Batı’nın Savaş Eğilimi ve Radikal İslamcılık

Bence Esad rejimini devirmek için gösterilen çabalar birçok yönden para getirdi. […] Bu yüzden de radikal Sünni fraksiyonlara karşı mücadeleye Katar’ı, Suudi Arabistan’ı ve diğerlerini katmak gerekir.”

Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanlığı Terörle Mücadele Eski Koordinatörü Daniel Benjamin.1

 

“Din baskı altındaki yaratığın iç geçirmesi, taş yürekli bir dünyanın duygusu ve ruhsuz koşulların ruhudur. Halkın afyonudur. Halkın aldatıcı mutluluğu olarak dini ortadan kaldırmak, halkın gerçek mutluluğunu istemek anlamına geliyor.”

Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi

Laik Arap devletlerinin yıkılmasının feci sonuçları

Düşman kapıya dayandı, hatta çoktan kapıdan içeri girdi bile. Avrupa hükümetlerinin ve basınının bize söylediği bu. Charlie Hebdo saldırılarının ardından ortaya çıkan tek görüş, Batı’nın düşünce ve ifade özgürlüğü değerlerinin aşırı İslamcılığın vahşi saldırısı altında olduğuydu. Dolayısıyla kendimizi bir iç ve dış savaşa hazırlamamız gerekiyordu. Kesin olan şu ki, 11 Eylül saldırıları sonrasında Bush tarafından başlatılan ve halen devam etmekte olan “terörle mücadele”de yeni bir döneme girmiştik. Paris saldırılarına atıfta bulunurken, Avrupa’nın 11 Eylül’ü diyorsak ve Matteo Renzi, 1911’deki sömürgeci saldırıdan yüz yıldan biraz daha fazla süre sonra İtalya’nın, Birleşmiş Milletler (BM) çatısı altında da olsa, Libya’ya askeri müdahalede bulunmaya hazır olduğunu ilan etmek için bu fırsattan faydalanıyorsa, bu bir tesadüf olamaz.

İçeriği ne olursa olsun tüm savaşlarda yaşandığı üzere burada da ilk kurban her zamanki gibi gerçekler oldu. Bu yüzden de hüküm süren ikiyüzlülük örtüsünü kaldırıp, olayların gerçek yüzünü ortaya koymak gerekiyor. Bu hedef, eskiden rolü daha önemsiz ve özellikle bölgesel olan olgular, özellikle de İslami radikalizmle karakterize edilen tarihsel bağlamın gelişimiyle karmaşıklaşıyor. Tıpkı emperyalizm tanımının güncelleştirilmesi ve Avrupa dışından Avrupa Birliği’ne göçün rolü konusunda olduğu gibi sol, bu başlığı oldukça geç analiz etmesi ve bu meseleye ilişkin politik ve ideolojik konumlanışının net olmaması sebebiyle zarar görüyor.

Açığa çıkarılması gereken ilk nokta, radikal İslamcılığın yayılmasının sistematik bir biçimde emperyalist Batılı güçler tarafından, özellikle de ABD ve Fransa tarafından ön plana çıkarılan, Ortadoğu-Kuzey Afrika ekseninin istikrarsızlaşması süreciyle yakından ilişkili olduğu. Batı’nın Paris saldırılarına sebep olan ve Kouachi ve Coulibaly kardeşlerin de bağlı olduğu açıklanan radikal İslamcılığa ve özellikle de cihatçı harekete verdiği destek, biz İtalyanları oldukça yakından etkileyen bu stratejinin belirleyici unsurlarından biri oldu. Nitekim, 80’li yıllarda İtalyan Gizli Servisi Kuzey Afrika’da devirmek ve yeni bir boyut kazandırmak istediği laik rejimlere karşı radikal İslamcılığı ön plana çıkarmış ve desteklemişti. 2007 yılının Temmuz ayında, ünlü Limes dergisi Nino Arconte ile gerçekleştirilen bir röportaj yayımlamıştır. Bu röportajda bu eski Sismi2 ajanı, İtalyan askeri kuvvetlerinin İslamcı militanlar için yirmi adet eğitim kampı oluşturduğunu, böylece 1987 yılında Tunus’un o dönemki laik Devlet Başkanı Burgiba’nın başkanlığının elinden alınmasıyla sonuçlanan ayaklanmaları da desteklediğini belirtmişti.3 İlk olarak İtalyanlar tarafından yalnız bırakılan, daha sonra Tunus’un yeni Bin Ali hükümeti tarafından eziyet edilen İslamcılar, Cezayir’e iltica edip 90’lı yıllarda İslamcılarla ordu güçleri arasındaki uzun ve kanlı iç savaşı beslemişti.

Eğer bugün Kuzey Afrika’da ve Ortadoğu’da meşhur İslam Devleti gibi anarşiye kurban olmuş ya da terör örgütlerinin ve cihatçı milislerin eline düşmüş geniş bölgeler varsa, bunun sebebi onlara karşı mücadele eden ve onları frenleyen eski laik devletlerin sistematik bir biçimde yok edilmiş olmasıdır. Bu yıkım, ya Irak işgalinde olduğu gibi doğrudan Batılı silahlı kuvvetler aracılığıyla ya da Libya’da ve Suriye’de olduğu gibi politik ve askeri açıdan Batı ve Batı müttefiki Arap petrol krallıkları tarafından desteklenen yerel milisler tarafından dolaylı olarak gerçekleştirilmektedir. Özellikle Libya’da, Avrupa ve ABD’nin sorumlu olduğu hava bombardımanları çok sayıda sivilin hayatına mal olmuş ve muhaliflerin Kaddafi’ye karşı, başka türlü elde edilmesi imkansız bir zafer kazanmasına olanak sağlamıştır. Batı medyası “Arap Baharları”nı göklere çıkarır, eli kanlı diktatörlere karşı halkın özgürlük mücadelesi gibi tanıtırken, İslam dünyasının dört bir yanından gelen binlerce cihatçı bugün, Afganistan gibi savaş ağalarına hizmet eden bir konumda olan Libya ve Suriye’ye giriyordu. Hilary Clinton’un dışişleri bakanlığı döneminde görev yapan eski ABD Dışişleri Bakanlığı Terörle Mücadele Koordinatörü Daniel Benjamin, bizzat, Suudi Arabistan, Katar ve Kuveyt gibi bu topraklarda çok sayıda askeri üsse sahip olan Batı Avrupa’nın ve ABD’nin tarihsel müttefikleri petrol krallıklarının, Kaddafi’yi deviren ve Esad’ın ayağını kaydıran farklı milisleri finanse ettiğini açıkça kabul ediyor.4

Bu durumun oluşmasında Fransa özellikle büyük bir role sahip. Aslına bakılacak olursa, ABD ve İtalya, özellikle Libya’ya müdahale konusunda daha tereddütlü görünürken, Libya’da ve Suriye’de hem doğrudan hem de “muhalifler”e destek kisvesi altında Batı’nın askeri müdahalesi konusunda kararlı bir şekilde direten bizzat Fransa oldu. Fransa kadar olmasa da askeri müdahale isteklisi diğer ülke Birleşik Krallık idi. Bugüne dek etkili olması ile takdir toplayan Fransız gizli servisleri, son Paris saldırılarından sonra dünyanın dört bir yanında yetersizlikle suçlandı. Rai kanalının (bir komplo teorisi blogundan öteye gidemeyen) haber programı, Kouachi kardeşlerin hiçbir engelle karşılaşmadan Fransa ile eğitim gördükleri Suriye ve Yemen arasında nasıl gidip gelebildiklerini sorguladı. Belki de tek mesele yetersizlik değildi? Yoksa bu, Fransızlar’ın en azından belirli bir noktaya kadar, Suriye’ye Esad’a karşı savaşmaya gitmek için Avrupa’dan ayrılan savaşçı yığınların kontrolünde çok da katı davranmamayı seçmiş olması ile mi ilgiliydi? Bu savaşçı yığınları, NATO üyesi olan ve Il Sole24ore gazetesinden Alberto Negri’ye göre Esad’a karşı yalnızca Özgür Suriye Ordusu(ÖSO)’nu değil, aynı zamanda Suriye’de El Kaide’nin müttefiki olan cihatçı Cebat El Nusra’yı da daima destekleyen Türkiye’nin kontrolündeki Suriye sınırından gelmişti.5 Dahası, El Nusra Katar ve Kuveyt’in desteğini alırken, Suudi Arabistan Suriye’de İslami bir emirlik kurma amacı taşıyan cihatçı İslami Cephe’yi destekliyordu.

İslamcı savaşçıların Suriye’ye akınının kolaylaştırılması, en azından şu ana kadar Obama yönetimine ilham veren, bölgede askerlerle doğrudan müdahalelerden kaçınıp, hava kuvvetlerine ve yerel milislere başvurmayı tercih eden Batı stratejisinin mantığına uyuyor. Bu, ekonomik açıdan daha az masraflı, uluslararası siyaset açısından daha uzlaşmacı ve iç mutabakatın korunması sayesinde daha az sorun yaratan bir çözüm. Üstelik, birçok sinema eserinin de altını çizdiği gibi (ki bunlardan sonuncusu Clint Eastwood’un son uzun metraj filmi) kendi kendilerine “özgürlük getirdiklerini” düşünen genç Amerikan askerlerinin, hiç kimsenin aslında onları birer “kurtarıcı” olarak görmediğinin farkına varma riskleri var. Ne şekilde olursa olsun, yerel askerlerin kullanılması yeni bir şey değil. Sömürgecilik döneminde, İngiltere savaşlarını yürütmek için Hint askerlerinden, İtalya ise “dubat”lardan ve “askari”lerden faydalanıyordu.6 Bugün bir kez daha, Paris saldırılarının hemen ertesinde Benjamin, bölgeye Batılı askerlerin gönderilmesi yönündeki eğilimi geri püskürtmek gerektiğini belirtiyor. Ancak sorun şu ki, yeni askarileri istediğimiz gibi kontrol etmek ve yönetmek daha zor görünüyor, çünkü çoğu zaman onlara yön vermeye çalışanlara karşı konumlanmaya başlıyorlar.

İç düşman, Avrupa’da İslami radikalizmin gelişimi

Peki ama kim bu yeni askariler? Medyaya göre savaşçılar arasında Avrupa’dan gelen binlerce kişi bulunuyor ki, bunlardan bazıları da İslami radikalizmin ele geçirdiği yerli “beyazlar”. Dolayısıyla kendimizi başka bir soruyla karşı karşıya buluyoruz: Batı’nın yaratılmasına büyük katkıda bulunduğu dış savaş cephesi neden bir iç savaş cephesine aktarılıyor? Bu durumda, aynı zamanda çatışmanın sınırlarını, sorumluluklarını belirlemek ve çatışmayı kimin başlattığını anlamak da göründüğü kadar kolay değil. Kullan-at bilgi çağında meselenin özünü rahatlıkla kaçırabiliyoruz. Geçtiğimiz yıllar içinde Batı Avrupa’da gerçekleştirilen en büyük terör saldırısının, 2011 yılında “İslamcıların kitlesel göçleriyle Norveç kültürünün yıkılmasına karşı harekete geçmek” için Norveç sosyal demokrat partisinden 77 genci katleden Norveçli Anders Breivik tarafından gerçekleştirilen saldırı olduğunu da bu şekilde unutuyoruz.

Daha yakın zamanda, tüm Avrupa’da İslam dinine yönelik tepki yalnızca yabancı düşmanı partilere verilen yoğun oylarla değil, aynı zamanda İsveç’te ya da Noel ile yılbaşı arasında birçok camide tekrarlanan molotof kokteylli saldırılarda kendini gösterdi. İslam karşıtlığının yükselişi Almanya’da, aşırı sağcı Nazilerden daha düzgün bir görünümle de olsa, İslam’a karşı Avrupalı ulusal kimliğinin savunulması görüşünü yayan Pegida hareketinin propagandalarına da yansıyor. Avrupa toplumunun, asıl olarak alt sınıflara ait bir bölümünün bu eylemlerine paralel olarak Avrupa dışı göçmen çocuklarının yeni nesli de kitlesel olarak İslam dinini yeniden keşfediyor. Bu nesil, İslam’ın dini bir öğreti olarak yeniden keşfiyle birlikte siyasal İslam’ın farklı türlerine dahil olmaya başlıyor.

Bu dini ve siyasi içerikli ideolojik7 eylemlerin maddi ve toplumsal temelleri neler? Neden kökenler ve dinler arası entegrasyon Avrupa’da ve özellikle Fransa’da başarısızlığa uğramışa benziyor? Meselenin başlangıç noktası, Avrupa’da işçi sınıfının alt kademelerine ve alt proletaryaya ait milyonlarca kişi tarafından temsil edilen yeni bir “uçurum insanları”nın yaratılması. Bu insanların büyük çoğunluğu Arap ya da Avrupa dışı göçmenlerin çocukları ya da torunları olan Avrupa vatandaşları. Burada, on yıllar boyunca sermaye tarafından tesis edilmiş ve bugün hala aynı durumda olan yerli bir “üçüncü dünya”, bir tür “iç sömürge” mevcut. Bu yapı ile amaçlanan, Avrupa nüfusunun doğum oranlarındaki düşüşe karşı, ücretleri düşük bir seviyede tutmaya olanak sağlayacak yeterli iş gücünü ve “yedek sanayi ordusu”nu oluşturmaktı ve bu durum bugün de güncelliğini koruyor. Nüfus istatistiklerindeki onlarca yıllık düşüşün ardından Fransa bugün göçmenler sayesinde kıtanın en yüksek doğurganlık oranını sahip8 ve ailelere cömert bir sosyal koruma sistemi sunuyor. Ancak, sermayenin krizi ve Avrupa’nın kemer sıkma politikalarının gerektirdiği “yapısal reformlar”, ücretlerin düşmesine yol açarak refah devletini ve özellikle de makul bir iş sahibi olma ihtimalini azaltıyor. Sonuç olarak bu durum, kelimenin tam anlamıyla olmasa da, mümkün olduğunca tek şekilde, sermaye birikimi sürecinde işgücü olarak istihdam edilerek mevcut topluma entegre etme kapasitesi açısından aşırı nüfus anlamına geliyor.

Bu görece aşırı nüfus artışı aralarında yalnızca göçmenler ya da ikinci ve üçüncü nesil göçmen çocuklarının değil, aynı zamanda kesin olarak “yedek” sanayi ordusuna dahil olan birçok “yerli”nin de bulunduğu çok sayıda Avrupalı’yı etkiliyor. Bu durum, bir şekilde çözüme ulaşması gereken toplumsal bir gerilim yaratıyor ve sorunun gerçek sebebine (kapitalist üretim biçimine) karşı “kökenler üstü” ortak bir mücadele yolu bulunamadığından, daha da azalan kaynakların paylaşımı için yoksullar (ya da yoksullarla yoksulluğun eşiğinde olanlar) arası bir mücadeleyle, etnik yan anlamlar kazanan ya da dini bir yöne evrilen veya uygarlıklar arası kültürel çatışmalar doğuran bir mücadeleyle kendini gösteriyor.

Materyalist ve devrimci bir siyasetçi olan Marx, “gerçek sefaletin ifadesi ve gerçek sefalete karşı bir itiraz”9 olarak gördüğü dine karşı eleştirel bir tavıra sahipti. Bu yüzden, dinin “halkın afyonu” olduğunu söylediğinde, sözlerinde bazılarının duymaktan hoşlanmayacağı bir zenginlik ve ayrıntı vardı. Marx, dinin halkın afyonu olduğunu söylerken savaş sırasında yaralıları tedavi etmek için kullanılan afyon gibi dinin de ezilen ve aşağılanan insanlığın acılarını hafifletme işlevi gördüğünü ifade ediyordu.10 Nitekim, Hıristiyanlık ve İslam başlangıçta yoksulların ve kölelerin dinleriydi. Kuran’da, dört İncil’de de olduğu gibi, zenginlere karşı oldukça sert ifadeler kullanıldığını görürüz. Öte yandan, İncil’in son faslı da Roma emperyalizmine karşı gerçek bir suçlama niteliğindedir.

Marx’a ve dinler tarihine yapılan bu göndermeler yalnızca felsefi bir anlam taşımıyor, aynı zamanda ezen sınıflar tarafından bir baskı aracı olarak kullanılma işleviyle daha iyi mücadele edebilmek için dinin çift yüzlü yapısını anlama yönündeki siyasi ihtiyaçtan ileri geliyor. Bugün hala, (hem yerli, hem göçmen) çok sayıda Avrupalı için din (İslam ve Hıristiyanlık) gitgide yabancılaştırıcı bir hal alan modernite tarafından yıpratılmış bir kimlik bağlamında kendini ifade etmenin tek yolu. Bununla birlikte radikal İslam ile İslam arasındaki farkı anlamak önem taşıyor. İslam, Hıristiyanlık gibi, kişiye belirli bir siyasi aidiyeti, hele de cihada ya da şiddet eylemlerine yönelmeyi dayatmayan dini bir öğreti. Nitekim milyonlarca inançlı Müslüman, tıpkı milyonlarca Hıristiyan gibi, çok farklı siyasi ve ideolojik görüşlere sahip partileri destekliyor.

Öte yandan, İslam doktriner açıdan ciddi çeşitlilikler gösteriyor. Örneğin, her türlü şiddete başvurmayı reddeden Sufizm gibi birçok önemli dingin, hatta mistik akım bulunuyor. Biz Avrupalılar İslam’ı anlamakta zorlanıyoruz, çünkü özellikle de Katolik kilisesine bağlı olanlarımız bir papaz sınıfına, bir örgütsel yapıya ve sistematik bir dini düşünceye sahip Hıristiyanlık tarafından şartlandırılmışız. İslam dininde kilise ya da kati bir papaz sınıfı yok, yalnızca Şii azınlıklar benzer bir olguya sahip. Diğer yandan, İslam ile radikal İslamcılık arasındaki farkı anlamak önem taşıyor. İslam bir dini bir öğretiyken, radikal İslamcılık siyasi hattını dini öğreti ve özellikle her kanunda olduğu gibi, tamamen öznel yorumlama meselesi olan şeriat hükümlerinin uygulanmasına dayandıran siyasi ve ideolojik bir yönelim ve harekettir. Bu yüzden, radikal İslamcılık tamamen homojen bir yapıya sahip değil ve cihatçılıkla bağdaştırılamaz. Kimi zaman tamamen karşıt siyasi konumlanışlar ve mücadele yöntemleri benimseyen akımlar arasında ciddi içsel farklılıklar bulunuyor.

Ne olursa olsun, bugün siyasi radikal İslamcılığa yönelen bu göçmen çocukları için İslam, babalarına ev sahipliği yaptıktan sonra bugün beklentilerini karşılayamadığı çocuklarını bir kenara iten Avrupa’ya ve bunun uzantısı olarak Batı’ya karşı bir özgürleşme ve intikam aracını temsil ediyor. Bu durumda da, bir deja vu yaşadığımız hissine kapılıyoruz. Irkçı ayrımcılığa ve sınıf ayrımcılığına karşı kendi köklerini ve kendi kimliğini bulma yönündeki eğilim ve istek, ‘50’li ve ‘60’lı yıllarda binlerce siyahi Amerikalı’yı İslam dinine geçmeye itmişti. O dönemde de, bugün Fransa’da olduğu gibi, toplumun dışında kalmış, genellikle ufak tefek suçlara sahip proleter ve lümpen proleter gençlerin aynı şekilde hapisanelerde İslam diniyle temas kurması söz konusuydu. Daha çok Malcolm X adıyla bilinen Malcolm Little vakası, buna harika bir örnektir.

O dönemde, aynı zamanda, bir “iç koloni”ye aidiyet olarak siyahilik bilincinin gelişmiş olması, ne radikal İslamcılığın hegemonyasına ne de cihada yönelmeye sebep oldu, aksine siyahları ABD’nin kapitalist ve emperyalist iktidarına karşı siyasete ve mücadeleye yöneltti.11 Bunda elbette bugünkünden tamamen başka bir politik-ideolojik bağlamın, uluslararası güç ilişkilerinin ve günümüz Ortadoğusundakinden farklı, çok daha gelişkin bir kapitalist yapının varlığının büyük payı bulunuyordu.

Batı emperyalizmi ile cihatçılık arasındaki siyasi benzerlik

Arap ve Afrika kökenli çok sayıda Avrupalı genç için radikal İslamcılık yalnızca ya da daima gerçekleri gösteren bir dini bakış açısı kaynağı değil, aynı zamanda içinde yaşadıkları sisteme alternatif siyasi, toplumsal ve ideolojik bir model. Ve ortaya böyle bir model çıkıyorsa, bu büyük ölçüde kazanan olmasından kaynaklanıyor. Bir başka deyişle, radikal İslamcılık bugün Arap ve Afrika ülkelerinde, özellikle de Batı sekülerizmine karşı kazanan konumunda duruyor. Öte yandan, bu hep böyle değildi. Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da ‘40’lı ve ‘70’li yıllar arasında uzun süre boyunca, Mısır’daki Nasırcılık ve Suriye ve Irak’taki Baas partisi gibi, bağımsız ve eski sömürgeci güçlerden kurtulmuş bir toplumun inşası için Arap halklarının mücadelesine önderlik eden laik, ulusalcı ya da solcu, hatta marksist eğilimlere sahip hareketler ve partiler vardı.

Bu ülkeleri ABD’yi bırakıp SSCB’ye ve o toplumsal modele yaklaşmaya iten de bu yönelim oldu. İşler özellikle, 1979 yılındaki İran Devrimi’nin ardından, radikal İslamcılığın laik partileri kademeli olarak rekabet dışı bırakıp otuz yıllık süre içerisinde tüm bölgede hegemonyasını ilan etmesiyle değişmeye başladı. Laik Arap solunun gerilemesi, birçok etkenin etkileşiminin sonucuydu. Bu etkenlerden ilki, solun ve sosyalizmin tüm dünyada zayıflaması ve bunun sonucunda, tüm dünyada ve özellikle de Arap ülkelerinde yoksul kitleler ve aydınlar arasında itibar kaybetmesi idi. İkinci sebep ise radikal İslamcılığın Batı emperyalizmi ve Arap petrol krallıkları tarafından bu laik sola karşı bir araç olarak kullanılmasıydı. Buna petrol krallıklarının, çok sayıda İslamcı harekete ve partiye, zayıflayan ve tamamen ya da kısmen özelleşen kamu hizmetlerinin ortaya çıkardığı toplumsal gerçeklikler üzerinden, kök salmalarına olanak sağlayan bir sosyal güvenlik sistemi oluşturması için verdiği büyük fonlar eklendi. Son olarak, hem modern bir toplum oluşturmada, hem de bazı laiklerin ve sömürge sonrası hükümetlerin sık sık suç ortaklığı yaptığı Batı ve İsrail emperyalizmine karşı mücadeledeki çok sayıdaki başarısızlık güvenilirliğin azalmasına yol açtı.

Hepsi az çok üst yapısal olan tüm bu sebepler, her ne kadar temel nitelikte olsalar da, burada yalnızca kısaca ifade edebileceğimiz daha yapısal, ekonomik ve sosyo-demografik sebeplere dayanıyordu. Çevresel ekonomilerin merkezi ekonomilere daha geniş bir biçimde entegre edilmesi yoluyla küreselleşmenin Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerindeki büyük gerilimlerin temelinde yatan etkenleri tetiklediğini, bunun sonucunda da sosyal yapının ve siyasi kurumların istikrar kaybetmesine sebep olduğunu söylemekle yetinelim.12 Bu etkenler arasında, birçok defa gıda ham maddelerinin fiyatlarının yükselmesine sebep olan ve bu bölgede, Avrupa’ya ve ABD’ye bağımlı olan ülkelerin gelişimini zorlaştıran mali dinamikler de yer alıyor.

Yerel tarım krizi belirleyici bir rol oynadı. Tarım sektörü, ihracata yönelik bir gelişim biçimiyle sert bir biçimde cezalandırıldı, bu da bu bölgelerde sık görülen susuzluğu artırdı. Buna paralel olarak nüfusun %3’ten, %5’e ulaşan oranlardaki artışı ve kırsal bölgelerden daha büyük ve yaşamın daha zor olduğu şehirlere göçler, dramatik sonuçlar doğurdu. Örneğin, 2000 yılında 64 milyon nüfusa sahip olan Mısır, 2014 yılında 85,7 milyona ulaştı.13Artan iş ve siyasi katılım taleplerine karşılık bulamayan daha genç yaştaki toplum kesimleri, demografik yapıda baskın konuma geçti.14

Batı menşeili ideolojilerin gerilemesiyle, yaşanan gerçeklere itiraz etme isteği daha “anlık” bir biçimde mevcut ideolojik araçları, yani geleneksel araçları kullanma eğilimini beraberinde getirdi. Diğer yandan, başka siyasi bir alternatif bulunmadığından, bölgede yoksul kesimlerin, özellikle de genç ve dolayısıyla harekete geçmeye en elverişli olanların toplumsal ve siyasi gerilimleri radikal İslamcılığın ekmeğine yağ sürdü.

Filistin halkının geçirdiği değişimler bu söylenenleri mükemmel bir biçimde resmediyor. Burada görülmesi gereken nokta, El-Fetih’in, sol ve marksist örgütlerin giderek gerilemesi ve emperyalizmin klasik temel böl-parçala-yönet ilkelerine uygun olarak İsrail’in sunduğu destek ile farklı radikal İslamcı akımların ön plana çıkmasıdır. Batı emperyalizmi, Ortadoğu’da daima bu ilkeyi uygulamaya koymanın yollarını aradı. Sömürgecilik sonrası dönemde, 1916 yılında Fransa ve İngiltere arasında bu bölgelerin paylaşımı amacıyla imzalanan gizli anlaşmalar sonucunda Lübnan’dan Suriye ve Irak’a kadar ortaya çıkan devletler, kapsadıkları köken ve dini gruplar açısından absürt bir yama işini andırıyordu. Daha yakın zamanda ve özellikle de Irak ile İran arasındaki savaştan bu yana (1980-1988), ABD laiklerle dindarlar, Araplar ile Farslar, Sünniler ile Şiiler arasındaki gerilimleri tetiklemekten bir an olsun vazgeçmedi ve Saddam Hüseyin’in laik Arap Irak’ını Farsi ve Şii İran’a saldırmaya itti. Daha sonra, Saddam Hüseyin’in ve Irak Devleti’nin ABD’nin 2003 işgaliyle tamamen saf dışı bırakılmasının ardından, Irak’ta, tek bütünlüklü ulusal yapı olan Irak ordusunun çözülmesi ve Sünnilere karşı Şiilerin güçlendirilmesi ile Sünniler ve Şiiler arasındaki çatışma beslendi.

Sonuç olarak bugün tüm Ortadoğu birbirleriyle çatışma halinde, farklı mezheplere ve kökenlere ait gruplardan oluşan kırık bir pudra kutusunu andırıyor. Bununla birlikte, bizim analizimiz ışığında elde edilecek temel bakış açısı şu ki, zamanla radikal İslamcılığın bazı akımları, özellikle de cihatçılık ile Batı emperyalizmi arasında doğaya aykırı bir tür ittifak oluştu. Bu yepyeni bir ittifak değil. Çünkü Almanya ve Japonya’nın yenileceği öngörülerek yeni bir dünya düzeni oluşturma amacı taşıyan Yalta Konferansları’nın ardından, 14 Şubat 1945 tarihinde Başkan Roosevelt ile Kral İbn El-Suud arasında tarihi bir görüşme gerçekleşmişti. Bu sayede Suudi Arabistan, ABD’nin yönetiminde Batı emperyalizminin petrol sağlayıcısı ve stratejik müttefiki olarak yeni dünya düzenine entegre edildi. Her ne kadar Suudi Arabistan İslam’ın Vahabi yorumlanışının aksine, kadın erkek eşitliği başta olmak üzere özgürlükler ve insan hakları yönünde pek bir şey yapmıyor olsa da, Batılı insan hakları ve bireysel özgürlük savunucuları ile Suudiler arasında ittifak o zamandan beri devam ediyor. Öte yandan, Suudi Arabistan’ın SSCB’ye karşı mücadelede önemli bir rol oynadığını ve aralarında Usame Bin Ladin’in de bulunduğu ve daha sonra cihatçı gruplar oluşturan çok sayıda Suudi savaşçının ilk savaş tecrübelerini Afganistan’da Kızıl Ordu’ya karşı elde ettiğini hatırlatmakta fayda var.

Yakın tarih, Batı emperyalizmiyle cihatçı radikal İslamcılığın önemli kolları arasındaki yönelim benzerliğinin ortak bir stratejik hedeften, yani laik devletlerin yıkılmasından ve Arap ve Pan-Arap ulusalcılığın çözülmesinden kaynaklandığını gösteriyor. Batı emperyalizmi için emperyalizmin Akdeniz ve Ortadoğu’daki jeostratejik ve özellikle enerji havzaları üzerinde baskınlık ve kontrol projelerine engel teşkil eden devletlerin (Irak, Suriye, Libya) varlıklarını ortadan kaldırmak söz konusuydu. Radikal İslamcılığın amacı ise, tanrının egemenliği ilkesini tanımayan, dış bir sekülarizasyon ürünü olarak gördüğü bu Arap ulus-devletlerini yok etmekti. Aralarında Müslüman Kardeşler’i en çok etkileyen isimlerden biri haline gelecek olan Mısırlı Kutub ve Pakistanlı Mawdudi’nin de bulunduğu 20. yüzyılın radikal ideologlarının görüşlerinin temelinde, İslam toplumlarının Batı modellerin benimsenmesinden dolayı peygamberin gelişinden önceki dönemle kıyaslanabilecek türden ve sömürgecilik sonrası dönemde ortaya çıkan, Arap devletlerinin ve toplumlarının başarısızlığını da açıklayan bir cehalet düzeyine ulaştığını ileri süren cahiliye olgusu yer alıyor. Diğer taraftan, Modernizm ve Batı karşıtı yönleri açısından, örneğin cihatçılık gibi bazı radikal Arap akımlarıyla Batı emperyalizmi arasındaki bağın karşıtlık ve çatışma içeren geçici bir bağ olduğu, genellikle o anki ortak düşmana, örneğin Esad’a ya da Kaddafi’ye karşı mücadeleyle sınırlı olduğu ifade ediliyor.

İdeolojik ve toplumsal açıdan homojen olmayan bir fenomen olarak İslami radikalizm

İslami radikalizm dediğimizde tek ve aynı kavramın içine sadece doktrinsel değil, aynı zamanda toplumsal düzlem ve sınıfsal referanslar açısından da birbirinden farklı olan muhtelif yönelimleri sığdırdığımızı bilmemiz gerekir. Kolaylık olması adına bu farklı yönelimleri iki temel eksen üzerinden sınıflandırabiliriz: İlk yönelim, özellikle farklı mücadele yöntemleri üzerinden yeni gelenekçilerle radikalleri birbirinden ayırt ediyor. Yeni gelenekçiler toplumu “aşağıdan”, sosyal olandan başlayarak telkinle, Arap petrol monarşilerin sağladığı yardımlar sayesinde gerçekleştirdikleri hayır faaliyetleri ve sadakalar ile fethetmek ve İslamileştirmek istiyorlar. Buna karşılık yeni gelenekçiler partileştikleri için radikallerin eleştirileri yüzünden “dinsiz” hükümetlerle işbirliği yapmak ve devlete bağlı silahlı kuvvetlerin baskısı arasında sıkışıyorlar ki, 90’lı yıllarda Cezayir’deki İslami Selamet Cephesi ve 2013’te Mısır’da Muhammed Mursi’nin cumhurbaşkanı seçildiği Müslüman Kardeşler örneklerinde olduğu gibi bahse konu hükümetler ya da ordu, vb. devlet kurumları pratikte hiçbir zaman yeni gelenekçilerin sandık zaferlerini tanımadılar.

Radikaller, yeni gelenekçilerin aksine, devletin yalnızca “tepeden”, hızlı bir şekilde ve şiddet kullanılarak ele geçirilmesinin bir zorunluluk olduğu ve toplumu İslamileştirmenin bu sayede mümkün olacağı görüşündeler. Bu akımların tipik özelliklerinden biri gerçek bir kitle hareketiyle bağlarının bulunmaması ve ulemanın geleneksel fetvalarına bağlı olmamalarıdır.

Toplumsal yapının kademeli bir şekilde yabancılaşması, El Kaide de dahil olmak üzere bu grupları, medya sayesinde Arap davasının bir numaralı savunucusu pozisyonuna yükselmek için şiddet dolu bireysel ve gösterişli eylemlere başvurmaya itti. Gerçekten de bu gruplar için her Müslüman’ın birinci görevi, kafirlere ve sözde mürtetlere karşı daimi savaş anlamında cihattır.15 Bu akımlar arasındaki ikinci farklılık eksenini, Ortadoğu’daki iki büyük İslami devlet olan Suudi Arabistan ve İran’a özgü modeller oluşturur. İsrail’e karşı 1973’te kazanılan zaferde daha hegemonik bir rol üstlenen Suudi Arabistan, siyasal İslam’ın muhafazakar kutbunu temsil ediyor. Suudi İslam anlayışı, Vahabi mezhebinden olan ulemanın otoritesi üzerine kurulmuştur, yani ilkel tarzda bir İslam’a ve İslami kuralların sert bir şekilde uygulanması olan şeriata dönüş anlamına gelmektedir. Suudi Arabistan’ın amacı İslam ellerinde tuttukları muazzam zenginliklere dayanarak dünyayı “Vahabileştirmektir”. Dünyanın en büyük petrol üreticisi16 ve en fazla rezerv bulunduran ülkesi olan gerici Suudi Arabistan, ekonomik ve politik düzlemde Amerika Birleşik Devletleri’ne ve Batı Avrupa’ya bağlıdır. Suudi Arabistan ve diğer Arap monarşilerinin petrol ticareti gelirleri sayesinde ortaya çıkan muazzam ticaret fazlası karşılığı olarak biriken aşırı miktardaki dolar, Londra gibi Batı’nın ana finans merkezlerine akmış ve bu merkezlerde 1970’lerden itibaren dünya finans piyasasının ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur. Amerikan ve Batı kamu borçları, genellikle bu ülkelerin ulusal varlık fonlarını17 satın alan, çok sayıda ulus-ötesi Batılı şirkete iştirak eden Arap petrol monarşileri tarafından finanse edilmektedir. Petrol monarşilerine egemen olan sınıf, feodal tarzda bir parazit olan rantiye sınıfıdır ve bu sınıf kapitalist sistemin merkezindeki ulus-ötesi kapitalist sınıfla ortaktır. Aynı zamanda Suudi Arabistan her zaman, her ne kadar anlaşmazlık ve çelişkilerden azade olmasa da, ideolojik düzlem ve pratikte köktenci Sünni aşırıcılığı ve özellikle de cihatçılıkla ilişkili olmuştur. Bu anlaşmazlıklardan biri, 1990’daki Birinci Körfez Savaşı sırasında birçok cihatçı, destekçileri olan Suudiler’in kafir bir ordunun, yani ABD askerlerinin kutsal yerler olan Mekke ve Medine’ye girmelerine izin vermesi nedeniyle Suudiler’den uzaklaşmaları ile yaşanmıştır.

Suudi Arabistan 1970’lerin sonlarından itibaren İslamcılık üzerindeki egemenliğini kabul ettirmek için 1979’daki İslam Devrimi ile Ortadoğu’daki düzeni sarsan İran’a karşı şiddetli bir mücadele yürütmeye başladı. Gerçekten de, yoksul kitlelerin tabanını oluşturduğu İran Devrimi muhtemelen dekolonizasyon tarihinin son anti-emperyalist başarısıdır. Aynı zamanda bu devrim Batı emperyalizmine karşı ideolojik ve politik mücadelede İslamcılığın laik milliyetçiliğin ya da sosyalizmin yerini almasını sağlayan öncü bir rol oynadı. Doğrusunu söylemek gerekirse, başlangıçta, devrimin aynı zamanda güçlü bir laik ve sol bileşeni vardı. Bununla birlikte, İmam Humeyni’nin ve dinî ama aynı zamanda laik bir kompozisyonu olan seçkin bir askeri güç olan devrim muhafızlarının (pasdaran) idaresindeki Şii ruhban sınıfının en genç ve politik kanadı, Irak Savaşı sırasında mutlak egemenliğini kabul ettirecekti. Her halükarda, Humeynici gerçek İslamcılık, en başından beri sadece emperyalizmle uzlaşmış olan laik yönetici sınıflara değil, aynı zamanda başta Suudi Arabistan olmak üzere Arap ülkelerinin muhafazakar Müslüman sınıflarına da, onları dinci bağnazlıklarının ardına gizlenip, Batı’ya destek olmakla suçlayarak kendini kabul ettirdi. İran Devrimi’ne, Suudi Arabistan ve İran’a karşı Saddam Irak’ını destekleyen Batı emperyalizmi tarafından derhal karşı çıkıldı. Sünni İslamcılıktan gelen Suudi Arabistan, devrimlerini ihraç etmeyi uman Şii İranlıların amaçlarına karşı koymak için elinde bütün kozları bulunduruyordu. Şiilik aslında Müslüman dünyasında azınlıktadır ve birçok Sünni tarafından bir sapkınlık olarak görülür. Ancak, İranlılar Şii varlığının önemini göstermeyi ve özellikle de şimdiye kadar Arap milliyetçiliğinin temsil ettiği iki davayı, yani Filistin ve Lübnan sorunlarını İslamileştirmeyi başardılar, ki Hamas, Hizbullah ve İran arasındaki bağ bunun kanıtıdır.

İslamcı İran’ın hiç de ilerici bir özelliği yoktu ve bu durum, laik ve sol grupların, özellikle de bugün hala yasa dışı sayılan komünist partinin şiddetli ve kanlı bir şekilde bertaraf edilmesiyle karakterize ediliyordu. Üstelik, devrimci atılım zamanla un ufak hale geldikçe, kısmen devrim muhafızları tarafından yaratılmış olan karmaşık sanayi ve altyapı ağı üzerinden bir milli burjuvazi ortaya çıkıyor ve petrol gelirleri sayesinde alt sınıflara sosyal yardımda bulunarak sosyal barışı koruyordu. Dinî yönelimlerinin ötesinde, bir petrol gücü olan İran’ın resmi ve ekonomik çıkarları Suudi Arabistan ile çelişiyordu ve bu durum bölgesel bir hegemonya mücadelesine neden olacaktı. Ortadoğu’da Şiiler ve Sünniler arasındaki mezhep sorunları resmi ve ekonomik çıkarlarla körüklenmiştir. En yakın tarihten verebileceğimiz bir örnek, Yemen’de Şii milislerin ABD ve Yemen’e defalarca askeri müdahalede bulunmuş olan Suudi Arabistan tarafından desteklenen devlet başkanını tehdit etmeleridir.

Ortadoğu’daki genel sorunları anlamak için İslamcılığın önemini göz önüne alırsak, Şiilik, ki Humeynizm bundan türemiştir, ve radikal Sünniliğin teorik kökleri arasındaki kayda değer farkı hesaba katmak kritiktir. Radikal Sünniler için zalimler her zaman Müslüman olmayanlardır ve mazlumlar da her zaman Müslümanlardır. Bu görüşe göre İslam’ın hüküm sürdüğü vatan, savaşın olduğu ve İslami olmayanlar tarafından temsil edilen vatana karşı çıkar. Buna karşılık, Humeynizm için Müslüman olmayan zalimler ve Müslüman mazlumlar diye net bir tanımlama yoktur. Humeynizm, aynı zamanda sakin Şii geleneğinden, militan bir vizyon ve “sosyal adalet” adına bir kopuş anlamına gelmektedir. Bugün İran, farklı politik ve ideolojik eğilimlerin bulunduğu ve özellikle de Suudi Arabistan gibi mutlak monarşiler tarafından anlaşılamayacak şekilde iktidarın yapılandırılmış ve bölünmüş olduğu bir cumhuriyettir. Üstelik, ülke Rusya ve Çin ile ekonomik ve politik ilişkiler kurmaktadır ve jeostratejik konumu Batı emperyalizminin lehine değildir ki, İran Basra Körfezi gibi stratejik bir bölgede emperyalizm için bir baş ağrısı olmaktadır. Ancak, daha da önemlisi İran emperyalizmin küresel ölçekte enerji kaynaklarına erişmesi açısından sorun teşkil etmektedir. Bununla birlikte, Bush yönetimine göre Obama yönetimi, son zamanlarda İran’a yönelik bir açılım politikası uyguluyor gibi gözükmektedir. Bunun nedeni, muhtemelen ABD’nin bölgesel bir güç olan İran’ı işlere karıştırmadan bölgede olup biteni kontrol etmenin zorluğunun tamamıyla farkına varmasıdır.

Lübnanlı Şii Hizbullah18 radikalizm içindeki ayrımların önemini göstermesi açısından başka bir örnektir. İran tarafından desteklenen bu parti, devrimci Şii akımının bir parçasıdır. Hizbullah, önceliği Lübnan’ın Amerikan emperyalizmine ve 2006’da yaşandığı üzere İsrail saldırılarına karşı korunma mücadelesi vererek, sekter olmayan ve her zaman daha milli olan bir çizgiye evrildi. Hizbullah’ın amacı, farklı inançtan bileşenler arasında işbirliğinin olduğu bir toplumun ve Lübnan ulus devletinin yeniden inşasıdır. Bu bağlamda, 1983 yılında, partinin sözcüsü olan İbrahim el-Emin’in pozisyonu çok açıklayıcıdır: “Zulme karşı gelirken, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki her türlü ayrımı reddediyoruz.”19 Hizbullah, Komünist Parti ve General Aoun’un Hıristiyanları ile işbirliği yaptı ve 2009 tarihli bir belgede Lübnan’ı “tek tanrılı dinlere inananlar arasında ortak bir yaşam modeli” olarak gördüğünü dile getirdi. Bu anlayış doğrultusunda, çok net bir yaklaşım sergilenip, laik Arap ülkeleri ve diğer ülkeler ile uluslararası seviyede işbirliği yapılarak ABD’ye karşı Venezuela ve Küba’nın desteklendiği bir politika yürütülüyor. Ulusal vizyon, kitlelerin radikalleşmesi ve kitlesel mücadele Hizbullah’ı ‘50’li ve ‘60’lı yılların ulusal bağımsızlık hareketlerine daha yakın bir çizgiye yaklaştırıyor ve bu şekilde karakterize ediyor ki, bu çizgi cihatçılara özgü evrensellik anlayışından, gösterişli ve bireysel eylemlere dayalı mücadele yöntemlerinden daha farklıdır.

Bütün bu yukarıda anlatılanlar, İslami radikalizm gibi karmaşık bir fenomeni tam olarak resmetmiyor. Ancak, yine de bahsedilen hususlar, bana göre İslami radikalizmin, çeşitli toplumsal sınıfları temsil etmesi nedeniyle, emperyalizm bağlamında farklı siyasi ve ideolojik yönelimlere sahip olmasına ilişkin fikir vermesi açısından yeterli olacaktır. İslamcılığı ve İslami radikalizmi incelemek ve anlamak sadece uluslararası açıdan değil, Avrupa içindeki sorunlarla etkili bir şekilde yüzleşmek için de bir zorunluluktur.

Gerçek sorun, emperyalizmin rolü ve savaş eğilimidir

İçinde bulunduğumuz dönem, yeni bir tarihsel evre olup, iki temel kaideyle karakterize olmaktadır: kapitalist üretim tarzının yapısal krizi ve ekonominin küreselleşmesi. Kriz özellikle kapitalist gelişmenin en eski olduğu ülkeleri, yani Batı Avrupa ülkelerini, ABD ve Japonya’yı vurmaktadır. Küresel ekonominin merkezindeki ülkelerdeki gerilemeye paralel olarak sözde gelişmekte olan ülkeler Brezilya, Rusya, Hindistan ve özellikle de Çin’de hızlı bir büyüme gözlemlemekteyiz. Gelişmekte olan ülkelerin küresel hasıladaki payları 1970’de %16,8’den 2011’de %36,9’a yükseldi. (Çin’in payı %2,7’den 12,5’e yükseldi.) Buna karşılık, aynı dönemde ABD’nin payı %32,2’den 22,7’ye ve AB’nin payı %25,9’dan 23,3’e geriledi.20 Eşitsiz büyümede her zaman geçerli olduğu gibi devletlerin ekonomik ve bölgesel güçleri arasındaki sıkı bağ göz önünde bulundurulduğunda, ekonomik güç ilişkileri ile politik ve askeri güç ilişkileri arasındaki bağın da yeniden kurulduğunu gözlemliyoruz. İşte tam da bu güç ilişkilerinin yeniden tanımlanması, belli bir üstünlüğe sahip oldukları bütün alanlarda, yani finans, teknoloji, enformasyon alanlarında ve özellikle de askeri güç anlamında Batı’ya, ABD-Batı Avrupa21 eksenine, ters düşmektedir.

Gelişmekte olan ülkelere, bilhassa Çin ve Rusya’ya karşı mücadele, dolaylı bir şekilde özellikle stratejik bölgelerde, Akdeniz Havzası’nda ve Basra Körfezi’nde sürdürülmektedir. En zengin ve en kolay çıkarılabilir petrol ve gaz rezervlerinin bulunduğu bu iki bölgenin kontrolü birçok açıdan temel bir husustur. Ortadoğu petrolü, Avrupa ülkelerinin ve Çin ve Japonya dahil olmak üzere Uzakdoğu ülkelerinin tedariğinde büyük rol oynamaktadır. Bu bölgeden petrol tedarik etmeyen ABD için Ortadoğu’nun ve Akdeniz’in kontrolü küresel hegemonyasını korumak, hatta var oluşunu ve ekonomik gücünü garanti altına almak adına bir anahtar görevindedir. Enerji kaynaklarının kontrolü, sadece diğer sanayileşmiş ekonomiler üzerinde doğrudan bir etkiye sahip olmayı değil, aynı zamanda dünya finans piyasasını kontrol etmeyi sağlar. Gerçekten de, eğer ABD iki büyük açığını, yani ticaret açığını ve kamu borçlarını finanse etmeyi başarabiliyorsa, bunun sebebi doların uluslararası bir değişim ve rezerv para birimi olmasıdır. Bütün dünyanın merkez bankaları muazzam miktarlarda Amerikan hazine kağıtları satın alarak Amerikan kamu borcunu ve ekonomisini finanse etmektedir. ABD ekonomisinin göreceli gerilemesi, artık sadece en önemli malların ticaretini yapmak için kullanılan bir uluslararası para birimi olan doların egemenliğini tehlikeye düşürmektedir ki, petrol şüphesiz bunların en önemlisidir. İşte bu yüzden ABD’nin dünya petrol piyasasını kontrol etmesi gerekir, bu da ancak Ortadoğu petrolünün kontrolüyle mümkündür. Dolayısıyla, Saddam Hüseyin’in 2000 yılı Ekim ayında, petrol karşılığında gıda programı kapsamında Birleşmiş Milletler’deki hesabını avroya dönüştürerek kendi ölüm fermanını imzalaması bir tesadüf değildir. İranlılar’ın defalarca Basra Körfezi’ndeki adalarda petrolün dolar dışında bir dövizle muamele gördüğü bağımsız bir borsa kurma tehdidinde bulunması da rastlantı değildir.22

Demek oluyor ki, ABD ve genel olarak emperyalizm için amaç illa ki bir bölgede kontrol sağlamak veya kaynaklarını sömürmek için bir bölgeyi kontrol etmek değildir, hedeflenen amaç bir bölgeyi rakiplerinin kontrolünden uzak tutmak ya da bu bölgenin kaynaklarının onlar tarafından serbestçe kullanılmasına engel olmak olabilir. Eğer olaylar bu açıdan incelenirse, bölgedeki resmi yapıların parçalanması “yeni sömürgeci” bir dünya düzeninin kurulmasından daha öte bir anlam kazanır. Mevcut ulus devletlerin sürekli birbirleriyle çatışma halinde olan dini inanç temelli küçük paraetatik yapılar şeklinde parçalanması, Batı emperyalizminin amaçlarıyla uyum halindedir. Bu, en azından şimdiye kadar, doğrudan şiddete başvurarak değil, ancak ekonomik ve temsili savaşlarla23 ya da diğer bir deyişle başkaları tarafından gerçekleştirilen “vekalet savaşları” ile yapılmaktadır.

Yukarda bahsi geçen başka gruplar, isyancı etnik azınlıklardan ziyade, (Suudi Arabistan, vb.) müşteri devletlerin düzenli bölükleri ya da İslamcı sekter gruplar, hatta cihatçılardır. Bu aralar revaçta olan bir deyişle müflis devletler tabiki kendi kendilerine iflas etmiyorlar, Batı’nın müdahalesiyle iflasa sürükleniyorlar. Yukarda gördüğümüz gibi bu ülkelerin bazı dini, etnik ve sosyo-ekonomik özgünlükleri uyuşmazlık ve çatışmalar için uygun bir zemin sunmaktadır. Anlaşmazlıkların ve isyanların Batılı gizli servislerin basit bir kararıyla ortaya çıktığını iddia edemeyiz. Bununla beraber, yukarda belirttiğimiz durumlar, emperyalizmin müdahalesi olmaksızın bu anlaşmazlıkların tek başına devletlerin parçalanmasına yol açması hayli zordur. Üstelik, bazı ülkelerde bu isyanların kontrolü çok hızlı bir şekilde “demokratik” (sıklıkla böyle oldukları kabul ediliyor) güçlerden, petrol monarşileri ve Batılı güçler tarafından desteklenen ve cesaretlendirilen İslamcı ve cihatçı milislerin eline geçiyor. Lübnan, otuz yıl önce “Lübnanlaşma” terimiyle, herkesin herkese karşı olduğu iç savaşla eşanlamlı hale gelen bir ülke olarak biraz önce bahsettiğimiz durum için kusursuz bir örnektir. Bugün Lübnan, emperyalizme karşı birleşik ulusal mücadeleyi ön plana koyan, İslami güçlerin diğer ülkelerdekine göre farklı bir şekilde gelişmesi sayesinde artık zıt sekter grupların kaotik birlikteliğini temsil etmekten çıkmıştır.

Hesaba katılması gereken son faktör, gelişiminin en yüksek noktasında kâr oranlarının sürekli düşme eğilimi gösterdiği kapitalist üretim tarzının yapısal krizidir. Merkezi ülkelerde, üretim faaliyetlerinde belli bir durgunlaşma ve sürekli spekülasyonlara başvurularak ve finansal balonlar yaratılarak daha da parazitleşen bir tutumun, ekonomik sistemin çürümesine neden olduğunu gözlemliyoruz. Aynı zamanda, bu ülkelerde ekonomik gücün ekonomik bağları ve ilişkileri açısından gayet uluslararasılaşmış elitlerin ellerinde toplanmasına ve bununla birlikte devlet kurumlarının oligarşik bir dönüşüme uğramasıyla siyasi gücün temerküzüne şahit oluyoruz.

Eş zamanlı olarak, dışarda da, mal ve sermaye ihracıyla olduğu kadar, hammaddelerin ele geçirilmesi ve kontrolü vasıtasıyla da genişleme eğiliminin güçlendiğini gözlemliyoruz. Yukarıda ABD ve Suudi Arabistan arasındaki ilişkiler çerçevesinde incelediğimiz gibi hegemonik devletlerin kendi ülkelerine, özellikle Londra ve New York’a, dünya ticaret fazlasını çekmeyi sağlayan finansal akışların kontrolü de benzer şekilde önemlidir. Bu bağlamda, şirketler arası ve uluslararası sermayenin özgül fraksiyonlarına karşılık gelen ulus ötesi ekonomik bölgeler arası rekabetin yoğunlaşmasına tanık oluyoruz. Bu rekabet sadece öz düzenlemeli küresel piyasanın kişiler üstü mekanizmaları aracılığıyla değil, aynı zamanda devletlerin, özellikle de askeri müdahale kapasitesini artıran en büyük ve en güçlü devletlerin zoru aracılığıyla gerçekleşiyor. Dahası, Batı’nın askeri doktrini mevcut dönemi expeditionary era, yani askeri seferler dönemi olarak tanımlıyor.

Bunlar emperyalizmin, ekonomik ve sosyal kökenleridir, yani genişleme eğilimi kapitalizmin en yüksek aşamasının tipik bir özelliğidir. Bugün, egemen merkez ve hükmedilen çevre arasındaki ilişki açısından bakıldığında, emperyalizmin yeni bir aşamasında bulunuyoruz. 19. yüzyılın ikinci yarısından II. Dünya Savaşı’na kadarki birinci aşama, Avrupa devletlerinin sömürgecilik sayesinde çevre üzerinde doğrudan ve bölgesel egemenlik kurmasıyla tanımlanmaktadır. İkinci aşamaya gelince, bu aşama dekolonizasyon, Ekim Devrimi ve onun çevre ülkelerde emperyalizme karşı mücadele kapsamındaki ulusal özgürlük mücadeleleri ile ortaya çıkarttığı atılımla karakterize edilmiştir. İçinde bulunduğumuz, Sovyetler’in çökmesi ve küresel piyasaların yaratılması ile başlayan üçüncü aşama, emperyalist ülkelerin sömürgeciliğin sonuçlarının yok edilmesi adına giriştikleri teşebbüsleriyle açıklanır.

Paralel olarak küreselleşme, rekabetin küresel düzlemde yoğunlaşmasına neden olmanın yanı sıra, güç ilişkilerinin yeniden düzenlenmesine de yol açmıştır. Geleneksel güç merkezlerinin zayıflamasıyla ve yeni bölgesel güçlerin ortaya çıkmasıyla başlayan bütün bu faktörler sürekli bir savaş eğilimi ortaya çıkartmıştır. Aslında, bu eğilim konjonktürel bir eğilim değildir, Batı’nın ekonomik üretim mekanizmalarına artık içkin olan yapısal bir özelliğidir. Bunun sonuçları tüm çıplaklığıyla ortadadır: yozlaşmış ve küreselleşmenin bu döneminde en yakınlardaki harap olmuş çevre ülkelerinden, yani Kuzey Afrika’dan ve Ortadoğu’dan (ve de Ukrayna’dan), Avrupa kapitalizminin en içlerine kadar kaçınılmaz bir biçimde yansıyan kaotik bir durum.

Paris’teki trajik olaylar, bir silahlanma çağrısıyla ve Batı’nın bir süredir içine girmiş olduğu, dışsal olmayan, nedenleri bilakis kendi sorun ve çelişkileri olan, bu sürekli savaşın başka bir aşamasına geçiş için ideolojik ve psikolojik bir zemin hazırlanmasıyla sonuçlandı. Renzi’nin Libya konusunda açık bir şekilde öngörmüş olduğu ve Fransa’nın tek başına Mali’ye müdahale ederek yapmış olduğu gibi bu zemin, muhtemelen, Avrupa ve Batılı silahlı güçlerin olası müdahaleleri için hazırlandı. İslami düşmanın tanımlanmasının iki yüzü var: Yabancı düşmanı ve aşırı sağcı partilerin yaptığı gibi kaba bir yaklaşım ve ulus ötesi sermayenin egemen çevrelerinin daha inceltilmiş ve mufassal bir yaklaşımı. Bu sonuncular, tamamen egemen olan görüşleri doğrultusunda ikiyüzlü bir şekilde Avrupalı olmayan Müslüman göçmenlere karşı hoşgörülü olmayı vaaz ederken sanki rasyonel ve hoşgörülü Avrupa ile köktenci, gerici ve barbar İslam arasında bir çatışma varmış gibi göstermeye çalışıyorlar. Avrupa’nın kültürel geleneğine, despot Doğu’ya karşı Yunanistan ve Pers imparatorlukları arasındaki savaştan beri karşı çıkan, özgürlüğün ve demokrasinin savunucusu bir Batı’nın olduğu hikayesi aşılanıyor. Halbuki Batı emperyalizmi özgürlükten ziyade tahakküme, rasyonaliteden ziyade irrasyonalitenin olumlanmasına meyilli.

Dolayısıyla, Batı emperyalizminin Suudi Arabistan gibi mutlakiyetçi rejimlerle uyum halinde olmasında ve en gerici ve körü körüne şiddet uygulayan radikal İslamcıları desteklemesinde hiçbir çelişki yok. İşte bu yüzden bir din olarak İslam ile siyasi ve çok boyutlu, farklılaşmış sosyal bir fenomen olarak radikal İslam arasındaki farkı ortaya koymak önemli. Aynı zamanda Batı emperyalizminin, her düzlemde, radikal İslam’ınkinden çok daha önemli olan gücünü ve etkisini, özellikle de IŞİD’in (Irak ve Şam İslam Devleti) Avrupa’yı işgal etmesi gibi fanteziler karşısında, doğru değerlendirmek gerekiyor. Dolayısıyla, temel çelişki, içerde olduğu kadar dışardaki periferilerde çalışan ve yoksullarla emperyalizm arasında olandır. Krizlerle ve artık dünya ölçeğinde egemen olan kapitalist üretim ilişkilerinin saldırganlaşma eğilimiyle su yüzüne çıkan emperyalizm, her zaman, çatışmaların çözülmesinin ve dünya barışının korunmasının önündeki temel engel olmuştur.

Dekolonizasyon döneminden ‘70’lerin sonuna kadar merkez ve çevredeki mücadeleler arasında siyasi bir bağ, hatta çeşitli şekillerde koordinasyon varken, bugün bu bağ kırılmıştır. İslami radikalizm, bu kopuşun ve emperyalizm karşısında uluslararası bir hareketin ve sosyalist bir yönelimin yok olmasının hem bir sonucu hem de nedenidir. İslami radikalizmin temel sorunu, zalimlerle mazlumlar veya sömürülenlerle sömürenler arasındaki sosyo-ekonomik çelişkinin yerini, İslami kamp içindeki farklı dini yönelimlerin karşı kaşıya gelmesine neden olan, inananlar ve kafirler/mürtetlerin arasındaki çelişkinin almasıdır. Bunun sonuçları, sadece sol için ve dinci yobazlık ve bölgesel egemenliğe oynayan güçler arasındaki çatışmaların girdabında boğulan Arap halkları için değil, aynı zamanda bir medeniyetler çatışmasına çekilen Avrupa halkları ve sağlam bir siyasi ve ideolojik yönelimi olmayan Avrupa solu için de felaket olmuştur. Her ne kadar iyi niyetli bir şekilde formüle edilse de, bir din ve inanç sistemi olarak İslam’ın “açık fikirli” ve “özgürlükçü” eleştirisi, en iyi durumda bile, sorunu yanlış bir yola doğru yönlendirme riski taşıyor.

Kurtuluşa doğru giden yol, emperyalizmin ve gerici cihatçı yobazlığın aynı küstahlıkla bataklıkta debelendiği, kültürler ve medeniyetler arası bir çatışmadan geçmiyor. Tam aksine, günümüzün esas sorunu, kapitalist sistemin merkezinde ve çevresinde, bizim içinse Akdeniz’in kuzey ve güney yakasında, yeni bir toplumsal ve siyasal özgürleşme perspektifi sunabilecek bir teori ve pratik bulabilme kabiliyetidir. Bununla birlikte, emekçiler arasındaki ekonomik, siyasi, etnik ve kültürel çatlakları onararak gerekli önlemleri ilk önce kendi evimizde, yani Avrupa’da, almak zorunda olacağız. Bu da, siyasi mücadelede, alt sınıfların gittikçe daha az ihmal edilebilir hale gelen bir parçası olan yabancı işçilere ve yeni kuşaklara yönelik kendi periferilerimizde uygun yöntemlerle daha çok özveride bulunmak anlamına geliyor.

10 Şubat 2015

Dipnotlar

  1.  Marco Platero, «Il rischio della provocazione. Attaco a Parigi apre nuova fase terrorismo : concorrenza ISIL Al Qaeda, truppe USA in campo ?» Il Sole24ore, 10 Ocak 2015.
  2.  1977-2007 arasında faaliyet göstermiş olan İtalyan istihbarat birimi. (ç.n.)
  3.  Antonino Arconte, « Il nostro golpe contro Bourghiba », Limes, sayı 4, Temmuz 2007.
  4.  Marco Platero, «Duello al Qaeda-Isis, nuova sfida per gli Usa», Il Sole24ore, 11 Ocak 2014.
  5.  Alberto Negri, «Decisivo il ruolo della Turchia», Il Sole24ore, 16 Ocak 2015.
  6.  “Dubat” sözcüğü Somali’de İtalya tarafından kullanılan yerli askerlere deniyordu. Aynı şekilde, “askari” (Arapça, asker) İtalyan, Alman ya da İngiliz kolonyalistlerinin yerli polis ve askerlerini ifade etmek için kullanılırdı. (Fransızca ç.n.)
  7.  İdeoloji terimi burada her türlü olumsuz yan anlamından bağımsız olarak kullanılıyor ve doktriner saçmalıklar ya da yanlış bilinç anlamına gelmiyor. Aksine, bu terimden belli bir dünya görüşünü ifade eden bütünlüklü düşünce sistemlerini anlıyorum. Bu dünya görüşleri verili bir zamanda belirlenmiş grupların ve toplumsal sınıfların amaçlarını, çıkarlarını ve kültürünü ifade ediyor, ama, bu grupların ve sınıfların saf bir yansıması anlamına gelmiyor, çünkü bu görüşlerin belli bir özerkliği var.
  8.  2012’de (Eurostat tarafından hesaba katılan son sene) Fransa’da doğurganlık oranı 2,01 iken, Avrupa ortalaması 1,55 ve İtalya’da bu oran yalnızca 1,43.
  9.  Bu ve bundan sonraki kavramlar K. Marx’ın Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’ne Katkı adlı eserinin giriş bölümünden alınmıştır.
  10.  Nicolao Merker yakın zamanda Karl Marx : Vita e opere (Laterza, 2010, s. 47.) adlı çalışmasında Marksizm’in din anlayışının bu yönünü ortaya koydu.
  11.  Kara Panter Partisi en aleni örnektir.
  12.  Domenico Moro, «La crisi e le rivolte in Nord Africa», Economia e politica, 1 Mart 2011,
    www.economiaepolitica.it/primo-piano/la-crisi-e-le-rivolte-in-nord-africa/.
  13.  Birleşmiş Milletler verileri.
  14.  A. ve Y. Benachenhou, Ambiente e sviluppo, Jaca Book, 2000.
  15.  Cihat, kelime anlamıyla inanç için mücadele, cihatçılar için, İslam’daki genel anlamından, yani harici tehditlere karşı kutsal yerlerin ve Müslüman halkların yaşadığı yerleri koruma toplumsal görevinden, çok daha büyük bir anlama gelmektedir. Günümüzde cihatçılık Seyyid Kutub’un tanımına dayanmaktadır ki, o da kimilerine göre Ortaçağ teoloğu İbn Teymiye’yi esas almaktadır. Cihatçıların yorumlarına göre cihat, dünyayı kötülüklerden özgürleştirmek, sadece Batı değil, artık özünden uzaklaşmış laik Arap devletlerinin de dahil olduğu “İmansız Devletler”e karşı silahlı mücadele vermek olarak görülmektedir. Cihatçılığın Mısır tarzı yorumuna göre “yakın” düşman, diğer bir deyişle laik Arap ya da ılımlı Müslüman hükümetler en önemlileriyken, “uzak” düşman, yani İsrail, ikincil bir düşmandır. Buradan hareketle ilk başta “yakın” düşmanı ortadan kaldırmak gerekir. Bin Ladin’in Suudi tarzı cihatçılığına göre ise aksine, yakın ve uzak düşmanlara aynı mesafede olmak ve cihadı evrensel bir düzleme yerleştirmek gerekir. Bkz. Steven Simon, « Cos’è il terrorismo georeligioso », Quaderni speciali di Limes, sayı 4 ilavesi, 2001. 
  16.  Haziran 2016 itibariyle en büyük petrol üreticisi ABD olmuştur. (ç.n.)
  17.  İngilizce SWF (Sovereign Wealth Fund). (ç.n.)
  18.  Hizbullah için bkz. Stefano Mauro, Il radicalismo islamico : Hizbollah da movimento rivoluzionario a partito politico, Edizioni Clandestine, Marina di Massa, 2007.
  19.  Mauro tarafından Il radicalismo islamico ‘dan alıntılanmıştır, s. 107.
  20.  UNCTAD (Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı) istatistikleri. 
  21.  Basitleştimek ve lafı uzatmamak adına, Atlantik’teki Batı Avrupa–ABD ekseni içindeki bölünmelere, karşıtlıklara ve hiyerarşiye burada değinmiyoruz. Her ne kadar bazı bölümlerde, örneğin Fransa ve ABD arasındaki farklara değinmeye çalışmış olsak da, burada bu ekseni yekpare bir Batı emperyalizmi olarak kabul etmekle yetiniyoruz. Amerikan emperyalizminden ayrı bir Avrupa emperyalizmi olup olmadığı sorusu, sorunun karmaşıklığı ve önemi göz önünde bulundurulduğunda cevabının ayrıca ele alınmasını gerektirmektedir.
  22.  Bu konu için bkz. Paolo C. Conti ve E. Fazi, Euroil : La borsa iraniana del petrolio e il declino dell’impero americano, Fazi editore, Roma, 2007.
  23.  Metinde “proxy wars” (İng.) olarak geçmektedir ç.n.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×