Avrupa’dan bir Kriz Masalı
Bir vardı bir yoktu, on yılı aştı, kriz yetmişikibuçuk milleti kasıp kavurup Türk’e teğet geçti. Gelişmeleri çoklukla iktisadi açıdan ele alıp değerlendirenler bu sürecin daha da derinleşerek süreceği konusunda hemfikir. Avrupa ülkeleri tek tek önce dibe vurup, sonra kendi elleriyle boğazlarına düğümü geçirip en sonunda da ilmeğin ucunu IMF ve AB’ye teslim etmekteler. Bizim bu yazıda amacımız, kriz analizlerine bir yenisini eklemekten çok, Avrupa’da son dönem yaşananları emekçi sınıflar ve sosyalist sol açısından gözden geçirmek. Sınıflar mücadelesi ve sosyalist iktidar perspektifi Avrupa’da yaşananlardan ne anlar ne anlamaz, onu tartışacağız.
Önce kısaca sosyalist literatürdeki birkaç örnekten yararlanıp “bu seferki krizi” hatırlayalım; Socialist Register, 2011 yılı sosyalist kaydını bu konuya ayırmıştı.1 Editörler, Panitch, Albo ve Chibber diyor ki: “(son)kriz başladığından beri, krizi fırsat olarak gören işçi hareketleri değil yöneten sınıflar oldu…”2 Büyük oranda haklılar, nitekim emekçi sınıflar başlarına gelen karşısında direnmenin ötesine geçemedi, henüz… Aşağıda bunu tartışacağız.
Bir de yazarların öngörüsünü ekleyelim: “… sendikalar ve emekçi sınıfların varlığını tehdit eden saldırıların giderek artacağı…yeni bir kemer sıkma çağına giriyoruz…” 3 Bu da oldukça doğru, demek ki sosyalist sol açısından durumu derinlemesine analiz edip görev çıkarmanın zamanı geldi de geçiyor. Çıkacak görevin bugüne kadar tekrarlananlardan farkı: özellikle emperyalizm vurgusuyla, ille de sınıflar mücadelesi içerisinde ve sosyalist iktidar hedefiyle belirlenmiş olmasında yatıyor/yatacak.
Yine Socialist Register yazarlarından Radice, analizinde önce içinde bulunduğumuz çağın finans çağı olduğu saptamasını kendi çıkarımıyla yineleyip, sonra, krizin hesabının neoliberalizme fatura edilebilmesinin koşulunu ekliyor; “neoliberalizm bir sınıf hegemonyasıysa, mevcut krizin neoliberalizmin krizi olması için bu hegemonyayı tehdit eden bir işçi sınıfı olması beklenir.”4 Radice’in tartışmaya katkısında birkaç önemli nokta var, yazar üç alanda net olmak gerekliliğini vurguluyor:
Bir, kemer sıkma/tasarruf (austerity) politikaları kesintinin ya da borcun karşılığının yerine konması anlamında bir şey değil, doğrudan emekçi sınıfların yaşamlarına yönelen kalıcı saldırılardır. Örneğin bu anlamda, kamu harcamalarının fazlalığının krizin sorumlusu tutulması, sadece keşfedilmiş bir bahanedir. Radice’in saptamasını tersinden söylersek, krizi yalnızca yoksulluk, işsizlik ve yaşam koşullarının kötüleşmesi olarak anlayıp karşımıza alırsak eksik kalır. Kemer sıkmadan kastedilenin emekçileri sıkıp canlarını çıkarma niyeti olduğunu görmek gerekir. Bununla mücadelenin gerekçesi sadece, örneğin “kamuya sahip çıkma” güdüsüyle değil, sınıf savaşımı argümanlarıyla bezenmelidir.
İki: “Eğer biz Yunanlılar/Kanadalılar/Fransızlar/ İrlandalılar bu “gerçeği” kabullenmezsek, yaşam hakkımızı kabullenenlere devretmiş oluruz.” Yani, kurtuluşumuz kendi ellerimizde, emekçi sınıfların mücadelesindedir…
Üç: Neoliberalizm, bir ideoloji olarak, sağduyuyla ortaya çıkmış her tür kolektif yaşam talebinin ne olabilirliğini ne de tercih edilebileceğini kabul eder. Ayrıca, neoliberalizm, siyaseti yalnızca hepsinin de amacı sermayeye hizmet olan farklı profesyonellerin seçim arenasındaki kapışması olarak algılar. Radice’e son bir ekleme yapalım: Neoliberalizm yalnızca bir iktisat politikası değil, bir sınıf ideolojisidir, son dönem emperyalizmin üzerinde yükseldiği temellerdendir.5
Bu saptamaları şöyle toparlayalım. Öncelikle yaşanan krizin emekçi sınıflara “yansımasından” değil, doğrudan onları “hedef almasından” söz edilmelidir; krizin sorumluları ile faturayı ödeyenlerin aynı tarafta olmadıkları net olarak görülmelidir ve ortaya çıkan bu taraflaşmanın birebir sınıf ikiliğiyle (dichotomy) çakıştığı bilinmelidir.
Avrupa özeline gelirsek, son dönem “Avro Krizi” diye anılıp tartışılan süreç için de aynı şeyleri sıralayabiliriz. Bu krizde taraflar, failler ile sonuçlara maruz kalan kurbanlar olarak belirmekte. Batan ülkelerle, onlara sihirli dalı uzatanlar; her koşulda boğazları sıkılan emekçi sınıflarla, hiçbir koşulda dara düşmelerine izin verilmeyen sermayedarlar. Ne demişti Korkut Hoca: 2000-2011 dönemi emperyalizmin hiyerarşik ve asimetrik yapısının avro bölgesinde de olduğunu gösterir, hegemonik-bağımlı kutup ilişkisi yaşanan krize doğrudan yansımaktadır6.
Almanya, hegemonyasına sağlam kayalık zeminde devam edecek; İrlanda, Portekiz, Yunanistan, İspanya, İtalya, Kıbrıs, troyka iplerine bağlı, uçurum kenarındaki bataklıkta ölüp ölüp dirilecek. Öte yanda borç ödeyip çamuru kurutmak da, kaynaklarını devredip uçuruma merdiven dayamak da kriz ülkelerinin emekçi sınıflarının üzerine kalacak.
Boratav ile benzer bir değerlendirmeyi kısa süre önce Perry Anderson da yineledi: Almanya artık Avrupa’nın tartışmasız yeni hegemonik odağıdır. Anderson’a göre avro bölgesini kriz bir kez vurduktan sonra, artık sosyal harcamalar üzerinden değil, doğrudan siyasi dikta ile kontrol sağlanacağı ortadadır.7
Avrupa’da son krizle birlikte “kötü”, AB’nin tuzu kuru ülkeleridir, IMF’dir, ABD’dir; “cadı/kraliçe” Almanya’dır; zehirli elmaları hazırlayıp sunan “muhafız üçlüsü” troykadır. “İyiler” ise Avrupa halkları, emekçiler. Öykü buraya kadar oldukça sade.
Öye yandan, bu sadeliği karmaşıklaştıranları da eklemek gerekir. Ortada bu denli net bir emperyalizm projesi dururken, üstelik Lizbon anlaşması gibi bir manifesto ile de kayda geçmişken, Avrupa’da hâlâ demokrasiden, halkların egemenliğinden, birlik projesine gönül vermiş “emeğin Avrupası” hayallerinden söz etmek mümkün müdür? Anderson bunları son derece isabetli bir saptamayla, “AB’nin narsizmi” diye tanımlamış.8 Demek bazıları için, masaldaki gibi güzel, temiz ve saf, kar beyazı, pamuktan bir Avrupa düşlemek mümkün.
Peki, Avrupa’nın birleşmesi fikrini karşılıksız seven, demokrasi sözcüğünü koşulsuz kabullenen, halk hareketinden seçime katılma oranlarını, siyaset yapmaktan oy pusulası damgalamayı anlayanlar dışında bir muhalefet var mı, sol var mı? O da var kuşkusuz. Aylar, hatta yıllardır Avrupa sokakları emekçilerle dolu; madenlerde, hastanelerde, yollarda, okullarda hayat durduruluyor. Her genel seçimde Avrupa halkları öyle ya da böyle iktidardakilere memnun olmadıkları mesajını veriyor. Kemer sıkmaya karşı direniş sloganlarıyla meydanlar doluyor9. Ancak bu hareketlenmelerin içerisinde AB emperyalizminin ve kapitalizmin karşısına dikilip, “kriz öyle değil böyle olur” diyebilecek birileri var mı? Pamuk prensesi kraliçeden koruyabilecek, prensiyle kavuşturacak var mı? Üç benzemez örnek üzerinden bakalım.
Öfkeli
Avrupa’nın kaybedenlerinden İspanya’da, özellikle son iki yıldır giderek büyüyen ve sertleşen bir hareketlenme var. 2011 yılının Mayıs ayında Madrid’te krize ve tasarruf paketlerine dur demek için Los Indignados (öfkeli/hiddetliler) önce yüzlerle toplandı, heyecanla karşılamış oldukları Tahrir meydanı baharını yaşamak istediler; ancak İspanyol polisinin sert müdahalesiyle karşılaştılar. Bunun üzerine İspanyol halkının öfkesi artarak yayıldı, yüzler binleri buldu. Kendilerine “Kayıp Kuşak”, “Geleceksiz Gençler” adını veren bir hareketlenme oluştu.10 Öfkeliler, tümüyle emekçi sınıftandı. Krizin faturasını işleriyle, ücretleriyle, gelecekleriyle ödemeyi reddediyorlardı.
İspanya’da emekçiler 2012’de de direnişlerine devam etti, üstelik bu kez sadece kayıp kuşak kimliğiyle değil, örgütleriyle. Mayıs ayında madencilerle başlayıp tüm kamu çalışanlarının katılımıyla Haziran’da da devam eden eylemlere on binlerce emekçi katıldı.11 Emekçiler, sendikal örgütleri aracılığıyla işten çıkarmalara, ücret kesintilerine, kısacası bir kez daha sermayenin krizinin bedelini ödemeye itiraz etti. O günlerde, İspanya’nın sosyalist web sitesi Viento Sur yazarlarının tespit ettiği gibi, ortada doğrudan işçi sınıfına karşı açılmış bir savaş vardı.12
İspanya yıl boyunca kaynamaya devam etti, halk şiddetli müdahalelere rağmen defalarca meclis kuşattı. Her defasında daha kitlesel, daha kararlı, daha öfkeli…13 Ülkede emekçilerin eylemlerinin 2013’te de benzer bir yoğunlukla süreceğini tahmin etmek zor değil. Zor olan, bu kitlesel ve öfkeli eylemliliğin ne şekilde sonlanacağını bilmek. Emekçi sınıfların bu haklı öfkesinin öncülüğünü üstlenmek ve varolan kitlesel direnişe, işçi sınıfı yönelimiyle bir siyasal hat çizmek konusunda İspanya örneği pek iyi performans göstermiyor. Merkezinde İspanya Komünist Partisi’nin (PCE) bulunduğu Sol Birlik (Izquerida Unida, IU) 20 Kasım’da yapılan genel seçimde 11 milletvekili çıkarmıştı çıkarmasına, ancak kitlelerin öfkesini örgütlemek yerine krizden çıkış için reform paketleri peşinde koştu. İspanya Halklarının Komünist Partisi’nin (PCPE) tüm itirazına rağmen, bu birlik, yukarıda sözü edilen AB narsizminin gelişkin bir örneğini ortaya koydu. Geçtiğimiz yıl Kasım ayında Yunanistan Komünist Partisi (KKE) de İspanyol yoldaşlarına sitem edip kızıyordu.14 Hem PCPE, hem de KKE haklı olarak İspanya’daki bu sol birlikten, AB emperyalizmine karşı mücadeleyi ortaklaştırma, kitlelerin hareketlenmelerini işçi sınıfı eylemlerine dönüştürme girişimini bekliyordu; çözüm daha iyi yönetilmekte değil, kapitalizmin ortadan kaldırılmasında diyordu.15 Olmadı. İspanyol halkı gücünü ve öfkesini henüz devrimcileştiremedi.
Keloğlan
Avrupalı emekçileri, AB- IMF’nin zehirli elmasından korumak bir yana, kendisi koçanıyla yutmak zorunda kalan bir başka örnekle devam edelim. 2012’nin son günlerinde Kıbrıs Cumhuriyeti, komünist devlet başkanının kendi elleriyle teslim etmek zorunda kalmasıyla, Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve IMF üçlüsünün tam denetimine girdi. Protokol imzalanalı bir ayı geçmeden ağır tasarruf politikaları devreye sokuldu, 2013’ün laneti kendinden önce adaya çöktü.16
Bu örnekte kayda değer olan, kitlelerin direnişi değil. Nitekim kuzeyiyle güneyiyle, nüfusu bir milyonu bulmayan, yarısı silah altındaki bu adada kitlesel eylemliliklerden söz etmek mümkün de değil. Kıbrıs’ta yaşanan başka bir şey: Diğer Avrupa ülkelerinde sosyalist, komünist ya da sol partilerinin oy oranları noktası virgülüne hesaplanıp parlamenter sayıları parmakla sayılırken, komünist parti iktidarıyla krizi karşılamış bir AB ülkesi var karşımızda. Durum garip.
Kıbrıs’ın komünist devlet başkanı Hristofyas’ın ve partisi AKEL’in (Emekçi Halkın İlerici Partisi) troykanın zehirli elmasını bir lokmada yutuşunun öyküsü ise son derece dramatik. soL gazetesinde aktarmıştık: 2012 Kasım ayının ilk haftalarında patlak veren bankalar krizi vesilesiyle troykanın adaya geldiği ilk günlerde, Hristofyas ve kabine arkadaşlarının tepkisi oldukça keskin ve netti. Hükümet, AKEL’in politik kararıyla aynı çizgide tepki göstererek, “doğru içerik” olmadan asla bir anlaşma olmayacağını söyledi. AKEL’in ve Hristofyas’ın doğru içerikten kastettiği, emekçileri zor durumda bırakacak ya da ülkenin herhangi bir kaynağını Avrupa’ya sunacak bir bağımlılık yardımının anlaşmada yer almamasıydı. Masanın karşı tarafında Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve Uluslararası Para Fonu varken bu “doğru içeriğin” gerçekleşmesi beklenemezdi, nitekim öyle de oldu. Hristofyas, muhalefetin, Avrupa Birliği’nin diğer aktörlerinin ve daha da acısı kendi kabinesinin üyesi maliye bakanının dayatmalarına uzun süre dayanamadı ve Kasım ayı bitmeden içeriği hiç de “doğru” olmayan bir protokole teslim oldu.17
AB’nin gerçek yüzünün oldukça geç farkına varmış AKEL’in ülkesini ve halkını karşı karşıya olduğu tehditten çaresizce korumaya çabalaması gerçekten yürek burkucu.18 Halkların birliğine gidebilecek, buradan emekçilerin egemenliğe bağlanacak, demokrasinin beşiği olacak bir AB beklentisi ve daha ilk ısırışta çürüyen, her lokmada zehirleyen elmanın acı tadı. Yazık.
Bilgin
Avrupa’da hem krizin emperyalist-kapitalist niteliğini anlayacak, ortaya çıkan kutuplaşmayı taraflaştırıp sınıfsallaştıracak hem de bunu geniş halk kitlelerine yayıp siyasallaştıracak bir “bilgine” ihtiyaç var.
Avrupa solunun ne direnen öfkeli kitleleri, ne de yenik düşmüş komünistleri bu işlevi yerine getireceğe benziyor. Ortada işçi sınıfına karşı açılmış bir savaş görse de, on binlerin öfkesini arkasına alsa da İspanya’da sol yetersiz kalıyor. AB narsizmine yenik düşmüş komünistler Kıbrıs’ta iktidarı gözyaşları içinde emperyalizme teslim ediyor.
Öte yandan hem eylemliliği hem siyaseti hem de ideolojisiyle bilginliğe en yakın aday, Yunanistan işçi sınıfı ve onun öncüsü KKE gibi gözüküyor. Komünistler Yunanistan’daki mücadelelerinin hem eylemlilik boyutunu hem de siyasal manevralarını anti-emperyalist sınıf savaşımlarıyla sürdürüyorlar. PAME, kitlesel eylemliliklerle emekçi sınıfları taraflaştırıyor; KKE, AB karşıtı stratejisiyle meclisten doğrudan troykaya savaş açıyor. Üstelik geçtiğimiz seçimlerde AB-IMF politikalarına karşı çıkışıyla kitleleri heyecana ve umuda boğan SYRIZA’nın “AB’yi karşımıza almaya hiç de niyetimiz yok” tavrına rağmen.19
Ülkede örgütlenen genel grevler PAME’nin devrimci söylemiyle “direnişin” ötesine geçip, sınıflar savaşının aracı haline gelebiliyor. Burada kritikleşen, dayatılan işsizliğin ve yoksulluğun Avrupa genelinde yaşanan krizin kaçınılmaz sonucu olmadığını görebilmek ve gösterebilmek oluyor. Bu sayede emekçi sınıflar kendileri için olmayan bir sistemin, kendilerinin olmayan bedelini ödemeyi reddederken, aynı zamanda sistemin tümünü de reddetmeleri gerektiğini görebiliyor. Dahası, kabul etmedikleri şeyin yerine koyabilecekleri şey için de, sosyalizm için de, mücadeleye davet ediliyorlar.
KKE, bu açıdan bakıldığında Avrupa solunun bilgini rolüne soyunmuş görünüyor. Bir yandan Yunanistan’da mücadele ediyor; öte yandan öfkelilere, keloğlanlara, uykuculara ve diğerlerine akıl veriyor, çatıyor, kızıyor, “bilmişlik” yapıyor.
Bilginin bu mücadelesi, Avrupalı halkları kendi prensleri/prenseslerine kavuşturmaya, “kar beyaz”lığın20 boşluğundan kurtarıp, yaşamın kızıllığına kavuşturmaya yeter mi? Tartışılır elbette…
Onlar (da) ersin muradına biz (de) çıkalım kerevetine…
Bu son başlık, hazır krizle gelişen devrimci durum olasılığı varken Avrupa’da devrim olsun biz de Türkiye solu olarak hayrını görelim anlamına gelmiyor, yanlış anlaşılmasın. Öte yandan, biz Avrupa’ya benzemeyiz, dolayısıyla bu kıssadan bize hisse çıkmaz da diyemeyiz.
Türkiye’deki gerçeklik elbette çok farklı, ancak özgünlüğüne rağmen bu ülkede de emperyalizm kuşatması, bu topraklarda da emek sömürüsü, bu halklar için de sınıflar mücadelesi gündemi var. Hem de nasıl var. Türkiye açısından da Avrupa için olduğu gibi sola düşen, bu sınıfsal netliği sağlamak.
Özelleştirme saldırılarıyla derinleşen işsizlik, artan sömürü, borcu borçla kapatma, ülke kaynaklarını pazarlama ve satış üzerine kurulu ekonomiyle ille de yoksulluk. “Devletin dönüşümü” stratejisiyle kuşatılan kamu, sendikasızlaştırma, örgütsüzleştirme, gericilik, ideolojik kuşatma, aşağılık kompleksiyle donanmış savaş çığırtkanlığı, en nihayetinde toplam bir faşizm. Herhangi birini sınıflar mücadelesinin dışında tutabilmek mümkün mü?
Bu tabloyu Avrupa’da yaşananlara doğrudan bağlayacağımız noktalar da var. Örneğin kamu alanına yapılan açıktan saldırı Avrupa’daki kamu emekçilerinin ne kadar canını yakıyorsa, Türkiye’deki sınıfdaşlarının da başına aynısı geliyor. Özelleştirmelerle ya da kaynak satışlarıyla Avrupa emekçileri nasıl yoksulluğa, işsizliğe itiliyorsa, burada da benzeri var. Şimdinin krizi, işçi sınıfının devrimci kesimleri için yeni bir profil ortaya çıkardı; bunu da görmek gerek. Protelerleşen, yoksullaşan, daha fazla sömürülen, ama aynı zamanda giderek siyasallaşan ve devrimcileşen “yeni” bir işçi sınıfı var. Eskisine göre daha vasıflı, daha genç, sayıca daha çok, daha kentli, daha “beyaz yakalı”. Avrupa’daki ayrı, Anadolu’daki ayrı. Ancak unutmamak gerekir ki emekçi profilleri ne kadar farlılaşırsa farklılaşsın, sermaye sınıfının karşısında hep aynı “işçi sınıfı” var.
Öyleyse Türkiye solu için de bu masaldan çıkacak hisse var. Öfkeli İspanya halkının kararlılığını, heyecanını paylaşıp, solun orada eksik bıraktığı yerin farkında olma gerekliliği var. Kıbrıs’ta komünistlerin içine düştüğü durumu akıl gözüyle görüp, “haset etmeden”, nisbet yapmadan ders çıkarabilmek var. Komşu komünistlerle yoldaşlık yapabilme, yeri geldiğinde “daha” doğruya gitme zorunluluğu var.
Daha yapacak çok iş var.
Dipnotlar
- Panitch, L., Albo G., Chibber V. ed. (2010), “The Crisis This Time”, Socialist Register 2011.
- a.g.e.
- a.g.e.
- Radice, H. (2010), “Confronting the Crisis: A class analysis,” Socialist Register, Merlin Press UK.
- a.g.y.
- Boratav, K. “Avro Krizi üzerine çeşitlemeler,” haber.sol.org.tr, 13 Kasım 2011.
- Anderson, P. “Europe speaks German,” Le Monde Diplomatique, 5 Aralık 2012.
- a.g.y.
- Dileyen bu direniş süreçlerini bir kez daha hatırlamak için başvurabilir: http://socialistworker.org/2012/11/27/confronting-an-austerity-agenda
- http://socialistworker.org/2011/05/26/uprising-over-spains-future
- http://haber.sol.org.tr/dunyadan/ispanyada-komur-iscileri-28-gundur-direniste-haberi-56297
- http://socialistworker.org/2012/07/17/spanish-workers-on-the-march
- http://haber.sol.org.tr/dunyadan/ispanyada-halkin-meclis-kusatmasi-suruyor-haberi-60248
- http://haber.sol.org.tr/enternasyonal-gundem/avrupa-da-kriz-derinlesirken-sol-da-kendi-icinde-hesaplasiyor-haberi-49120
- http://haber.sol.org.tr/enternasyonal-gundem/yunan-ve-ispanyol-komunistler-cozum-kapitalizmin-daha-iyi-yonetilmesi-degil
- http://www.cyprus-mail.com/austerity/and-just-beginning/20121207
- “Ada AKP ve AB kıskacında,” 10 Aralık 2012, soL.
- http://www.cyprus-mail.com/christofias/operation-bailout-dramatic-backstage-scenes/20121125
- http://haber.sol.org.tr/enternasyonal-gundem/kke-tum-halki-mucadeleye-cagiriyor-haberi-60378
- Kar Beyaz (Snow White), Pamuk Prenses’in orjinal adı.