AKP ve hukuk yalanları: Kuşatılmış yaşamın hukuku

“Sizin fikirleriniz düpedüz, burjuva üretim ve mülkiyet ilişkilerinizin ürünleridir; tıpkı hukukunuzun da, kendi sınıfınızın yasalar düzeyine çıkarılmış iradesinden -içeriği, sınıfınızın maddi yaşam koşullarınca belirlenmiş bir iradeden-  başka bir şey olmadığı gibi.”

(Komünist Manifesto)

12 Eylül 1980 faşist darbesinden sonra hem kurumları ve kurallarıyla hem de uygulaması ve denetimiyle hukukun askıya alındığını biliyoruz. Bu baskı ve şiddet döneminde, yönetimdeki beş askerin Milli Güvenlik Konseyi (MGK) adı altında seri MGK kararları aldığını ve düzeni bu hukuk dedikleri kararlarıyla yürüttüklerini de biliyoruz.

Hukuk, hak mücadelelerinin yansıtıcısı ve toplumsal düzen belgesi ama Hans Fallada’nın “Küçük Adam Ne Oldu Sana”sını anımsatan hukuk püsürleri, adaletsizlikleri, gaspları, baskıları, düşmanlıkları ve çelişkileriyle tarihin farklı dönemlerinde farklı maskelerle insanların karşısına çıkarılmıştır hep. Keyfilik ve hukukun yan yana yürüyebildiği zaman dilimleri de az değil.  Bu, “hukuk ne oldu sana” dedirten tabloda şaşılacak bir yan yok. Çünkü tarih sınıfların tarihi ve hukuk tarihi de bunun içinde.

Şaşılacak yan, hukukun sınıfsallığını görmeden ve sınıfsal analizini yapmadan “hukukun üstünlüğü”nü tabu yapmak. O zaman hukuksal olmasa da kimi davranış ve düzenlemeler ya da kararlar meşru hukuk olarak kabul edilebiliyor; olağandışı dönemlerin hukukla bağdaşmayan kuralları, otoritesi, yasak ve yaptırımları halkın üzerine karabasan gibi çökebiliyor; olağandışı dönemlerin sonunda geldiği sanılan olağan dönemlerin hukuk tuzağına kolaylıkla düşülebiliyor.

Darbeden iki yıl sonra gelen ve halkoylamasında % 97.37’lik oranla evet oyu alan 1982 Anayasası bu tuzaklardan biriydi. Darbe Anayasası, aslında darbe nedeninin ve darbeden sonra MGK tarafından ve (MGK ve Danışma Meclisinden oluşan) Kurucu Meclis tarafından çıkarılarak kanun olarak kabul edilen ve 12 Eylül hukuku olarak tanımlanan birçok düzenlemenin, kurumun ve yıkımın bileşeniydi.

Sonrasında geçilen parlamenter dönemle Lenin’in “anayasal parlamenter krallık” tanımını kanıtlarcasına bugünlere gelindi. 1990’lı yılların koalisyonlar dönemine ve bu dönemde yapılan kısmi hukuk rötuşlarına tahammül edilemedi. Ki bu dönem sanıldığı gibi yalnızca otoriter ve yasakçı darbe Anayasasının hak ve özgürlüklerdeki sınırlamalarının esnetildiği dönem de değildi. Darbecilerin ve ANAP’ın yapamadığı kimi geçişler bu dönemde yapıldı: Özelleştirme, kamu yatırım ve hizmetlerinin özel hukuk sözleşmeleri ile özel/tüzel kişiler tarafından yapılması Anayasaya girdi. Kamu hizmetleriyle ilgili imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerinden doğan uyuşmazlıkların ulusal veya uluslararası tahkim yoluyla çözümü anayasal kural haline geldi.    

Tıpkı 24 Ocak 1980 kararlarının çıkarılmasının yetmemesi ve arkasından darbenin gelmesi gibi 1990’larda ulusal ve uluslararası sermaye lehine yapılan anayasal ve yasal değişiklikler de yetmedi sermaye sınıfına. Soyut hak ve özgürlük esnemelerine münferit ve etkisiz de olsa işçi eylemleri eklenince, 2002 yılının sonlarından itibaren bir proje partisi olarak AKP’ye düştü görev.

AKP döneminin rahatlığı

AKP dönemi, bir yandan hâlâ içinde yaşadığımız yakın tarih, bir yandan da on yedi yıla yaklaşan uzun ve kesintisiz süre. Hem krizleri içinde taşıyor hem de sermaye sınıfının birikimi ve kârını artırmadaki, kamusal kaynaklardan yararlanmadaki üstünlüğünü.

AKP’nin asıl başarılı olduğu alansa, emekçilerin tüm baskı ve engellere karşın mücadelelerle elde etiklerini hem hukukla hem de uygulamayla geri alması; geri almakla kalmayıp esnek, güvencesiz, ucuz ve yedek işgücü için hukuku altüst ederek yeni düzenlemelere ve uygulamalara imza atması.

AKP yönetiminde sermaye yanlısı, piyasa ağırlıklı politikalar hukuka egemen olurken emekçiler üzerindeki hak gaspları ve sınırlamalar neoliberalizmin de koşullandırmalarıyla arttı. Bu müdahale ve artışa etki eden faktörler;

  • 12 Eylül’ün otoriter yönetim tarzı ve hukukunun, 2002 sonuna kadar farklı hükümetler tarafından yürütülen tek siyasetin ve emperyalizmin neoliberal politikalarının AKP’ye devreden mirasıyla,
  • AKP’nin parlamentoyu sermaye ve kendi siyaseti yönünde verimli çalıştırması ve denetim mekanizmalarını köreltmesiyle,
  • Bu, yasama organı verimliliği, esnekliği ve payandalığıyla yetinmeyerek 2011 yılında KHK’lerle, 2016 Temmuzundan sonra OHAL KHK’leriyle, 2018 Haziranından sonra da yine KHK’ler ve daha güçlü olarak KHK’ler yerine geçen cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle (CBK) yasama organını birçok alanda işlevsiz hale getirmesiyle,
  • Devletin istenildiğinde piyasadan el çekmesi, istenildiğinde de teşvik, transfer ve tahsislerle sermayeyi desteklemesiyle,

Birlikte kapitalist düzenle bütünsellik içinde oldu.

Burada dört konuyu; bir, OHAL kararnamelerine OHAL’in gerekli kıldığı konular dışında yaygın şekilde kural konulmasını; iki, bu alanda Anayasa Mahkemesinin kendi içtihatlarını çiğneyerek denetimden kaçınmasını; üç, OHAL düzenleme ve uygulamalarının OHAL dönemiyle sınırlı olması gerekirken, OHAL’den sonraki döneme taşınarak süreklilik göstermesini; dört, OHAL KHK’lerinin parlamentodan rahatlıkla geçerek yasalaşmasını özel olarak vurgulamak gerekecek. 

Anayasa ve yasalarla aşağıda örnekleyeceğimiz gibi çok sık oynayan AKP, bunu neredeyse hiç engelsiz yaparken, burjuva demokrasisindeki “muhalefet” kurumunu da varmış gibi gösterip yok saymanın, böylece kendi meşruiyetsizliğini muhalefet aracılığıyla meşrulaştırmanın becerisini de gösterdi.

Hukuk durağan değil dinamik. Bu hareketlilik yapıya, ilişkilere ve koşullara bağlı olarak yön değiştirir. Değişikliğin yönü önemlidir ama bir yandan da hukuk güvenliği önemlidir. Hukuk devleti, kuralların hem idare hem de halk için açık, anlaşılabilir, belirgin olmasıyla, herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermemesiyle, herkes için uygulanabilirliğiyle, kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına ve yorumlarına karşı koruyucu önlemler içermesiyle,  hukuk güvencesi sağlamasıyla yaşama geçer. 

AKP’nin bir başka becerisiyse, dinamik ama hazırlanması, dili, kabulü ve kullanılmasındaki kayıt ve koşullar nedeniyle hukuk güvenliğinin en sağlam ve garantili belgeleri olması gereken anayasa ve yasaların, diğer deyişle anayasal ve yasal güvencenin hiç de öneminin olmadığını kanıtlamasıdır. Bir yandan yasaları, üzerinde oynaya oynaya delik deşik eden ve aynı zamanda muğlak metinler haline getiren AKP, bir yandan da yetki devirlerini yaygınlaştırarak adını “takdir hakkı” koyduğu keyfiliği artırdı. Bu kanıtlama, egemen gücün etkin baskı aracı olmasının uzun bir iktidar dönemine yayılması ve denetimsizlik rahatlığıyla gerçekleşti. 

AKP, sınıflı toplumda “kral hukuk”un çıplak olduğunu, gözlere parmak soka soka ispat etti ama aynı zamanda düzen muhalefetini ve toplumun geniş bir kesimini, “bu çıplaklığı görmeme” konusunda uyuşturdu. 

Her sıkışılan dönemde, konunun özelliğine göre iktidarın ya da muhalefetin, siyasetçilerin ya da hukukçuların, teorisyenlerin ya da pratikcilerin “hukukun üstünlüğü” kavramına sığınmaları bu uyuşturmanın ve kabulcülüğün yansımasından başka bir şey değil. Her şıkışıldığında anayasa ve yasa değişikliğine başvurulması, bunlara reform adı verilmesi, hatta Anayasa’dan dahi çıkarıldığı halde “idam” gibi insanlık dışı cezalara sığınılması da aynı düzen içiliğin yansıması ve de fırsatçılığı.

Oyuncak gibi oynanıyor

Hukukçuların bile altından kalkmakta zorlandığı bir kaotik alan oldu hukuk. “Torba” ön adlı kanunlar, KHK’ler, şimdi de CBK’ler… OHAL KHK’lerinde OHAL’den başka her şey vardı; sonra sıraya girip hepsi, OHAL KHK’si çıkarmadaki kolaylıkla kanunlaştı.

“Bir” hukuk belgesiyle birden çok kanun ve KHK’nin ya da CBK’nin birden çok maddesi değişiyor, yürürlükten kaldırılıyor ya da ek madde, fıkra, bent ve tümceler getiriliyor; ibarelerle ve sözcüklerle oynanıyor. Okumakta ya da tasnifte çekilen güçlük, uygulamada geometrik büyüyor. Bu kontrol edilemeyen büyüklük, amaç ve içeriği perdeliyor aynı zamanda.  

Anayasa delik deşikken diğer hukuk metinlerinin paramparça olması haber niteliği bile taşımıyor. Ya da güncelde öne çıkarılan kimi kurallar üzerindeki kısır tartışmalar özü ve diğer kuralları saklıyor.

Otuz yedinci yılına yaklaşan 1982 Anayasasına, içeriğine girmeden değişiklik sayılarından bakmak bile analiz için hayli ipucu veriyor. AKP’ye kadar gelen 20 yıllık ANAP ve koalisyonlar döneminde 8 değişiklik girişimi var. Bunlardan 1’i halkoylamasında reddediliyor, 7’si yürürlüğe giriyor.

17 yıla yaklaşan AKP dönemindeyse ilk 20 yılın iki katını aşan 17 değişiklik girişimi var. Bunlardan 4’ü cumhurbaşkanınca geri gönderilirken 1’i de Anayasa Mahkemesi tarafından iptal ediliyor. 12 değişiklik yürürlükte. El atılan madde sayısı iki yüzü buluyor. 

Yalnızca bu sayılar bile AKP’nin Anayasa üzerindeki ezici baskısını görmek için yeterli. Değiştirilen, eklenen ve yürürlükten kaldırılan madde, fıkra, tümce ve ibareler ile asıl olarak da içerikler lime lime edilmiş bir anayasayı işaret ediyor.

AKP, 2008 yılında “kanun önünde eşitlik” ve “eğitim ve öğrenim hakkı ve ödevi” maddelerinde yaptığı ek düzenlemelerin, Anayasa’nın değiştirilemeyecek ve değiştirilmesi teklif edilemeyecek laik hukuk devleti ilkesini değiştirdiği gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildiği parti. AKP, aynı yıl, aynı neden ve bu nedene eklenen başka eylemlerle demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine aykırı eylemlerin odağı haline geldiği  gerekçesiyle suçlu bulunup para cezasına çarptırılan parti.

Aynı AKP, 2010 yılında yargı alanında ve 2017 yılında yürütme ve yasama alanlarında öyle Anayasa ve rejim değişlikleri yaptı ki, hem 2008’in hem de “Cumhuriyet”in intikamını aldı, almaya da devam ediyor. İntikamına, tarihindeki anayasal ilke ve yorumları, içtihatları reddederek bu düzenlemeleri Anayasa’ya uygun bulan Anayasa Mahkemesini de kattı.

2010 Anayasa değişiklikleri, yargıyı AKP hizasına çekerken,  anayasal güvence altında olan toplumsal hak ve özgürlüklerin çalışanlar aleyhine budanmasının yolunu da genişletti. Anayasa’nın 51., 53. ve 54. maddelerinde oynanarak, sendika kurma, toplu iş sözleşmesi ve grev hakları, sözde iyileştirme adı altında esnetildi ve daraltıldı. Zaten kötü olan çalışma yaşamı kurallarının daha da kötüleştirilmesi için olanaklar genişletildi.

2011’de hemen ardından gelen Torba Yasayla başta İş Kanunu,  İşsizlik Sigortası Kanunu, Devlet Memur Kanunu ve Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu olmak üzere çalışma yaşamına ilişkin yasalarda değişiklikler yapıldı, çalışma ve sosyal güvenlik hayatına, emekçiler lehine kazanılmış birçok ilkeye olumsuz yönde müdahale edildi. Bu değişikliklerde, örgütlenme ve sendikal haklar ağır yara alırken, iş güvencesi ortadan kaldırıldı; geçici süreli, güvencesiz ve esnek çalışma teşvik edildi, düşük maliyetli işgücünün yaygınlaştırılmasının yolu açıldı, işsizlik fonuna el atıldı, çalışma güvencesi ve sosyal güvenlik piyasaya terk edildi.

Bu tür torba yasalar hiç terk etmedi AKP’yi ve hukukunu.

Eğitim, sağlık, ceza, yargı, yargılama usulü, ticaret ve borçlar hukukları, medeni hukuk başta olmak üzere birçok alanda yasalar yenilendi, yenilenenler üzerinde değişiklik ve eklemeler yapıldı. Parlamento bunları mütevazi bir titizlikle (!) çalıştı.

Devleti ve özeliyle iç ve dış güvenlik hukukuna, terörle mücadele hukukuna, il idaresi hukukuna müdahaleler hız kesmedi. Bu müdahalelerin polis şiddeti ve savaş suçlarıyla birlikte yürüdüğünü not düşmeden olmaz. Uluslararası hukukla da emperyalizme, neoliberalizme açılan kapılar genişletildi.

İhale hukuku değişti, değişen de paramparça edildi. Neye uğradığını şaşıran seçim hukuku, bir de adaletsiz seçimin her türlü oyununu içine alınca YSK’yle birlikte “genel oy hakkı”nı çalmanın meşrulaştırıcısı unvanını aldı.

Meclis, sermayeyi teşvik ve kamu kaynaklarını talan yasalarına, kamu hizmetlerini ticarileştirme ve özelleştirme yasalarına, kapitalizmin krizlerine öylesine sahip çıktı ki emeği esnekleştiren ve güvencesizleştiren, emekçilerin her türlü haklarını gasp eden yasalar da aynı sahip çıkmanın uzantısı olarak olağan gösterildi.

Anayasa ve yasalarla oyuncak gibi oynanırken KHK’lerden yakınmalar OHAL KHK’leriyle unutturuluverdi. Sonra da devreye hâlâ gücü ve işlevi hafife alınan CBK’ler girdi. Ki CBK’ler, tek kişinin imzasıyla değiştikçe değişiyor. 

AKP’ninki hukuk değil yazboz tahtası. Çalışma hukukuna bakmadan bu yazboz tahtasını okumak eksik olur.

Çalışma hukuku

1971 tarihli 1475 sayılı İş Kanunu 12 Eylül faşist darbesinden sonra, ANAP öncesi, ANAP ve koalisyonlar dönemlerinde sınıfsal saldırıyla 14 kez değişikliğe uğradı.  AKP bu mirası devraldı ama bir proje partisi olarak sınıfsal görevini daha layıkıyla yapmak zorunda olduğunu da unutmadı. Gecikmedi, 2003 yılının beşinci ayında eski kanundaki kıdem tazminatı maddesini tutarak İş Kanununu toptan değiştirdi.

Kıdem tazminatı düzenlemesinin eski kanunda tutulmasını, hem bir önemsizleştirme niyetinin hem de kendi çalışma hukuku projelerinden ayrık tutarak kolay müdahale etme ve de yok etme niyetinin, aynı zamanda da kıdem tazminatına rahat el koyma niyetinin dışa vurumu olarak okumayı ihmal etmeyelim. Hâlâ yok edilecekler listesinin ilk sırasında duruyor.

AKP bu… İş Kanununu toptan değiştirmekle yetinir mi? Sermaye sınıfına ayıp olmaz mı?

Yeniden yazılan İş Kanunu onaltı yıl içinde 25 kez değişiklikle karşı karşıya kaldı ve bu birçok maddeye yayılan değişikliklerle işçiler yönünden anlaşılmaz, hukukçular yönünden içinden çıkılamaz hale geldi.

Her el atma işçiyi daha fazla kıskaç altına alan, iş gücünü esnekleştirip güvencesizleştiren düzenlemelerle dolu. Sözde çalışma düzeni esnetiliyor, özde işçi işverenin altında daha çok ezilmeye mahkum ediliyor. Taşeronlaşmanın yasallaştırılmasından uzaktan çalışmaya ve zorunlu arabuluculuğa kadar ne ararsanız var.  Bu değişikliklerin yargının hiç olmazsa bir ara kullandığı işçi lehine yorumunu etkilememesi düşünülemez ve nitekim öyle oldu.

İş sağlığı ve iş güvenliği, özel önem verildiği izlenimiyle ayrı bir kanuna taşındı ama o da müdahalelerden kurtulamadı. 

1999 tarihli İşsizlik Sigortası Kanunu AKP ürünü değil. AKP döneminde öyle darbeler yedi ki artık damgalanacak yeri kalmadı. 31 kez müdahale yapıldı. Bunların içinde yetki kanununa dayanan KHK’ler olduğu gibi, OHAL’in gerekli kıldığı konular arasında olmadığı halde OHAL KHK’leri de var. Paranın saltanatı, nerede para varsa oraya el koyma hakkını buluyor kendisinde, Hazine buradan besleniyor. Yakında işsize para kalmayacak.

İŞKUR da ihmal edilmedi. AKP müdahalelerinden 16 kez nasibini aldı. Sonra da başkanlı yönetime geçişte birçok kurum ve kuruluş gibi bir anda yürürlükten kaldırıldı ve bir anda da CBK ile kuruluverdi. Bütün işi özel istihdam büroları yürütüyor.

2821 sayılı “Sendikalar Kanunu”nun, 2822 sayılı “Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu”nun, 4688 sayılı “Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu”nun boş geçmesi olası mı? 2012 yılına kadar üçüyle de oynandı. Ama bu oyunlar yeterli gelmedi sermayeye ve iktidarına. 2012 yılında 2821 ve 2822 sayılı kanunlar, “Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi” adlı tek kanunda buluşturularak yürürlükten kaldırıldı. Ve bu birleştirme/sıkıştırma/sınırlama kanunu 2012 yılından sonra 2’si OHAL KHK’siyle olmak üzere 14 kez müdahaleye uğradı.

Bu kadarını okumak bile sabır taşırıyor. Müdahalelerin amaç, anlam ve kapsamlarına bakmak, nelerin nasıl yok edildiğini, nelerin nasıl sınırlandığını görmek bu yazıyı aşan bir başka kapsamlı bir çalışma işi. Bir örneği atlamayalım: grev hakkı sözde var ama özde yok, varlığı da yokluğu da hukuk sağlıyor. Özet şu ki, kuşatılmış yaşamın hukuku emekçiyi kuşatmaktan öte felç ediyor.   

Yargı karşıt ve ilgisiz kalmamalı

AKP’nin hukuksuz hukuk düzenini kolaylaştıran ve meşrulaştıran, parlamentonun ikizi gibi davranan, yasamayı ve yürütmeyi denetlemek yerine onaylayan bir başka unsur ise yargı; kendi teminatına bile sahip çıkamayan yargı.

Döneminin ilk yarısında kısmen de olsa gözüken yargı denetimini ve bağlı olarak “yargı-iktidar gerilimi”ni ikinci yarıda kendi lehine çevirmek, bunu birçok alanda itibarsızlaştırmayı başardığı Anayasa ile yapmak, sonrada yargı organı teşkilat yasalarıyla ve yargı usulü yasalarıyla oynamak, üstüne kadrolaşmak ve istemediklerini atmak hiç de zor olmadı AKP için.

Bir kere yargı, Anayasa gereği “anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak” hüküm vermek durumunda. Bunun anlamı, anayasal düzenin “bağımsız ve tarafsız” diye tanımladığı yargı organı, üzerinde iktidarın ve egemen siyasetin baskısı olmadığı farz edilse bile, düzenin hukukunu uygulamak zorunda; adaleti ancak ve ancak bu hukukun çizdiği çerçeve içinde arayacak, olsa olsa evrensel hukuk ilkelerinden destek alacak. Ölçüt belli, hukukun sınıfsallığı içinde yargıdan çıkacak olan karar da sınıfsal ve bu durum AKP’ye bağlı ya da AKP’yle sınırlı değil. Yargıyı önemli bir mücadele aracı olarak görürken, sınıfsallığını unutmamak, bağımsızlığını sınıflar üstü gibi görmemek, tıpkı hukukun sınıfsal analize tabi tutulması gibi yargıya da bu analizle dahil olmak ya da bu analizle savunma ayağını oluşturmak gerekiyor, kayıtsız koşulsuz kabulle değil.  

İkincisi, siyasal iktidarın ve tabii ki sermayenin hukuktaki oynamalara karşın yargıdan istediği kararları alamaması ya da yargının bir denetim mekanizması olarak çalışmasından rahatsız olması halinde yargıya müdahale etmesiyle ortaya çıkıyor. AKP burada hayli cüretkar ve başarılı. Yargıyı, eğitiminden kadrolaşmasına, teşkilat yapısından usul yasalarına,  yargıçlık ve savcılık güvencesinden ödül/ceza yöntemine kadar öyle organize kıskaç altına aldılar ki yargı “AKP yargısı” olarak tanımlanıyor artık.

AKP hukuk kurallarıyla çok sık oynamakla yetinmediği gibi, çoğunlukla kendi imzasını taşıyan bu kuralları farklı standartlarla uygulama ya da uygulamama, ihmal ya da ihlal etme becerisini de gösteriyor. Artık klasik teknokratlar yerine AKP’li kamu görevlileri var ve düzenin nihai uyuşmazlık çözücüsü/denetleyicisi olarak yargı da AKP elinde.

Son zamanlardaki hak ihlali kararları ve kimi adalet yerini buldu denilen kararlar bozuk düzenin aşırıya varan çatlaklarını yamamaya bile yetmiyor. Susulacak ve göz yumulacak yeri kalmayan, çürümenin dibe vurduğu, keyfiliğin sınırsızlaştırıldığı yerde burjuva hukuk devletinin normaline dönmeye çalışacak, kendi mecrasındaki sapmaları düzeltecek, etkisi yüksek, kayda değer kararlar vermiyorlar.                         

Toplumsal düzen değil kargaşa ve çelişki hukuku

AKP’nin göz ardı edilmemesi gereken özelliklerinden biri kendi hukukunu kendi eliyle çiğnemesi, hukuksal normlar varken normsuz davranabilmesi ya da hukuksal normlar yerine başka davranış kurallarına başvurabilmesi.

Güdümlü yargı kararları ve işlerine gelmeyen yargı kararlarının tanınmaması da buna eklendiğinde, aslında hepsi de AKP damgası taşıyan üçlü bir hukukla karşı karşıya kalırız: (i) yürürlükteki hukuk (ulusal ve uluslararası mevzuat ve yargı içtihadı), (ii) AKP’nin hukuksuz hukuku (AKP davranış kuralları), (iii) şeriat (dinsel davranış kuralları). Sacayağının temel hizmetinin sermaye sınıfı ve gericilikle destekli sömürücü düzen olduğunu sık sık tekrarlayalım.

Hukuk düzenleme, yönetme ve yaptırım aracı olmakla birlikte düzeni denetim altında tutma aracı aynı zamanda. Denetim, genel kabul gören tanımlarından biriyle, kurallara uymayı ve kurumları tanımayı,  uymayanları ve tanımayanları uyarmayı ve/veya cezalandırmayı sağlar. Asıl ve işlevsel tanımıysa “söz ve karar sahibi” olmayı ve düzendeki istikrarı ifade eder.

Hukuk, işte bu söz ve karar sahipliğinin ve düzen istikrarının vazgeçilmez araçlarından biri. “Bu tanımla kargaşanın/çelişkinin hukuku arasında sanıldığı gibi bir karşıtlık var mı” sorusu, toplumsal gerçekçi hukuk ile burjuva hukuku arasındaki farklılıkta yanıt bulur. Burjuva düzeni, sermayenin sınırsız tahakkümü ve sömürünün istikrarıyla yaşadığı ve yaşayacağı için, hukuka ihtiyacı da bu tahakküm ve istikrarla bağlı. Hukukun ilke ve istikrarının sınırı aynı tahakküm ve istikrar… 

Bu düzende hukuk, kendisini üstün görüp tabu yapanların “hukuk ne oldu sana” sorusuna muhatap olacak kadar masum değil. Hukuku elinde tutanların iplerinin ucunda kuklalar olabilir. Bunlar halkın temsilcileri ya da devletin görevlileri olabilir. Siyasi partilerinin yöneticileri; dernek, vakıf, sendika yöneticileri ya da Türkiye Barolar Birliği gibi kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının üst yöneticileri kuklalığa soyunabilir. Bu örgütlerin kendileri de kukla olabilir. Medya ya da bilim ve akademi gücü, sanatçılar, akil adı verilenler kuklalığa hizmet edebilir. Bu legallerin yanına, tarikat ve cemaatler ya da kimi organize iş sahipleri gibi illegal örgüt ve kişiler eklenebilir.

Kuklalar, AKP döneminde olduğu gibi hemen her alanda çeşitlenip yaygınlaşabilir. Bu konuda uluslararası kurumlar ve ilişkilerden de destek alınabilir. Ama bunlar ana sorun ve çelişki değil, iç çelişki.  Hukukun kuklalarıyla birlikte kargaşanın ve çelişkinin kurumu olması sermaye sınıfının organize örgütlülüğünün ürünü. Hukuk burada masum olmaz, olamaz.

Mücadelelerle kazanılan hakların önüne üstün bir hak olarak “kul hakkı”nın eklenmesi ve iradi olarak Anayasa’da yer almayan bu hakkın fiilen uygulanması; laikliğin “din özgürlüğü” adıyla yok edilmesi ve dinin göz göre göre devlete, hukuka, siyasete ve toplumsal yaşam tarzına sokulması; özgürlüğün egemen sınıfa tanınıp emekçilere sınırlandırılması,  kimi alanlarda durdurulması; hukukun düşman hukukuna ve düşman ceza hukukuna dönüştürülmesi; yargının güdümlü onay mercii yapılması ya da kararlarının tanınmaması; yasamanın işlevsizleştirilmesi, torba yasalarla ve sık oynamalarla hukuksal düzenin içinden çıkılamayacak hale getirilmesi; uluslararası sözleşmelerin ve mahkeme kararlarının tanınmaması; yürürlükteki Anayasa ve yasaların ihmal veya ihlal edilmesi, çifte standart uygulamalar ve kararlar; başkanlı siyaset ve yönetime geçiş; fiili eşitlik ve adalet uçurumu artarken herkesin kanun ve yargı önünde eşit sayılması vb birçok hukuksuzluk, kargaşa ve çelişki geçici, münferit sayılıp kuklaların beceriksizliği ya da kimi kişilerin çıkarları olarak tanımlanamaz. Tanımlanırsa hukukun sınıfsallığı maskelenmiş olur.

Ulusal ve uluslararası tahkim, zorunlu ya da ihtiyari arabuluculuk, bankacılıkta ilahiyatçılarla uyuşmazlık çözümü, OHAL İnceleme Komisyonu, grev ve toplu iş sözleşmelerinin hakem heyetleriyle yok edilmesi; işsizliğin ucuz, güvencesiz ve esnek işgücü için devasa havuza dönüştürülmesi; genel oy hakkının adaletsiz seçim hukukuyla daha baştan çalınması; çelişkili hukuk metinleri ve yargı kararları; hukukla yaratılan baskı ve gasplar; “hukuk devletinin sonu”nu getiren daha birçok durum kuklaların marifeti olabilir mi?

Herhalde hukuk kadar zengin ama çelişkili, düzen kurmak için gelip kargaşa yaratan, disiplin için gelip kaosa yol açan, aydınlanmanın çocuğu olduğu halde akıl ötesiyle ve dinsel gericilikle bu kadar uyumlu yaşayabilen, yalanı ve hırsızlığı içinde eritebilen, çocuğu ve kadını koruyor gözüküp ezilmesine destek olan, özürlüleri koruyor gözüküp farklılaştıran, insanları yurtlarından edip göçmenliği ve ucuz emeğe mahkumiyeti kurallaştıran, savaşı kurallaştırıp çete savaşlarına göz yuman, terör ve terör örgütü kavramlarıyla halkı baskı altında tutan, olamayan suçlarla suçlu yaratabilen, mülkiyeti korur gözüküp sermayenin sınırsız mülkiyeti için mülksüzleşmeye ve kamu kaynaklarının talanına kaynak olan, yaptırım gücü olduğu halde doğa katliamlarına ve işçi/çocuk/kadın/trafik cinayetlerine başka gerekçeler ve adlar takıp engel olamayan/olmayan,  meşru olmayanları meşrulaştıran, soyut olduğu halde somuta el atması bu kadar güçlü ve etkili başka bir kavram ve araç yoktur.

Hak ve özgürlükleri yazıp hem sınırlayan hem çifte standart uygulayan hem de gasp eden hukuk. Toplum içinde devleti, devlet içinde iktidarı sınırlayıp yazdıklarının tersini uygulatan hukuk. Siyaseti yazıp, siyasi partileriyle ve seçim sistemiyle eşitsiz ve adaletsiz hale getiren hukuk.

Laiklik yerine dinselliği, özgürlük yerine yaşam tutsaklığını, eşitlik ve adalet yerine uçurumu sürekli büyüterek eşitsizliği ve adaletsizliği, güvenlik yerine korkuyu yaşatan hukuk.

En temel kamusal hizmet alanları olan eğitimi, sağlığı, adaleti ve güvenliği piyasanın ve gericiliğin eline teslim eden hukuk.

“Benim varlığım vazgeçilmezdir”, “ben toplumsal düzenin, insanların bir arada yaşamasının, huzurun ve güvenliğin olmazsa olmazıyım”, “herkese lazımım” deyip yalanlarla ve çelişkilerle dolu olan bir başka güç hukuk. Çürümüş düzenle ve hukuksuzlukla işbirliği yaptığı halde “beni buralarda tanımazlıktan gelin” diyen de hukuk. Sınırlayıp, daraltıp, gasp edip, suçsuzluk karinesini yok sayıp, olağandışılığı olağanlaştırıp sonra da normalleşme aracı olmaya soyunarak, düzen içi reform arayışlarını “kurtuluş” diye sunarak, üstünlük yaftasıyla halkı kandıran da hukuk.

Ve yaptıklarını; sınıfsal olduğu halde sınıfsız gibi gözükmesine, sömürü düzeninin kılıfı olduğu halde gerçekmiş gibi durmasına, üst yapı kurumu olduğu halde yapı rolü oynamasına borçlu hukuk.                   

Hukuk ya da hukuksuz hukuk: Hedef sömürü

Hukuk ve hukuk devleti kavramları anayasa, uluslararası sözleşme, yasa, KHK, CBK ve diğer idari düzenlemelerden, diğer deyişle “mevzuat” adı verilen hukuk belgelerinden ibaret değil.

Bir kere hukukta dilin (sözün) yanına ruh (öz) de girer.

İkincisi, söz ve özün buluştuğu, madde, bent, fıkra ya da tümcelerden oluşan kurallar hiçbir zaman tek başlarına anlam ifade etmez; içinde bulundukları (yasalar, uluslararası sözleşmeler ve anayasa gibi) hukuksal, siyasal, toplumsal ve ekonomik bütünle birlikte anlam ifade eder.

Üçüncüsü, hukukun, tarihiyle birlikte gelişen, ulusal ve uluslararası ilerlemelerle birlikte zenginleşen ve olgunlaşan, evrenselleşen ilkeleri var. Tıpkı hukukun durağan olmaması gibi bu ilkeler de durağan değil, sürekli değişir, gelişir, zenginleşir. Dünya savaşları sonrası dönemler, hak mücadelelerinin keskinleştiği dönemler ve reel sosyalizmin burjuva hukuka katkıları bu alanda en önemli örneklerdir.

Dördüncüsü, hukuk, iradi olarak soyut kuralların yazılması ve kabulünden öte ve daha önemli olarak kullanımıyla yaşama geçer. Bu kullanıma uygulayıcılar ve idari kontrolle (yürütme) birlikte denetleyiciler (yerel mahkemeler, üst mahkemeler, anayasa mahkemesi, uluslararası mahkemeler ve yasama) ortak. Kullanım, “kimin için”, “hangi amaçla” ve “nasıl” sorularıyla anlam kazanır ya da anlamsızlaşır. Bu sürece, düzenleyici olarak imza atan yasama organının kullanım ve ihtiyaca göre (değişiklik, ekleme, yürürlükten kaldırma gibi yöntemlerle) hukuka müdahale etmesini ve bu müdahalenin amaç ve yönünü eklemek gerekir.

Beşincisi ve asıl belirleyici olanı ise hukukun içinden çıktığı toplumsal ilişkilerle, ekonomi politikle ve yapıyla kopmazlığıdır, sınıfsal karakteridir.

Bu niteliklerinde eksiklik ya da aksama hukuku hukuksuzlaştırır, kağıt parçası yapar. Kaynağı olan ilişkilere, içeriğine ve niteliklerine bakılmaksızın hukuk belgelerine ya da bu belgelerin yaşama geçmesine “biat” derecesinde bağlılık da hukuksuzluğu hukuk adı altında meşrulaştırmaya yarar.

Bu tür analiz ve değerlendirmeleri okurken kimi hukuk sevdalılarının “hukuku ret” gibi yorumlara ulaşmasını kabul etmek olanaklı değil. Bu katı yorumlar açıkça hukuku, toplumsal ilişkiler bütünlüğünden ve sınıfsallığından kopararak tabu yapıp parçacı analizlerle yetinmenin sonucu. Hukuku salt teoriye boğmak da hukuk gerçeğini perdeliyor. 

Kapitalizmin/emperyalizmin uluslararası ilişkileri, devleti, siyaseti, kültürü, ekonomiyi, doğayı, bireysel ve toplumsal yaşam tarzını biçimlendirmesiyle hukuku biçimlendirmesi birbirinden kopuk ve farklı şeyler değil.

İnsanın insanı sömürdüğü, sömürenler tarafından kuşatılmış yaşamda hukukun rolü de çok tuzağı da… Tuzakları görmek yetmiyor, rollerdeki sütun başlıklarını da görmek gerekiyor. Hukuk tablosundaki satırları başka türlü, geçekçi olarak ve sınıfsal karakteriyle okumak ve analiz etmek olası değil.

Hukuk yalnızca kendi iç ilişkileri ve çelişkileriyle okunduğunda gerçek amacı ve işlevinden de uzaklaşılarak algılanmaya başlar. Bu, ona kayıtsız koşulsuz üstünlük yükleyenlerin de işine gelir. Gerçek memnuncular ise üretim araçlarını elinde tutan, üretim ilişkilerini belirleyen sömürücü sınıftır. Onlar, diğer üst yapı araçları gibi devleti ve hukuku kullanarak siyasetlerini sürdürürler, düzeni yönetirler.  

İnsan insanı sömürürken, insan insanın korkusu, tecavüzcüsü ve celladı olurken, insan doğayı katlederken, yine insan aklının ürünü olan hukuku sömürülenlerin, ezilenlerin, mağdurların, bireysel ve toplumsal hakları gasp edilenlerin üzerinde baskı ve şiddet aracı olarak kullanmak olağanlaştırıldı. Kapitalizmin ihtiyacına yönelik bu olağanlaştırma, gericiliği de başat yapan AKP gibi işbirlikçilerin elinde daha da pervasızca ve vahşice sürüyor.

Büyük desteklerden biri ise hukuku sınıfsal analize tabi tutmadan üstünlük payesine oturtarak tabu yapanlardan, düzen içi hukuksal reformlarla normalleşme arayışına girenlerden geliyor. Toplumu, kapitalizmin biçimlendirdiği, aynı zamanda da AKP gibi gerici iktidarın piyasalaştırıp keyfileştirdiği hukuk üzerine kurmaya kalkışıyorlar.

Marx’ın vurguladığı gibi gayet iyi ve duraksamasız biliyoruz ki, “Toplum hukuk üzerine kurulmaz; bu hukuksal bir uydurmadır”. Tersine, hukuk “toplumun üzerine kurulmalı”, bireylerin kişisel kaprislerinden ve sermayenin sınırsız ihtiyaçlarından ayrı olarak toplumun verili zamandaki maddi üretim tarzından kaynaklanan ortak çıkar ve gereksinmelerini ifade etmelidir.

Bu sömürü düzenini; emekçi halkı ezerek yaşatan, hak ve özgürlükleri gasp eden, kapitalizmin krizlerini örtmek ve çürümüşlüğünü gizlemek için ülkeyi açık cezaevi haline getiren, dinselliği ve dinsel örgütleri içine yedirmekten kaçınmayan, hırsızlığı meşrulaştıran, tecavüz ve cinayetleri olağanlaştıran, sömürüyü derinleştiren, müdahale edildikçe yama tutmaz hale gelen hukuksuzluğun hukuku yaratmamıştır. Sermaye ve vazgeçemediği AKP iradesi, sömürü düzeninin devamlılığı için tüm adaletsizliği ve çürümüşlüğüyle hukuka yansımıştır. Ve tabii ki, “toplumsal koşullara uygun olmaktan çıkar çıkmaz”, bu kuşatılmış yaşamın hukuku “basitçe bir kağıt tomarına” dönüşüp atılacaktır.

Kapitalizm nasıl Marksist analize tabi tutuluyorsa burjuva hukuku da tüm liberal damarlarıyla, kural ve kurumlarıyla birlikte didik didik edilip aynı analize tabi tutulmalı. Hukuku reddetmeden çelişkileri, yalanları, kılıf görevi, sahtelikleri ve sınıfsallığı ancak böyle bir analizle ortaya çıkarılabilir.

Hukuk, içinde bulunduğu düzenden soyutlanarak bağımsız çözümlenmesi gereken başlı başına bir alan değil. Dünyayı salt hukuktan yola çıkarak açıklayamayız. Sınıfsal bakışla analiz ettiğimizde, birçok üst yapı aracı gibi hukuku da çözümlemiş oluruz.   

Mevcut hukuk, kapitalist düzenin ajanları ve işbirlikçilerinin reformları yoluyla ne hukuksuzluğundan ve baskı aracı olmaktan ne sömürü düzeninin kılıfı olmaktan ne de sermaye sınıfının tahakkümünden kurtulabilir. Ona, aydınlanmanın çocuğu olduğunu anımsatacak, hak mücadelelerine ve sömürülenlere ihanetini yüzüne vuracak sınıfsal dirençler ve müdahaleler gerekir. Buradaki söz de, son söz de emeğindir, işçi sınıfınındır.      

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×