Avrupa’da Seçimler: Sermaye Sınıfı İçin Her Şey Hazır

Krizin etkisinin önemli ölçüde hissedildiği Avrupa’da seçimler, sermaye sınıfının birleşik bir saldırısı için uygun zemini yaratmışa benziyor. Almanya’da yeni bir Thatcher döneminin açılacağı ortaya çıktı, Yunanistan’da bir süredir fiilen ülkeyi yönetemeyen hükümet yenilendi ve kapitalizmin her krizinde ortaya çıkan sosyal demokrasi adlı can yeleği yine misyonunu yerine getirdi. Kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ve Avrupa Birliği’nin (AB) Birleşmiş Milletler’de temsil edilmesi, ulusal egemenlik mekanizmaların tasfiyesi anlamına gelen Lizbon Anlaşması yüzde 67 gibi yüksek bir oranla İrlanda’da kabul edildi. Böylelikle birlik ortak siyasi ve ekonomik kararları üye ülkeler adına alma yetkisine kavuştu. Bu anlamda son seçim sürecinin yegâne istisnası Portekiz oldu. Ülkede artan işsizliğin ve gelir dağılımı dengesizliğinin sorumlusu Sosyalist Parti hükümeti bu kez koalisyonla iktidara gelebildi.

Avrupa’nın bu yeni yönelimi bir sürpriz değil. Son Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde aşırı sağın güçlenmesi, sosyal demokrasinin gerilemesi ve komünist partilerin beklenen çıkışı yapamadığı gözlemlenmişti.

Avrupa Parlamentosu seçimlerinin hemen ardından yapılan genel seçimlerde ise kıtada emeğe yönelik daha yoğun bir saldırı döneminin kapısının aralandığını gözlemlemek mümkün. Özellikle birliğin motor ülkesi Almanya Soğuk Savaş’ın ardından emeğe yönelik çok daha kapsamlı bir saldırıya, Angela Merkel’in yeni Thatcher dönemine hazırlanıyor.

Kapitalizmin itibar kaybettiği BBC’nin sosyalizmin çözülüşünün 20. yılı nedeniyle düzenlediği “kapitalizm anketi”ne yansırken, seçimlerin neden solun ciddi bir çıkışına işaret etmediği de yine aynı ankette “Sovyetler Birliği’nin dağılması olumlu oldu” cevabının Avrupa ülkelerinde yüzde 65’in üzerinde olmasıyla açıklanabilir. BBC anketinin verilerine göre önemli ölçüde kapitalizmin tıkandığı ve reforma ihtiyaç duyduğu genel kabul görüyor, ancak alternatifin sosyalizm olduğuna yönelik güçlü bir tepki henüz ortada yok.1

Durum sol açısından tamamıyla umutsuz bir tablo anlamına gelmiyor. Yeni dönemdeki saldırganlığın ilk yanıtının da Alman otomotiv sektöründeki kitlesel grevlerle verileceği düşünülüyor. Bu durum bütün Avrupa’da yeni bir sol çıkışın kaydedilebileceği dönemsel bir radikallik anlamına geliyor.

Almanya yeni Thatcher dönemine hazırlanıyor

Almanya’da 27 Eylül’de yapılan seçimlerin üç önemli boyutu oldu. Bunların birincisi kıta Avrupası’ndaki sosyal demokrat hareketleri önemli ölçüde etkileyen Alman sosyal demokratlarının tasfiyesi anlamına gelen Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD) ağır seçim yenilgisi; ekonomik krizin sarsıcı etkilerini hisseden Almanya emekçilerinin oylarını yeni bir Thatcher dönemi için kullanmaları ve Hıristiyan Demokratlarla Hür Liberaller’i iktidara taşımaları ve elbette “birleşik” Almanya’nın tarihinde Doğu Almanya’nın etkisinin en yoğun şekilde hissedilmesi: Die Linke’nin yükselişi…

Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ortaya çıkan tablo, sosyal demokrasinin Avrupa’nın genelinde (bazı istisnalar dışında) önemli ölçüde itibar yitirdiğine yönelikti. Ekonomik kriz ile artan işsizlik, düşen maaşlar ve yok olmaya yüz tutan sosyal güvenlik sistemine rağmen, BBC’nin Berlin Duvarı’nın yıkılmasının yirminci yılı nedeniyle hazırlattığı kapitalizm anketinde halkların kapitalizmin ve serbest piyasanın çözüm olmadığını belirttikleri bir dönemde şaşırılan liberal sağın yükselmesi oldu. Ancak sosyal demokrasinin neden dibe vurduğuna şaşıran yok; sosyal demokratlar dışında… Bir sonraki seçimlerde Alman sermaye sınıfı kendisine önemli hizmetlerde bulunmuş SPD’ye yeniden itibar kazandırır mı bilinmez, ancak gerçek olan şu ki SPD uzunca bir dönemdir sermaye sınıfının doğrudan aygıtı olduğu için bu ağır seçim yenilgisiyle karşılaştı.

Sermaye sınıfının her ülkede dönüşümü, o dönüşümün tam zıttında duruyor gibi görünen partilere yaptırması olgusu meşhurdur. SPD’nin de Almanya’daki tarihi bunun en açık ispatı oldu.

SPD’nin eski lideri ve şimdilerde zenginlerin danışmanı Gerhard Schöder’in öncülüğünde “Agenda 2010 reformları” adı verilen ve 2003 yılında yürürlüğe giren değişiklikler, ABD eski Devlet Başkanı Ronald Reagan ve İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher dönemleriyle mukayese ediliyordu. Temel motivasyonunu neo-liberal sistemin en saldırgan adımlarından olan Lizbon Anlaşması’ndan almasına binaen “Agenda 2010” olarak adlandırılan değişiklikler kapsamında emeklilik yaşı 67’ye yükseltilmiş, devletten sosyal yardım alan insanlara ödenen ücret 7 Euro’dan 1 Euro’ya kadar çekilmişti. SPD, Berlin Duvarı’nın ayakta olduğu dönemde Demokratik Almanya’nın itibarının sarsılması için en çok çabalayan partiydi aynı zamanda.

SPD’nin emekçi sınıflar nezdinde yitirdiği itibar, seçim boyunca yineledikleri “sosyal devleti koruyalım” hikayesiyle kurtarılamadı. İnandırıcılığını yitirmiş bu iddianın hezimeti engelleyememesinin bir diğer nedeni ise krizle birlikte saldırganlığını artıran kapitalist Almanya’da emekçiler için “koruma” değil değiştirme eksenini tercih etmesi. Liberal partilerin yükselişi de bu tabloyu çelmek bir yana güçlendiriyor. Alman halkı 27 Eylül günü, niteliğinden bağımsız olarak “değişimi” vaat edenlere oyunu atmıştır. Bu değişimin Alman emekçi sınıfları için kendi haklarından feragat etmeleri anlamına gelmesi konunun bir başka boyutu. Ancak bunalım içindeki bir ülkede mevcut durumu savunmak, bir çıkış için planınız olmadığı anlamına geliyordu. Bu durumda Alman emekçileri daha düşük ücretler ve daha uzun çalışma saatlerine işaret etse de, “Almanya daha iyisini yapabilir” diyen Hıristiyan Demokratların oylarını yüzde 9 arttırarak mükafatlandırmıştır. Mevcut sisteme alternatif öneren Die Linke’nin yüzde 3 civarındaki çıkışında da benzer bir mantık söz konusudur.

Bu tabloda kazanan liberalizm olsa da Yurdakul Er’in, “sosyal demokrasinin tasfiyesi sosyalizmin önünü açmaktadır” tezini doğrulamaktadır.2 Zira Almanya için bugün söz konusu olan değişimdir ve sosyalistler için bu tabloda rekabet edecekleri özne mevcut durumu daha da ağırlaştıracak olan liberallerdir.

Almanya daha saldırgan bir sermaye sınıfı için uygun zemini, sermaye sınıfının bizzat sorumlusu olduğu tablo nedeniyle hazırlamıştır. Tıpkı sermaye sınıfının emperyalist saldırganlığının ağır faturasının mahvettiği ve daha barbar bir saldırganlık ve emekçilere yönelik daha ağır bir baskı anlamına gelen Nazi iktidarıyla sonuçlanan 1918–1933 dönemindeki Almanya gibi…

Seçimlerin ardından 124 sayfalık bir koalisyon anlaşması imzalayan Hıristiyan Demokratlar (CDU ve CSU) ile Hür Demokratlar (FDP) yeni hükümeti kurdular. 11 yılın ardından merkez sağ partilerin iktidara geldiği Almanya’nın şimdi emeğe karşı çok daha saldırgan bir politika izleyebileceği söyleniyor.

Yeni hükümette 7 CDU, 3 CSU ve 5 FDP’li bakan yer alacak. FDP Başkanı Westerwelle, Dışişleri Bakanı olacak. Yeni kabinede 36 yaşındaki Sağlık Bakanı Philipp Rösler (FDP) gibi Vietnam doğumlu bir göçmen olsa da ülkede son dönemlerde çokça eleştirilen göçmen politikasının daha da sertleşeceği öngörüsü yapılıyor.

SPD ile Hıristiyan Demokratların koalisyonu döneminde büyük tartışmalara sebep olan asgari ücret konusunda Ekim 2011’e kadar yeni kurallar getirilecek. FDP tarafından öne sürülen, konuyu toplu sözleşme görüşmelerine bırakma düşüncesi kabul edilmiş görünüyor. Bir diğer önemli tartışma konusu, önceki Merkel hükümeti tarafından çıkarılan ve emeklilik yaşını 65’ten 67’ye kanunun koalisyon anlaşmasıyla değiştirilmemesinin kararlaştırılması. Yeni sağ liberal iktidar emeğe yönelik saldırganlığı daha geniş bir zamana yayıyor, ancak işten atılmaların kolaylaştırılması ve Almanya’ya özgü en gelişkin kamu hizmetlerinden biri olan demiryolu taşımacılığının özelleştirilerek parçalanmak istenmesine yönelik taleplerde herhangi bir geri adım söz konusu değil.

Almanya’da 2005 yılındaki genel seçimlerinden önce de işsizlik ana gündem maddelerinden birini oluşturmuş, ancak seçimlerden bir gün sonra Siemens binlerce kişiyi işten çıkarmıştı. 2009 seçimlerinden sonra ise işten çıkarmaların özellikle otomobil ve makine sanayisi sektörlerinde yoğunlaşması bekleniyor.

Alman kamyon üreticilerinden Man’ın Genel Müdürü Hakan Samuelsson, “Almanya’nın şimdilik değişimden muaf olduğunu, ancak seçimlerden sonra bu durumun değişmesinin normal olacağını” belirtirken, Almanya merkezli uluslararası yatırım fonları devi DWS müdürlerinden Henning Gebhardt “İşten çıkarmalara karşı yazısız bir anlaşma var ve seçimlerden sonra sona erecek”3 diyerek 2005’te yaşananların tekrar edeceğini söylemiş oldu

Demokratik Almanya heyulası

Alman sermaye sınıfı daha da pervasızlaşacağını iddia ederken, Die Linke’nin yüzde 3’lük oy artışını önemsemek gerekiyor. Kabaca ve yuvarlanmış rakamlarla SPD’nin 11-12 puanlık oy kaybının sadece 4,5 puanlık kısmı Die Linke’ye ve 2,5 puanlık kısmı Yeşiller’e giderken, 5 puanlık kısmı FDP’ye gitse de…

Yeni kabinede de başbakanlık koltuğuna oturan Hıristiyan Demokratların lideri Angela Merkel sosyalizmin çözülüşü ve Demokratik Almanya’nın ilhakının 20. yılında Berlin Duvarı’nın yıkılışını belki de bu yüzden “gösterişli” bir biçimde kutlama ihtiyacı duydu.4 Çünkü Die Linke’nin çıkışının yanı sıra son seçimler Demokratik Almanya sermaye sınıfını Soğuk Savaş’ın ardından en fazla bu seçimlerde rahatsız etti. Seçim zamanında Die Linke lideri Oskar Lafontaine’in Demokratik Almanya’yı sahiplenen çıkışlarının yanı sıra, özellikle Almanya’nın doğusunda sosyalizmin güçlü bir alternatif olduğu bir kez daha hissedildi. Bir Alman gazetesinin yaptığı araştırma, bölgede insanların yüzde 52’sinin kapitalizme inancını yitirdiğini, yüzde 43’ünün sosyalizme dönülmesini talep ettiğini gösteriyordu.5

İstisnai bir çıkış olarak değerlendirilen Die Linke, iki partinin (Sosyalist Demokrasi Partisi ve bir şeçim inisiyatifi olan İş ve Sosyal Adalet’in) birleşmesiyle kurulmuştu. Partiye, dönemin SPD’li Schröder’in öncülüğünü yaptığı Agenda 2010 Reformları politikasından memnun olmayan birçok sosyal demokrat da katılmıştı.

Zmag’e Almanya seçim yarışını değerlendiren Victor Grossman, durumun Alman sermaye sınıfının Demokratik Almanya’ya daha fazla saldırmasına neden olduğunu aktarıyordu. Her gün televizyonlarda sosyalist Almanya’nın baskı politikasına yönelik hikayeler anlatılırken, Grossman’a göre rastlantı olmayacak biçimde bu iddialarla yetinilmedi ve Doğu Almanya’da sosyalizm zamanında çocuk bakımın ne kadar kötü olduğu, işçi haklarının yerlerde süründüğüne yönelik iddialar yer aldı.6 Bugün işsizliğin batıya göre iki kat fazla olduğu (yüzde 14) ve reel ücretlerin batıya göre ortalama olarak yüzde 30 daha düşük olduğu bu bölgede, Alman medyasının propagandasının tutmayacağını tahmin etmek pek de güç değildi.

Bütün bu tablo içinde ülkede Alman sermaye sınıfı sola eğilimli Türkiye kökenli 4 milyon kişiyi, Milli Görüş ve milliyetçi hareketlerle ortaklık kurarak caydırmaya çabalıyor. Türkiyelilerin etnik kimliklerine göre oy vermesi her ne kadar Alman toplumunun şikayetçi olduğu “entegrasyonu” daha da zora sokacak olsa da, daha sola kayabilecek bir kesimin, Alman emperyalizminin öteden beri güçlü bağlantıları olduğu bilinen Milli Görüş hareketine ve milliyetçilere yönlendirilmesi sermaye iktidarı için daha az korkutucu!

Bu tabloda Die Linke’nin tek sorunu homojen olmayan örgütü, sosyalizm konusundaki kimi kafa karışıklıkları ve Avrupa Sol Partisi’nin bir bileşeni olarak AB ile ilgili tutumu.

Yunanistan’dan sağ kaybetti

Geçtiğimiz kış aylarında büyük öğrenci eylemlerine ve kitlesel işçi yürüyüşlerine sahne olan Yunanistan’da yapılan erken genel seçimleri sosyal demokrat parti PASOK kazandı. Sosyal demokrasinin ağır bir yenilgi tattığı Almanya’daki seçimlerin aksine 4 Ekim günü sandığa giden Yunanistan halkının yüzde 43’ü PASOK’a oy verdi.

“Yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği” Yunanistan’daki iktidar partisi Yeni Demokrasi (ND) erken seçim kararı almıştı. Yine de ND, seçimlerde yüzde 34 oy alarak ikinci parti oldu. Yunanistan Komünist Partisi (KKE) ise oyların yüzde 7,54’ünü alarak üçüncü parti oldu. Radikal Sol İttifak SYRIZA’nın oyları yüzde 4,4, aşırı sağcı LAOS’un ise yüzde 5,4 olurken, ND lideri ve eski Başbakan Kostas Karamanlis yenilginin bütün sorumluluğunu üstlendiğini söyledi.

KKE’nin kitlesel hareketlenmelerin arttığı bir dönemde oylarını yükseltememesi ilk bakışta bir sorun gibi görünüyor. Oysa ki iktidara gelen PASOK geçtiğimiz kış yükselen eylemler boyunca Karamanlis liderliğindeki ND hükümetini vatandaşlarını yeterince koruyamamakla suçlamıştı. KKE lideri Aleka Papariga ise soL Haber Portalı’nda yer verilen seçim değerlendirmesinde, halkın Yunanistan’ın sıcak kışında elde ettiği deneyimleri sandığa yansıtamadığını, bunun önemli bir nedeninin de sendika liderlerinin işçi sınıfının bir karşı saldırı başlatması gerektiğine ikna olmamaları olduğunu söyledi. Papariga’ya göre “kaptan değişse de gemi aynı rotada:”7

Almanya’da ve genel olarak Avrupa’da gerileyen sosyal demokrasinin Yunanistan’daki çıkışını Papariga’nın iddiası dışında yanıtlamak mümkün görünmüyor. Yunanistan’da kitle gösterileri şu an için ileriye gidemediği için gerileme dönemine girmiş gibi görünüyor ve bir kez daha işçi sınıfının sahne aldığı bir dönemde sosyal demokrasi sermaye sınıfının yardımına koşmuş oldu.

Yunanistan’da patlak veren Siemens yolsuzluğu ND hükümetinin yıpranmasının önünü açarken söz konusu skandalın arka planında ABD’nin olduğu öteden beri söyleniyordu. ABD’li tekellerin dünyanın en büyük ihracatçısı Almanya’nın yanı başına gelebilmeleri için Yunanistan ayağında olduğu gibi eski yolsuzlukların ortaya çıkarıldığı yorumları yapılmıştı.

Sermaye sınıfının Almanya’da çöküşünü izlediği sosyal demokrasi, Yunanistan’da Avrupa’ya sadakat anlamına geliyor. PASOK lideri George Papandreou, Türkiye’nin AB’ye entegrasyonu dönemindeki önemli pürüzlerden birisi olan Türkiye-Yunanistan gerilimini çözmekle övündüğü kadar, Birliğin yayılmasının en önemli ideolojik aparatlarından olan Avrupa Sol Partisi’ne (ASP) üyeliğiyle de övünüyor. Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ASP, NATO ile ortaklık ve teröre karşı savaş konseptine biatını açıklayarak ABD’nin yeni Devlet Başkanı Barack Obama’nın uzattığı zeytin dalını kabul etse bile kriz ile birlikte rekabetin sertleşeceği tahminlerini yapmak güç değil. PASOK’un zaferi ile Yunanistan’ın Almanya için güvenli bir pazar olmaya devam edeceği öngörülüyor.

Portekiz’de sol çıkış

Almanya ile aynı günde sandık başına giden Portekiz’de seçimi sosyalistler kazandı. Ülkedeki sol ve sosyal demokrat partilerin oylarının toplamı ise yüzde 85’i geçti. Sosyalist Parti’nin (PS)oyların 36,5’ini alırken, ana muhalefette olan Sosyal Demokrat Parti (PSD) yüzde 30.2 oranında oy aldı. Meclise giren diğer partilerden Sosyal Demokrat Merkez-Halk Partisi ittifakı (CDS/PP) yüzde 10,4, Sol Bloğu (BE) yüzde 9,2 ve Yeşiller ile komünistlerin ittifakından oluşan Demokratik Birlik Koalisyonu (PCP-PEV) yüzde 7,4 oranında oya sahip oldular.

İktidara gelse de sosyalist parti için durum çok da parlak değil. Zira parti, 2005 yılında yüzde 45 oyla iktidara gelmiş olan PS koalisyon hükümeti kurarak tek başına iktidarını yitirdi. Durumun nedeni ise PS’nin 2005 yılındaki iktidarından bu yana emeğe yönelik saldırıları.

PS’nin ortak olarak sağcı CDS/PP ortaklığı olması, yeni süreçte krizin faturasının emekçilerden çıkarılmasına işaret ediyor.

2002’deki seçimlere göre 2005 seçimlerinde sosyalist parti oylarını yüzde 5 arttırmış. ABD eski Devlet Başkanı George Bush’u Hitler’e benzeten ve Irak Savaşı’na karşı çıkan eski liderlerini “tehlikeli” bulan Sosyalist Parti’nin yönetiminde ülkede 150 bin kişinin daha işsiz kaldığı belirtiliyor. AB ile entegrasyonun Sosyalist Parti döneminde özellikle tarım ve ayakkabı sektörünü vurduğu söylenmişti. 2005 yılında Portekiz Euro Bölgesi’nde küçülmeye devam eden ülke olmuştu.

Seçimin hemen ardından Sosyalist Parti’nin ilk icraatı özel bankalara 4 milyar Euro tutarında kaynak aktarmak ve batmak üzere olan BNP’yi zararıyla birlikte kamulaştırmak oldu. Bu durum sağcı CDS-PP ortaklığıyla koalisyona gitmesiyle öngörülmüştü. Şimdi yeni hükümetten daha fazla emek düşmanı ve ABD yanlısı sesler yükseliyor. Sosyalist Parti önceki seçim dönemindeki ABD ve NATO karşıtı açıklamalarını da bir kenara bırakarak NATO ile “güçlü ilişkiler kurmayı hedeflediklerini açıkladı.8

Seçimlerin önemli bir diğer sonucu ise Portekiz Komünist Partisi (PKP) ve Yeşiller ittifakı’nın Sosyalist Parti oy kaybederken arttırması oldu. Portekiz Komünist Partisi’nin de içinde bulunduğu Birleşik Demokratik Koalisyon, yaptığı seçim değerlendirmesinde bu olguya dikkat çekerken, yükselmelerinin temel nedeninin iktidar partisine karşı izledikleri kararlı muhalefet olduğuna dikkat çekti.9

Lizbon Anlaşması İrlanda engelini aştı

Avrupa Birliği’nin kuşkusuz en önemli metni olan Lizbon Anlaşması bir önceki referandumda yüzde 53 “hayır” oyuyla reddedildiği İrlanda’da 2 Ekim günü yapılan referandumda yüzde 67 “evet” oyu çıktı. Böylelikle birliğin önündeki en büyük engellerden biri ortadan kalkmış oldu.

İrlanda referandumun “hayır” cephesindeki yenilgisinin temel nedenlerinden birisi bir önceki referandumda gizli… Daha önce hayır cephesi İrlanda Komünist Partisi’nin dışında “daha iyi bir anlaşma” sloganını benimsemiş bu da ucu ucuna kazanılan zaferin bir sonraki referandumda tekrarlanamamasında önemli bir etken oldu. Avrupa Birliği’nin ve İrlandalı sermayedarların hatırı sayılır kaynaklar ayırdığı “evet” kampanyasının içeriği de Doğu Blok’u ülkelerinde Turuncu Devrimler yoluyla elde edilen birikimle yeniden tasarlandı. Bu defa, tamamen dışa bağımlı hale getirilen İrlanda ekonomisinin çökertileceği ve İrlanda’nın AB’den dışlanacağı tehditleri doğrudan kampanya kullanıldı.

AB’nin açıkça müdahale ettiği İrlanda referandumunda günü birlik olarak birliğin yetkililerinden “hayır” kampanyasına cevap verilirken, evet kampanyasına önemli ölçüde mali destek sunuldu.

İrlanda’nın büyük şirketlerinden Ryanair, ‘Evet’ oyunu destekleyen bir reklâm yayınlamak için 500.000 Euro harcadı. Ayrıca, ‘Evet’ kampanyasına destek vermek için Dublin’e gelmek isteyen Avrupa Birliği çalışanları için Brüksel ve Dublin arasında ücretsiz uçuşlar düzenledi. Almanya’da yaşayan 30.000 bin kadar İrlandalı kişiye, buraya gelip ‘Evet’ oyu kullanmaları için ücretsiz uçak biletleri teklif edildi. Bilgisayar işlemcisi üreticisi Intel de, ‘Evet’ kampanyasına destek için 500.000 Euro harcayacağını açıkladı.

Counterpunch için İrlanda referandumunu değerlendiren Harry Browne medyanın bütün olanaklarını “evet” için seferber ettiğini belirtiyordu. İrlanda patronlarını temsil eden İşveren Örgütleri’nin üyelerinden, çalıştırdıkları işçilere evet oyu vermeleri gerektiğini hatırlattı.

“Evet” cephesi Lizbon Anlaşması’na sadece ırkçıların ve aşırı sağcıların karşı çıktığını iddia etmek için İngiliz milliyetçisi Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi’ni (UKIP) kullanmaya karar verdiler. UKIP bu yardım çağrısını kabul ederek mevcut hükümetin temsilcileriyle Lizbon Anlaşması’nı tartıştı. UKIP’ın İrlandalılara tek tek gönderdiği mektuplarda “evet oyu verirseniz, Türkiye AB üyesi olacak” mesajları yollandı. Böylece “evet”çilerin istediği oldu ve Lizbon Anlaşması’na karşı çıkmayı ırkçılıkla özleştirmenin önü açıldı.

Ancak yine de Lizbon anlaşmasının ardından ortaya çıkan bir diğer gerçek ise hayır oylarının ve seçimlere katılımın düşük olduğu yerlerin emekçilerin yoğun yaşadığı yerler olması. İrlanda Komünist Partisi Genel Sekreteri Eugen McCartan’a göre bu durum emekçi sınıfların düzene oldukça yabancılaştığına işaret ediyor.

Referandumun ardından seçimlere müdahale etmekle suçlanan AB üyesi ülkelerden tebrik mesajları geldi. Liderler İrlanda halkının sadece kendi gelecekleri için değil aynı zamanda Avrupa’yı da olumlu etkileyen bir karar aldıklarını söylüyorlar. Bu liderlerden Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy daha önce İrlanda’nın onayı olmasa da Lizbon Anlaşması’nın kabul edildiği ülkelerde yürürlüğe girmesi gibi AB’nin ilkeleriyle açıkça çelişen açıklamalar yaptılar.

Yeni bir saldırganlık dönemi aralanıyor

Kapitalizmin meşruluğunu yitirdiği bir dönemde, daha vahşi bir piyasa düzeni isteyen öznelerin iktidara gelmesi 2009 yılının, ilginç bir yanı. Avrupa seçimleri ücretlerin düşmesi, iş güvencesinin ortadan kaldırılması ve işsizlikle somutlanacak yeni bir saldırganlığın zeminin hazır olduğunun sinyallerini veriyor. Özellikle Almanya ve Portekiz’de ortaya çıkan tablo bu zeminin kararlı bir muhalefet için sıçrama tahtası olacağına yönelik.

Dipnotlar

  1.  http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2009/11/091109_free_market_poll.shtml
  2.  Er, Yurdakul, “Almanya, Sadaka ve Büyük Anlatı”, soL Haber Portali, 2 Ekim 2009, http://haber.sol.org.tr/yazarlar/yurdakul-er/almanya-sadaka-ve-buyuk-anlati-18760.
  3.  http://haber.sol.org.tr/ekonomi/issizlige-secim-rotari-haberi-17465
  4.  http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2009/11/091109_berlinwall.shtml
  5.  http://www.zmag.org/znet/viewArticle/19235 
  6.  http://www.zmag.org/znet/viewArticle/19235 
  7.  http://haber.sol.org.tr/dunyadan/yunanli-komunistlerden-secim-degerlendirmesi-haberi-18887
  8.  http://www.wsws.org/articles/2005/mar2009/port-m23.shtml
  9.  http://haber.sol.org.tr/dunyadan/portekizli-komunistlerden-secim-degerlendirmesi-haberi-18586
© 2024 gelenek.org
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Signup

Kayıp Parola