Avrupalı bir Marksist’ten AB’nin Sınıf Tahlili
Guglielmo Carchedi
Başka Bir Avrupa İçin. Avrupa’nın Ekonomik Bütünleşmesinin Sınıf Tahlili
İngilizce’den Çeviren: Mustafa Topal
Yordam Kitap, İstanbul, Temmuz 2009, 519 sayfa
Guglielmo Carchedi sekiz yıl önce yazılan, fakat Türkçesi yeni yayımlanan Başka Bir Avrupa İçin, Avrupa’nın Ekonomik Bütünleşmesinin Sınıf Tahlili adlı kitabında neoklasik iktisat anlayışının Avrupa Birliği’nin doğuşunu ve gelişimini açıklayamayacağını öne sürüyor. Carchedi, neoklasik iktisadın çelişkilerini eleştirerek ve yanılgılarındaki çaresizliğine dikkat çekerek, değerin üretim ve dağılımını ekonominin temeli, dolayısıyla sınıfları toplumsal yaşamın temel birimi olarak ele alan bir anlayışla Avrupa Birliği’ni üç ana başlıkta ele alıyor: Sırasıyla, entegrasyon, içerde ve dışarda emperyalist politikalar ve sınıf düşmanlığı…
Egemen iktisat, Avrupa Birliği’nin ekonomik entegrasyonunu ele alırken yetersizliğini, ekonomide uluslararası uzmanlaşma üzerine karşılaştırmalı üstünlükler kuramının türevleri ve denge kuramıyla ortaya koyuyor. Ricardo’nun “karşılaştırmalı üstünlükler kuramı”, temelde ülkelerin emekten tasarruf edebileceği alanlarda uzmanlaşmaları gerektiği, çünkü ticarete katılan her iki tarafın da bu mantık üzerinden kârlı çıkacağı varsayımına dayanıyor. Onun türevleri ise uzmanlaşılan sektörü emekten tasarruf ile değil, fırsat maliyeti veya metanın bolluğu ve fiyatı ile “tespit” ediyor. Neoklasik iktisadın burada ısrarla göremediği, farklı sektörlerin ürünlerinin (iki ülke arasındaki ticaret doğal olarak farklı ürünlerin değişimi üzerine kurgulanıyor) niceliksel olarak karşılaştırılmasının imkansızlığı ve mantıksızlığı bir yana (yazarın ifadesiyle birisi elmalarla armutların toplamının yöntemini bulmadığı sürece bu kuramların, üzerine yazıldıkları kağıtlar kadar değeri yoktur), bir ülkenin kapitalistlerinin her zaman en yüksek kâr oranlarını gerçekleştirdikleri sektörlerde uzmanlaşmasıdır. Çünkü kapitalizmin temel mantığı kâr maksimizasyonudur.
Bir diğer iddia, kapitalist ekonominin engellenmediği takdirde bir dengeye ulaşacağıdır. Bu iddia neoklasik iktisat tarafından kuramlaştırılmıştır. Denge kuramının basit ve aslında tek mantığı “eğer fiyatlar düşerse, talep yükselir ya da bunun tersi gerçekleşir” veya başka bir ifadeyle bir malın fiyatı malın arz ve talebiyle belirlenir şeklinde. Bu mantık üzerinden neoklasik iktisat akıllara zarar eğri grafikleriyle zamandan bağımsız, metafizik bir denge noktası tespit etmeye çalışır. Grafiklerden bahsetmeye gerek yok; zira talep eğrisi ve denge fiyatları ampirik olarak belirlenemiyor, test edilemiyor ve daha çok insan psikolojisine dayandırılmaya çalışılıyor. “O zaman bu türden bir talep kuramı üzerinde yükselen modern entegrasyon kuramının bütünü, … kuramın temellerinin çürüklüğü yüzünden de çöker.” 1 Şimdi yazarın haklılığını teslim edeceğiz.
Kitabın en temel tezlerinden biri kapitalizmin bir dengeye ulaşmaktan çok durgunluk ve krizler içinde yuvarlanmaya eğilimli olduğudur. Bu tez, metaların emek gücünün ürünü ve soyut emeğin, değişim değerinin özü olduğunu söyleyen Marksist değer teorisiyle ortaya konmaktadır. Değer teorisinden hareketle, bir metanın değeri, üretimi için üretim araçlarına yatırılan sermayenin, yani değişmeyen sermayenin, emek gücüne yatırılan değerin, yani değişken sermayenin ve artı değerin toplamına eşittir. Emek gücüne yatırılan değer aynı zamanda emeğin satın alma gücüdür. Ayrıca artı değerin toplam sermayeye bölünmesi ortalama kâr oranını ifade eder. Neoklasik iktisadın dengeye ulaşmak adına olumladığı kâr elde etme rekabetine teknolojik yenilikler eşlik eder. Teknolojik yeniliğin sahibinin rekabet gücü artar. Teknolojik yenilikler işgücünün azaltılması anlamına gelir. Bu sayede daha az emekle daha fazla ürün üretilir. Fakat gözden kaçırılmaması gereken nokta, teknolojik önderlerin (teknolojik yeniliğin sahiplerinin) kârlarında bir artış olmasının, bu firmaların toplam artı değer kütlesinin daha büyük bir kısmına el koyabilmesini sağlamasıdır. Bu da diğer sermayedarların ya iflasına ya da yenilik kervanına katılmalarına yol açar. Ancak bu noktada kader ağlarını örmeye başlar. İşçi başına düşen makine miktarının, yani üretkenliğin artışı er ya da geç ortalama kâr oranlarının azalmasına neden olur. Rekabet gücü zayıflayan ve kârları düşen firmalar piyasada tutunabilmek, yani rekabet edebilmek için reel ücretleri düşürmeye çalışmalarına ve eğer iflas ederlerse işsizliğin artışına sebep olur. Bu durum aynı zamanda teknolojik yeniliğin sahibini de etkiler, çünkü işsizlik ve reel ücretlerin düşmesi (reel ücretler aynı zamanda emekçilerin alım gücüdür) üretilen tüketim araçlarının satılmasını güçleştirir. Ayrıca üretimdeki birim artış artık daha fazla sermaye, özellikle sabit sermaye yatırımı gerektirdiği için de kâr oranları, artı değerin toplam yatırılan sermayeye oranı, düşme eğilimi gösterir. Bir başka ifadeyle hem artı değerin gerçekleşme sorunları hem de yatırılan sermayenin getirisini sürdürme sorunları ortaya çıkar. Artık kapitalistimiz daha fazla ürün satamayacak ve düşen kâr oranlarıyla baş başa kalacaktır.
Buradan kapitalizmin çevrimler halinde boy gösteren kriz eğilimlerine geçelim. Eğer ekonomi derlenme-toparlanma dönemindeyse, yani ortaya çıkan işsizlik, yeni istihdam alanlarının kurulmasıyla emilebiliyorsa, artı değerin gerçekleşme sorunu kalmaz; kârlar yükselir; yeni üretim sektörleri ortaya çıkar; sermaye büyür ve birikir. Ancak bu durum sonsuza dek sürmez. İstihdam arttıkça reel ücretler yükselir, bu da el konulan artı değerin ve kâr oranının azalması anlamına gelir. Kârları ve rekabet gücünü artırmak üzere teknolojik yenilikler iş başındadır ve bunalımın kapısı böylece aralanır. İkinci olarak eğer ekonomi bunalım dönemindeyse, işsizlik ve işletmelerin iflası gündemden düşmez. Bir işletmenin iflas ettiği her durumda diğer işletmeler de bundan olumsuz etkilenir. Tüm bunlar üretim araçlarının tahribi anlamına gelir. Bunalımdan kurtulmak için üretim araçları tahrip edilmektedir. Kapitalizm enflasyon ve faiz oranları üzerinden ya da bütçe ve maliye politikaları üzerinden kriz eğilimini engellemeye çalışır. Fakat bu politikalar ve karşı eğilimler bunalımı önlemez yalnızca erteler. Bu iki çevrim ortadayken egemen iktisadın denge kuramı da komik kaçmaktadır.
Avrupa entegrasyon projesini daha fazla ilgilendiren olgu ise, teknolojik önderin diğer işletmelerin elindeki artı değere el koyması olgusunun ülkeler arasında da geçerli olmasıdır. Teknolojik olarak ileri olan ülkelerin kapitalistleri yüksek üretkenlikle ürettikleri ihraç metaları aracılığıyla, kâr oranlarını artırır ve gerçekleşme sorunlarını yurtdışına ihraç etmiş olurlar. Bu durum süreklileşirse teknolojik olarak daha gelişkin ülkenin parasına talep artar, dolayısıyla bu para birimi değerlenir. Böylece teknolojik bakımdan ileri ülkedeki, yalnızca yenlikçi olanlar değil, bütün ihracatçılar uluslararası piyasa vasıtasıyla ürettiklerinden daha fazla değere el koyarlar. Teknolojik bakımdan geri kalan ülke ise bir kârlılık bunalımı yaşar. Burada bağımlı ülke-emperyalist ülke kavramlarını kullanabiliriz. Benzer bir bunalım eğilimi bu ilişkide de mevcuttur: Bağımlı ülkedeki kâr oranları düşer ve alım gücü azalır. Emperyalist ülke ise mallarına olan dış talebi canlı tutmak, yani beklediği kâr oranını gerçekleştirmek isteyecektir. Bu noktada devreye IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar girmekte, bağımlı ülkeye emperyalist tekellerin çıkarlarına uygun ekonomi politikaları dayatmaktadır.
İşte Avrupa Birliği’nin entegrasyonu bu kirli temeller üzerinde şekillenmektedir. Avrupa Birliği içerisindeki kurumsal yapılanmalar, AB Ortak Tarım Politikası, Ekonomik ve Parasal Birlik, Ortak Savunma Politikası, her türlü toplumsal politikalar ve hatta çevreyi koruma yönünde alınan kararlar bile başta Alman tekelleri olmak üzere egemen sınıfın çıkarları gözetilerek, emperyalist politikalarla bağımlı ülkelerin ümüğü sıkılarak ve her türlü faturanın emekçi sınıflara ödetilmesi hedeflenerek hayata geçirilmektedir.
Böylece ikinci temel başlığı ele alabiliriz. Kitapta AB’nin emperyalist kimliği iki alanda incelenmektedir: AB’nin kendi içindeki bağımlılık ilişkisi ve bir bütün olarak emperyalist iddiaları.
Kendi içindeki bağımlılık ilişkisi yukarda bahsedilen, teknolojik açıdan lider olan ülkenin arkasında kalan ülkelere göre avantajlı durumda olması ve uluslararası piyasa aracılığıyla ürettiğinden daha fazla artı değere el koyması üzerinden şekilleniyor. AB’de bu özellikleri gösteren başat ülke yüksek teknoloji ticaretinde en büyük pazar payına sahip olan Almanya’dır. AB’nin ekonomik ve parasal birliği ve ortak tarım politikaları son tahlilde Alman tekellerinin çıkarlarını yansıtmaktadır. AB’nin bir bütün olarak emperyalist iddiaları ise yine ekonomik ve parasal birlik ile ortak savunma politikalarında cisimleşmektedir. Euronun kabulü yalnızca Avrupa devletleri arasında ticaretin dolar kuruna bağımlılığını ortadan kaldırmak anlamına gelmiyor, doların dünya üzerindeki hakimiyetine de meydan okuma anlamına geliyor. Ancak euronun dolara rakip olmasının ön koşulları, siyasi bir bütünlük sağlanması ve çok büyük bir askeri güce kavuşulmasıdır. Bu amaçla AB’nin ortak savunma politikaları, üye ülkelerin askeri harcamalarının artırılmasını ve bir Avrupa ordusu için somut adımların atılmasını teşvik etmektedir. Bugün ABD dolarının tüm dünyada kullanılan ve talep edilen bir para olması, ABD’nin dolar basarak uluslararası değere basit bir şekilde el koymasının yolunu açıyor. ABD, AB üyelerinin toplam askeri harcamalarının iki katı kadar askeri harcama yaparken değirmenin suyu buradan geliyor. Avrupa Birliği ortak para birimi ve ortak savunma politikalarıyla ABD’nin bu özelliğini elde etmeyi amaçlamaktadır. Euronun dolara meydan okuması bu anlama gelmektedir. Fakat hem Avrupa’nın askeri gücü ABD ve NATO’ya bağımlıdır hem de Avrupa istenilen siyasi bütünlüğün halen uzağındadır. Sonuçta AB emperyalist bir oluşumdur ve askeri gücünün yetersizliği nedeniyle ABD’nin politikalarına eklemlenen zayıf bir süper güç konumundadır. AB, ABD içinse hakim emperyalist politikalara eklemlenmesi gereken bir güç, fakat aynı zamanda kontrol altında tutulması gereken potansiyel bir tehdittir.
Kitapta değinilen üçüncü temel başlık ise AB’de işçi sınıfının konumudur. AB’nin toplumsal politikaları SSCB çözülmeden ve karşı-devrim çağı açılmadan önce “emeği sakinleştirmek”, seksenlerden sonra ise entegrasyonun ve neoliberal politikaların hesabını işçi sınıfına ödettirmek zemininde şekillenmiştir. Bugün AB’nin toplumsal politikalarının üzerinde sermayenin gölgesi vardır. Yetmişlerde sendikal haklara, işverenlerle toplu pazarlıklar gündemdeyken bugün “karşılıklı diyalog” vurguları ön plandadır. Birlik, emek-sermaye ilişkisinin en önemli konularını (grev, sendikalaşma vb) üye devletlerin inisiyatifine bırakmıştır. Bunun yanında AB ülkelerinde yoksulluk, işsizlik, gelir dağılımında adaletsizlik, bölgesel eşitsizlik ve yabancı düşmanlığı çarpıcı boyutlara ulaşmıştır. Neoklasik iktisadın bu sorunlara çözüm önerisi açıktır: Daha fazla kapitalizm, sermayenin önündeki tüm engellerin kaldırılması! Ancak asıl fark edilmesi gereken AB kurumlarında ya da anlaşmalarında yukarıda sayılan olumsuzluklara karşı alındığı iddia edilen kararların bile sermayenin çıkarlarını gözettiği ve böylece sorunların derinleşmesine neden olduğudur. Bu durum emek üzerinde baskı ve kontrolün ifadesidir. Sermaye özgürlüğün değil, baskı ve egemenliğin aracı durumundadır.
Carchedi’nin Avrupa Birliği’yle ilgili çözümlemeleri bir başka Avrupa’nın mümkün olup olmayacağı sorusunu da içeriyor. Yazar bu noktada önemli bir uyarıda bulunuyor:
“Ancak birçok Avrupa solcusunun hayallerine karşın, ekonomik gücüne denk bir AB askeri gücü, ABD’nin saldırgan tek taraflılığına karşı barışı sağlamaktan çok uzak, dünya barışına yönelik gerçek bir tehdit olacaktır. … Çok kutuplu bir emperyalist dünyanın, yalnızca bir askeri gücün hegemonyası altındaki bir dünyadan daha güvenli olacağını öne sürecek gerekçe ortada yok." 2
Marksistlerin, sınıfsal özü belirsiz, işçi sınıfının tarihsel adımlarını göz ardı eden ve bunun üzerine sol bir örtü örten bir yorumla işi yoktur. Başka bir Avrupa, emperyalist ve emek düşmanı kimliğiyle gerici Avrupa Birliği’nden yaratılamaz.
Yazara göre başka bir Avrupa mümkündür. Ama bu elbette kapitalist üretim ilişkileri altında gerçekleşmeyecektir. Zaten bir Marksistin bunların aksini söylemesi de mümkün değil. Fakat yazar “başka bir Avrupa”yı tartışırken , Avrupalı bir Marksist olduğunu fazlasıyla hissettiriyor. Carchedi yeni sistemin dayanışma, eşitlik ve özyönetim üzerinde yükselmesi gerektiğini öneriyor. Bunun için mücadele yöntemine dair de birkaç iddiası veya önerisi var. Bunlardan bir tanesi tüketicilerin haklarını savunma grupları, kadınların çocukların ve etnik azınlıkların haklarını savunma hareketleri, anti-militarizm, HIV ve AIDS’in yayılması, çevre felaketleri vb.nin yeni bir başlangıcın kalkış noktası olabileceği ve genel bir bilinç oluşturabileceği iddiası. Bu tip sivil toplum hareketleri bugünün Avrupa’sında, AB fonlarıyla ayakta duran, sermayeye göbekten bağlı sivil toplum kuruluşlarının ve dolayısıyla sermayenin egemenliğindedir. Buradan sermayeden bağımsız bir bilinç çıkacağı ve bunun işçi sınıfı hareketi için bir başlangıç noktası olabileceği iddiası temelsizdir. Yazara göre “asıl umut verici gelişme” ise toplumsal sendikacılık hareketi olacaktır. Sendikaların işçi sınıfının mücadele araçlarından biri olduğu ve önemi yadsınamaz. Fakat tek başına bir ekonomik mücadele aracının, sendikaların, sınıfı düzen dışına itecek, düzenin ideolojik aygıtlarıyla parçalanan sınıf bilincini devrimci bir bütünlüğe ulaştıracak bir mekanizma olduğunu kesinlikle söyleyemeyiz.
Son olarak bu Batılı yazarın reel sosyalizme yönelik bir eleştiriye verdiği kısa cevabı buraya taşımak istiyorum:
“… ‘Teknik olanaksızlık’ iddiasına da kısaca yanıt vermek gerekiyor. Sovyet sisteminin çökmesinin nedeni teknik olanaksızlık değil ama toplumsaldı. Sovyet sistemi, dayanışmacılık, eşitlikçilik ve kendi kendini yönetme ilkelerine dayanmıyordu. Bu sistem sahte bir sistemdi. Bu sahte yapısı Sovyet sistemini kapitalizmin saldırıları karşısında iyice güçsüz düşürmüştü.” 3
Bu cümleleri eleştirmenin yeri bu yazı değil. Sözü getirmeye çalıştığım mesele şu; Leninist ilkelerden kaçarak bırakın başka bir Avrupa’yı, hiçbir ciddi dönüşümü tanımlamak mümkün olmuyor. Mümkündür deniyor, ama “Ne Yapmalı”nın cevabı verilemiyor. Oysa başka bir Avrupa için “Ne Yapmalı”ysa on kere yapmalı!