ideolojisini kapının dışında bıraksın. Yargıçların kendi ideolojik yaklaşımları düşünceleri vardır olabilir. Ama bekliyorsunuz ki siyasal düşüncelerini yargılananlara baskı amacı olarak uygulamasın. Bekliyorsunuz ki karar verilirken ideoloji etkili olmasın, bağımsız ve hakkaniyetli, adil bir karar verilsin. Beklentim bir hukuk devletinde bağımsız ve bulunduğu makamın farkında olan hakimler tarafından adil bir karar verilmesiydi. Bu beklenti gerçekleşmedi. Maalesef yargının ne kadar siyasallaştığını acı şekilde görmüş olduk bu kararla birlikte”

Sorunun devamı geliyor: Geçmişte askeri vesayet vardı şimdi siyasi- dinci vesayet var. Bunu mu demek istiyorsunuz?

“Tabii tabii olan şey budur. Aynı araçlarla, sivil vesayet gerçekleştiriliyor. Yargının bunların dışında durması lazımdı. Askeri vesayeti yok etmek için siyasi veyasete izin verecek bir yargılama olmaz. Amaç ne olursa olsun hukuktur, adalettir. Adaletin hakkaniyete uygun olması lazımdı. Hukuk devleti bunu gerektiriyor. Siyasi amaçlar peşinde koşan siyasilere alet olmaması lazımdı yargının. …Tabii öyle. Kırk satır- kırk katır denilebilecek bir durum. Askeri vesayetten demokratik yolla mücadele ederek kurtulma şansımız yoktu. Ama buradaki vesayet demokrasi kılıfı içinde yapılan bir vesayet.”18

Türmen bu görüşleri, partisinin bir milletvekili “hukuk tuzağı” ile yıllardır cezaevinde tutulurken (Mustafa Balbay o tarihlerde hala cezaevinde idi ve tutukluluğu 5 yıla yaklaşmıştıt) 2013 yılının Ekim ayında dile getirmiş.

Bir alıntı da Sami Selçuk’tan. “Liberal” bir hukukçu olan, 1999-2002 yılları arasında Yargıtay Birinci Başkanlığı yapan ve dönemin Yargıtay Başkan ve Başsavcılarından farklı bir profil çizen Selçuk, Balyoz davası ile ilgili olarak Yargıtay’ın onama kararı sonrasında şunları yazdı:

“Bu kararları düzeltmenin artık tek bir yolu kalmıştır: Başsavcılığın itirazla davayı Yargıtay CGK’nın önüne taşıması… Taşımadığı taktirde hukuka karşı görevini ve adalete karşı ödevini savsamış; yanlışa ortaklık etmiş ve hukuku yaralamış olacak; vebal altında kalacaktır, Sayın Başsavcı… Çağcıl yargılama hukukunun bu ruhunu iyi kavrayan bir başsavcı, hiçbir etki altında kalmadan, hukuk uğruna çalışır ve hiç değilse onanan Balyoz kararlarını Ceza Genel Kuruluna taşır; kollarını bağlayıp duramaz; en azından sorumluluk duygusuyla daha çok sayıda yargıçlarca tartışılmasını sağlar…”19 

Bu alıntı da Anayasa Hukuku Profesörü İbrahim Kaboğlu’ndan:

“Şimdi bütün sorun, Türkiye’nin hukuk devleti ve toplumu ile tanışması. Bunun için, ‘1982 ile olmaz, yenisi gerek’ biçiminde ‘anayasal ikiyüzlülük’ten artık vazgeçilmeli. 1982 Anayasası, geçirdiği değişiklikler sonucu belli ölçüde başkalaşmış (metamorfoza uğramış) bulunuyor. Bu nedenle, ‘insan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyet’ ekseninde Anayasa’nın üstünlüğü kuralını öne çıkarmak şart. Bu hedefte, iktidarı hukuka saygıya sürekli zorlama mücadelesi vermek durumunda olan demokratik muhalefetin, bilgi kirliliğini önleme görevi de ortada.”20

Uzatmak pahasına devam edeceğim. Orhan Gazi Ertekin ise uzlaşma arayışında:

“Erdoğan’ın derhal yargıyı hem kurumsal olarak gerçekten inşa etmenin peşine düşmesi ve diğer tüm partilerle uzlaşma geliştirmesi gerekir hem de Ergenekon, Balyoz, KCK vb. gibi büyük davaların yeni baştan değerlendirileceği bir alan açması şarttır. Çünkü bu yargı sadece Erdoğan’ı değil diğer davalarla ülkenin neredeyse tümünü sıkıştırmıştır. Bu hesaplaşmanın oralara kadar yansıması da şarttır. Bir daha başa dönmememiz için de kapsamlı bir uzlaşma gerekli ve zaruridir.” 21

  

Son alıntı Türkiye Barolar Birliği Başkanı’ndan. Birlik Başkanı Metin Feyzioğlu 3 ve 4 Ocak 2014 tarihlerinde peş peşe Cumhurbaşkanı ve Başbakan ile görüştü, Türkiye Barolar Birliği’nin “Devlet Krizine Çözüm Formülü”nü sundu.22  Sonrasında da bu görüşmeler ve “formül” nedeni ile kendisini eleştirenlere cevap verdi:

“(…)Ben Türkiye’ye, Türkiye’nin kurumlarına, hukuk devletine ve demokrasiye sahip çıkıyorum… Yaşanan devlet krizinin, özünde bir adalet krizi olduğunu görüyorsunuz. Bu durumda, kuşkusuz, yargının kurucu unsuru olan avukatlar ve barolar çözüm üretmeli, çözümün bir parçası olmalı. Peki, devletin ve yürütme organının başlarıyla, siyaset mekanizmasıyla görüşmeden nasıl çözüm üretebiliriz… Niçin görüşüyor diye yorum yapanların, kiminle görüşmemi beklediklerini gerçekten çok merak ediyorum. Meksika Cumhurbaşkanıyla mı yoksa Yeni Zelanda Parlamentosuyla mı…”23

Alıntılarda yer alan yaklaşımlar önemli. Görünen o ki; yeni bir “demokrasi” ve “hukuk mücadelesi” çağrısı geliyor. Bugün yargıda yaşanan iç çatışmanın hızlı bir çıktısı, bir kez daha “hukuk devleti”, “hukukun üstünlüğü” talepleri olacak. Hiç şaşırtıcı olmayacaktır ki ilk alıcıları da soldan çıkacaktır. Görünen o ki, bu sefer hem liberal hem ulusal soldan.

Hiç şüpheniz olmasın, tüm bu süreçte sorumluluk payı olan, önde gelen aktörler de birden hak ihlallerini hatırlayıp, bunları işaret etmeye başlayacaktır. Yalnızca Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın “kendimizi evlenme vaadiyle kandırılmış insanlara benzetiyorum” açıklamasını, HSYK Birinci Daire Başkanı İbrahim Okur’un “MİT de olsa mahkemeden bilgi saklayamaz” açıklamalarını hatırlatmakla yetinelim. Rastlantı bu ya, her ikisi de aynı tarihlerde.


 

Adalet arayışı

Devleti sınıfsal özelliklerinden soyutlayarak merkez-çevre ikilemi ile açıklama çabası hep oldu. Türkiye tarihi, İttihat ve Terakki’den beri ceberrut devlete karşı mazlum halkın demokrasi mücadelesi olarak okundu.

Hukukçular ise buna zaten hazırdı. “Hukukun büyüsü”ne kapılmış, ellerindeki “hukuk anahtarı” ile her kilidi açanlar için “demokrasi mücadelesi” hep daha kabul edilebilir oldu.

Oysa hukuk bir yandan bireylerin haklarını tanımlarken, diğer yandan ve esas olarak iktidarı meşrulaştırma çabası içindedir. Ait olduğu toplumsal yapının tarihsel gelişimi ile ayrılmaz bir bağ içerisinde olup, içerisinde devindiği sosyo-ekonomik formasyonlara uygun biçim alır durur. Nihayetinde “Egemen sınıfın yasalaştırılmış iradesi”dir.

Bu kısa hatırlatmayı yapmamın sebebi, AKP hukukunda da (hukuksuz hukukun da) kapitalizmin gelişimine aykırı bir yön bulunmadığına işaret etmek içindi. Yargı alanına hızlı bir bakış dahi bunu göstermekte. Mahkemelerin yeniden örgütlenmesi, arabuluculuk ve tahkim gibi çözüm yolları, uluslararası hukuk bürolarının serbestçe hareket etmesi, işçileşen avukatlar…

“AKP’nin hem kural koyuculuğu hem de uygulama ve denetimi kapsayan, uluslararası egemen güçlerin isteklerine de uyan hukuk ve anayasa anlayışı dört temel üzerine kuruludur: (i) İstediği zaman, istediği şekilde ve boyutta kurallarla oynamak; sınır tanımaz liberalizme, eş-dost kapitalizmine ve toplumu geriletici yaşam tarzına uygun kuralları getirmek.

(ii) Tarihi kazanımlarla elde edilen haklar ve kurallarla birlikte, kendi değiştirdiği ya da koyduğu kurallarda çifte standart uygulamak; Anayasa hükümlerini istediği gibi kullanmak, kimi hükümlere göz yummak, gözlerin yumulmasını sağlamak. (iii) Bu doğrultuda, Anayasa’nın yürürlükteki hükümlerini ihlal eden yasalar ve diğer hukuk belgelerini çıkarmak. (iv) Başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere, denetleyici ve yorumlayıcı yargıyı da bu modele uyarlamak.”24

 

AKP’nin memlekete dair özel bir gündemi olması, onun sermaye sınıfından bağımsız hareket ettiği anlamına gelmiyor. Ya da tersinden söyleyecek olursak, politikalarını sermaye sınıfı çıkarları doğrultusunda şekillendirmesi, kendisinin cumhuriyet tarihinde özel bir yere oturması ile çelişik bir durum değil. İktidar cephesinde yer alan bileşenlerin tümünün politikaları da sermaye sınıfının egemenliğinin sürmesi üzerinden yürümekte.

Sermaye sınıfı ise zaten memleketteki gidişatın temel yörüngesi ile yaşanan dönüşümlerle doğrudan ilgili ve müdahil. Böyle ise, hukuk alanında da kapitalizmi karşısına almayan bir seçenek içerisinde yol alınabilir mi?

Cemaat ile Hükümet arasında yaşanan gerilimde, bir yana bakıp “paralel devlet” diğer yana bakıp “yolsuzluk” görüp, sonra da tek tek bu sorunları çözmek üzerinden hareket etmek ne kadar gerçekçidir?

Milyonların adalet arayışında olduğu, yaşanan yolsuzluklar ve hukuksuzluklar üzerinden “hükümet istifa” diye seslerini yükselttikleri bir dönemde, bu çağrı görmezden gelinerek çözüm önerileri sıralanabilir mi?

Eğer birkaç kötü adamı ve uygulamayı kenara çekip, “normalleşme”yi sağlayarak, bu gerici ve işbirlikçi Cumhuriyet’in kurum ve kuralları ile yol alınmaya razı olunacaksa, bu ülkenin adalete olan ihtiyacı sona ermeyecektir.

Memlekette yaşanan kriz, İkinci Cumhuriyet’in krizidir. Zaten bu nedenle “hukuki” çözümler yetmemektedir. Bu nedenle hukukçuların “hukuk dışına” çıkması gerekmektedir.

Kuşkusuz, toplumsal hak ve kazanımlara yönelik bir mücadele önemsiz değil. Bu mücadeleler sonucunda elde edilen haklar olduğu da tartışmasız. Ancak bu mücadelenin nasıl formüle edileceği, örgütleneceği ve yeni bir cumhuriyet hedefi ile bağının nasıl kurulacağı önemli.

Kimin hukuku sorusunu sormadan (ve yanıtlamadan) yola çıkılması halinde pusulasız kalınacağı açık.

Yasaların uygulanmadığı, bir gecede değiştirildiği, milyonların toplumsal adalet arayışında olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Bu arayış meşrudur ve örgütlenmektedir.

Aradığımız bağ buradadır: Adalet mücadelesi.

Öyle ise, toplumun adalet arayışının hukuk cephesindeki formu da güçlendirilmeli, hedefleri somutlanmalı ve çeşitlendirilmelidir. Hukuk alanındaki yurtsever, devrimci kanal yargının tüm bileşenlerini içerecek genişlemeyi hedeflemeli ve birleşik bir örgütlenme sağlanmalıdır.

Bu yazıda konu edilmeyen savunmanın ve örgütü olan baroların adalet mücadelesindeki konumları ileriye doğru çekilmeli, siyasi iktidarın TMMOB’a yönelik gerçekleştirdiği etkisizleştirme mekanizmalarının Barolar Birliği ve barolar üzerinde gerçekleşme olasılığına izin verilmemelidir.

Bugün Barolar Birliği Başkanı tarafından dile getirilen, zaten uzun zamandır hukukçular ve örgütleri tarafından seslendirilen öneriler önemlidir. Ve kuşkusuz ekler yapılmalıdır. Örneğin; bu süreçte görülen tüm politik yargılamaların geçersiz sayılmasını sağlayacak bir çalışma yürütülürken, halka karşı işlenen suçların, yolsuzlukların sorumlularının hesap vermesi de takip edilmeli, kapatılan, başlatılmaya dahi gerek görülmeyen soruşturmaların tekrar açılması sağlanmalıdır.

Haziran Direnişi’nde hayatını kaybeden gençlerimizin katilleri ve onların koruyucuları hesap verene kadar peşleri bırakılmamalıdır. Haziran Direnişi ile bu topraklarda hiç olmadığı kadar meşruiyet kazanan halkın direnme hakkına yönelik siyasi iktidarın baskısını püskürtecek çalışmalar yapılmalı, bu hakkı kullanan yurttaşların yargılanmalarının önüne geçilmelidir.

Olağanüstü mahkemelerin dağıtılması, Terörle Mücadele Kanunu’nun ve diğer tüm baskıcı yasaların çöpe atılması, gizli tanıklık ve benzeri düzenlemelerin kaldırılması sağlanmalıdır.

2010 Referandumu’ndan sonra “hukuksuz” olarak oluşturuldukları ortaya saçılan HSYK, Anayasa Mahkemesi ve diğer Yüksek Yargı Organları yeniden ya-pılandırılmalıdır. Kopya çekildiği sabit olduğu halde mesleğe alımın yapıldığı hakim ve savcı sınavı geçersiz sayılmalıdır.

Tüm bunlar (şüphesiz ekler yapılacaktır) ilerici hukukçuların, örgütlenmelerinin geç bile kaldığı, bugünün görevleridir. Ancak bir kez daha tekrarlamak gerekiyor; bu başlıkların hangi bağlama yerleştirileceği sorusu yanıtlanmadan atılacak adımların bir karşılığı olmayacaktır.

Devlet krizini çözmek için mi?

Yeni bir cumhuriyet için mi?

Hukuk devleti için mi?

Adalet için mi?

Dipnotlar

  1.  Açıklamanın tamamı için bkz.: http://www.zaman.com.tr/gundem_yazarlar-vakfindan11-iddiaya-11-cevap_2119341.html
  2.  Anayasa Mahkemesi’nin yukarıda andığımız iki kararı iktidar cephesi açısından sürecin hızlandırılması için tetikleyici olmuşsa da, aslında planlamanın daha eskiye dayandığı artık rahatlıkla görülüyor. 2007 yılının yaz aylarında “Ergenekon” soruşturması kapsamında ilk gözaltılar ile düğmeye zaten basılmıştı. Hazırlıklara ise şüphesiz çok önceden başlanılmıştı: 2005 yılının sonunda Şemdinli’de Umut kitapevinin bombalanmasının ardından Yaşar Büyükanıt’a yöneltilen suçlamalar, aynı tarihlerde, artık neredeyse kimsenin hatırlamadığı, Van 100. yıl Üniversitesi rektörünün tutuklanması, 2006 Mayıs ayı Danıştay baskını ve hakim Mustafa Yücel Özbilgin’in öldürülmesi ile 19 Ocak 2007 tarihinde Hrant Dink’in öldürülmesi.
  3.  Bir yandan da “tarihi yeniden yazma” gayretine girildi. “12 Eylül İddianamesi” bunun en bariz örneği. 12 Eylül’e giden süreci, 12 Eylülcüler gibi sağ-sol çatışması olarak tanımlayarak basitleştirmeye çalışan iddianame, ne darbenin arkasında yer alan NATO’dan, sermaye örgütlerinden, ne hakları gasp edilen, örgütleri dağıtılan emekçi halktan ne de 24 Ocak kararları ile darbe arasındaki ilişkiden bahsetmekte. Darbenin müdahilleri arasında AKP, MHP, BBP ve Haluk Kırcı yer almakta. Ama örneğin, savcı Doğan Öz’ün, gazeteci Abdi İpekçi’nin ailelerinin müdahillik talepleri kabul olunmadı.
  4.  İlhan Cihaner, “AKP Davalarında Ortaklaşan Yönler ya da İddianameler Çağının Eleştirisine Giriş”, Derleyen: Erhan Nalçacı, Suat Özeren, İkinci Cumhuriyet’in Düzeni, Yazılama, Ekim 2012, İstanbul, s. 124.
  5.  İlhan Cihaner, age., s.129-136.
  6.  Bildirinin tamamı için bkz.: http://adaletvesosyalizm.org/pages/about
  7.  Orhan Gazi Ertekin, Yargı Meselesi Hallolundu, Epos, 2011, Ankara, s. 127.
  8.  Orhan Gazi Ertekin, “Cemaatin siyasi inisiyatifi ele geçirme operasyonu”, Söyleşi: Murat Aksoy, Yeni Şafak, 23 Aralık 2013 http://yenisafak.com.tr/roportaj-haber/cemaatin-siyasiinisiyatifi-ele-gecirme-operasyonu-23.12.2013-596205.
  9.  Yargının diğer bir bileşeni avukatlar tam olarak böylesi bir tanımlamanın içine sokulamasa da, onların duruşunda da hep bir “sorun” bulunmaktadır. Avukatlara (ve örgütleri olan barolara) yönelik bir ezber şeklinde dile getirilen “muhalif olma” hali oldukça tartışmalıdır…
  10.  Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın projesi olan Anayasa Mahkemesi Vakfı’nın da bu kategoride değerlendirileceğini düşünmüyorum. Ancak, ticari yanı da olan bu oluşumun dikkatle izlenmesi gerekiyor.
  11.  http://www.adaletvesosyalizm.org/onumuze-bakalim
  12. Örneğin, 2013 yılı içerisinde Bursa’da kurulan ve bu kentte görev yapan 200’e yakın hakim ve savcının üye olduğu Pozitif Hukukçular Derneği’nin bu amaçla kurulduğu söylenmektedir. Bir Cumhuriyet Savcısı derneğin kuruluşunu şu şekilde kutlamış: “ Osmanlı’nın doğduğu yerden doğan ve kısa bir sürede tüm Türkiye’ye yayılacağını umduğum Pozitif Hukuk Derneğinin…”
  13.  Osman Can, Darbe Yargısının Sonu, Timaş, Ağustos 2010, İstanbul, s. 183.
  14. Orhan Gazi Ertekin, Yeşil Gece, Söyleşi: Siren İdemen, Yücel Göktürk, Express, Temmuz – Ağustos 2011, Sayı 2011-121, s.3.
  15.  Orhan Gazi Ertekin, “Kırmızı Başlıklı Kızın Maceraları”, Orhan Gazi Ertekin, Faruk Özsu, Türkleşmek İslamlaşmak Memurlaşmak, Nika, Mayıs 2013, Ankara, s. 100..
  16.  Faruk Özsu, “Demokratçılık temsilinin son perdesi”, Söyleşi: Yücel Göktürk, Express, Ağustos-Eylül 2013, Sayı 2013-137, s.8.
  17. Bunun yanında, Demokrat Yargı “yetmez ama evet”çi yaklaşımından geri adım atmadı. Bugüne dair “yanlış okuma”larında da bu yaklaşımın izleri görülmekte. Orhan Gazi Ertekin bir söyleşide, konuya ilişkin bir soruya verdiği yanıtta şunları söylüyor: Referandum sürecinde “evet” dememizin birden çok sebebi var. En önemli nokta şudur: “hayır” seçeneği, bizi geçmişin despotik idaresinin statik mekânlarına sıkıştırmaktan başka bir şey vaat etmiyordu. Esas olarak böyle bir seçenekte politikanın hiçbir imkânı yoktu. Eski yapının içinde dinamik bir konum almak mümkün değildi. Sadece sizi kendi yapısının bir yedeği olarak konumlandırıyordu. http://www.sendika.org/2011/07/orhan-gazi-ertekin-yargida-yeni-kavga-akpnin-ic-gerilimlerinden-tureyecek/
  18.  Rıza Türmen, “Ülkede hukuk yok korku var”, Yurt, 17 Ekim, http://www.yurtgazetesi.com. tr/gundem/ulkede-hukuk-yok-korku-var-h43304.html
  19. Sami Selçuk, “Hukuki Tanıda Yanılgı”, İmge, Aralık 2013, Ankara, s. 99-100
  20.  İbrahim O. Kaboğlu, “2014: ‘Hukukla tanışma’ yılı olabilecek mi?”, Birgün, 2 Ocak 2014 http://birgun.net/yazi-goster/ibrahim-o-kaboglu/2-1-2014/2014-hukukla-tanisma-yili-olabilecek-mi-1575.html
  21.  Orhan Gazi Ertekin, “Cemaatin siyasi inisiyatifi ele geçirme operasyonu”, Söyleşi: Murat Aksoy, Yeni Şafak, 23 Aralık 2013 http://yenisafak.com.tr/roportaj-haber/cemaatin-siyasiinisiyatifi-ele-gecirme-operasyonu-23.12.2013-596205
  22.  Açıklamanın tamamı için bkz.: http://www.barobirlik.org.tr/Detay22313.tbb
  23.  Açıklamanın tamamı için bkz.: http://www.adaletbiz.com/barolar-birligi/metin-feyziogluelestirilere-cevap-verdi-h11742.html
  24.  Ali Rıza Aydın, “Yeni Anayasa mı, Yeni Toplumsal İlişki ve Yapı mı?” Gelenek 117, s. 100
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×