AKP’nin Vizyonu veya JEOCIA Destekli JEOCEO Projesi

 “ABD ile gerçekten şu anda bütün konularda, bölge ve global meselelerde çok samimi, hiçbir dönemde olmadığı kadar bir dayanışma ve sağlam bir işbirliği içindeyiz. Niye, bu karşılıklı oluyor da onun için…Öyle konular var ki, açıkçası bizim daha iyi bildiğimizi görüyorlar; Orta Doğu’da olanları, Afganistan’da olanları…Onun için bizi hiçbir dönem olmadığı kadar daha çok dinliyorlar. Ankara’ya geldiği zaman ABD Başkanları biz konuştuk, biz ona her şeyin doğrularını anlattık. Hepsi çok büyük bir can kulağıyla dinlediler, not ettiler. Ve bugün doğrusu ABD de Suriye ile ilişkilerini gidermeye başladı; yani bir zaman bize mani olmaya çalıştıkları şeyi bugün kendileri yapıyorlar. Afganistan’da aynı şekilde…”

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ABD ile son dönemde yaşanılan yakınlaşmayı Sedat Ergin’e bu sözlerle anlatıyor.1

Gerçekten ve tamamen “böyle” olduğu söylenebilir mi?

İşin içinde biraz abartı olabilir. Akla, “soğuk savaş” dönemine ait bir fıkra geliyor. Amerikalılar, bir istihbarat elemanlarını Rusçayı ana dili gibi, en küçük falso vermeden konuşacak şekilde eğitmişler, Rus-Sovyet tarihinin ve coğrafyasının her türlü ayrıntısını öğretmişler, sülale bağlantılarını kurmuşlar ve adamı bir şekilde Sovyet topraklarına sokmuşlar. Elbette, istihbarat toplayıp casusluk yapsın diye. Ne var ki, bu ABD ajanı Sovyet yurttaşlarıyla ilk karşılaşmasında hemen ihbar edilmiş ve yakayı ele vermiş. “Nasıl anladınız?” diye sorduğunda, “bizim buralarda pek zenci olmaz da…” yanıtını almış.

Bu durumda, Türk diplomasisinin ABD’li yetkililere örneğin “Filistinli Müslümanlar arasına casus sokacaksanız bari adam sünnetli olsun” türü tavsiyelerde bulunmuş, ABD’lilerin de “gerçekten çok haklısınız” diyerek Türk tarafının bu can alıcı tavsiyesini dikkate almış olması mümkündür.

Evet, biri “süper güç”tür, diğeri de “yükselen ülke” olma iddiasındadır; ancak bu tür ilkellikler o kadar da uzak olasılık sayılmamalıdır.

Abartı payını geçip işe biraz daha ciddi eğilirsek, Türkiye’ye “bir haller olduğu” açıktır. Dahası, dış çevrelerde bu duruma “hadi canım sen de” diyen de, Türkiye’nin yeni dış politika hamlelerini ciddiye alan da vardır. İlkiyle başlayacak olursak, örneğin ABD’nin eski Türkiye büyükelçilerinden Morton Abramowitz, hükümetin iddialarına karşın, Türkiye’nin küresellik bir yana henüz bölgesel bir aktör bile olamadığı kanısındadır. Ancak, aynı Abramowitz ABD Dışişleri Bakanı Hilary Clinton’un Türkiye’ye ilişkin değerlendirmesini de aktarmaktadır. Buna göre Clinton Türkiye’yi “ABD’nin küresel sorunların çözümünde aktif işbirliği yapacağı yedi yükselen güçten biri” saymaktadır.2

Demek ki, ortada tartışmalı bir konu var.

Abdullah Gül çok mu uçuyor? Birileri adamcağızı dolduruşa mı getirmiş?

AKP gerçekten ciddi dış politika hamleleri içinde mi?

Bu hamleler ABD’de nasıl karşılanıyor?

Yazı, Türkiye’nin dış ilişkilerine odaklı bir kurgu taşımıyor. Dolayısıyla, özel olarak yukarıdaki sorulara yanıt aranmayacak. Konunun özü, hangi dinamiklerin AKP’nin eline nasıl bir Türkiye bıraktığı; AKP’nin ise eline aldığı Türkiye’yi nasıl bir yere götürmek istediğidir. Kuşkusuz, dış ilişkiler boyutuyla birlikte. Yukarıdaki soruların yanıtları da böyle bir değerlendirmenin ardından az çok şekillenebilecektir.

Devam etmeden önce, küçük bir parantez açmak gerekiyor: “Akademi çekincesi”

Akademi çekincesi

Çekincenin gerekçesi, Türkiye’deki (ve dünyadaki) akademik üretimin belirli bir özelliyle ilgilidir. Özellikle siyasal, sosyolojik ve kültürel durum değerlendirmesi ve süreç çözümlemeleri söz konusu olduğunda, akademik üretimin kafa karıştırıcı yanları, sağladığı yarar ve girdilere giderek daha baskın çıkmaya başlamıştır.

Bu bağlamda, yazının konusuyla ilgili iki başlık önem kazanmaktadır.

Başlıklardan birincisi “Siyasal İslam”dır. Dünyada olsun Türkiye’de olsun Siyasal İslam’a ilişkin akademik çalışmaların, konunun meraklısına genel bilgiler ve fikirler verdiği, kimi önemli noktalara dikkat çektiği inkâr edilemez. Gelgelelim, özgül bağlamı giderek ağırlık kazanan alanlarda, akademiye özgü genelleme, modelleme ve örüntü (pattern) çıkarma dürtüsünün sakıncalı (siyasal mücadelenin içinde olanlar açısından) kimi yanları da görülebilmektedir.

Örneğin, Siyasal İslam’la liberalizm arasındaki bağlantı/bağdaşma konusu gündeme geldiğinde yapılabilecek hem önemli hem de evrensel geçerlilik taşıyan tespitler elbette olabilir. Ayrıca, bu tespitlerden birkaç “örüntü” çıkarılması ve bu örüntülerin belirli bir özgüllükte sınanması da en azından akademik açıdan meşrudur. Ancak, sınamanın sonuçları “şu yönleriyle benzeşiyor, ama öbür açılardan farklılaşıyor” türü çıkarsamalardan ibaret kalıyorsa, bunların siyasete sağlayacağı girdiler hem sınırlı kalacak, hem de kafa karıştırabilecektir.

Özetle şunu söylemeye çalışıyorum: Örneğin, Siyasal İslam, piyasacılık ve küresel eklemlenme ilişkileri özel olarak Türkiye bağlamında ele alındığında, i) bu ülkedeki Siyasal İslam’ın kuruluşta (Cumhuriyet) pek harcı olmadığını; ii) bizdeki piyasacılığın ve serbestleşmenin hayli güçlü bir kamu sektörünün üzerine geldiğini ve iii) Türkiye’de kapitalizmin ve sermaye birikiminin yerel ölçekten küresel eklemlenmelere uzanabilecek gelişkinlikte olduğunu hesaba katmayan bir çözümlemenin hayli güdük kalacağı açıktır.

* * *

Akademi çekincesindeki ikinci başlık ise “tarih okumasıyla” ilgilidir. İlk başlık özellikle akademik çevreleri akla getirirken, bu ikinci başlıkta kimi akademisyenlerle birlikte köşe yazarlarının da öne çıktığını görüyoruz.

Başlıkla ilgili yerinde bir saptama şöyledir:

“Kamuoyunda genel olarak liberal olarak tanımlanan bir söylemin, aslında sol liberal, ya da liberal-bireyci sağ versiyonları olmakla birlikte, ortak paydaları Türkiye’nin toplumsal gerçekliğini, partikülarist (tikelci) bir okumayla açıklamaya çalışmalarıdır.”3

Neyin kastedildiği herhalde açıktır. Kimilerine göre Türkiye’nin yakın tarihini ve güncel durumunu açıklamada iki anahtar vardır: “Merkez-çevre modeli” ve “bürokratik elit-halk çelişkisi” kurgusu. Bu iki anahtara yönelik tutku o boyutlara varmıştır ki, alışmışlık kudurmuşluktan beterdir misali, yarın gün gelip AKP’yi ve tarikatları merkeze ve elit kesime, “Kemalistleri” ve solcuları da çevreye ve halkın içine yerleştirip aynı modelde ısrar edilmesi bile ihtimal dahilindedir…

Şaka bir yana, ortada gerçekten ilginç bir durum vardır. Söylenenlere bakılırsa, bu ülkede kapitalizmin gelişmesi, sermaye birikimi, modern sınıfların oluşumu ve sınıf mücadeleleri gibi süreçler sanki hiç yaşanmamıştır ve yaşanmamaktadır. Yaşanmışsa bile bunlar, örneğin bürokratik elit-halk çelişkisi yanında epifenomenal (başat olmayan, ikinci derecede) süreçlerdir.

Bir şey denmesi gerekiyor mu?

Gerekiyorsa, böyle durumlarda “indirgemeciliğin” (!) iyisi de vardır. İşte bir örnek:

“(…) devlet içindeki bütün mücadeleler; demokrasi, aristokrasi ve monarşi arasındaki mücadeleler, haklar için verilen mücadeleler vb. vb., farklı sınıfların birbirlerine karşı verdikleri gerçek mücadelelerin görünürde olan (zahiri) biçimleridir.”4

Az önce latife olsun diye kullanılan “indirgemecilik” sözüne dönersek, mesele şu kadar basittir: Devlet “içindeki” veya “çevresindeki” mücadeleler temelde farklı sınıfların veya sınıfların farklı kesimlerinin mücadeleleri olarak görüldüğünde, bu çerçevenin içine TÜSİAD’ı da, MÜSİAD’ı da, Anadolu kaplanlarını da, “merkezi” de, “çevreyi” de, bu arada “bürokratik seçkinleri” de yerleştirip olup bitene bir anlam verebilirsiniz. Ancak, bunun tersi geçerli değildir. Temel çerçeve olarak “merkez-çevre modelinden” veya “bürokrat-halk çelişkisinden” hareket ederseniz, bu çerçeveye sınıfları ya hiç yerleştiremezsiniz ya da bir dönem belirli bir yere yerleştirdiğiniz sınıfı daha sonra bambaşka bir yerde bulup afallarsınız.

Bu kadar basittir.

Parantezi burada kapatalım.

Türkiye’nin AKP’yi önceleyen tıkanması

Bu alt başlıkta, kimi sakıncalarını saklı tutup dış etmenlerden ayrıca söz etmeden ve/veya bu etmenleri “içerilmiş” varsayarak, Türkiye’yi 2002 yılında AKP’ye teslim eden başat gelişim çizgisinden söz etmek istiyorum.

Özetle şudur: AKP 2002 yılında Cumhuriyet dönemini, an azından bu dönemin “çok partili” kesitini taşıyan yerleşik-oturmuş kurumsallaşmaları, ekonomik ve sosyal politikaları tüketmiş bir Türkiye devralmıştır. Neyin kastedildiğini anlamak için, AKP iktidarını (2002) iki yıl önceleyen bir değerlendirmeye bakılabilir:

“Türkiye’de çok partili siyaset, başından itibaren, yeni yatırımlara, tarım kesiminin desteklenmesine, iş sahaları açılmasına ve kimi sosyal güvenlik önlemlerine dayanmıştır. Daha açığı, siyasal partiler, sayılan bu alanlarda ‘daha fazlasını verme’ vaatleriyle siyaset yapabilmişler, halkın politizasyonu da gene aynı temellerde gerçekleşmiştir. Uzatmadan özetliyorum: 24 Ocak 1980 kararlarıyla başlayan ve günümüze doğru daha da derinleşen neo-liberal politikalar, Türkiye’deki siyasetin bu geleneksel zeminini önemli ölçüde eritmiştir. Neo-liberal politikaları şöyle ya da böyle benimsemek zorunda olan siyasal partilerin, özel klientalist ilişkiler dışında, geniş kesimler gözünde yatırımcılık, istihdamcılık, sübvansiyonculuk vb. yarışını sürdürmeleri artık pek mümkün değildir. Siyasal partilerin bu anlamda işlevsizleşmeleri, adına sistem krizi diyebileceğimiz bir kriz potansiyeli yaratmıştır.”5

Yukarıda, siyasal partileri ve iktidarları önceleyen, 1980’den günümüze benimsenen birikim modelinin uzantısı olan, toplumsal formasyonun tümünü kapsayan bir yeniden yapılanmadan ve beraberinde getirdiği nesnel bir kriz potansiyelinden söz edilmekteydi.

Gerisi çok geçmeden gelmiştir.

2001 yılı, yani AKP iktidarının bir yıl öncesi, krizin kızışan tüm noktalarıyla birlikte patladığı yıl olmuştur. Az buz değildir; şunların hepsi 2001 yılında birbirinin üstüne gelmiştir: Ecevit-Sezer “Anayasa fırlatma” kavgası ve ardından yaşanan finansal çöküş; Kemal Derviş’in Türkiye’ye “gönderilmesi”; çok büyük ölçekli yeni özelleştirmeler; Anayasa Mahkemesi’nin Fazilet Partisi’ni kapatması; Tayyip Erdoğan liderliğindeki ekibin Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kurması ve ABD’deki 11 Eylül saldırıları…

2001 fırtınasının 2002 yılının hemen başına sarkan bir uzantısı da, AKP lideri Erdoğan’ın Washington ziyaretidir.

Özetle, AKP 2002 yılında iktidara geldiğinde elinde yerleşik modelini tüketmiş bir Türkiye bulmuştur. Ülke gerçekten bir eşiktedir. Ancak bu, neo-liberal dönüşümün kendisinin tükenip başka bir birikim modelini davet ettiği eşik değildir. Gelinen nokta, neo-liberal yapılanmanın daha ileri evrelerine refakat edecek radikal bir siyasal-ideolojik-kültürel yeniden yapılanmayı gündeme getiren bir eşiktir.

AKP işte bu misyonu üstlenmiştir.

Bir boşluk, bir de yoğrulacak malzeme

Önce boşluk.

Boşluk şudur: Türkiye’nin neo-liberal dönüşümünde gelinen nokta, bu ülkedeki yerleşik-tarihsel ideolojik yapılanmaların büyük bölümünü boşa çıkarmıştır. Sırasıyla gidecek olursak, “devlet öncülüğünde sanayileşme”, “tarım ve ticaret burjuvazisinin yükselişi” ve “ithal ikameci birikim” dönemlerine makul “üstlük” oluşturan siyasal-ideolojik oluşumlar süreç içinde birer birer “arkaik” hale gelmiştir. Neo-liberal yeniden yapılanmanın ve 2000’lerin başında gelinen noktanın, yerleşik içerikleriyle devletçilikle, kamuculukla, halkçılıkla, milliyetçilikle, Kemalizm’le vb. az çok uyumlu bir bütün oluşturması mümkün değildir.

AKP işte bu boşluğu görmüş, bir ölçüde Özal modelini izleyerek bu oluşumların bir bölümünü boşa çıkarmış, bir bölümünü dönüşüme zorlamış, bir bölümünü de garnitür olarak yeni oluşumlara iliştirmiştir.

Şu sorulabilir: “Tamam, boşluğu anladık da, yerine ne kondu? “Yeni oluşumlar” derken kastedilen nedir?”

Soru, kuşkusuz son derece meşru bir sorudur. Bu meşru soruya verilebilecek “liberal ideoloji” yanıtının da, “şeriatçılık” veya tek başına “dinci ideoloji” yanıtının da yetersiz kalacağını, hatta yanıltıcı olacağını düşünüyorum. Bir kere, temeldeki (yapıdaki) süreçler hangi evreye ulaşırsa ulaşsın, neo-liberal yeniden yapılanmada hangi merhaleler aşılırsa aşılsın, böyle bir yapının üzerindeki başat ideolojik-siyasal oluşumun adıyla sanıyla ve tam karşılığıyla liberalizm olması mümkün değildir. Yalnızca Türkiye’de değil, hiçbir yerde. Yapıdaki liberallik (piyasacılık) ideolojik-siyasal formasyonlar alanına çıktığında mutlaka tebdili kıyafet zorunluluğu duyar. “Bin bir surat” gibidir; duruma ve uğrağa göre pekâlâ “milliyetçilik” yapabildiği gibi zaman zaman kozmopolit kılıklara da girebilir. “Devlet küçülsün” talebinden sonra “asıl devletçi biziz” de diyebilir; önce “popülizm dönemi kapandı” nutukları atıp sonra popülizmin daniskasını da yapabilir…

“Şeriatçılığa” veya “dinci ideolojiye” gelince; görülmesi gereken önemli nokta şudur: AKP siyaseti söz konusu olduğunda din, her şeyin oradan türetildiği temel ve kapsayıcı (generic) kaynak olmaktan çok, öngörülen yeni ideolojik-siyasal-kültürel yapılanmada önemli ve ağırlıklı, ama işlevi yere ve zamana göre değişkenlik gösterebilen özel bir silah durumundadır.

“Boşluğun” bu söylenenlerle dolmuş sayılamayacağının farkındayım. Az önce AKP’ye atıfla “öngörülen yeni ideolojik-siyasal-kültürel yapılanmadan” söz edildi. Peki, öngörülen bu yapılanmada, liberalizmin, dinciliğin, muhafazakârlığın, milliyetçiliğin, popülizmin, kozmopolitizmin vb. göreli ağırlıklarından söz edilemez mi? Yoksa AKP’nin devraldığı boşluk bir başka “boşlukla”, yani tümüyle gelişen koşullara ve durumlara bağlı eklektik ve pragmatist yaklaşımlarla mı doldurulmaktadır?

Şu an için bakıldığında böyle olduğu söylenebilir. Ancak, AKP az sonra anlatmaya çalışacağım son derece kritik üç zemine daha oturmakta, bu zeminleri tramplen olarak kullanarak sıçramaya çalışmaktadır. Bu sıçrama denemeleri, kendisi istese de istemese de, AKP’yi kaçınılmaz olarak sınırları ve içeriği daha belirgin ve tanımlanabilir siyasal-ideolojik oluşumlara taşıyacaktır.

Burasını bir sonraki alt başlığa bırakıp “yoğrulacak malzeme”ye geçelim.

* * *

Sermaye birikim süreci ile ilgili bir değerlendirmeye kulak vermekte yarar var.

Hintli bir Marksist sermaye birikim sürecini değerlendirirken, “ana akım” büyüme kuramının hep “genişleme yoluyla birikimi” gördüğünü, bundan farklı bir süreç olan “ele geçirerek birikimi” ise hiç dikkate almadığını belirtiyor ve “ele geçirerek birikimi” şöyle anlatıyor:

“Burada, sermayenin belirli blokları, diğer blokları yerinden ederek (yani, mülksüzleştirerek, düşük fiyatlardan satın alarak veya başkalarının yerini kaparak), kapitalizm öncesi üretimin yerini alarak, devlet üretiminin yerine geçerek veya o zamana dek hiç özel mülkiyet kapsamında yer almamış ortak kaynakları temellük ederek büyür.”6

“Bu da nereden çıktı?” diye sorulacak olursa yanıt şöyledir: AKP’nin en ayırt edici özelliklerinden biri, “ele geçirerek büyüyen” sermaye kesimlerinin başlıca siyasal temsilcisi (hatta kendisi) olmasıdır. Ortada, ülkenin en büyük metropollerinden küçük ve orta büyüklükteki Anadolu kentlerine, buralardaki iş çevrelerine ve yerel yönetimlere uzanan hayli geniş, bir yanıyla AKP’yi ihya edip diğer yanıyla AKP tarafından “yoğrulan” bir ağ vardır. Az önce söylenenlere dönecek olursak din, işte bu ağda özel bir yere ve işleve sahiptir. Aslında meselenin birikim ve sınıf meselesi olduğu açıktır. Açıktır, ama “işler nasıl gidiyor?” diye sorsanız büyük olasılıkla “fena değil, merkezi-bürokratik seçkinlere ve vesayet rejimine karşı mücadelemizi sürdürüyoruz” yanıtını alırsınız.

Devam edersek ve yinelersek mesele sınıf meselesidir ve AKP ile MHP ve Saadet Partisi arasındaki çekişmenin temelinde yatan öğelerden biri de budur. Refah Partisi ve Erbakan’dan AKP’ye ve Erdoğan’a uzanan çizginin bir özeti aşağıdaki cümlelerdedir:

“Erbakan’ın laikleri ve ABD’yi memnun etme çabaları; partinin artık ılımlı olan yönetimi ile seçimleri kazanmak için dayanağı olan militan destekçileri arasındaki geniş uçurum nedeniyle, her iki cephede de başarısız kalmaya mahkûmdu. Liderlik kadroları Anadolu burjuvazisinin –Anadolu kaplanlarının– 1980’lerden beri elde ettiği kazançlar sayesinde ılımlı ve merkezci oluyordu; ‘kaplanlar’ küreselleşmenin faydalarından yararlanmak istiyordu ve bu ise yalnızca partileri iktidardaysa mümkündü.”7

Fazilet’ten AKP’ye geçiş, ikincisinin Anadolu sermayesinin büyük bölümünü çevresine toplayıp sınıf temelini berkittiği, geriye kalanı da Saadet’e bıraktığı bir süreçtir.

Hintli Marksist’in söylediklerine dönersek, “ele geçirme yoluyla birikimin” salt AKP destekçisi yeni yetme, açgözlü ve “küreselleşmenin nimetlerinden” yararlanmak isteyen sermaye kesimlerini tarif ettiği, ülkenin yerleşik-geleneksel sermaye kesimlerinin ise “genişleme yoluyla birikimden” şaşmadıkları sanılmasın. Birikimin her yolu, sermayenin her kesimi için mubahtır.

Dolayısıyla, “İstanbul sermayesi” veya TÜSİAD çevreleri de himmet, hamiyet, müzaheret ve şefaat aranışı içindedir (iktidarda AKP’nin olmasından hareketle isteklerini bu sözcüklerle dile getiriyor olabilecekleri varsayılmıştır) ve bu da söz konusu çevreleri yoğrulmaya ve terbiye edilmeye elverişli “plastik” bir hale sokmaktadır.

Sermayenin hep kendine göre iktidar bulması kural değildir; kimi dönemlerde siyasal iktidar da dişine göre sermaye bulabilir.

Yoğrulacak malzeme budur ve bu malzeme bugün fiilen yoğrulmaktadır.8

Üç kritik zemin

Maddi-nesnel süreçlerin gelişimi ile bu süreçlerin zihin tarafından algılanıp kurgulanmasının birbiriyle birebir örtüşmeyebileceğini Marx’tan ve Kapital’den bu yana biliyoruz. Daha açık bir deyişle, algılama ve kurgulama, maddi süreçlerin gelişimi ile aynı kronolojiyi izlemek zorunda değildir. Sürecin belirli bir uğrağına ilişkin senkronik (eş zamanlı) algı, aynı sürecin geniş ve diyakronik (art zamanlı) algısı için meşru bir çıkış noktası oluşturabilir.9

Yukarıda söylenen, AKP’nin ne yapmak istediğinin kendi bütünlüğü içinde kavranması açısından önem taşımaktadır.

Devam edersek, AKP’nin özel çıkış noktası veya üç kritik zeminden ilki, Türkiye’nin bölgedeki (ve giderek dünyadaki) yeriyle ilgili özel konjonktür algısı ve dış vizyondur.

AKP’nin özel konjonktür algısı, onu, bu konjonktürün kendisinin de yerini bulacağı üçlü sinerji algısına taşımaktadır. İkinci zemin de budur. Daha açık söylersek şöyle: Özel konjonktür algısından kaynaklanan dış vizyonun, neo-liberal dönüşüm ve ideolojik-siyasal-kültürel yeniden yapılanma ile birlikte üçlü sinerji alanını oluşturduğu düşünülmektedir.

Üçlü sinerji algısıyla tanımlanan “ikinci zeminde” AKP tarafından varsayılan durum şudur: Dış vizyon (A), neo-liberal dönüşüm (B) ve ideolojik-siyasal-kültürel yeniden yapılanma (C) olmak üzere üç bileşenin her biri, salt kendi alanıyla sınırlı kalmayıp diğer bileşenlere de girdi sağlayacak ve ek ivme kazandıracaktır… Öyle ki, örneğin neo-liberal dönüşüm (B), ülke ekonomisinin yeniden şekillenmesinin ötesinde dış vizyona (A) da pekiştirici girdilerde bulunsun, ayrıca ideolojik-siyasal-kültürel yeniden yapılanma (C) bileşenine özgü süreçlerdeki hız ayarını belirlesin. Veya dış vizyon (A), eskisi gibi salt “dış politika” alanı veya “monşerlerin işi” olarak kalmasın; buradaki “açılımlar”, örneğin içerdeki ideolojik-siyasal-kültürel yeniden yapılanmanın rasyonalizasyonuna (haklılaştırılmasına) da yarasın, vb. vb.

Üçüncü zemine gelirsek: İdeolojik-siyasal-kültürel yeniden yapılanma, klasik “ayar verme” operasyonlarının çok daha ötesinde (Habermas kavramlarının serbest yorumuyla) Devlet, ekonomi ve kamusal alan bütünlüğünün yeniden formatlanmasını gerektirmektedir.

Yazının ilerleyen bölümlerinde bu “üç kritik zemin” sırasıyla ele alınacaktır.

Geçmeden önce vurgulanması gereken önemli nokta ise şudur: AKP’nin dünya ve Türkiye algısında, neo-liberal dönüşüm veri, özel konjonktür algısı ve bunun uzantısı olan dış vizyon ise sürükleyici ve belirleyici dinamiktir. Az önceki harf iliştirmelerinden yola çıkılırsa, A + B (dış vizyon + neo-liberal dönüşüm) C üzerinde (ideolojik-siyasal-kültürel yeniden yapılanma) başattır. Başka bir deyişle, AKP’nin neo-liberal dönüşümün üzerine oturttuğu özel konjonktür algısı ve dış vizyon, ideolojik-siyasal-kültürel yeniden yapılanmanın (ve yeniden formatlamanın) belirleyicisi ve sınır çizicisidir. C alanındaki yeniden yapılanma ise, en başta A’ya, sonra da B’ye girdi sağlayacak, bu alanlara ivme kazandıracak esnekliği de katılığı da yerine göre kendi içinde barındırmak zorundadır.

Bu nedenle, “Yeni Osmanlı” referansı, “şeriat” veya “din devleti” gibi referanslara göre daha gerçekçi ve açıklayıcı görünmektedir.

Özel konjonktür algısı-dış vizyon

Ara başlık buysa, son dönemde söylediklerine mutlaka bakılması gereken iki isim ön plana çıkmaktadır.

Bunlardan birincisi, bugün Türkiye’nin Dışişleri Bakanı olan Ahmet Davutoğlu’dur. Zamanın global ruhunu iyi yakaladığını düşünen Davutoğlu, yazıp söyledikleriyle bir dış politika CEO’su gibidir. Ancak bununla kalmamaktadır. Yazdıklarında “jeo” ön ekli çeşitli terimleri çok sık kullanmaktadır. Bu yanıyla kendisini “jeoekonomi”, “jeoetnisite”, “jeokültür”, “jeopolitik”, “jeostrateji” vb. uzmanı saymak, böylece Türkiye’nin JEOCEO’su konumuna yerleştirmek mümkün görünmektedir.

İkinci kişi, Davutoğlu ile pek çok konuda aynı görüşü paylaşan CIA eski Türkiye masası şefi Graham E. Fuller’dır. O da “jeo” ile başlayan alan tanımlamaları üstadıdır ve böylece JEOCIA adını hak etmektedir.

İlkine, yani JEOCEO’ya göre bugün odaklanılması gereken hassas noktalardan ilki, Türkiye’nin uluslararası konumu (“yeni uluslararası konjonktür”) ile ülkenin “iç siyasi kültürü” arasındaki uyum veya dengenin sağlanmasıdır.10

Ancak, bu uyumun sağlanması için yapılması gereken önemli işler vardır. Çünkü Türkiye’de Cumhuriyet dönemi reform ve açılımları “iç siyasal kültürü” öylesine radikal biçimde ve zorla yeniden şekillendirmeye çalışmıştır ki, ülke önce bölgede, sonra da uluslararası planda bir türlü öncü konuma gelememiştir. “Merkezden çevreye dayatılan” yeni siyasi kültür, ülkenin en azından çevredeki ve bölgedeki başka ülkeleri peşinden sürüklemesini sağlayacak, “geçmiş hâkimiyet dönemlerinden esinlenen tarihsel süreklilik unsurlarını radikal bir kırılma” ile karşı karşıya bırakmıştır.11

Demek ki, önce bu “kırılmanın” icabına bakılması gerekiyor.

JEOCEO’nun odaklandığı ikinci temel nokta ise “zaman-mekân anlayışı” ile ilgilidir. İlkinde (zaman) önemli olan, içinde bulunulan dönemin, tarihsel uğrağın anlamını, işaret ettiği açılım kanallarını iyi görebilmektir. Sonra, mekâna gelindiğinde ise, “bazı toplumlar dünya görüşleri itibarıyla kuşatıcı, ait oldukları coğrafya itibarıyla köprü durumundadırlar.” Devam edersek, JEOCEO’ya göre böyle köprü durumunda olan toplumlar salt belirli bir coğrafyaya ait olmak yerine “kendi merkez vatan tanımlarını sürekli değiştirerek o coğrafyada yaşayan diğer unsurlarla kaynaşma yolunu seçerler.” 12

Özetle, 2000’li yılların Türkiye’si “köprü” konumunda olduğunu iyi bilmeli, geliştirdiği kuşatıcı dünya görüşünü kullanarak sabit ve sınırları belirli bir “ülke” anlayışı yerine kendi dışındaki farklı coğrafyalara yayılmalı, o coğrafyalardaki toplumlarla kaynaşmalıdır.

Ancak, bunun için, elbette az önce sözü edilen “tarihsel kırılmanın” onarılması, açılıma uygun bir kimlik inşa edilmesi gerekmektedir. Şöyle:

“Avrasya ana kıtasının doğu-batı ve kuzey-güney istikametindeki hatlarının kesişim bölgelerinde bulunan köprü ülkelerinden birisi olan Türkiye sıradan Avrupalılık ve Asyalılık arasında süregelen anlamsız kategorileştirmelerin tesirinden kurtularak uzun dönemli strateji ve bu stratejinin gerektirdiği jeokültürel altyapının temel unsuru olan kimlik meselesinde kapsamlı bir yenilenme süreci içine girmek zorundadır.” 13

JEOCEO’ya bütün bunları söyleten, elbette daha sonra kayınpederi olacak Ahi şeyhi Edebali’nin gördüğü rüya değildir.

Bu son cümle, “Yeni Osmanlı” anıştırmasını zorlama bulup, “peki bu da var mı?” diye sorabilecek olanlar içindir.

* * *

JEOCEO ile JEOCIA’nın en fazla ortaklaştıkları konu, Cumhuriyet reformlarının Türkiye’yi tarihsel bağ ve sürekliliklerinden koparıp onu bugün çok işlevli olabilecek birtakım kozlarından yoksun bıraktığı görüşüdür.

Kuşkusuz, JEOCIA meramını daha açık, daha kesin ve fütursuzca dile getirmektedir. Örneğin şöyle: “(…) Atatürk, Türkiye üzerinde ülkenin İslami ve Osmanlı geçmişi hakkında bir ulusal amneziye yol açmış bir tür ‘kültürel lobotomi’ uygulamıştır.” Ancak, anlaşıldığı kadarıyla, süreç içinde bunun da çaresi bulunmaktadır. Çünkü gene Fuller’a kulak verecek olursak “1950 sonrası modern Türk tarihi, aşamalı bir şekilde Kemalist ideolojik aşırılıkları törpüleyen ve milletin Cumhuriyet öncesi geçmişiyle daha rahat ve ‘normal’ bir ilişkiye dönmesini sağlayan bir süreç özelliği göstermiştir.”14

JEOCIA daha sonra özellikle 1950’li yıllara göndermede bulunarak Türkiye’nin kraldan (batıdan) fazla kralcı, sonuçta kendisini yakın coğrafyasından kopartıcı akılsızlıklarından söz etmektedir. Irak, Ürdün, Suriye ve Cezayir gibi ülkelerdeki gelişmeler karşısında Türkiye’nin tutumundan örnekler vermektedir.15

Ancak, burada bir tuhaflık söz konusudur. Türk dış politikasının batı yalakalığında en kişiliksiz örnekleri sergilediği, üçüncü dünya ülkeleriyle arasına aşılmaz mesafeler koyduğu yıllar “Kemalist lobotomi” dönemi değil, tersine “Kemalist ideolojik aşırılıkların” törpülendiği ve milletin “Cumhuriyet öncesi geçmişiyle” barışmaya başladığı söylenen dönemdir!

Kuşkusuz, aslında ortada gerçek anlamda “tuhaflık” falan yoktur. İşin aslı şudur: Gerek JEOCEO ve JEOCIA gibilerinin, gerekse ülkedeki liberal çevrelerin “partikülarist” tarih okumalarında, Türkiye’nin özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında emperyalizme yönelmesi, NATO’culuk, soğuk savaş kızıştırmacılığı ve bunların hepsine altlık oluşturan sınıfsallık ve anti-komünizm gibi olgulara yer yoktur.

Bunlar da olsaydı, zaten bugün durdukları yerde durmazlardı.

Üçlü sinerji algısı

Unutulmuşsa, yeniden hatırlatalım: AKP’nin özel konjonktür algısı, onu bu konjonktürün de kendi yerini bulacağı üçlü sinerji algısına taşımaktadır. Daha açık söylersek şöyle: Özel konjonktür algısından kaynaklanan dış vizyonun, neo-liberal dönüşüm ve ideolojik-siyasal-kültürel yeniden yapılanma ile birlikte üçlü sinerji alanını oluşturduğu düşünülmektedir.

Örneğin, JEOCEO’nun uluslararası konjonktür (dış vizyon) ile ülkedeki “iç siyasal kültür” (ideolojik-siyasal-kültürel yeniden yapılanma) arasında kurduğu bağlantı, böyle bir sinerji algısına dayanmaktadır. Dış vizyon doğrultusunda atılan önemli adımlar, içerdeki yeniden yapılanmaya girdiler sağlayacak, içerdeki yeniden yapılanma da dış vizyon doğrultusundaki yeni hamleler için sıçrama tahtası işlevi görecektir. Daha somut bir örnek verecek olursak, Erdoğan’ın ünlü Davos şovu (“one minute”) dış vizyon alanına girse bile, bu şov içerdeki ideolojik-siyasal-kültürel yeniden yapılanmaya, yani “yeni bir kimliğin” oluşturulmasına da katkıda bulunacaktır.

Keza Rize Belediye Başkanı’nın kenti ziyaret eden İsrail Büyükelçisi karşısındaki çıkışı kuşkusuz “oluşum halindeki” yeni kimliğin bir uzantısıdır; ama böyle bir çıkış aynı zamanda dış vizyona sağlanan bir yakıttır da.

Devam etmek, örnekleri çoğaltmak mümkündür.

“Kürt açılımı” kuşkusuz dış vizyonun olmazsa olmazları arasındadır; ancak bu dış vizyon öğesi, aynı zamanda neo-liberal dönüşümün ademi merkeziyetçilik bileşeni ve kültürel yeniden yapılanma olmak üzere başka alanlara da yansıyacaktır. “Kürt açılımındaki” olası bir başarı ise hem dış vizyonu hem de neo-liberal dönüşümü pekiştirecektir.

Dahası, Türkiye kendi dış vizyonunu ve bunun yararlarını emperyalist güç odaklarına ikna edici biçimde anlattığında, kendi neo-liberal dönüşüm sürecinde daha fazla kollanacak, karşılaşabileceği birtakım tıkanıklıkları aşmasını sağlayacak özel “dış akışlardan” ve iç destekten yararlanabilecektir.16 Neo-liberal dönüşüm sürecinin tanımlayıcı öğelerinden biri olan “ele geçirerek büyüyen” sermaye kesimlerinden ise, bu kolaylığın karşılığını ideolojik-siyasal-kültürel yeniden yapılanma alanına katkıda bulunarak vermeleri istenecektir.

İdeolojik-siyasal-kültürel yeniden yapılanma-formatlama

Bir kez daha hatırlayalım:

İdeolojik-siyasal-kültürel yeniden yapılanma, klasik “ayar verme” operasyonlarının çok daha ötesinde Devlet, ekonomi ve kamusal alan bütünlüğünün yeniden formatlanmasını gerektirmektedir.

AKP’nin bu alanda izlediği politikalara bakıldığında, elde üç veri birikmektedir.

Devlet: AKP gerçekten “küçülmüş” Devletten yanadır. Bu tespit kimi ek açıklamaları gerektirmektedir. Bir kere, küçülen Devlet en azından formel anlamda “laik” kalacaktır; ama AKP’nin bugünkü felsefesini ve vizyonunu daha fazla içselleştirip benimseyecek, bunların temsilcisi olacaktır. Başka bir deyişle, AKP politikaları aynı zamanda “devlet politikaları” olarak kurumsallaşacaktır.

İkincisi, Devlet, toplumdaki çeşitli sınıf ve katmanların hak, çıkar ve ayrıcalık taleplerinden, bu taleplerin getireceği baskılardan mümkün olduğunca bağışık tutulacaktır. Devlet, kendi yörüngesini bu baskılara göre yeniden belirlemeyecek, ancak kendisi gerekli gördüğünde bu sınıf ve katmanlara ilişkin kimi müdahalelerde bulunabilecektir. “Hizmet götüren devlet” olarak, kimi kesimler için bürokrasiyi ve kırtasiyeciliği azaltacak, başkaları için “ele geçirme yoluyla genişlemenin” kanallarını açacak, nihayet başka kesimlere de Devletin şefkatli yüzünü gösterip yardım dağıtacaktır.

“Taleplerinizle üzerimde baskı oluşturmayın, ben ihtiyaçlarınızı tespit edip gereğini yaparım” anlayışı geleneksel Kerim Devlet anlayışının yeni bir versiyonudur.

Ekonomi: AKP’nin bu alanda Devlette olduğu gibi tümden kendi vizyonu ve tercihleriyle egemenlik kurması nesnel olarak mümkün değildir. Türkiye’de kapitalizmin ve sermaye birikiminin ulaştığı düzey, bu alanın siyasal iktidarlar açısından “kaçak vermesini” kaçınılmazlaştırmaktadır. Gene de AKP’nin bir yandan elindeki Devletle diğer yandan da palazlanan ve “ele geçirerek büyüyen” sermaye kesimleriyle alana sınır çizici, ön açıcı/kapatıcı ve norm getirici müdahalelerde bulunması mümkündür ve bugün tam tamına bunu yapmaktadır.

Kamusal alan derken bu yazıda özel olarak kastedilen, Devletin ve sermayenin doğrudan müdahalelerinden görece bağımsız kalabilen, bu anlamda belirli bir bağımsızlığı olan ideolojik, siyasal ve kültürel oluşumlar alanıdır.

İşin özü ise şudur: AKP, küçülen, ama bu arada kendi dünya görüşünün kurumsallaşmış aygıtı haline gelen Devlet ve önemli ölçülerde kontrol altına aldığı sermaye kesimleriyle birlikte üçüncü alanın üzerine çullanmakta, o alanda zaten var olan ve güçlenen kendi uzantılarıyla buluşup üç ayaklı bütünleşmiş bir hegemonya kurmaya çalışmaktadır. Gene de, sürecin tek yönlü işlemediğini belirtmekte yarar vardır. Evet, ağırlıklı olan, Devlet ve sermayenin üçüncü alana yüklenmesidir; ancak bu arada üçüncü alan da kendi içinde statik değildir: Özellikle tarikat örgütlenmeleri ve ağları ideolojik, siyasal ve kültürel etkileriyle bu alanda giderek artan bir ağırlık kazanmaktadır ve aradaki mesafe iki taraftan da kısalmaktadır.17

Artık “niyetin” ve “planın” çok ötesine geçen adımlarıyla süreç ve bugün geldiği nokta böyle görünmektedir.

“Totaliter demokrasi” çağrışımı tam da bu noktada gündeme gelmektedir. Çünkü modelde öngörülen uyum ve bütünlük, ciddi herhangi bir “mücadele” unsurunu dışlamaktadır. Ülkede elbette başka siyasal partiler, iktidar taliplileri ve seçimler olacaktır. Gelgelelim, her siyasal iddia ve misyon, kendi sınırlarını, verili üç ayaklı uyumu, borsayı, Türkiye’nin yeni küresel konumunu ve elbette tarikatlar ve cemaatlerle sağlanan toplumsal barışı ve huzuru gözeterek çizmek zorunda kalacaktır. 18

Karşı çıkanlar, Türkiye’yi 2002 öncesinin kriz ve kaos ortamına geri götürmeye çalışmakla suçlanacaklardır.

 

Kimsenin kuşkusu olmasın, böyle bir durumu Türkiye’nin “demokratik devrimi” sayanlar bile çıkacaktır. Gene de, 1789 devrimine damgasını vuran özgürlük, eşitlik ve kardeşlik (liberté, égalité, fraternité) sloganı Jakoben bulunabilecek, can sıkıcı “eşitlik” sloganı düşüldükten sonra liberté piyasanın serbestliği, fraternité ise tarikat kardeşliği olarak yeniden yorumlanacak, üçlü bozulmasın diye bunlara bir de totalité eklenecektir.

Totaliter demokrasinin sloganı şimdiden bellidir: Liberté, fraternité, totalité…

“Sürecin tamamlandığını” ve “artık işin bittiğini” söylemiyorum. Evet, Devlet, acizleştirilen öğeleriyle birlikte çok büyük ölçüde halledilmiştir; evet, sermaye kesiminden hafiften mırın kırın ötesinde ciddi bir diklenme de beklenemez. Ancak, üçüncü alanda ağırlığı artan yapılanmaların bu alana artık geri dönülmez biçimde egemen olduklarını söylemek mümkün değildir. Dahası, en usta ve ayrıntılı planın bile hesap edemeyeceği olumsallıkların gündeme gelme, böylece dengeleri altüst etme, ilerlemiş olanı geriletme olasılığının en yüksek olduğu alan da burasıdır.

Bu ülkenin ilericilerinin, yurtseverlerinin, sosyalistlerinin ve komünistlerinin ne Devlette ne de sermaye kesiminde şöyle veya böyle yerleri ve ağırlıkları olabilir. Ancak, üçüncü alandan silinmiş olmadıkları da açıktır.

 

Dipnotlar

  1.  “Gül’den Batı’ya dokundurmalar”, Hürriyet gazetesi, 3 Kasım 2009.
  2.  Abramowitz, M., H.Barkey, “Turkey’s Transformers”, Foreign Affairs, Kasım-Aralık 2009.
  3.  Bkz. 2008 Kavşağında Türkiye, Bağımsız Sosyal Bilimciler, İstanbul, Yordam Yayınları, 2008, s. 18 (dipnot).
  4.  Marx, K., F.Engels; Alman İdeolojisi, Toplu Eserler (İngilizce), Moskova 1977, cilt:5, s. 47.
  5.  Çulhaoğlu, Metin, “Bir Kriz Modeli için İpuçları”, Sosyalist Politika, sayı: 25, Haziran 2000, s. 18. Benzer bir saptama, Türkiye’deki neo-liberal dönüşümün en belirgin özelliklerinden biri olarak “sınıf temelli siyasete son verilmesini” göstermektedir (bkz. Türkiye’de ve Dünyada Ekonomik Bunalım, Bağımsız Sosyal Bilimciler, İstanbul, Yordam Yayınları, 2009, s. 28).
  6.  Bkz. Patnaik, Prabhat, “Emperyalizmin Yeni Evresinde Ekonomi”, Küreselleşmeye Güneyden Tepkiler içinde, İstanbul, Dipnot Yayınları, 2006, s. 94.
  7.  Ahmad, Feroz, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, çeviren: Sedat Cem Karadeli, İstanbul, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2008, s. 209. Ahmad daha sonra şöyle devam ediyor: “Bahçeli’nin Anadolu’daki alt-orta sınıf oylarından yana endişesi vardı, bunlar küreselleşmeden zarar görüp MHP ve İslamcılar gibi radikallere oy vermişlerdi.” (s. 217).
  8.  Anlaşıldığı kadarıyla, uzun süren koalisyonların ardından gelen koalisyonsuz hükümet sermaye çevrelerini ayağını denk almaya zorlamıştır. Gazeteci Emin Çölaşan hakkında istediğinizi düşünebilirsiniz. Ancak medya çevrelerine (işin içinde Aydın Doğan’ın yanı sıra Şahenk, Ciner ve Karamehmet gibi isimler de olduğundan mesele medyayla sınırlı kalmamaktadır) ilişkin söylediklerini herhalde görmezden gelemezsiniz: “Bunların korkusu AKP iktidarı döneminde başlamıştı. Önceki koalisyon iktidarları döneminde sırtlarını koalisyonun bir kanadına dayar ve aslanlar gibi kükrerlerdi! Ne zaman ki AKP tek başına iktidar oldu, bunlar süt dökmüş kediye döndüler. Tayyip bunları boş bırakmıyordu. Devletle ve hükümetle bir sürü işleri vardı. Tıpkı öteki medya patronları gibi toplamı milyarlarca dolara ulaşan çok büyük işler. Bunların yürümesi, para çarkının aksamadan dönmesi için tek koşul, iktidarı kızdırmamaktı.” (Çölaşan, Emin, Sakıncalı Gazeteci, Ankara, Bilgi Yayınları, 2009, ss. 298-299.)
  9.  Aksi halde, Marx’ın önce dört başı mamur bir kapitalizm öncesi üretim tarzları çözümlemesi yapıp kapitalizme bunların bir sonucu olarak ulaşmasını beklemek gerekirdi. Oysa durum bunun tam tersidir.
  10.  Davutoğlu, Ahmet, Stratejik Derinlik, İstanbul, Küre Yayınları 2009, s. 84-85.
  11.  Davutoğlu, age, s.81.
  12.  age, s. 560.
  13.  age, s. 561.
  14.  Fuller, Graham E., Yükselen Bölgesel Aktör Yeni Türkiye Cumhuriyeti, Ankara, TİMAŞ, 2008, s. 51. “Lobotomi” kimi zihinsel sorunların çözümünde bir dönem uygulanan bir tıbbi müdahaledir; lobotomide beynin ön bölümündeki sinir bağlantılarından bir bölümü kesilmektedir. Bu durumda, yukarıdan dayatmalar sonucunda örneğin Osmanlı dönemine özgü üretkenliğin de son bulduğu iddia edilecekse, bunun için vazektomi metaforu daha uygun düşecektir.
  15.  Fuller, age, s. 78-79.
  16. AKP’nin 2007 Temmuz seçimleri öncesinde sergilediği eli açıklıkla ilgili bir değerlendirme şöyledir: “Ancak burada daha ilginç olan soru, yıllık yüzde 5 olan enflasyon hedefine karşın, AKP’nin bu boyutta sağladığı ücret artışlarının ve diğer seçim yatırımlarının maliyetinin IMF yetkilileri ve İstanbul’un büyük sermaye medyası tarafından nedense henüz ciddi bir eleştiriyle karşılaşmamış olmasıdır. Anlaşılan ulusal ve uluslararası sermaye, AKP hükümetinin uzun dönemde kendisine sağlayacağını umduğu kaynakların güvencesiyle, bu tür ‘geçici’ maliyetleri hoşgörü ve anlayışla karşılamaktadır.” (Yeldan, Erinç, Küreselleşme, Kim İçin, İstanbul, Yordam Yayınları, 2008, s. 221.) 
  17.  Bu iki yönlü trafikte asıl ağırlığı Devlet ve sermaye alanlarından yola çıkan hamlelerin oluşturduğu gözden kaçırılmamalıdır. Yoksa “sivil toplum” denilen üçüncü alandaki dinamiklerin kendi yerlerinde öylece duran Devleti ve sermayeyi kuşatıp sıkıştırmaya başladığı türü yorumlar tam bir “sivil toplumculuk” safsatasıdır. Trafiğin “iki yönlü” oluşuyla ilgili bir değerlendirme şöyle: “AKP’nin devletin hakim olduğu alanları azaltarak İslami kimlik için güvenli yaşam alanları açmayı amaçladığı söylenebilir. Bu aynı zamanda AKP’nin ‘laik devlet’ ve ‘Müslüman toplum’ arasındaki mesafeyi azaltma metodudur (…) RP’nin yukarıdan aşağıya İslamileştirerek kültürel bütünleşmeyi sağlama projesinin yerini AKP’de aşağıdan yukarıya ‘İslamileştirme’ projesinin aldığı düşünülebilir.” (Bkz. Çınar, Menderes, “AKP: İslamcılıktaki Dönüşümün Sınırları”, Siyasal İslam ve Liberalizm içinde, derleyen: Ayşen Uysal, Yakın Yayınları 2009 içinde, s. 156.)
  18.  Artık ne kadarı AKP’nin kendi başarısı, ne kadarı bu ülke “aydınının” zavallılık durumuyla ilgilidir ayrı konu, ancak AKP yukarıda değinilen anlayışı daha şimdiden kendi karşıtı (veya öyle olduğunu iddia eden) kimi kesimlere kabul ettirmiş durumdadır. Özetle, AKP’ye karşı olanların bile bu saatten sonra “küresel süreçlere ben de uyum sağlarım”, “ben de Türkiye’yi AB’ye ve küresel ekonomiye eklemlenmiş bir ‘soft power’ olarak tutabilirim” ve eğer mesele “çağdaş dünyanın olgularıyla, fırsatlarıyla erişilen bir hayali, bir vizyonu ortaya koymaksa benden iyisini bulamazsınız” gibi iddialarla ortaya çıkması gerekmektedir.” (Ulagay, Osman, AKP Gerçeği ve Laik Darbe Fiyaskosu, İstanbul, Doğan Kitap, 2008, s. 20, 129 ve 133.)
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×