Avrupa Komünizmi: Günden Geceye

Sınıf mücadeleleri tarihi açısından Avrupa tarihi oldukça ilginç bir gelişim çizgisine sahne oldu. İşçi hareketinin nabzı, XIX. yüzyıl sonlarına kadar marksizmin beşiği olan bu kıtada attı; bu dönemde kıtanın en hararetli ülkesi Fransa’ydı. Çok uzun sürmeyen Paris Komünü deneyiminden sonra gözler Almanya üzerine çevrildi. Aynı tarihlerde kıta dışına da taşan hareketlenmeler ilgiyle izleniyordu. Beklenenin tersine atılan tohumlar, topraklarının bir kısmı Avrupa’da olmasına karşın “gericiliğin kalesi” olarak nitelenen ve bu nedenle beklentilerin dışında tutulan Rusya’da boy attı. Ve ürün “proletarya ile burjuvazi arasında ilk büyük savaşlar”ın verildiği Batı’ya göre eşitsiz gelişiminin sunduğu olanaklarla beslenen bu taze toprakta alındı. Avrupa’da uzun süredir “kol gezen heyula” üzerindeki çarşafı attı.

Bu arada, kendi “anavatanlarını savunma” adına savaşa “evet” diyen o zamanki adıyla -Batılı sosyal-demokrat partilerin bu tavrı, yeni bir Enternasyonal’in kurulması sürecine girmeyi zorunlu kıldı. Güçsüzlük reformizmin kıtadaki ilk örneklerini Batı Avrupalı partiler içerisinde yaşattı.

I.  Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan kargaşa içinde kendi iç hesaplaşmaları ile boğuşan kapitalist dünya Rusya’da olup bitenlere gereğince müdahale etme fırsatını bulamadı.

Sadece Avrupalı kapitalist ülkelerde değil, Avrupa’daki işçi sınıfı partileri de bu kazanımın uzun ömürlü olacağı konusunda kuşku duymaktaydılar. Bu kuşkunun dayanağı neydi? Her şeyden önce bu partiler, doğumu görece geç olan Rus marksist hareketinden daha eski ve köklü bir geçmişe sahiptiler. Bu olsa olsa bir ilk kıvılcım olabilirdi. Büyük ateş kapitalist üretim ilişkilerinin daha gelişkin olduğu Avrupa’da yakılacaktı. Beklenti buydu. Ortada paha biçilmez bir kazanım ve herkeste olmasa da bu kazanımı korumaya yönelik sarsılmaz bir inanç vardı.

Önce Finlandiya, sonra Berlin, Bavyera, ardından Macaristan, Slovakya… Birçok yerde Sovyet Cumhuriyetleri kurma girişimleri, İtalya’da milyonlarca işçinin katıldığı grevler, aylar süren fabrika işgalleri ve birçok ülkede bu tarihlerde kurulan Komünist Partileri…

1917-1924 yılları Rusya’da yaşanan devrimle birlikte Avrupa’da devrimci umudun yükselişe geçtiği bir dönem oldu. Savaş sonrasının bozuk ekonomik düzeninin kitleler üzerinde yarattığı etki de bu umudu körüklüyordu. Komünist partiler bu ortamda kısa sürede büyük kazanımlar elde edebilecekleri düşüncesiyle geniş kitleleri kendi saflarına çekebilmek için harekete geçtiler.

Öte yandan Komintern’in tek ülkede sosyalizmin yedeği olarak güçlü bir gelenek oluşturamaması da II. Enternasyonel reformizminin içten içe yaşamasına elverdi.

1924’ten sonra gittikçe azalan hareketlilikle bu dönemin nesnelliğini değerlendiremeyen komünist partiler aldıkları yenilginin etkisiyle aşırı nesnelci bir tutum içine girdiler. Sütten ağzı yanıp yoğurdu üfleyerek yemeye başlayan bu partiler duruma hakim olabilme adına kılı kırk yararak nesnelliğe aşırı bir pay biçtiler. Süreç ters yönde işlemişti: Niyet ile gerçek arasındaki uyuşmazlık umudun, düşüş döneminde yükseliş döneminin öncesine göre daha da azalmasına neden oldu.

Tekil kazanımın korunması görevine böyle bir nesnelcilikle koyuldu Avrupalı komünistler. Bir ilk olumsuzluk olarak not ettiğimiz bu nesnelciliğin dışında başka eksiklikler de vardı.

O zamana kadar yalnız RSDİP’in programında yer alan proletarya diktatörlüğü kavramına programlarında yer vermeyen Avrupalı komünist partiler (AvrKP’ler) leninist örgüt teorisine de daha soğuk yaklaştılar. Yeni dönemle birlikte bu teorilerin geçerliliğini Rusya ile sınırladılar. Kimilerince de toprağın geriliği ile açıklanarak özgünlüğe hapsedildi.

AvrKP’ler gittikçe yaygınlaşmaya başlayan faşist tehlike karşısında çözüm arayışı içine girdiler. 1919’dan 1924’e kadar olan dönemde işçi sınıfı hareketleri giderek azalmakla kalmamış, yerini faşist hareketlere bırakmaya başlamıştı. 1919 yıllarında büyük grevlere sahne olan, hatta Haziran 1919’da Floransa’da kısa süren bir Sovyet Cumhuriyeti’nin bile kurulduğu İtalya’da, 16 Kasım 1919 seçimlerinde faşistler 4.795 oy alırken Sosyalist Parti 1.840.000 oy, İtalyan Halkçı Partisi 1.175.000 oy almıştı. Parlamentoya girecek kadar bile oy toplayamayan Mussolini bu yenilgi karşısında politikayı bırakmayı düşünürken devrimin soluğunu ensesinde hisseden burjuvazinin de desteğiyle 1921 seçimlerinde parlamentoya girmeyi başardı. 1923’te ise iktidara geldi.

I. Dünya Savaşı’nda kaybedilenleri geri alma düşüncesi ile milliyetçi ideoloji ve bunu savunan faşistler kitlelerden destek bulurlarken KP’ler mücadelelerini “faşizme karşı mücadele” şeklinde sürdürdüler. Beliren savaş tehlikesi karşısında tek ülkede sosyalizmin korunması görevi de ön plana çıktı. II. Dünya Savaşı sonunda faşistlerin yenilgisi bu sürede faşistlere karşı mücadeleyi aralıksız sürdürmüş KP’lere büyük prestij sağlarken, bu partiler kitleselleşmenin olanaklarına sahip oldular. Faşizme karşı mücadelede geniş demokrat kesimlerle işbirliğine giden KP’ler savaş sonrasında da kitle desteğini yitirmemek adına bunu sürdürdüler. Savaş yaralarını sarmak, ülkenin kısa sürede kalkınması sloganları sınıf mücadelesi kavramının üzerini örttü. 1944 yılında Fransa’da prestiji en yüksek parti konumuna gelen FKP genel sekreteri M. Thorez komünist direniş örgütlerinin dağıtılmasında ve silahsızlandırılmasında De Goulle’e destek olurken, X. Kongre’de parti programını şu sözlerle açıklıyordu: “Gerçekten bağımsız büyük bir sanayi devleti olmamız için alet yapan makina sanayini geliştirmemiz ve kendimizi yabancı ülkelere bağımlılıktan kurtarmamız gerekiyor.”(M.Thorez Enstitüsü, Halkın Oğlu Maurice Thorez, Çev. K. Nural, Bilim Yay. 1978, s. 243) Bu programın uygulanması konusunda da “istenen ulusal ve toplumsal yenilik programını uygulamak üzere geniş tabanlı bir ulusal birlik ve demokrasi hükümetinin uzun süre görevde kalmasını öngörüyoruz” diyordu. (age, s. 247)

Savaştan diğer ülkelere göre daha az etkilenmiş olan ABD’nin Avrupa pazarını genişletmek ve bu pazarda hakimiyetini kurmak amacıyla kıtaya yaptığı sermaye aktarımı kısa zamanda etkisini gösterdi. 50’li ve 60’lı yıllar “refah dönemi” oldu. Bunun sonucunda ancak “refah devleti” sloganını ön planda tutan sosyal demokrat partiler iktidara gelebildiler.

Artık sosyalizme giden yeni yollardan söz ediliyordu. Büyük Britanya Komünist Partisi 1951’de British Road to Socialism adındaki belgede ayaklanma yolunu reddedip parlamenter yolu öngörüyordu. Avrupa’da bir dönemler işçi sınıfı hareketlerinin en yaygın olduğu ülkeler NATO’da yer alarak “Hür Dünya”daki yerlerini belirlerken, AvrKP’ler de Avrupa’nın ekonomik açıdan gelişmesini sağlayacağını düşündükleri AET gibi ekonomik işbirliklerine sıcak bakıyorlardı.

1929 döneminde yaşanan krizle birlikte, kapitalizmin bunalımlarının üstesinden gelinemeyeceği düşüncesi etkisini kaybetmişti.

1956 AvrKP’lerin tarihinde önemli bir yıl oldu. Hruşçov’un XX. Kongre’deki açılımları destalinizasyon komutu olarak algılandı. Bu düşünce AvrKP’lerin bu dönemde içinde bulundukları ortama çok uygun düşüyordu; yine bu nedenle de açıklanabilecek bir psikolojiden de güç alan bu yorumun AvrKP’ler açısından getirdiği sonuç “bazı bağlardan kurtulmak” oldu. Togliatti’nin polisantrizmi bu tarihe denk düşüyor. Togliatti 1956’da Nuovo Argomenti dergisine verdiği demeçte “Sovyet modeli artık zorunlu değildir. Sistemin bütünü çok merkezli hale gelmektedir ve komünist hareket için artık tek listelerden bahsedilemez” diyordu.

60’lı yıllarda başlayan ve 70’lerde yaygınlaşan “çevre koruma”, “barış” gibi konjonktürel toplumsal canlanmalar üzerinde de AvrKP’ler otorite oluşturmayı başaramadılar. 1968 müdahalesi ise SBKP’den uzaklaşmanın ikinci ve farklı bir adımı oldu. AvrKP’ler için 1956 “Stalin kısıtı”ndan kurtulma, 1968 ise SBKP’den bağımsızlığı vurgulama şeklinde gerçekleşti.

O zamana kadar önemli bir kazanım sağlayamamış veya sağladıklarıyla üstünlük kuramamış AvrKP’ler için 1 yapılmış şu değerlendirme çok yerinde: “Varlıklarını dışsal bir tarihin otoritesine borçlu olmaya başladılar. Zamanla o tarihin de uzağına düşseler bile onun dışında hiçbir kazanç sağlayamamaları çok uzaklara gitmelerine neden oldu.” (“Gündem”, Gelenek 3, Ocak 1987, s. 8)

Avrupa’nın en “güçlü” KP’si: İKP

İtalya’yı diğer Avrupa ülkelerinden ayıran iki temel özellik bulunmakta. İlki Avrupa’nın en dindar ülkesi olması ve katolik kitlenin parti olarak güçlü bir biçimde örgütlenmiş olması. İkincisi kapitalizmin bu ülkede görece yoğun eşitsiz gelişmesi. Her iki özellik de İKP’nin politikasında belirleyici oldu. İKP 1973 yılında partiye girmek için “tarihsel maddecilikten yana olmak gerekmez, dinsiz olmak hiç gerekmez” ibaresine yer verirken, bugün sayısı 2 milyona yaklaşan üyelerinin yaklaşık yüzde 90’ı katoliktir.

Sanayinin yoğun olduğu kuzeyde diğer bölgelere göre çok daha etkin olan İKP, faşist hareketin yaygın olduğu dönemin de etkisiyle, kırsal kesimin sağ tehlikenin doğuşu için uygun olduğunu ve partinin gücünün eşitsiz dağılımının en kısa zamanda giderilmesi gereken bir dezavantaj olduğunu savunacak ve bu yaklaşım daha sonradan özünde Hıristiyan Demokratlarla seçim işbirliği olan “tarihsel uzlaşma” tezinin doğuşuna da etki edecektir.

İKP en büyük prestiji II. Dünya Savaşı sırasında faşistlere karşı sürdürdüğü illegal mücadele sayesinde elde etti. Parti faşizmin yenilgisi için öne aldığı ittifak politikasını sürdürdü cumhuriyetin kurulması için Sosyalistler ve Hıristiyan demokratlarla Roma Paktı‘nı imzaladı.

1956’da iki önemli olay, SBKP’nin XX. Kongresi ve Macaristan’a müdahale, AvrKP’lerin kendi konumlarını yeniden gözden geçirmelerine neden oldu. Togliatti polisantrizm‘i (çokmerkezlilik) formüle etti. Bu tarihe, aynı zamanda İtalyan usulü sosyalizme geçiş üzerine düşüncelerin oluşturulmaya başlandığı yıl olarak da bakılabilir. Bu düşünceyi teorisize etmeye çalışanlar teorik temel olarak Gramsci’nin ve Togliatti’nin yazılarını, kültürel açıdan da Antonio Labriola’nın çalışmalarını ve Risorgimento’nun ulusal kurtuluş geleneğini aldılar.

1968 Çekoslovakya müdahalesinin ardından İKP’nin XII. Kongresi’nde özerklik görüşü benimsendi. Böylelikle “uluslararası komünist harekete benimsetilmiş her türlü ortak strateji” de reddediliyordu. Oysa polisantrizmde belli bir bölgesel koordinasyon olasılığı öngörülebiliyordu.

Çokmerkezlilik ve özerkliğin 1956 ve 1968’deki müdahalelerden sonra ileri sürülmeleri rastlantı değil kuşkusuz. Ancak tam bir belirleyicilikten sözetmek de mümkün değil. Aranışlar bu tarihlerden önce başladı. Özerklik 1969 yılında formüle edilmesine karşın Togliatti, 1964 Nisanı’nda Merkez Komite’ye sunduğu raporda Batı Avrupa komünist partilerinin bir araya gelerek toplantı yapmalarını doğru bulmadığını belirterek uluslararası bir konferans düzenlenmesine karşı olduğunu belirtiyordu.

İKP’nin batılı kapitalist ülkelerle işbirliğine karşı aldığı tutum da oldukça ilginç: 1974’e kadar “İtalya NATO’dan, NATO da İtalya’dan çıksın” diyen İKP, XIII. Kongresi’nde NATO’dan çekilme ilkesini programından çıkartıyordu.

Zira “İtalya’nın NATO’dan çıkışı güçler dengesini bozucu bir etki taşıyacaktır” (E. Berlinguer, 26 Haziran 1976, aktaran Donald Sassoon Dialectiques, 18 – 19 s. 43) Berlinguer’in denge ile anlatmak istediği ise ne anti-amerikan ne de anti-sovyet olmayan bir Avrupa’dır. Ülke çapındaki özerkliğin kıta çapında olanı böyle bir özellik taşıyor. Bunu “ne prosovyet ne de proamerikan” olarak algılamak pek de çarpıtma olmaz sanırım.

Ülke ekonomisine yönelik hedeflerde de aynı yaklaşımı taşıdı İKP: Emperyalist ABD’nin ekonomik etkisinden kurtulmak.

***

İKP’lilerin Avrupa Parlamentosu’na ilk girişleri 1969’a rastlar. İlk girişte Roma Antlaşması’nın yeniden gözden geçirilmesi gibi bir dayatmayı da hedefliyorlardı. Daha sonraları ise ekonomik entegrasyona olumlu baktılar. Çünkü bu vesileyle üretici güçler gelişecek, bu ise sosyalizme giden yolda önemli adımların atılması demek olacak, -ABD’den- “özerk bir Avrupa” ile sosyalizme doğru, ulusal temelde değil, bütün Avrupa ile hep birlikte yürünebilecekti. Avrupa için sosyalizme ulusal planda geçiş mümkün değildi. “Avrupa ve Avrupa’nın güvenliği sorunu”, “Avrupa Topluluğu’nun demokratik dönüşümü sorunu”, bunlar gündemin ilk maddeleri arasında yer alan sorunlar haline geldi.

***

1970 yılının Eylül ayında parlamenter yoldan iktidara gelen Allende, bu tarihten sonra ancak üç yıl yaşayabildi. 11 Eylül 1973 tarihinde iktidarı ve yaşamını yitirdi. Bu tarihten 17 gün sonra ise Berlinguer’in ünlü tezi 12 günlük bir yazı dizisiyle yayımladı. Tarihlerin yakınlığı ve sırası rastlantı değil. İktidara parlamenter yoldan gelmeyi hedefleyen İKP, Allende’nin akıbetinden gerekli dersleri çıkardı ve özellikle sağın güçlenmesi (o dönem ortalıkta faşist darbe söylentileri de dolaşıyordu) ve korkulan hamleyi yapması olasılığı karşısında, ancak geçmişteki anti-faşist mücadele deneyiminden yararlanarak söz konusu tehlikeyi etkisizleştirebileceğini düşündü. “Aslında çok eskilere dayanan bir ana düşüncenin” (Berlinguer) yeni koşullara göre geliştirilmesi olan tarihsel uzlaşma böyle bir zamanda formüle edildi.

Bu tez ile, İtalyan toplumunun en önemli üç politik ögesi olan katolikler, sosyalistler ve komünistlerin güçlerini birleştirerek sağlayacakları, İtalyan halkının ezici çoğunluğunun, ilk olarak, sağ tehlikenin önündeki en sağlam kalkanı oluşturacağı, ikinci olarak yapısal reformlarla güçler oranını tekellere karşı işçi sınıfının ve geniş halk yığınlarının lehine değiştireceğini öngördüler: Bu üç temel gücün işbirliği ile anti-faşist bir zaferle sonuçlanan Direniş Hareketi’nden sonra, aynı güçler tarafından oluşturulacak tarihsel uzlaşma ikinci etabı oluşturacaktır. Böyle bir uzlaşma olmaksızın komünistlerin tek başlarına, tüm kurumlarıyla işleyen ve bu özelliği nedeniyle sosyalizme varmayı (?) kolaylaştıran bir demokrasiyi garantiye almaları mümkün olamaz. Komünist partinin oyları yüzde 30’lara ulaşmış olsa bile hem bu oran ülke içerisinde eşitsiz dağıldığı için, hem de çok yetersiz olduğu için bir şey değiştirmemektedir. 2 Eşitsizliği gidermenin yolu ise İKP’nin oy oranının düşük olduğu bölgelerde (Güney’de) güçlü olan Hıristiyan Demokratlarla işbirliğidir. 3

“Uzlaşma”nın ardından kaçınılmaz olarak ödünler de geliyor. Ödünlerin kaynağını ise uzlaşmada tek taraf kalmamak için verilen güvenceler oluşturuyor. Ayaklanma yoluyla devrim hedefinin bırakılması parlamento kurumuna duyulan derin saygı, diğer geniş politik güçlerle işbirliği, çoğulcu sosyalizm… “

Bu işbirliği için komünistler özveriyle çalışmalıydılar. Komünistlerin din düşmanı olmadıkları gösterilmeliydi. “Bizim” hedeflediğimiz sosyalizmde her türlü özgürlüğün yanında din özgürlüğünün de varolduğu gösterilmeliydi… Kilise istediği kadar komünistleri aforoz etsin (1948)…

Reformizm alışkanlık yaratıyor

Reformizm kaynağının en önemli bölümünü gündelik çıkarların ön plana çıkartılmasından alır. Hesaplar hep kısa vadelidir. Bu kısa vadeli hesaplar temel hedefe değil de ikincisi birincisine tabi kılındığında temel hedef deforme olur. Örokomünistler bu deformasyonu demokrasi ile sosyalizm arasında eşitlik kurmaya kadar vardırdılar. Sosyalizmden sayısız ödünler verildi bu ülkelerde. Önce, ilk sosyalist devrim model olarak reddedildi, ayaklanma yoluyla sosyalist devrim bir daha gündeme getirilmemek üzere unutuldu. Yerine sosyalizme barışçıl ve parlamenter geçiş konuldu. Proletarya diktatörlüğü çoktandır aykırı geliyordu bu partilere. Leninizm de öyle. Teker teker programlardan çıkartıldılar. Sosyalizme doğru evrimden söz ediliyordu artık. Anti-militarist tavırlardan da vazgeçildi kimi yerlerde. NATO bir anlamda gerekliydi de. Avrupa’nın ekonomik birliği komünistlerin de işine gelirdi. “Ülke içerisinde savurganlığa paydos, kemerleri sıkalım” diyen partiler de oldu…

Daha da uzatmak mümkün. Bu kadarı bile Örokomünist partilerin reformizmde ulaştıkları noktanın vehametini gösteriyor.

Uyuşturucu alışkanlığına benziyor. Reformizm de alışkanlık yapıyor. Gündelik hesap kaygısı nedeniyle sürekli geri adım atan öznenin durumu her seferinde “sadece bu seferlik” diyen kumarbazınkine benziyor.

Nihai hedef ile günlük mücadele arasına uçurum koyan bir politikanın eninde sonunda ödün vermekle sonuçlanmasına ilişkin FKP’den bir örnek verelim: Haftalık L’Express dergisinin 1971 yılında yaptığı bir anket, o dönem Fransızların yüzde 44’ünün, FKP’nin Moskova’dan emir aldığına ve Moskova hesabına çalıştığına inandığını söylüyordu. FKP’nin bu anket sonucundan etkilenmemiş olması mümkün değil. İç politika hesapları FKP’nin (diğer komünist partilerde olduğu gibi) SBKP ile ilişkilerini belirleyen etkenlerin başında geliyordu. Kısa bir muhasebe sonucu FKP de, özerklik  4 konusunda diğer komünist partilere göre geride kalmasına karşın gerek kamuoyuna gerekse sosyalistlere belli güvenceler verme “kaçınılmazlığını” anladı.

Diğer Örokomünist partilere göre, “ortodoks sivriliklerini törpülemekte” daha az istekli davranan FKP, ödün verme ve bunlara inandırıcılık kazandırmada da büyük zorluklarla karşılaştı. Karşıtları ise verilen güvenceleri sürekli yetersiz bularak yeni ödünler istediler. 1969-1972 dönemi bu tür bir ödünün pazarlık masasına getirildiği bir dönem oldu. Pazarlık konusu alternans, yani komünistlerin olası bir iktidara gelişlerinin geri dönüşünün olup olmayacağı sorunuydu. Komünistlerin iktidara gelmeleri durumunda kendi geri dönüşlerinin yolunu tıkayıp tıkamayacaklarını öğrenmek isteyen burjuvazi, komünistler için iktidar olasılığını ancak ve ancak alternans koşulunu peşinen kabul etmeleri durumunda tanıyabileceğini ima ediyordu. Bu anlamda hükümeti komünistlerle paylaşma durumunda olan sosyalistlerin, komünistlere kuşkucu yaklaşımları hiç hafiflemedi. Ayrıca sosyalistler, komünistleri iktidarda yalnız bırakmamaya kararlıydılar, çünkü kendi varlıklarını sosyalist olmayan partilerin yaşam garantisi olarak görüyorlardı.

Waldeek-Rochet, 1968’de yayımlanmış olan Fransız Komünist Partisi’nin Geleceği adlı kitabında, proletarya diktatörlüğünün geçici olacağını söyledi. Ancak yine de geri dönüşlü olduğunu kabul etmedi. Le Monde, 27 Şubat 1971’de, “Fransız Komünist Partisi Alternansı Reddediyor” başlığında bir yazı yayımladı. FKP işi idare etmek için: “Geri dönüş yapay bir sorundur; önemli olan iktidardaki solun tüm emekçi kesimlerin gereksinimlerine cevap verip vermediğidir” şeklinde son derece elastik yaklaşımlardan medet umdu.

Aynı yıl, FKP MK üyesi Roland Leroy, sosyalizmin Fransa’da eşit haklara sahip birçok partiyle birlikte kurulacağını söyledi. 5 Ancak, Leroy’a göre de sosyalizm geri dönüşsüz olacaktır. “O yüzden belli periyotlarla gerçekleşecek bir alternans çok saçmadır.”

Alternans konusunda talep edilen ödünü vermemek için direndi FKP. Bu direnç fazla uzun sürmedi. 1972’de, sosyalistlerle komünistlerin pazarlıkları “Ortak Hükümet Programı” ile somutlandı. Bu programda sol birliğin azınlıkta kalması durumunda iktidarı terkedip muhalefete geçebileceğini kabul etmesiyle alternans sorunu da noktalanmış oldu.

Bu ufak pazarlık böylece sona ermiş oldu. Kazanan taraf komünistlerin sönümlendiricisi olan sosyalistler aracılığıyla burjuvazi, kaybeden taraf ise komünistler oldu.

***

Alternans sorunuyla ilgili pazarlık ufak bir örnek. Ödünlerin çoğu burjuvazi tarafından direkt olarak talep edilmeden de verilmeye başlandı.

FKP için, artık bu tarihten sonra (1972), sosyalizme geçiş için devlet iktidarının devrimci tarzda ele geçirilmesinden de pek söz edilmez oldu. Artık devrim değil, evrimdi söz konusu olan. G.Marchais, Ortak Hükümet Programı’na yazdığı önsözde, Sosyalist Parti’nin sekreteri Pierre Mauroy’un şu sözlerine katıldığını belirtti: “Tüm gezegenin evrime uğradığı, sosyalist Willy Brandt’ın Doğu’ya açılma politikasını geliştirdiği, Başkan Nixon’un ise Mao-Se-Tung ve Brejnev’le buluştuğu bir dönemde nasıl olur da evrimden söz etmeye hakkımız olmaz?” Ve ardından -sosyalistlerle birlikte “ülkenin demokratik dönüşümü, sosyalizme doğru yol alışı” kavramlarını ekledi jargonuna.

Sosyalizme evrilmeden bahseden bir partinin programında proletarya diktatörlüğü kavramı çok eğreti kaçar. Diğer Avrupalı komünist partilerde olduğu gibi varlığından daha 1950’lerde rahatsızlık duyulmaya başlanan bu kavramı FKP, 1976 yılında XXII. Kongresi’nde programından sildi.

Sonuçta ödün vermenin yarattığı alışkanlık bu örnekte FKP’yi, hem de görece ortodoks FKP’yi bu konuma getirdi.

Örokomünizmin temel teorik dayanakları

Örokomünizm ne pratik ne de teorik açıdan türdeş bir akım olmadı. Örokomünistler de kendileri için uygun görülen bu tanımlamadan pek hoşnut olmadılar. Yeni isimlerini de kamuoyunca kabul gördüğü için kabul eden örokomünistler bir üçüncü yol oluşturmadıklarını da özellikle belirttiler. Ancak, pratikteki konumlarına teorik destek aranışlarının sonucunda, sosyalist ideolojinin birçok temel noktasına ters düşmek durumunda kaldılar.

Örokomünizm teorik bir aranışın sonucu doğmuş bir teorik akım olmadı. Bu doğuş sürecinde, her ne kadar birbirinden ayırmak tam olarak mümkün olmasa da; pratik, teoriyi önceledi. Oluşum pratik düzlemdeki çıkışsızlıkta temellendi.

Pragmatizmin ilkeselleştirilmesi, günlük mücadeledeki kaygıların sözkonusu komünist partilere varlık nedenlerini unutturacak derecede yoğunluğu, güç kaybından kaynaklanan paniğin sonuçları oldu. Teorik dayanakların pratikteki aranışı bir hayli geriden takip etmesi ise örokomünizmin reformizme karşı savunmasını kıran bir etki taşıdı.

Reel sosyalizmin devrim deneyimleri, buralardaki toplumsal yapı ile Batılı ülkelerdekiler arasındaki farkların abartılması nedeniyle, örokomünistler tarafından model olarak kabul edilmedi ve örokomünistler kendilerini “farklı topraklar”ın devrim modellerinden muaf tuttular. Aynı zamanda günlük politikadaki başarıyı da garantileyecek bir devrim modeli arayışı reformizmin tescili oldu.

Farklı bir yol arayışı ile Sovyet deneyimine karşı oluşturulmaya çalışılan almaşık ise bu deneyin zaten içselleştirilemeyen yönlerine tam bir yabancılaşmayı getirdi ve bu deney sadece Doğu’ya özgü olarak algılandı.

Bu yaklaşımların temelinin teorik açıdan sağlamlaştırılması sonucunda “yepyeni” ürünler verildi. Bunların yepyeni olarak algılanmaması için ise eskilerden yardım almak gerekiyordu. Yardım elini Gramsci uzattı.

Şimdi, biraz da örokomünistlerin Gramsci’den nasıl yararlandıklarına kısa bir göz gezdirelim.

***

1917 deneyiminden çıkartılması gereken dersleri, Avrupalı komünistlerin ortalamasına göre örnek bir yaratıcılık ve ustalıkla -ve Avrupalı kompleksini taşımaksızın kavradı Gramsci. Aynı tarihlerdeki Avrupa’daki yükselişin başka ek kazanımlarla sonuçlanamadan birkaç yıl içerisinde durması ve yerini geri çekilme dönemine bırakması en genelde olduğu gibi Gramsci üzerinde de nesnelciliği en ön plana çıkarma etkisini yarattı. 6

Gramsci’nin modelinin nesnelci yanını örokomünistler kendilerine ayırdılar.

Örokomünistlerin benimsedikleri bu yanda, Gramsci Batı Avrupa komünist partilerinin Bolşeviklerinkine göre temel bazı farklılıklar taşıması gerektiğini öne sürüyordu. Zira Doğu ile Batı arasında toplumsal yapıya ilişkin önemli farklar vardı. Gramsci, bu farkın analizinde devlet ve sivil toplum konularından yararlandı.

Bu farkı kısaca özetlersek: Batılı ülkelerde -yani burjuva devrimini en erken yaşamış ve bu yüzden kapitalist işleyişin üstyapısal olarak da oturmuş olduğu bu ülkelerde devlet toplumsal yaşama Doğu’daki gibi sürekli müdahalede bulunmaz. Doğu ülkeleri burjuva devrimlerini geç yaşamışlardır ve bu yüzden bu toplumlarda yapının üstyapısal donanımı aksak bir işleyişe sahiptir. Gramsci’nin deyimiyle Doğu’daki sivil toplum başlangıç halindedir. Bu açık, devletin baskıcı karakteri ile kapatılır. Batı’da ise kapitalist düzenin görece uzun bir geçmişe sahip oluşu sivil toplumun gelişmesini de sağlamıştır. Bu ise düzenin varlığının garantisini oluşturur. Bu yüzden, Batı toplumlarında devlet sivil topluma göre ikincil bir öneme sahiptir. Batı’da devleti dengeli kılan da budur. Burjuvazi Batı’da hakimiyetini, işçi sınıfı üzerinde kurulan egemenliğin temel yöntem olduğu Doğu’dan farklı olarak, bu sınıf üzerinde kurmuş olduğu hegemonya yardımıyla sağlar. 7

Bu sayılan nedenlerden dolayı Batı toplumlarında sosyalist düzene geçilmesi için devlet iktidarının ele geçirilmesi perspektifi gerçekçi olamaz. Çünkü, sivil toplumun göstereceği direnç Doğu toplumlarına uygun böylesi bir girişimi kolaylıkla etkisiz kılacaktır. Rusya gibi sivil toplumun yeni oluşuyor olması nedeniyle tüm kontrolün devlet elinde bulunduğu toplumlarda, sosyalizme geçiş devletin ele geçirilmesiyle pekala mümkündür. Nedeni ise burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki hakimiyetini baskı yoluyla sürdürüyor olması, bu sınıfı sömürüye razı edememiş olması ve onun üzerinde ideolog hegemonyasını kuramamış olmasıdır. Siyasi iktidarın el değiştirmesi yeterlidir, zira gelişkin olmadığı için sivil toplumla uğraşılmayacaktır. Batı’da ise sistem rıza ile sürer. Buradaki burjuva düzenini yıkmak için işçi sınıfının rıza göstermesine engel olmak, bunun için de burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki hegemonyasını hedef almak gerekir. Sivil toplumda burjuvazi yerine işçi sınıfının hegemonyasını kurmak gerekir.

Bu yüzden, Doğu için uygun olan hareket savaşı stratejisi, yani ayaklanma, siyasal devrim, manevra kabiliyeti olan bir örgütlenme, Batı toplumuna yabancıdır. Batı için uygun olan, kararlı bir tempoda sürdürülen mevzi savaşıdır.

Örokomünistlerin yararlandıkları Gramsci modelinin özeti kısaca böyle. Gramsci’nin bundan farklı modellerinin de olduğunu unutmamak gerekir. Yoksa, bu İtalyan komünistini örokomünizmin babası sayma hatasına düşülebilir.

***

Örokomünistlerin Gramsci’den aldıkları teorik desteğin bir kanıtını S. Carillo’nun ‘Eurocomunisnıo’y Estado adlı kitabında bulmak mümkün. Carillo bu kitabı 1976 sonunda yazmış. Bu tarih İspKP’nin legalleşmesinden (Mart 1977) birkaç ay öncesine rastlıyor.

Bu kitabıyla Carillo, örokomünizmin teorik mimarı ünvanını kazanıyor. Bu kitap, en fazla söz konusu akımın bütüncül bir savunusu için ilk örnek olarak sayılabilir, fazlasını haketmiyor.

Kitabın ana konusunu, adından da anlaşılacağı üzere devlet oluşturuyor. Konuya başlamadan önce yaklaşımın şaşırtıcılığına karşı önlem alma gereksinimi duyuyor Carillo. Kısaca şunu söylüyor: Marx’ın, Engels’in ve Lenin’in devlete ilişkin tezleri, bugün Avrupa için geçerliliklerini yitirmiştir. Her şey bir yana, devlet aygıtını parçalamaktan söz edilemez artık. Bugünkü durum o günkünden çok farklıdır. Marx ve Engels zamanında proletaryanın ufak bir azınlığı bilinçli olma şansına sahipti. Oysa bugün toplumun geniş bir kesimi bilinçlidir. İktidarı ele geçirebilmek için nüfusun küçük bir bölümünün yeterli olduğu dönem artık gerilerde kalmıştır. Bugün bu işi becerebilmek için nüfusun büyük bir çoğunluğu gereklidir. Bu çoğunluk bugün vardır. Sosyalizm sadece proletarya için değil, nüfusun ezici çoğunluğu için bir gereksinim olmuştur. Zaten temel karşıtlık işçi sınıfı ile burjuvazi arasında değil, sözü geçen çoğunluk ile tekeller arasındadır. Bu durumda, karşıtlığın bu şekilde oluştuğu sanayileşmiş ülkelerde “işçi sınıfının proletarya diktatörlüğü olmaksızın hegemonya kurabilmesi” de mümkündür. Emperyalizm döneminde karşıtlığı hâlâ işçi sınıfı ile burjuvazi arasında görmek büyük bir hatadır. Toplumun sorunları bir bütündür…

Carillo’ya göre devlete de burjuvazinin değil, büyük tekellerin devleti olarak bakmak gerekir. Bu çağdaş devlet, içinde burjuvazinin tekel dışı kesimleri de olmak üzere, nüfusun yukarıda belirtilen en geniş kesimlerinin çıkarlarına karşıt bir karakterdedir.

Devletin ideolojik aygıtlarının işleyişi aile, din, eğitim-öğretim kurumları, kitle iletişim araçları, hukuk, siyaset, kültür-sanat vs. tekellere hizmete yönelik olduğu sürece toplumun çıkarlarına ters düşecektir. Bu ideolojik aygıtların tümü krizdedir. 8 Carillo, ideolojik aygıtlara ek olarak bir de devletin baskı aygıtlarından söz ediyor. Bu aygıtlar ise -ordu ve güvenlik kurumları asli görevlerine, yani ülkenin ve toplumun güvenliğini koruma işine dönmelidirler.

Buna göre devletin gerek ideolojik, gerekse baskı aygıtlarının toplumdaki bir avuç büyük tekele hizmet etmesi günümüz toplumunun temel çelişkisini oluşturmaktadır. Carillo’nun söylediklerini şöyle de özetleyebiliriz: Üretim araçlarının mülkiyetinin gitgide daralan bireysel karakteri ile üretimin sürekli genişleyen toplumsal karakteri arasındaki klasik çelişki yerini devletin bütün aygıtlarının büyük tekeller tarafından kullanımı ile bu aygıtların hedefi olan yapının -özellikle ideolojik alanının her geçen gün genişleyen toplumsal karakteri arasındaki çelişkiye bırakmıştır. Bu durumda ne yapmak gerekir? Bu sorunun yanıtı aynı zamanda kitabın en temel perspektifini de oluşturuyor: Devlet aygıtının demokratik yoldan dönüştürülmesi gerekir. Bu ise devletin ideolojik aygıtlarının teker teker dönüştürülmesi ile mümkündür. Diğer bir deyişle DİA üzerinde devrimcilerin hegemonyasını kurmakla mümkündür. (Bunu DİA üzerinde sadece komünist partinin hegemonyasını olarak algılamamak gerekir) Örneğin, üniversitelerde marksizmin prestiji ve gücü yüksektir. Eğitim kurumlarının dönüşümüne olanak sağlayan bu durumu diğer kurumlarda da yaratmak gerekir. Baskı kurumları için ise perspektifin asli görevlerine döndürülmeleri şeklinde olması gerektiğini söyleyen Carillo, komünistlere anti-militarist tavırlarından sakınmalarını da öğütlüyor: Çünkü ordu son derece gerekli bir aygıttır. Kısaca “devleti demokratik yoldan dönüştürelim” diyor Carillo. Bu şekilde sosyalist bir topluma dönüşmüş de olunur.

Bu savunduklarıyla proletarya diktatörlüğünü daha en başta reddetmiş olan Carillo’nun, bütün bunlara ek olarak “biz sosyal-demokrat değiliz” açıklamasına ihtiyaç duymasını, getirdiği yeniliklerin sosyal-demokrat bir karakter taşıdığının kanıtı sayabiliriz pekala.

***

Örokomünizmin teorik temellerinden söz ederken FKP’yi atlamamak gerekir. Akımın bu kanadından gelen destek daha çok ekonomi konusuna yönelik oldu. Örokomünizmin ekonomik yaklaşımlarının oluşturulması görevini FKP üstlendi.

FKP’nin çıkış noktasını tekelci devlet kapitalizmi (TDK) oluşturdu. TDK ve anti-tekel mücadele hepimizin yakinen tanıdığı bir konu olduğu için fazla uzatmaya gerek görmüyorum.

Üretimin ve sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesiyle oluşan tekeller, serbest rekabete -tam olarak yok etmeseler dahi büyük zararlar verdiler. Büyükler küçükleri yuttu. Ekonomik işleyişin kumandası tekellerin eline geçti. Siyasal iktidarı da kendi ekonomik çıkarları için kullanan ve böylece devlet ile en geniş halk kesimleri arasında büyük çelişkilerin çıkmasına da neden olan bu tekellerin ortadan kaldırılması toplumsal dönüşümün temelini oluşturdu. Tekellerin yok edilmesi devlet ile nüfusun geri kalan ezici çoğunluğu arasındaki çelişkiyi çözmenin de anahtarı oldu. Bunun yolu ise, bu büyük tekellerin dışında kalan bütün kesimlerin yani bütün demokrasi güçlerinin birlik içerisindeki mücadelesinden geçmektedir.

Buradan sonra FKP konuyu biraz daha ayrıntılandırdı. Ayrıntıların doğrultusu ise, sosyalizme demokratik bir dönüşümde söz konusu olduğu için bu dönüşüm ekonomik hedeflerinin belirlenmesi oldu.

Bu hedefler, en genelde tekellerin ekonomik ve dolayısıyla siyasi güçlerini kırmak doğrultusundadır. “Söz konusu olan burjuvazinin diktatörlüğü değil, tekelci karın diktatörlüğüdür.” (Boccara). Tekellerin devletinin ele geçirilmesi burada da söz konusu değil: Yapılması tasarlanan en önemli şey tekellerin devlet politikasını belirlemelerine engel olmak. Bunun için ise tüm kurumları demokratikleştirmek, katılımın tam olduğu bir demokrasi için mücadele yürütmek, devletin politik ve sosyal tabanını genişletmek, tekelci burjuvaziyi devlet idaresinden men etmek, devletin başına tekelci burjuvazi yerine işçi sınıfını ve demokratik güçlerin tümünü geçirmek gerekir. Buna en genelde devletin demokratikleştirilmesi de denilebilir. Devletin demokratikleştirilmesi için en önemli yol banka sisteminin, mali sistemin ve büyük endüstriyel işletmelerin demokratik olarak ulusallaştırılmalarıdır. Böylece devlet yıkılmamış olsa da doğası değişmiş olur. Demokratik olduğu için tam olarak burjuva devleti de sayamayacağımız, işçi devleti ile burjuva devleti arasında konumlanan bu devlet yapısı ile ileri demokrasi gerçekleşmiş olur. İleri demokratik düzen (İDD), 9 sosyalizme geçiş aşamasıdır. İDD kapitalizm sınırları içerisinde olsa da büyük tekeller ile geniş halk yığınları arasındaki çelişki ortadan kalktığı için kapitalizmin dönemsel krizleri artık sözkonusu değildir. Krizsiz kapitalizm de mümkündür… 10

Örokomünizmin teorik desteklerle sağlamlaştırılmasında görev dağılımı bu şekilde gerçekleşti. Farklı konulardan yola çıkıldı. Aynı sonuçlar bulundu. Sonunda örokomünizmin “teorisi” de oluşturuldu.

İlginç bir benzerlik

Biri 1956’da Macaristan’a, diğeri 1968’de Çekoslovakya’ya olmak üzere, Sovyetler Birliği Avrupa topraklarının bu bölümlerine iki kez müdahalede bulundu.

İspKP ilkine hafiften homurdanmak şeklinde, ikincisine ise açıkça karşı çıktı. Avrupalı komünist partiler arasında en büyük tepki İspKP’den geldi. Nedensiz değildi bu tepki.

İspKP’nin Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakya’ya “yaptıkları”na en çok kızan parti olmasının nedenlerinden bir tanesi -belki de en önemlisi bir hayli ilgi çekici. O dönem İspKP hala illegal durumdaydı. Legalleşme mücadelesi tüm hızıyla sürüyordu. İç savaş dönemindeki prestijinden kaynaklanan gücü de kullandı İspKP. Ama ne de olsa, zamanında büyük bir savaş vererek iktidarın eşiğine gelmiş bir partiydi. Böyle bir partinin, bu özelliğiyle legal olmasına kesinlikle izin verilmezdi. İspKP anti-Franko ittifakı ikna etmek için başka yollar da denedi: Proletarya diktatörlüğünden vazgeçildi; hedeflenen sosyalizmin çok partili bir sistem olacağı söylendi (buna göre burjuva partileri sosyalizmde de seçimlere katılabileceklerdi); komünist partiden korkmanın çok anlamsız olduğu, devleti zorla ele geçirerek parçalamak hedefinin İspKP için geçerli olmadığı açıklandı; temel ölçüde demokrasinin yerleştirilmesi ve korunmasıydı (zaten sosyalizm eksiksiz işleyen bir demokrasiden pek de farklı değildi ki); eksiksiz demokrasinin en önemli ögelerinden bir tanesi de komünist partisinin yasal varlığıydı vs. vs. İspKP kısaca, anti-Franko müttefiklerini komünistlerin, o güne dek algılanageldiğinden farklı olarak son derece barışçıl olduklarına inandırmaya çalışıyordu ki tam da bu çabaların yoğunlaştığı bir sırada 1968’de, insancıl olduğu iddia edilen sosyalizmin anavatanının orduları Çekoslovakya’yı “işgal etti”. Bu ne barbarlık! Gel sen anti-Franko müttefiklerini komünistlerin yumuşaklığına insancıllığına ve demokratikliğine inandır! İkna için bin bir dereden su getiren marksizmi tanınmaz hale getiren İspKP’nin işini yokuşa sürdü bu olay. Ve İspKP, bu nedenle 1968 müdahalesine en sert tepkiyi gösteren komünist partilerin başında yer aldı. 11

***

Bu bölümün başlığındaki benzerlik sözcüğünün ikinci öznesinden söz edebilmek için, 1968’den yaklaşık 20 yıl sonrasına, İspanya’dan ise Doğu’ya atlamam gerekiyor. İkinci özne pekala anlaşılmıştır, TBKP.

Süreç yer ve zaman farkına karşın birçok yönden şaşırtıcı benzerlikler taşıyor. TBKP’nin, legalleşme uğraşısı içerisinde bulunduğu süredeki tavrı, İspKP’nin aynı süreci yaşadığı dönemdeki tavırlarıyla çakışabiliyor. Örnek olarak İspKP’nin 1968’de Çekoslovakya’ya müdahale sırasında SBKP’ye karşı tepkisi ile TBKP’nin bugün Bulgaristan’a gösterdiği tepki arasındaki benzerlikten söz etmeyi uygun görüyorum. 12

TBKP Bulgaristan’daki Türk kökenlilere Bulgar yönetimince yapılan baskıları kınıyor. İnsan haklarını savunarak (çünkü insan hakları evrenseldir, insan hakları söz konusu olunca sosyalist-kapitalist ülke ayırımı ortadan kalkar, akan sular durur!) politikasındaki değişikliklerde, dar sınıfsal bakışı terketme tavrında ne kadar samimi ve tutarlı olduğunu kanıtlamak istiyor. Gerçekten TBKP yeni açılımlarıyla oldukça tutarlı bir yaklaşım sergiliyor. “Bulgaristan’daki Türk azınlık” konusunda TBKP, Bulgaristan’a insan hakları dersleri veriyor. Sosyalizmi hümanizme eşitliyor, saf hümanizme sosyalizmden daha geniş bir kapsam atfediyor. Legalleşme uğraşısının önemli bileşenlerinden olan, komünistlerin eskisinden farklı olduklarına, örneğin proletarya diktatörlüğünden vazgeçtiklerine, çünkü olaylara eskisi gibi dar bir bakış açısıyla bakmadıklarına ülkedeki egemen politik güçleri ikna etme planları, Bulgar yönetiminin bu son tutumundan zarar görüyor. Bu yüzden bu ülkeye, işini zora koştuğu için içten içe kızıyor TBKP. “Biz sosyalizme demokratik yoldan gidileceğini, sosyalizmde daha fazla demokrasi olacağını söylüyoruz. Ne var ki “bizim sosyalizmimiz daha güzel olacak” demekle, daha güzel sosyalizm projeleri çizmekle sosyalizme çekicilik kazandırılamaz. Sokaktaki insanlar biz ne dersek diyelim reel sosyalizmi görecek ve onu değerlendireceklerdir.” (H. Kutlu, Cumhuriyet, 4.7.1989) H. Kutlu çok açık konuşuyor. Bulgar yönetiminin tutumu Türkiye’de sosyalizmin son derece demokratik olacağı yönündeki ikna etme çabalarımızı zora koşacak ve bu nedenle sokaktaki insan TBKP’nin yasallaşması sorununa soğuyabilecektir.

İspKP’nin 1968’deki SBKP’ye karşı tepkisinin oluşumuna çok benziyor. Bu olumsuz durumu tersine çevirebilmek için TBKP, tutarlı insan hakları savunuculuğunu, bu olayı Adımlar’ın manşetine yansıtarak gerçekleştiriyor. Cezaevinde olmasalardı H. Kutlu ve N. Sargın kitlelerle birlikte Bulgaristan’ı tel’in mitingine giderler miydi bilemeyiz ama gitselerdi pek de şaşırtıcı olmaması gerekirdi.

Farklı tarihlerdeki bu iki olay arasında büyük benzerlik var. Ancak İspKP’nin 1960 sonları ve 1970 yıllarındaki durumu ve bunun yasallaşma mücadelesine yansıması ile TBKP’nin durumunun son derece farklı olduğunu unutmamak gerekiyor. Her şeyden önce İspKP iç savaş döneminden gelen küçümsenemeyecek bir prestije sahipti. Üye sayısı ve üyelerinin politik gücü görece oldukça yüksekti. TBKP bu avantajların hiçbirine sahip değil. TBKP’nin bu girişim için kendi gücüne güvenerek yola çıktığına inanmak da güç. Yapılan hesap daha çok nesnel koşulların sunduğu avantajları değerlendirmek yönündedir. İspKP ise dış koşulların desteğinden çok kendi gücüne güveniyordu. TBKP söz konusu olduğunda bu farkı yabana atmamak gerekir.

Benzerlikler rastlantısal mı?

Sözü örokomünizmden açıp, belli bir tarihi ve mekanı atlayarak TBKP’ye getirmem kimilerince garip bulunabilir. Bu kişilere benzerliklerin rastlantısal olmadığını söylemek gerekiyor. Benzerlikler oldukça önemli ancak aradaki önemli bazı farklar da var. Buradan sonra bu benzerliklere ve farklara değinmek istiyorum.

***

Alıntısı çok yapılır: Marx 18 Brumaire’in girişinde tarihte kişilerin ve olayların ilkinde trajedi, ikincisinde ise fars olarak yer aldığını söyler.

Konumuza uyduğu için ben de bu yaklaşımdan yararlanıyorum.

Trajedi, 20. yüzyılın ortalarından itibaren başladı. Mekanı Avrupa’ydı. Örokomünist partiler enternasyonalist sorumluluklarını yerine getirdikten sonra, ulusal plandaki misyonlarını tamamlama işine giriştiler. Trajedi bazı yerlerde hem nicel gücün zayıflaması, hem de bir komünist partinin gücünün en önemli bileşeni olan -nicelikten bağımsız olarak nitel gücün azalması şeklinde gerçekleşti. Birçok yerde nicelik korundu ve hatta artış gösterdi; ancak maliyete yüksek oldu: Leninizm bir kenara bırakıldı, marksizm ise revizyona girdi, demokrat-menşevik bir halde çıktı revizyondan. Avrupalılar bütün bu uygulamaları ileri sanayi ülkelerine uygun bir strateji geliştirmek adına yaptılar. O güne dek başarıyla uygulanmış stratejiler, mekan farkından dolayı, Avrupa için geçersizdi. Bir dönem tek ülkede sosyalizmin korunmasının görev sıralamasında öncelik kazanmış olması, İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu misyonun yerine getirilmiş olmasıyla, yerini ilk sosyalist ülkeden bağımsızlaşmanın fetişleştirilmesine bıraktı.

Tek ülkede sosyalizmin korunması döneminde, mücadele saldırıdan çok savunma şeklinde yürütüldü. Cephe ile yönlendirilen kitle içerisinde Avrupa’lı partiler kendi kitlelerini kaybettiler. Komünist partinin kitlesi ile anti-fayist kitle arasındaki fark kaçınılmaz olarak silindi. Savaş sonrasında ise kitlesel gücü korumanın yolunu bu anti-faşist kitleyi komünist parti saflarına kazanmakta buldu Avrupalı komünist partiler. Bunun yolu ise anti-faşist mücadelenin esprisini, demokratizmi ön plana çıkarmakla mümkün olacaktı.

Trajedi demokratizmin yerleşiklik kazanmasıyla birlikte yaşandı. Kendi ülkeleri için perspektif geliştirme işinde, faşizm dönemindeki teorik ve pratik alışkanlıklarından kurtulamadıkları için sosyalist devrim perspektifine uzak düşen bu partiler, bir komünist partinin sahip olması gereken niteliklerden her geçen gün daha fazla uzaklaştılar.

***

Çıkış yeri bir iki istisna dışında, Avrupa’daki kapitalist ülkeler oldu. Örokonünizm akımının tezlerinin yaklaşık 1520 yıl sonra, toprağının çok küçük bir kısmı Avrupa’da (o da doğusunda) olan bir ülkede tekrarlanması ise ilgi çekici olduğu kadar bazı dersler çıkarılması gereken bir olgu oldu.

Bundan önce de denendi: Örokomünizmin bazı tezleri TKP tarafından ithal edildi. İleri demokrasi acentalığı yapıldı. Yine Avrupa patentli UDD üretildi. FKP’nin İDD’sinin özünün krizsiz kapitalizm, proletarya diktatörlüğünün reddi vb. gibi ortodoks teoriye aykırılıklara dayalı olduğu farkedilmedi. Programında proletarya diktatörlüğü kavramını klasik bir dil ile korumuş olan TKP, aynı programda bu kavramın reddine dayalı ileri demokrasi formülüne sahip çıkmıştı. O dönemler TKP, kendi “yaratıcılık” eksiğini örokomünist bir partinin programının belli bazı yerlerinden esinlenerek kapatmaya çalışmıştı. Denendi olmadı. O dönem bütüncül bir örokonünizm taklidi yapılmadı. Taklit belli parçalara yönelik oldu. 13

Bugün ise benzerlik çok daha bütüncül bir karakter taşıyor.

Komedi ise bu kapsamlılıkla birlikte geliyor gündeme. Bugün, başarısızlığı de facto kanıtlanmış ve hatta savunucuları tarafından da daha sonradan belli ölçülerde kabul edilmiş olan örokomünizmin leninizme, marksizmin sınıfsallık temeline aykırılıklarının farklı bir mekanda gecikmiş taklidi farsı oluşturuyor. Eğreti kaçıyor.

Karşılaştırmalı olarak devam edelim.

Örokomünizmi, Avrupa’lı komünist partilerin karşılaştıkları sorunlara ve çıkmazlara karşı aranışlarının ürünü olması nedeniyle karşı çıkma gerekliliğiyle birlikte, belli bir saygıyı hakeden bir arayış olarak değerlendirmek gerekiyor. Her ne kadar fazlasıyla abartılmış ve sınırların çok ötesine gidilmiş olsa da doğduğu mekanın özgünlüklerinden yola çıkıldı.

Bu mekanda burjuva demokrasisinin görece eksiksiz işleyişi, burjuvazinin burada kendini daha bir güvende hissettiğini, demokrasiden farklı bir yönteme gerek duymasına neden olabilecek bir huzursuzluğun bulunmadığını gösteriyor. Kapitalist Avrupa’nın toplumsal yapısı radikalizmin güçlenmesi için hiç de elverişli bir durumda olmadı, uzunca bir dönem için de olacağı benzemiyor. Örneğin, radikal tonlar da içeren bir barış hareketi düzeni etkilemekten ve sarsmaktan uzak ve bu açıdan da muhalefeti düzeni değiştirme mücadelesinin dışına kanalize ettiği için burjuvazinin de işine gelen bir hareket oldu.

Aynı açıdan Türkiye’ye baktığımızda, çok farklı bir tabloyla karşılaşıyoruz. Köklerini yabani ot gibi toprağa inatçı bir şekilde salmış olan radikalizmi bu topraktan söküp atmak burjuvazinin gücünü aşıyor. Sökülse de bir süre sonra tekrar filizleniyor radikalizm. Bu yüzden, Türkiye’de burjuvazi kendini her zaman diken üstünde hissetmiştir. Bazı rahatlama dönemleri olsa dahi bunun geçici olduğunu kendisi de bilmektedir.

Örokomünizmin vatanı ile Türkiye arasındaki bu fark TBKP tarafından da biliniyor. Buna karşın, doğduğu mekan için görüntüde belli bir rasyonalitesi olabilen örokonünizm akımına özenmek TBKP’yi gülünç duruma sokuyor. Bile bile trajediye özenenin hali komik oluyor.

Bir başka benzerliği proletarya diktatörlüğünün reddi oluşturuyor.

TBKP proletarya diktatörlüğünü programından çıkaran komünist parti sayısının çokluğunu öne sürerek ve bu hedef ile çağın gereksinimlerinin dışına çıkıldığını söyleyerek örokomünist partilerin programatik değişikliklerinin bu yönünü de aynen uyguladı.

Proletarya diktatörlüğünün kapitalist toplumdaki uzlaşmaz nitelikli sınıfsal karşıtlıkların nesnel varlığının bir sonucu olduğunu, bu karşıtlığın evrensel özelliği nedeniyle proletarya diktatörlüğü adı verilen bu sınanmış gerçeğin, uygulandığı sınırların ve zamanın “özgünlüğüne” hapsedilemeyeceğini kabul etmedi örokomünist partiler. “Tutarlı demokratizmlerinin” gereği olan marksizme yönelik revizyonun kaçınılmaz sonucu ise bu hedefin geçersizliğinin resmen ilan edilmesi oldu. Bu örokomünizm için teorik bir çıkarsama değil, pratik olarak varılmak zorunda kalınan bir nokta oldu. Programların bu kavramdan temizleniş tarihi ikincil bir öneme sahiptir. Örokomünistlerin bu kavrama aykırı düşmeleri çok daha önceleri (1950’li yılların sonu) gerçekleşti. Parti içinde ve çevresinde meşruiyet sorununun halledilmesi için de değerlendirilen böyle bir sürenin varolmasının asıl nedeni, burjuvazi ile iyi geçinmenin bu tür ödünleri de zorlayacağı gerçeğine karşı ilk baştaki -ama gitgide azalan dirençten kaynaklandı. Örokomünist partiler, meşruiyet koşulunu sağladıklarına ve burjuvazinin böyle bir ödünü koparmadan komünistlere bakışının hiç de komünistlerin işine gelecek türden olmayacağına inandıktan sonra bu kavrama elveda dediler.

Türkiye’de ise olaylar çok daha farklı gelişti.

Farklılık tek kelimeyle özetlenebilir: Oldubitti. TBKP, proletarya diktatörlüğünü programından çıkartmak için alıştırma veya meşruiyet süresini yaşamayı tercih etmedi. Günlük politika kaygıları TBKP’yi daha ani bir savrulmaya itti.

Bir komünist partisinin legal varlığına izin, eğer o komünist partisi temel özelliklerini yitirmemişse, burjuvazi açısından ödün vermek olacaktır. Legalite için işi götürecek güçlü bir kamuoyu da yoksa eğer, burjuvazinin böyle bir ödünü tek taraflı olarak vermesi -işin içerisinde “AT’ye giriş” sürecinin “dayatmaları” gibi etkenler olsa dahi mümkün olamaz. O halde alışverişin karşılıklı olması için TBKP’nin de belli “sınır(sızlık)lar” içerisinde ödünler vermesi gerekir. Başbakan ve cumhurbaşkanının legalite için hangi koşulları öne sürdüklerini hatırlayalım. Birinci koşul, Türkiye’nin Batı Avrupalı ülkeler düzeyine yükselmesi gerektiğiydi. İkincisi ise TBKP’nin bu ülkelerin komünist partileri gibi uysallaşmasını zorluyordu. Birincisi, komünist partinin etkisini nesnel çerçevede sınırlayabilecek bir ekonomik güce sahip olma arzusunu, ikinci koşul ise ekonomizmi bayraklaştırmış ve -dolayısıyla burjuvazinin bu çabasına engel olmayacak, tehlikesiz bir komünist parti isteğini yansıtıyordu.

Bunlara ek olarak, ittifak politikasının başarısının müttefiklerin gönlünü hoş tutmaktan geçtiğini de düşünürsek, müttefiklerin sosyalist düzendeki varlıklarının güvencesi de proletarya diktatörlüğünün reddi ve terki olacaktır.

Burjuvazinin TBKP’den isteyeceği ödünler, Türkiye’nin işçi aristokrasisini radikalizmin üzerine ölü toprağı serpecek kadar yaygınlaştırabilecek bir Batı Avrupalı güce erişilmesinin zorluğuyla doğru orantılı olarak artacaktır.

Türkiye toprağına içkin radikalizmin farkında olan burjuvazinin, Batı Avrupa burjuvazilerine göre yasal bir komünist partiden çekinmesi çok doğaldır. Bunu bilen, ancak işin vehametinin farkında olmayan TBKP için leninist söylemin terkini, sosyalizme barışçıl geçişin kabulünü, proletarya diktatörlüğünün geçersiz ilan edilmesini, parlamenter demokrasiyi koruma sözünü, burjuvazinin korkularının önüne geçme çabaları olarak değerlendirmemek için geçerli hiçbir neden olamaz.

***

TBKP’nin örokomünizmin acentalığını yapması kuşkusuz rastlantı değil. Sınıfsal bakışın terkine sol uçtan varılamayacağına göre, böyle bir aranışa girmiş yapıların sağ karakteristik birçok ortak yan taşımaları doğaldır. Sağda kesin karar kılan TKP ve TİP’in yeni açılımlarının örokomünist söylemle çakışması bu açıdan rastlantısal olmayan -ve hatta kaçınılmaz bir özellik de taşıyor.

Benzerlik ve farklılıkların anlatımına devam ediyorum.

Nesnele müdahale etmedeki güçsüzlük giderilemezse, özne sürekli olarak nesne tarafından belirlenmeye başlıyor. Nesnellikteki sağa kayışlar, özneyi de peşinden sürüklüyor. Nesnele müdahalesizliğin kalıcılaşmasının trajik bir ürünü politik kişiliksizlik oluyor. Bunun sonucunda ise nesnel durumun öznesi değil nesnesi olunuyor. Teoriden kolayca ödün verilebiliyor, pragmatizm ilkeselleştiriliyor.

Gerek örokomünizm, gerekse TBKP, yeniliklerini nesnele karşı kendi güçsüzlükleri sonucu keşfettiler. Bu güçsüzlük hiç kuşkusuz kadrolara da yansıdı. Bu partiler politik kişiliksizliklerini kadrolarına da aktardılar.

Bu iş TBKP’de daha kolay oldu. Fark her iki oluşumun da geçmişlerindeki farktan kaynaklandı. Örokomünistler, tek ülkede sosyalizmin korunması görevinde önemli misyonlar yüklenmiş, ülkelerindeki faşist yükselişe karşı mücadelelerinde büyük prestij kazanmış olmalarından da güç alarak yeniliği yaratmada -sonuç olumsuz olsa da belli bir özgüvene sahip olabildiler. TBKP’nin ise geçmişinde bu anlamda cesaretlendirici deneyimler olmadı. Bu yüzden TBKP acentalık yapmak zorunda kaldı. Politik kişiliksizliğinden dolayı önüne çıkan her yeniliğe kapılma eğiliminde oluyor TBKP. Bu kişiliksizliğin kadrolara yansıyan kısmı ise bunlara yenilikleri kabul ettirme işini kolaylaştırıyor. 14 Ancak bu anlamda kadroların tümü manipüle edilemiyor. Örokomünist partilerin çoğunda olduğu gibi, TBKP’nin hoşnut olanlarla olmayanları birarada tutmak isteği boşa çıkmak zorunda. Çünkü TBKP, böyle bir lüksü kaldıramayacak denli radikalizm yüklü bir toprakta yaşıyor  15 (yurtdışındakileri saymazsak). Farklı düşünen kişilikli beyinler diğerleriyle birarada duramıyorlar. Bunu olumlu ve umut vadeden bir durum olarak değerlendirmek gerekiyor.

Kadrolardaki sosyalist kişilik eksikliğinin nedenleri arasında her şeyden önce müzmin teorik geriliği saymak gerekir. Bu teori geleneksizlikle birlikte, kadroların gündelik koşuşturmalarıyla dolu pratiklerinde, belli bir süre sonra geriye dönüp baktıklarında “sıfır artı sıfır elde var sıfır” sonucuna varmaları veya bu sonuca varamasalar dahi gündelik pratiğe bir süre sonra kendiliğinden işleyen bir mekanizmayla, onca koşuşturmaya karşın, ürün alamamaları nedeniyle kendi pratiklerine yabancılaşmaları, bu kadroları yeni aranışlar için fazlasıyla alıcı bir konuma getiriyor. Teorik gerilikleri nedeniyle aksayan tarafı göremeyen, yanlışı kendi uygulamalarında değil, yaşama geçirdiklerine inanıp da ama bir türlü geçiremedikleri leninist teoride bulabilen kadrolar, bu yabancılaşma nedeniyle, önlerine çıkan her yeniliğe sevdalanabiliyorlar. Bu yeniliğe rastlayıncaya kadar teorik inisiyatif yoksunluğu nedeniyle özgün bir arayışa girme cesaretini bir türlü bulamıyor ve teorik besinlerini sürekli ithal malı ile gerçekleştiriyorlar. 16

Bugün TBKP içinde teorik kişiliksizlik, “marksizm dogma değildir, biz her türlü düşünceden destek alırız, önyargılı ve dogmatik olmamak gerekir…” mantığından destek alarak meşrulaştırılmıştır. Bugünün kritik biri anlamı vardır: Ya bu kişiliksizliğe yenik düşülür ya da teorik açıdan açık çek verilmez ve kişilikli davranılır.

Örokomünist partilerde teorik kişiliksizlik TBKP’ye göre çok daha az dikkat çekecek bir dozda oldu. Gerek teorik aranışlarını -ikinci planda gelseler de ihmal etmemiş olan, gerekse “özerkliği” temel almış olan -eleştiri dozunu azaltmaksızın belli ölçülerde saygıyla da yaklaşılması gerektiğini söylediğim örokomünizm deneyimi, tam da bu nedenlerle TBKP’nin bugünkü acınacak durumuna göre çok daha “kişilikli” bir girişim oldu.

Ancak örnek alınacaksa, örokomünistlerin görece kişilikli tavırları değil mutlak sosyalist kişilik örnek alınmalıdır. Tek tek bazı kadrolar için olmasa da TBKP için bu şans kalmamıştır.

***

Örokomünistlerin ve TBKP’lilerin karar kıldıkları konumun bir diğer adı menşevik-demokratizmdir. Ortak yanlardan birini oluşturan demokrasi bekçiliği her iki oluşumun kendileri için uygun gördükleri temel misyon oluyor. Çok uzunca bir süredir, bir komünistin sahip olması gereken özelliklerin başına “tutarlı demokratlık” konulmuş durumda.

Her iki oluşumda da demokrasi ile ilgili bir korku var. Avrupalılar için her ne kadar ülkelerindeki demokrasinin yetersizliğinden yakınsalar da özellikle bu akımın olgunlaşmaya başladığı dönemdeki sağın güçlenmesi tehlikesiyle de açıklanabilecek “ya demokrasimize zarar gelirse!” şeklindeki korku, TBKP için yerini “ya ülkemize demokrasi gelmezse!” paniğine bırakıyor. Bu soruların devamı, “o halde biz ne yaparız?” oluyor. Bu tüyler ürpertici olasılıkların gerçekleşmesi durumunda hiçbir şey yapamayacaklarına karar veren bu yapılar doğruyu demokrasi bekçiliğinde buluyorlar.

Ortak yanlardan en önemlisi ise siyasal devrim-sosyal devrim ayrımına yönelik bilinçli bir kavrayışsızlıkta bulunuyor. Aradaki farkı muğlaklaştırabilmek için her ülkede sosyalizme geçiş yolunun farklı olduğu söyleniyor. Fark, Avrupa’daki ülkelerin sosyalizme evriliyor olmaları şeklinde ifade ediliyor. Böylece siyasal devrim gereği ortadan kalkmış, “sosyalist devrim eşittir toplumun sosyalist bir topluma dönüştürülmesi” eşitliği keşfedilmiş oluyor. Bizzat Carillo, örokomünizmin doğuşuna dek nitel değişimi -yani siyasal devrimi saplantı haline getirdiklerini toplumsal devrimi -yani devlet aygıtının demokratik dönüşümünü ise ihmal ettiklerini söylüyor.

Sosyalist bir topluma dönüşmek için gerekli olan nesnel koşul ise üretici güçlerin belli bir gelişkinliğe erişmiş olmalarında aranıyor. Bu yüzden her türlü teknolojik gelişmenin özünün ilerlemeci -yani “devrimci”olduğu söyleniyor. 17 (FKP)

Eskiden aşamalı da olsa devrimden sözeden TKP bugün TBKP olarak “dönüşüm”den sözediyor. Böylece ağır bir yükten daha kurtuluyor TBKP.

***

Refah toplumu ile birlikte, ekonomik gücü artan Avrupalı kapitalist ülkelerin işçi sınıfının durumlarından hareketle, tek devrimci sınıfın işçi sınıfı olmadığı düşüncesi örokomünistler ile yeni solun buluştukları bir noktayı oluşturuyor. TBKP aynı yere genel insanlık çıkarlarından yola çıkarak varıyor. Dünkü örokomünist “proletarya tek devrimci sınıf değildir” yaklaşımıyla, bugünkü “genel insanlık çıkarları” arasında işçi sınıfına güvensizlik anlamında tam bir paralellik bulunuyor. Ülkenin ve halkın iki düşman ve karşıt kampa bölünmemesi için elden gelen her şeyi yapmayı (E. Berlinguer) öneren örokomünistler ile sınıfsal ayrımların silikleşmesinde yarar gören yeni politik kültür birbirlerine bu açıdan da benziyorlar. Sınıflı toplumlar için kaçınılmaz bir durum olan antagonistik sınıfsal bölünmenin önüne geçmek istiyorlar. Örokomünistlerin tarihin akışına yön verme çabaları, sınıfların yarlığına dayalı bir toplum düzenindeki “kamplaşma”ya, düzeni yıkmadan engel olmak gibi bilimsel bir hedef doğrultusunda oluyor. Çok doğal. Demokrasiye mutlak bir çare gözüyle bakıldığında sonuç aslında bu görüşe göre son derece mantıklı olan “kamplaşma”ya engel olma olanağının varlığı oluyor. Ardından gelsin ittifaklar, demokratik güçlerin birliği, demokrasi mücadelesi…

Aynı model uluslararası plana yansıtıldığında da benzer bir yere varılıyor. Ülkeler arasında da sosyalist-kapitalist ayrımı en arkaya atılıyor. “Barış içerisinde birarada yaşama” politikası devrimci perspektiften arınmanın nedeni olarak kullanılıyor.

***

Temel doğrultudan ayrılanlar, suçlarını gizlemek için genellikle pazarlamacı mantığını kullanıyorlar.

Brand plorification terimi aynı ürünü pazara değişik markalar altında sürme işini ifade ediyor. Böylece o malın alıcısı çoğalmış veya en azından azalmamış oluyor.

Hepimizin bildiği sapmalar değişik isimlerle piyasaya sürülüyor. H. Kutlu “radikal demokratizm” terimini kullanıyor. Carillo ise “devrimci revizyonizm” terimin tercih ediyor. İKP’nin yeni genel sekreteri A. Occhetto’nun ortaya attığı terim ise “güçlü reformizm”. “Devrimci reformizm”i kullanan ise bu sefer yeni soldan R. Miliband. Hepsi de savundukları düşüncelerin klasik teoriye yaptığı tahrifatın gizlenemeyecek ölçüde açık olduğunun farkında oldukları için reformizmi revizyonizmi, demokratlığı kabulleniyorlar. Marksist literatürde sapmaları belirtmek üzere kullanılan tanımlamaları, sapmayı gerçekleştirenler iç rahatlatıcı birer ön ek ile birlikte kullanmakta herhangi bir sakınca görmüyorlar. Yalnız, karşılarında markanın yeniliğine kapılan televizyon reklamları meraklısı ev hanımları olmadığını unutuyorlar.

***

Örgütsel yapıda ise hem benzerlik, hem de farklılık bulmak mümkün.

Ortak yanı, bolşevizasyonu örgütsel açıdan yaşayamamak oluşturuyor.

Önceden de belirttim. Bir yandan Bolşeviklerinkinden farklı bir devrim modeli geliştirme isteği, diğer yandan faşizmin yükselişine karşı savunma konumunun kitlesel kaygıları ön plana çıkarması Avrupalı komünist partilerin örgütlenme tarzını da olumsuz etkiledi. Örokomünist partiler, devrimci bir perspektifi yaşama geçiremeyecek kadar atıl, bir komünist partinin sürekli tabanı olarak da fazlaca kabarık bir kitleyle hantal bir yapı kazandılar. Manevra yeteneklerini yitirmek, onlar için çok önem taşımadı. İşçi sınıfı içerisindeki eşitsiz gelişimi kavrayamama konusunda fazlasıyla ortodoks kaldılar.

TKP ise seslenebildiği bir kitleyi koruma sorunuyla değil, kitle durumu kazanmakla uğraştı.

Her iki yerde de kitlesellik fetişi yoğun bir şekilde yaşandı. “Ya demokrasimizi koruyamazsak!” korkusu “ya kitlemizi koruyamazsak!” korkusuyla birlikte yaşandı. TBKP’deki korku ise “ya kitleselleşemezsek!” oldu. Örokomünistler için elde olanı koruma telaşı TBKP için olmayanı elde etme kompleksi, bu yapılara akıntıya karşı kürek çektirtti.

Bu gidişin sonu yok

Reformizmin alışkanlık yarattığını söylemiştim. İş proletarya diktatörlüğünün reddi ile başlar. Devamında çok-partili sosyalizm hedefine vardır. Ardından Carillo’nun yaptığı gibi öngörülen sosyalist düzende burjuva partilerinin de seçimlere katılabileceği, bunun marksizme uygun olduğu söylenir. Bu iş, partiden birisinin, 6. Napolitano’nun yaptığı gibi parti tabelasında komünist sıfatının çıkartılıp yerine “işçi” sözcüğünü konmasını önermesine kadar varır. Çünkü bu sıfat, bu arada verilen onca ödünden sonra artık partinin kaldıramayacağı bir yük olur.

Bu kadarla da kalmaz.

“İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, gerek İtalya’da gerekse de dünya sahnesinde olagelen değişmelere paralel olarak dünya görüşünü değiştirmiş parti” (A. Occhetto, Cumhuriyet, 9 Nisan 1989) olan İKP’yi, “defalarca teorik arayışlar içine girmesi, kendine özgü yaklaşımlar geliştirmesiyle saygı duyulmaya hak kazanmış bir parti” (Adımlar, sayı 5) olarak değerlendiren TBKP’lilere Occhetto’nun demeçlerini ve yazılarını dikkatlice okumalarını öneririz. Bu işin sonunun nereye varabileceğini İKP’nin bugünkü durumu çok iyi gösteriyor.

Örneğin Occhetto’nun Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan (20 Temmuz 1989) Time’a verdiği demecin özeti okunabilir. Özetin özetini yazarsak: “Bizim için uluslararası komünist hareket yaşamıyor.”, “Komünist sıfatını, sadece faşizme karşı mücadelemizin başarısıyla kazandığımız onurdan dolayı koruyoruz.”, “İsveç sosyal demokratları ‘ekonomik demokrasi’ veya işçilerin ekonomik kararlara katılması konusunda bizden çok ilerideler.”, “…serbest piyasa ve rekabetin erdemlerini içeren karma bir ekonomiden yanayız.”

Sosyalizme ayaklanma yoluyla geçişi çok önceleri terketmiş olan, sosyalizmi demokratik yollardan kurma hedefini beğenen İKP, bu düşüncesini de yeniliyor (sıkı durun!): Sosyalizme demokratik yoldan geçmek değil demokrasiyi sosyalist yoldan kurmak (?) (aynı yerde).

Bu kadarı da olmaz denebilir. Oluyor…

Tebdil-i fikirde ferahlık bulanlar, her bunaldıklarında rahatlığı değişikliklerde bulurlarsa, İKP’nin bugünkü durumuna gelmek hiç de zor olmaz.

Her yenilik, sağa doğru bir derece daha kaymak olursa, bir süre sonra 90 derece, ardından 180 derece dönülmüş olur. Sürekli sağa çeken bir arabanın direksiyonu serbest bırakılırsa ya bir yere çarpılır ya da bir süre sonra geri dönülür…

Devrimin “D”sini yok edenler bir süre sonra tabelalarındaki “K”yı da yok etmek durumunda kalırlar. Ya da bugün İKP’de olduğu gibi sadece nostaljik bir neden buna engel olur.

Dipnotlar

  1. Örokomünizmin en tipik üç bileşeninden söz ediyorum. İKP, FKP, ve İspKP üçlüsünün dışındaki örokomünist partilerin sayısı çok fazla. Kıta dışında ise örneğin JaponKP’sini saymak mümkün.
  2. Okuyucu burada İKP’nin hedefinin yüzde 50’yi aşarak çoğunluğu kazanmak olduğunu düşünmesin; İKP’nin olmazsa olmazı yüzde 65’i aşıyor! Nicelik fetişizmi -özellikle bu derecesi- leninist örgüt teorisinin sınanmışlığından sonra garip kaçıyor.
  3. “Tarihsel Uzlaşma”nın hedefi sosyalistlerden önce Hristiyan Demokratlarla birlik oluşturmaktı. Bu da oldukça garip bir durum. Nedeni ise çok basit: Hristiyan Demokratlar sayıca daha güçlüler. İlan edilen neden: Her iki kesimin de hitap ettiği kitlenin sorunlarının ortaklığı.
  4. FKP diğer örokomünist partiler içerisinde gerek partilerin özerkliğini savunmada, gerekse 1968’deki müdahaleye gösterdiği tepkide en temkinli ve en geriden giden parti oldu. Bu anlamda FKP’yi İKP’den ve diğer “tam özerklikçi” partilerden bir ölçüde de olsa ayrı bir yere koymak gerekir. 3l Ağustos 197l’de Georges Marchais’nin Sofya’yı ziyareti sırasında yayımlanan bir bildiride bağımsızlık, egemenlik ve iç işlerine karışmama ilkeleri özellikle vurgulanıyor. Ancak hemen ardından bunun proleter enternasyonalizminin bileşenlerinin dayanışması ve karşılıklı yardımı ile olacağı ekleniyor. Özerkliği savunmada İKP gibi ısrarlı olmasa da FKP’de bu ilkeleri korumaya özen gösteriyor.
  5. Aynı Lang, aynı yıl, devlet erkini devrimci tarzda ele geçirmekten de sözedebiliyor. Bir KP için reformizme kayış eş zamanlı ve homojen olmuyor. Bu geçişi hazmedemeyenlerle hızını alamayanlar, bir süre bir arada da bulunabiliyorlar. (Bu durum özellikle FKP için geçerli. Ancak radikalizmin Türkiye gibi objektif olarak güçlü olduğu ülkelerde bu iki unsurun biraradalığı olanaksız oluyor. Her ne kadar tüm eski tasfiye edilenleri veya ayrılanları doğal üyeleri olarak saysa da TBKP güç kaybı telaşı içindedir.) Eninde sonunda tek tek üyelerin değil, partinin ne söylediğine bakmak gerek. Elbette reformizmi kendilerine yakıştıramayan kişileri ihmal etmeden.
  6. Böylece Gramsci’nin yeni kimliği de oluşmaya başladı. Bütününe bakıldığında Gramsci’nin modeli tam bir kimlik bunalımındadır. (bkz. Cemal HEKİMOĞLU, “Gramsci Düşüncesi Kimlik Bunalımında”, Gelenek 3, Ocak 1987)
  7. Gramsci’nin farklı modelleri için bkz. Perry Anderson, “Gramsci, Hegemonya, Doğu / Batı Sorunu ve Strateji”, Çev: T. Günersel, Alan Yay. İstanbul, 1988.
  8. Carillo, bunların arasında dinden sözederken, dini inancı güçlü olan nüfusun en geniş kesimlerini gücendirmemek için olsa gerek, krizde olanın dini inanç değil kilise olduğunu söylüyor.
  9. İDD’yi bazılarının nostaljik bulacağından eminim.
  10. Bu çok genel hatlarıyla özetlediklerimin dışında, FKP Marx’ın ekonomik yaklaşımlarının çoğuna değişik yorumlar getirdi. Ele alınan konular arasında sermayenin değersizleşmesi, kâr oranlarının azalma eğilimi, kamu finansmanı sermaye ihracı vb. gibi konular bulundu. Bunlar başlıbaşına birer inceleme konusu oluşturmaktadır. Bu yüzden burada bu konulara girmeye gerek yok. Şunu belirtmek istiyorum: FKP bu saymış olduğum konuların çoğunda Marx’ın ekonomik görüşleriyle uyuşmazlığa düştü. Bir örnek: FKP bütün analizlerinde marksist ekonomi politiğin temeli olan artık-değer kavramını bir kenara bıraktı.
  11. Partideki anti-Sovyet tutumdan kaygı duyan General E. Lister, E. Garcia ve A. Gomez, bu durumla mücadeleye giriştiklerinde ilk kez uyarıyla, ikinci kez çeşitli şekillerde partiden ihraçla karşılaştılar. Daha sonra Gerçek KP kuruldu. Gücünü kestirmenin mümkün olmadığı bu parti, İspKP’nin daha çok Sovyetler Birliği’ndeki bölümüne dayanıyordu. (Sovyetler Birliği’ndeki mülteci guruplar arasında, o dönem Fransızlardan sonra İspKP’liler geliyordu) SBKP tarafından desteklenen Sovyetik guruba Carillo doğal olarak karşı çıktı. Tahmin edileceği üzere İtalyan, Rumen ve Yugoslav Partileri Carillo’ya arka çıktılar. Örneğin Romanya, Radyo Espano İndipendente’nin istasyonu için evsahipliği yaptı. Carillo’yu Bükreş’te ağırladı.
  12. Burada sorunu salt etik açıdan ele alıyorum. Bulgaristan’da olanlar ayrı bir tartışma konusunu oluşturuyor. Gösterilen tepkiyi Bulgaristan yönetiminin haklılığı veya haksızlığından bir ölçüde bağımsız olarak ele almak gerekir. Burada sosyalist ülkelerce yapılabilecek hataları, etik sorunları aşmadan eleştirme gücünden yoksun olmaları anlamında iki parti arasında bir analoji kurmak istedim.
  13. Aynı yolu izlemenin kapsamlılığını, sadece programatik olarak ifade edebilen ortak düşüncelerin sayısal çokluğunda aramıyorum. Önemli bazı ölçütler var: Proletarya diktatörlüğü, ayaklanma yoluyla devrim, leninizmin programatik reddi marksizmin özünü oluşturan sınıfsal bakışa yönelik ciddi bir güven erozyonu… Benzerliğin temelini marksizmin ve leninizmin temeline ilişkin tahrifatlar belirliyor. Geçmişte değil ama bugün, TKP ve TİP’in ortak programlarında bu tahrifatlar organize bir durumda.
  14. Geleneksel solun kadro politikasının ustaca ve özlü bir değerlendirmesi için bkz. A. Giritli, C. Uygur; “Türkiye’de Geleneksel Sol: Yüzyıllık Rehavet” içinde s. 36 – 42, Gelenek 5, Mart 1987.
  15. Örokomünist partilerde “yenilikçiler” ile “dogmatikler”in aynı komünist parti çatısı altında yaşayabilmelerini, o toprakların verimsizliğiyle açıklamak mümkün.
  16. Bu söylediklerimden, her ülkede ayrı teorilerin geçerli olması gerektiğini düşündüğüm anlaşılmamalı. Ancak bir komünist partisinin, ortodoks teoriye tamamlanmış gözüyle bakmayıp, ülkesinin özgünlüğünden de yola çıkarak katkıda bulunma kaygısını taşıması gerekir. Hiç olmazsa verili teorinin içselleştirilmiş olması gerekir. TKP’nin geçmişinde veya TBKP’de bunların hiçbirini bulmak mümkün değildir.
  17. Teknolojik gelişmeler karşısında dudağı uçuklayanların durumu, televizyondaki dini programların jeneriğinde yer alan doğadan dünya nimetlerinden ilginç görüntüler karşısında hayrete düşüp, “bak şu Allah’ın hikmetine neler de yaratmış” diyerek iman tazeleyenlerinkine benziyor. Bunlar da “yeni politik kültüre” iman tazeliyorlar.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×