Aile ve Komünizm

2019 yılının ilk günlerinde Türkiye, hikâyesi televizyon ekranlarında paylaşılan bir aileyi konuşuyordu. Ailenin mensubu bir erkek, dinsel güçleri olduğuna inandırdığı aile fertlerini esir alıyor, işkence ediyor hatta cinayet işliyor, tüm bunlara maruz kalan kişiler ise sessizce teslim oluyordu. Küçük peygamber, gericiliğin sağladığı zemin üzerinde, arkasında öldürülen ve istismar edilen insanlar bırakarak, erişmek istediği mülkiyete giden yolda bir hayli mesafe kat etmişti.

Tüm trajik yanlarıyla sosyal bir vaka olduğu su götürmeyen Palu ailesi, sosyal bilimcilerin de ilgisine mazhar oldu. Ancak her nasılsa, dinsel taassubun koyu gölgesinde mülkün el değiştirdiği bir aileyi tartışırken gelinen nokta, cumhuriyetin mahkûm edilmesiydi.

Konu hakkında değerlendirmelerde bulunan bir akademisyen1 aileyi bir arada tutanın “sırlar” olduğunu iddia ediyor, cumhuriyetin taleplerini karşılayamayan ailenin bir “sır yuvası”na döndüğünü söylüyordu. Maddi ilişkilerin adını anmadan bir sırlar odası tarif eden akademisyene göre, akraba evliliğine karşı çıkan cumhuriyet daha yönetilebilir olduğu için çekirdek aileyi özendirmiş, geniş ailelerin varlığına bu nedenle karşı çıkmıştı. Özlemle anılan geniş ailelerde köleleştirilen, yaşamına dair söz hakkı olmayan kadınlardan söz edilmiyor, muhtelif sosyal bilimciden alıntı yapılıyor, sırlar, cemaatler ve postmodern bir Kemalizm eleştirisi derken, tartışmanın nihayeti hepsinden daha fazla hayal kırıklığı yaratır niteliğe kavuşuyordu: ‘Daha sempatik’ bir aile tesis edilebilirdi.

Modern aile ve komünistler: Savaş ya da barış dışında bir alternatif

Ailenin merkezde durduğu bir tartışma yürüteceksek, yukarıdaki gibi bir başlangıç tedirginlik yaratmış olabilir. Komünistler çekirdek aileye sahip çıkarken, bahsi geçen akademisyenin önerdiği gibi, daha dayanışmacı bir aileye burun mu kıvıracak?

Modern aile söz konusu olduğunda, çoğumuzun dâhil olduğu bu modeli yüceltecek miyiz?

İş bölümünün ve ürünlerin paylaşımının eşitsizce düzenlenmesi eşliğinde, kadın ve çocukların erkeğin kölesi olduğu bir model içinde mülkiyetin doğduğunu söyleyen, aileyi sınıflı toplumun başlangıcı olarak gören Marx ve Engels’in ardından, sınıfsız bir toplum kurma idealini paylaşan komünistler, aile hakkında olumlu sözler edebilir mi?

Öyle olmayacağını söyleyebiliriz. Ancak bir öncelik tarif etmek gerekiyor. Marksizmin tarih görüşü için esas olan “ilerleme” fikri, buradaki tartışmanın ekseninde, merkezde duracak.

Marksizm, tarihin hareketinden, üretim ve mülkiyet ilişkilerinin gölgesinde, birbirleriyle mücadele eden sınıfların sorumlu olduğunu savunur. Marksist tarih görüşüne göre, maddi hareket ve düşünsel gelişim birbirinden ayrılamaz, ilerleme bu bütünün sonucudur. Ama ilerleme her zaman sınıfsız toplum, komünizme göre tarif edilir. Tarih her zaman ileriye gitmek zorunda değildir, ancak ilerlemenin tanımlanması için de bir referans noktası her zaman mevcuttur: Komünizm…

Sonsuzluğa uzanan sayı doğrusunda, sağa gittikçe sayılar büyür. Çizginin sonunda devrim hedefini gören komünistler için de, modern aileyi ve Cumhuriyet sonrasında kadının eriştiği pozisyonu tartışmak -o çizgide düz değil, sıçramalarla ilerlendiğini teslim ederek- biraz böyledir. Modern aile, sayı doğrusunda komünist toplum hedefinin gerisinde, ama o hedefe giden yolda, o hedef için verilen mücadelenin içine yerleştirildiğinde anlam kazanacak bir yerde durmaktadır.

Şimdi ayaklarımızı bu çizgi üzerine basarak, 1926’da Medeni Kanun ile getirilen tek eşlilik ve resmi nikâh zorunluluğunu, kadınlara evlenme, boşanma ve mirasta eşitliğin sağlanmasını, 1934’te kazanılan seçme ve seçilme hakkını ele alabiliriz.

Medeni Kanun’dan önce, erkeklerin çok eşliliği kural koyucu olarak dini adres gösterir ve gökyüzünden imam nikâhı ile onay alırken, bunun sonuçları yeryüzünde kadınların ezilmesi, kumalık, bakım sorumluluğu üstlenilmeyen çok sayıda çocuk olmuştur.

Resmi nikâh zorunluluğu ise, bir erkeğin çok sayıda kadınla, ataerkinin belirlediği kuralsızlıkla kurduğu ilişkilerin önlenmesini sağlamıştır. Kadınlara boşanma ve mirasta eşit hakların tayin edilmesi, mülkiyet ilişkilerinin henüz işçi sınıfının lehine devrimci bir dönüşüm yaşamadığı evrede, bir kadın ve erkeğin kuracağı erişilebilir en eşit ilişki için, geçici de olsa temel, gerisine düşülemeyecek koşullardır.

Peki siyaset yapma hakkının, kadınların özgürleşme mücadelesinde önemli bir uğrak olmadığını söylemek mümkün olabilir mi? Bu hak, kadınların nasıl bir ülkede yaşamak istediklerini beyan etmesinin, o beyan doğrultusunda somut adımlar atmasının önünü açan bir hamledir.

Aynı şekilde nafaka düzenlemesi hakkında yürüyen tartışma da, bu başlıkta değerlendirilmeye açıktır. İşsizlikle boğuşulan, ücretsiz konut hakkının olmadığı, çocuk bakımının kamusal kaynaklarca üstlenilmediği bir ülkede, nafaka hakkının tartışmaya açılması yaşam hakkının tartışmaya açılmasıyla neredeyse aynı şeydir. Eşitliğin sağlanmadığı bir toplumda, kadınların ve çocukların yoksulluğun, şiddetin, istismarın ilk hedefi olduğu bir düzende, koruyucu düzenlemelerin bir anlamı elbette vardır.

Eşitsizlikler düzeninde bu adımlar birer kazanımdır ama komünistler burada durup soluklanamaz. Bu kazanımlardan geri düşmemek komünistler için ancak bir sınır hattıdır, bir varış noktası değildir. Kapitalizmi yıkma iradesi eşlik etmediğinde bu kazanımlar, taşınması güç yüklere dönüşür.

Daha ileri olanı hedeflemeyen, mevcut olanı da koruyamaz.

Marksistlerin tarih çizgisinde bir yere tutunan tüm bu adımlar, postmodern tarih görüşü için havada manasızca süzülür. Oysa bu hakların, tedbirli burjuva devrimcilerinin elinde silik bir aksesuara dönüşmesi, tarih çizgisinde ifade ettiklerinin ve sıçrayarak ifade edebileceklerinin anlamını azaltmaz.

Komünistler için kadınların edindiği bu haklar, devrimci bir dönüşümün sağlanması için ifade ettikleri nedeniyle de önemlidir. Bir bütün olarak tarihin, bir kesit olarak ise kadınların tarihinin salınımındaki her an, devrim merkeze alınarak bir değerlendirmeye tabi tutulur. Modernleşme sürecinin nişanları olarak beliren bu haklar, genel olarak Türkiye işçi sınıfının, biraz daha yakından bakıldığında ise onun bir parçası olan işçi kadınların elinde, modernleşmeyi aşmanın araçları olabileceği için anlamlıdır.

Bu haklar bir kez tarif edildikten sonra, kadınların bir toplumsal dinamik olarak tecrit edilmesi için yapılan hamleler, cumhuriyeti önemsiz kılmaz. Buradaki çelişki cumhuriyetin felsefesinin değil, burjuva devrimciliğinin sınırlarının, bu sınırlar dolayısıyla yapılan tercihlerin ürünüdür.

Modern aile iyileştirilemez, yıkılmalıdır

O halde, Medeni Kanun’un çizdiği sınırlar ve 2002’de yapılan düzenleme çerçevesinde, kadın ve erkeğin eşit temsiliyet hakkının olduğu modern aile için de durum böyle midir?

Modern ailenin hukuku, erkeğin çok eşliliği ve kadının hizmetçiliğine dayanan aile modelinin elbette ilerisindedir. Ancak burjuvazinin karmaşık ve çelişkili dünyasının bir yansımasıdır da modern aile. Bu ailenin içinde kadınlar yalnız sonsuz ve amaçsız bir çaba içinde ev işleriyle geçirmez ömrünü, orada öldürülürler de. Çocuklar her şekilde istismar edilir, insan sağlığı ve onurunu tehdit eden tüm bağımlılıklar da bu yapının içinde nefes alır. Komünistler için, toplumun maddi örgütlenme biçiminin, ailenin yapısı üzerinde etkisi vardır. Bu nedenle aileyi kendi başına konuşmak bilimsel düşüncenin sınırları dâhilinde mümkün değildir, tarihsel bağlama ve üretim ilişkilerine bakmak zorunludur.

Komünistler, bu yapının iyileştirilebileceğini düşünmez. Kapitalizmin doğurduğu modern aile, evet çözülmektedir. Çözülüşün bu haliyle ilerici bir yan taşıdığı da söylenemez üstelik. Taşıdığı tüm bu hastalıklarla birlikte modern aile, rehabilite edilebilir de değildir. Ne bu aileyle ne de onu yaratan kapitalizmle hesaplaşmak dışında bir kurtuluş penceresi açmak mümkündür. İşçi sınıfının düzen içinde bir kurtuluş seçeneği olmadığını bilen komünistler, kadın, erkek ve çocukların da modern aile içinde refaha eremeyeceğini söyler. Tıpkı kapitalizmin gövdesinden çıkan işçi sınıfının tek seçeneğinin onu onarmak yerine yıkmak olması gibi; modern aile de, yıkılmalıdır.

Komünistlerin ufkunun gerisindeki tablo ise ilginçtir, ortaya her kesimin kendi nesebince yapabileceği bir aile, hatta annelik övgüsü çıkar. Üstelik kapitalizmin sınırlarına sıkışan tartışma, AKP’de de, AKP karşıtı olduğunu söyleyen bir liberalde de örtüşen vurgular içerebilir. Birinin kutsal dediğine, diğeri dayanışmacı der ve nihayetinde aile de, annelik de bir güzellemeyle anılabilir hale gelir.

Elbette her argüman aynı değildir. Kadınları daha fazla çocuk doğurmaya zorlamak, kürtajı emekçi kadınlar için ulaşılabilir bir hak olmaktan çıkarmak, kadınlara “eşitlik değil adalet isteyin” diyerek kendi adalet anlayışlarını dayatmak bunun bir ucudur. Ama diğer ucunda da, “annelikte güçlendirici bir potansiyel olduğunu” söylemenin kendine yer bulduğunu görmezden gelemezsiniz. Tarihsiz ve sınıfsız kaldığınızda, anneliği gerçekten “Kendinden başka bir insana açılmanın aşka benzer yanı”na benzetebilirsiniz. Bu sözleri bir liberalin mi yoksa partisinin kadın kolları toplantısında konuşma yapan Cumhurbaşkanının mı söylediğini ayırt etmek, pek de mümkün görünmemektedir.

200 yıllık çelişki: Evde mi işte mi?

Kapitalizmin çelişkilerle yüklü doğası, ailenin organizasyonu tartışmasına, kadının evin dışında mı yoksa içinde mi olacağı sorusunu da biraz başıboş bir şekilde salıverir.

Henüz 19. yüzyılda Britanya’da, insanlığın gördüğü en acımasız koşullarda, sermayenin “ev işi” dediği işlerde çivi yapıcı, dantelci ve hasır örücü olarak çalışan kadınlar için, tablo değişmeye başlamıştır. 1839’da Britanya İmparatorluğu’ndaki pamuk, yün, ipek ve keten işlerinde çalışanların yarısından fazlasının kadın olduğunu anlatan Marx, makineleşmenin sonuçlarından birinin kadının üretim sürecine katılması olduğunu söyler.2 Maliyetleri düşük emek araçları olarak kadınlar ve çocuklar da, sermayenin güncel ihtiyaçları nedeniyle, işçi sınıfının parçası haline gelmiştir.

Birkaç on yıl sonra ise bir Marksist, sahip olduğu tarih görüşü ekseninde tabloyu yorumlarken, küçük sanayi kollarında ve manifaktürde ataerkil ilişkilerin kalıntılarının, kişisel bağımlılığın çeşitli biçimlerinin her zaman görüldüğünü söyler, makineli büyük sanayide durumun farklılaştığını vurgular. Büyük sanayinin geçmişi gerçekten “küçük gördüğünü”, bu kalıntılara kesinlikle katlanamadığını belirten bu isim Lenin’dir ve üretimin düzenlenmesinde sermayedarın gereksindiği koşullardan birinin de, bu modası geçmiş geleneklerden kopuş olduğunu anlatır. Nüfusun yaşam koşullarında fabrikanın yarattığı bu değişime dikkat çeken Lenin, sözlerini şöyle bağlar: “Kadınların ve gençlerin üretime çekilmesi özü bakımından ileri bir olgudur.”3

Elbette burjuvazinin yanardönerli dünyasında, Lenin’in berrak vurgusundan eser yoktur. Sermayedarın kararsız, titrek ama faydacı adımları, kadının evin dışına çıkması bahsinde de kendini gösterir. Oysa sıralama ve sıçramaları değişse de, kapitalizm evrensel bir üretim biçimidir ve iktidardaki özne, hâkim sınıfın ihtiyaçlarına kendi politik zaaflarıyla didişerek de olsa “bu çağa ait” bir yanıt vermek zorundadır.

Halen tüm dünyada erkeklerin işgücüne katılma oranı yüzde 75 iken, kadınlarınki yüzde 49 bandında seyretmektedir.4Buna karşın kadınların işgücüne katılım oranları, 2009 krizindeki dip noktasından sonra, zayıf da olsa bir yükseliş göstermektedir. Bu AKP’nin yönettiği Türkiye’de de, kesintili niteliğinden bağımsız olarak böyledir.5

Evet, üretimin ev dışına taşınmasının, erkeğin evdeki gücü sarsabilecek etkileri vardır. Ataerkil ve dinci gerici sistem bunun sonuçlarıyla barışık değildir, kadınların daha geç yaşlarda evlenmesinin, daha az sayıda çocuk doğurmasının, boşanma talebi konusunda daha özgüvenli olmasının AKP’nin mutluluğunu perçinlemeyeceği kesindir. Üstelik yalnız bu da değildir. Daha önemlisi, üretimin toplumsal örgütlenmesine katılan bir kadın, sermaye sınıfının bekası için daha tekinsizdir.  Tüm bunlara karşın sermaye için öncelikli olan daha ucuza, daha fazla “canlı emek”tir. Bu nedenle “AKP kadını eve kapatıyor”, bir sermaye grubu olarak da işlev gören iktidar partisi için, üstesinden gelemeyeceği kadar büyük, tarihin verili katmanına sığması güç bir iddiadır.

Sermayenin ihtirasları, evin içini de belirler

Öte yandan sermaye için birikim süreci, mevcudun gerçekleştirilme ve artırılma araçları olan yeni ücretli işçilerin yaratılmasını da içerir. Bunun bir yolu, kadınların işgücüne dâhil edilmesi ise, diğer bir yolu da nüfusun büyümesini artırmalarını sağlamaktır. Bu nedenle daha az çocuk doğuran kadın yalnız AKP’yi değil, refah modeli olarak yüceltilen ülke iktidarlarını da kaygılandırmaktadır. İsveç, Güney Kore, Japonya gibi ülkeler, bu konuda aldığı bir dizi önlemle bilinen örneklerdir. Kadınlar, sermayenin ihtiyaçlarını gözeten bir nüfus politikası için, açıkça nesneleştirilmekte beraberinde ise yalnız ve güçsüz bırakılmaktadır. Kadının işgücüne katılmasını, çocuk doğurmasını, bakım işlerini üstlenmesini beklerken elini cebine pek de atmak istemeyen sermaye sınıfının icadı, daha esnek ve daha yoğun sömürü koşullarının dayatılması olmuştur.

Özel alanın üretim ilişkilerinin gölgesinde anlaşılabileceğini savunan komünistler için, yeniden üretim kavramsallaştırması türün yeniden üretiminin dışında, işçinin emek piyasasına hazırlık sürecini de içerir.

Ev içi emek ve çocuk bakımının, meta üretimine dayanmadıkları için daha az değerli görülmesi,  kapitalist değer sistemine ait bir gerçektir. Üretici emek kavramı, emeğin belli bir içeriğiyle, özel yararıyla ilişkili değildir, kapitalistin maddi yararı esastır. Kadının pazarda takas edilmeyen ev içi emeği, artı değer üretmez belki ama artı değer üretimine katkıda bulunur. Kapitalist anlamda üretken değildir, bununla birlikte toplumsal bir kullanım değeri yaratır. Komünistler içinse evin içi, tarih dışı bir “doğallığa” indirgenmiş değildir.

Rosa Luxemburg, 1912’de “Kadınların oy hakkı ve sınıf mücadelesi” başlıklı konuşmasında, kadınların evde yaptığı işlere değinir. Patronun cüzdanına para süpüren bir müzikhol dansçısını üretken bir işçi gören kapitalizmin, evde çalışan işçi kadın ve anneleri üretken görmediğini söyler. Rosa, kadınların evin içindeki işlerinin kapitalizmin devamı için kıymetli olduğunu ancak pazarda böyle anılmadığını, artı değer üretmediği gerekçesiyle değersizleştirildiğini büyük bir öfkeyle anlatır.6

Görünen o ki kapitalizmde kadının emeği, evin hem içinde ve hem de dışında önemsizleştirilmekte, bununla beraber sermaye her ikisinden de vazgeçememektedir.

Bir aileden saçılan kötülükler… Kim yarattı, kim süpürecek?

Tüm bu ağır saldırının ortasında, düzen içi önermelerin en sık duyulanlarından biriyse “kadınların aile içinde güçlendirilmesi”dir.7 Üstelik bu kavramsallaştırmayı AKP’liler kadar, feministler de kullanmaktadır. Kadınların bugünkü mücadelesi, bu düzenin içine sıkışan küçük kalkanlar kazanmakla sınırlı kaldığı sürece, ne evin içi ne de dışarısı eşitlikçi bir yaşam vaat edebilmektedir. Komünistlerin ezberi ne yazık ki haksız değildir, eşitlik yoksa özgürlük de nefes alamamaktadır. Kadınlar hangi saatlerde sokağa çıkarlarsa cinsel saldırıya uğramayacaklarını sordukları bir noktaya savrulurken, sokak lambalarının sayısının önemi, düzenin içinde bir yerlerde beyhude bir şekilde tartışılır durur.

İşte Palu ailesi, tüm bu beyhude tartışmaların yanında, burjuvazinin hâkim sınıf olduğu mülkiyet ilişkilerinin içine, dinselleşmenin bu ilişkilerin sorgulanabilirliğini zayıflatması kaygısıyla pekiştirildiği bir Türkiye’ye doğdu. Akademisyenin mülakatında söylediği en doğru şey, Palu ailesinin bir istisna olmadığıydı. AKP’nin muhafazakâr aileyi kurumsallaştırmaya çalıştığı iktidar yılları, 8 Martlar’da dokunaklı kadın videoları yayınlayan patronların desteğiyle bu denli uzadı, sarsıntıları rağmen ayakta kaldı. İşte bu yüzden Palu ailesi ortaçağa değil, tüm fertleriyle bu yüzyıla ait ve her yerde. Bu ailede temsil edilen tüm kötülükler, bu yüzyıla ait çelişkilerin hedef alınmasıyla yeryüzünden silinecek. O çelişkileri hedef alabilecek bir mücadele ise, akademisyenin hayal ettiği gibi ilerleme fikriyle çarpışarak değil, sosyalist devrim hedefine bağlı kalınarak, devrimi aramaktan hiç kopmadan verilebilecek.

Dipnotlar

  1. https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2019/01/12/nukhet-sirman-palu-ailesini-istisna-gibi-gostermek-korkunc/
  2. https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2019/02/16/aksu-bora-ogrenilmis-bir-ideolojidir-ask/
  3. Marx, Kapital’in ‘Makineler ve Büyük Sanayi’ başlıklı 13. bölümünde bu ilişkiyi ayrıntılarıyla anlatır.
  4. V.I. Lenin, Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi, Sol Yayınları, Mart 1988
  5. https://www.ilo.org/infostories/en-GB/Stories/Employment/barriers-women#unemployed-vulnerable
  6. https://data.worldbank.org/indicator/SL.TLF.TOTL.FE.ZS?locations=TR
  7. https://www.marxists.org/archive/luxemburg/1912/05/12.html