Bir Ekim Devrimi Gerçeği: Kapitalizmin Ulus Fiyaskosu

Büyük bir fiyaskoya tanıklık ediyoruz. Ulus denilen insan topluluğuna yalnızca birkaç yüzyıldır yüklenen olağanüstü ağırlıklı anlam, anarşik-kaotik bir süreç içinde çöktü.

Neredeyse “gözlerimizin önünde” denebilecek kadar kısa bir zaman dilimi içinde Britanya İmparatorluğu tebaasının yerini çeşitli etnisitelerden ve sınıflardan oluşan bir ulus almıştı. Geldiğimiz tarihsel anda, artık yalnızca kabına hiç sığmamış olan İrlanda değil, İskoçya da bu ulus kimliğini reddediyor veya önemsemiyor. Madrid, Katalan referandumunu, sanki Ankara’dan feyz alıyormuş gibi sopayla içinden çıktığı sandığa geri sokmaya çalışıyor. Bağdat’ın Ankara’dan esinlenmesine tabii ki gerek yok. Burası Ortadoğu ve bırakınız Irak ulusal kimliğini, etnik bileşimindeki oranlar tartışmalı olan kentlerde bile “gücü gücü yetene” düzeninin kurulmasına kimse şaşırmaz. Türkiye’yi geçiyorum; parçalarına ayrışma eğiliminin Kürt ayrılıkçılığına indirgenemeyeceğini biliyoruz. “Bölücüler!” yaygarası bir yanda, diğer yanda da alt kültürlerin, kimliklerin serpilmeleri, gelişmeleri, görünür hale gelmeleri demokratikleşme anlamına gelmiyor, ama açıkça dağılma işaretleri oluşturuyor… Madem ki devlet, kapitalizm çağında ulusal bir üstyapı kurumudur, alt kimliklerin haddinden fazla gelişip üst kimliği, ulusu çatırdatmaları diye bir “tehlikeden” söz etmek için milliyetçi olmak gerekmez. Kapitalizm geldiği noktada insanlığı düpedüz dağıtmaktadır!

Peki etnik ve ulusal kimlikler arasındaki çatışma eşyanın tabiatından veya insanın doğasından mı kaynaklanır?

Ortadoğu ve Balkanlar bu soruya ampirik bir evet yanıtı vermenin ötesine geçiyorlar. Balkanizasyon terimi bu fragmantasyonu anlatan bir kavramdı. Bölgemize ilişkin gözlemler, sürtünmenin çatışmalı ve kanlı olmasını kural olarak tanımlamaya izin verecek nitelikte…

Ancak somut durumun gözleminden doğrudan sonuçlar çıkararak bilimsel analiz yapmış olunmaz. Böyle bir sonucu genelleştirip genelleştiremeyeceğini tartışan kişi, aslında gözlemi önceleyen hipotezi sınamaktadır. Bu örnekte hipotez; etnik-ulusal kimliklerin birbirlerini itmesi, birbirleriyle zorunlu olarak çıkar çatışması içinde olmalarıdır.

Çatışmayı kural saymak, hipotezin merceğinden somut verilere bakıldığını gösterir. Veriler hiçbir zaman nötr değildir aslında. Tek başına gözlem ve veriler boğazlaşmaları kural haline getiremez. Yani dünyanın bütün gözlem verileri bir araya gelse de, etnik veya ulusal kimliklerin zorunlu olarak çatışacakları yolunda bir teorik yapı kurulamaz. Varsayım, gözlemin yöntemi ve sonuç, hepsi birlikte milliyetçi ideolojiyi ele vermektedir.

Başka bir varsayım, söz konusu toplulukların gerçekte sınıflara bölünmüş olduğunu esas alabilir. Bu durumda gözlem yoluyla aradığımız, söz konusu sınıflar arasındaki çıkar farklılaşmasının süregiden politik mücadelelere hangi biçimlerde yansıdığı olacaktır. Varacağımız sonuç da kimlikler arası çatışmanın üst belirleyeni olarak sınıflar mücadelesi olabilir pekâlâ.

Okuyacağınız yazının boyutları, bu tarihsel momentte üst üste binen bir dizi düzleme ancak değinebilir. Bu çalışma, ulus devletlerin serüveni ve hem bunların hem de kapitalist entegrasyon çabalarının çözülüşü/tıkanması, burada yalnızca Sovyetler Birliği’ne atıfta bulunabildiğim reel sosyalizm deneylerinin katkı ve sorunları, ulusal sorunun sosyalist çözümü ve işçi devriminin ulusal kurtuluşçu müttefikleri açısından yaşanan deneyimler, bize en yakın örnek olarak Kürt siyasi hareketinin açılımları ve Ortadoğu’daki gelişmeler üzerine analizlerle geliştirilmeyi bekliyor. Bu anlamda okurun aşağıda olsa olsa bir “giriş” yazısıyla karşılaşacağını belirtmek durumundayım.

 

Kapitalizm dağıtıcı pratiğine dair gözlemler

Altın çağında, yani 19 ve 20. yüzyıllarda milliyetçilik ulusların birleştirici kapasitesini vurguladı. Bu vurguyu mutlak doğru olarak alamayız, Marksistler hiç öyle yaklaşmadılar. Ulusların geçmişten gelen etnik kültürleri bir arada tutma gücünün arkasında bir ideoloji ve onunla beraber yoğrulmuş bir teori yatar. 21. yüzyılın başlarında bu ideolojinin inandırıcılığı ve teorinin tutarlılığı, biriken soru işaretlerinin altında ezilmektedir.

Dolayısıyla sorun Balkanlar veya Ortadoğu gibi moderniteden nasibini görece az almış yörelerle sınırlı değildir. Eski Helen uygarlığından bu yana dünyanın merkezinin Avrupa olarak bellendiği bir uzun tarih diliminde yaşıyoruz. Zaman içinde kapsama alanının hayli genişlediğini, bütün Amerika ve Avustralya kıtalarının, Çin, Hindistan, Rusya Asya’sı ve Uzakdoğu’nun, Kuzey ve Güney Afrika’nın modernleştiğini söyleyebiliriz. Ancak modernleşmenin genişleyen coğrafyası elimizdeki sorunu yalnızca daha karmaşık hale getirdi. Her şey bir yana, çözülme dinamikleri artık merkezden uzakta olan toplumsal yapılarla sınırlı kalmıyor, hatta birçok örnekte merkeze yakınlık veya uzaklığın birinci derecede etkili olmadığı bir durum ortaya çıkıyor. Hani milliyetçilik insan topluluklarını birleştiriyor, yeni ulusal birimler (devletler) halinde yapılandırıyordu?

Fransa coğrafi konum olarak değil, ama ulus formasyonunun tarihsel yapılanması açısından, hiç kuşkusuz sözünü ettiğimiz merkezin çekirdeğinde yer alıyor. Burada, tarihsel etnisiteler birkaç on yıldır geri döndüler. Oksitanların yok olmaya yüz tuttuğu izlenimi bir 20. yüzyıl yanılsaması çıktı. Provence artık “taşra” değil.

Yalnızca bu da değil. Avrupa’ya göre güneyden ve doğudan göçen yoksullar artık Fransa ve İngiltere başta olmak üzere Avrupa proletaryasının başat rengini oluşturuyor.

Strazburg’u 20. yüzyıl Avrupa’sının iki başkentinden biri ilan eden Avrupa özgüveninin temelleri sarsılıyor. Strazburg’a içkin olan Alman ve Fransız ulusal kimliklerinin gelişmişlikleri, sözde, ulus ötesi birleşmelerin de altyapısını oluşturacaktı. Oysa yine, bir yanda, göçle gelen ama artık ev sahibi bir ulusa eklemlenmeyen, onun organik parçasına dönüşmeyen halklar var. Öte yandaysa ulus bütünlüğünü kurduğu varsayılan kadim etnik/kültürel yapılar geri dönüyor, birbirlerini öteliyor, birbirlerinden ıraksama eğilimi gösteriyorlar.

Strazburg diğer “başkent” Brüksel’in yanında pek steril kalır. Brüksel’in derdi başından aşkın. Belçika’nın etnik parçalanması uzun zaman Brüksel’i “tarafsız” statüsüyle öne çıkarttı. Başkent iki bacağıyla ülkeyi bir arada tutma hayalini temsil ediyordu. Geçtiğimiz yıllarda ayrılıkçıların seçim kazandığı ve ülkenin merkezi bir hükümet olmaksızın yönetilmek durumunda kaldığı koşullarda bu hayal sonlanmış olmalıdır.

Ulus formasyonunun beşiği Avrupa’da, bir göçmen kenti haline gelmemiş metropol kaldı mı?

Bütün ülkeler, bir zamanlar ulusu oluşturmak üzere birleşen kökenlerin hayata dönüşüne sahne oluyor.

Gelecek artık belirsizdir. Geçmişte geri kalmış, ezilen etnisiteler ve uluslar mücadele eder, talepler ileri sürerlerdi. Bir süredir, görece daha zengin etnisiteler veya bölgeler, geri kalmışları “sırtlarında taşımamak” üzere ayrılıkçı yönelimlere giriyorlar. Bu dinamiklerden yeni uluslaşmalar çıkma olasılığı da ufukta belirmiyor. Birleştirici gücün ortaya çıkmadığı koşullarda toplumlar arkaik şehir devleti statüsüne dönmeye başlıyorlar.

1 Ekim 2017 bağımsızlık referandumu vesilesiyle biraz önce andığımız İspanya-Katalanya sorununun da, İtalya’da politizasyon derecesi sınırlı kalan çözülme eğiliminin de, Belçika parçalanmasının da nedenini “kavimler göçüne” bağlayamayız. Yoksul doğu ve güneylilerin dışsal girdileri yeni değil, ivme kazanan bir olgu. Ama içsel olan olgu, gelişmenin karakterini daha net sunuyor. Toplumsal anlamda ulus formasyonu, ulus devlet yapılanması ve milliyetçi ideoloji toplumları bir arada tutma yeteneğini yitiriyor. Emperyalist egemenliğin ve kapitalizmin derinleştirdiği eşitsizlik ve adaletsizliklerin neden olduğu demografik değişim kâh siyahlar, kâh doğulular, kâh Müslümanlar eliyle bu gerilemenin üstüne binmekte ve dinamitin fitilini yakıvermekte.

Herhangi bir ulusun gelişimi o topluluğun “milli” duygularının derecesine bağlanamaz. Bu tür iddialar milliyetçi fanatiklere kalsın. Ulus, ekonomik temelli sınıf dinamiklerinin üstüne kurulmuştur. Afaki birtakım ideolojik yapıntılar her zaman olur. Ancak milliyetçiler, Türklerin devlet kurma geleneğini veya Orta Asya’nın bilinmeyen çağlarından bugüne gelen kadim kültür iddialarını her şeye kadir saymakla yetinselerdi, Osmanlı-Türk modernleşmesi de ekonomi, bilim ve teknikte, ilerleyen dünyaya yetişme güdüsüyle açıklanmazdı. Hamaset bir yere kadar. Biliyoruz ki, modern uluslar için ekonomik yapının sağlamlığı hamasetten önce gelir.

Bugünkü uluslar krizi de, kapitalizmin kendisini yeniden üretme zorluklarında temellendirilmelidir. Bu dar anlamlı, ekonomik -ve ona bağlı olarak diğer üstyapılara sıçrayan- bir kriz değildir.

Çünkü yalnızca uluslaşması gecikmiş yörelerden değil, bu dünyanın en gelişkin coğrafyalarından, dünyanın merkezlerinden, Batı Avrupa’dan -ve yukarıda örnek vermemiş olsak da, durumun farklı olmadığı- Kuzey Amerika’dan söz ediyoruz. Bütün ekonomik sorunlara karşın toplumsal yapıyı bir arada tutma gücünün kaynağı açısından bu iki kıtayla kim yarışabilir?

Krizse kriz. Ama bu ülkeler tek kelimeyle zenginler. Birliği satın alacak bir para varsa, ona da önce bu bölgelerdeki yapılar sahiptir.

Sonra, sorun ekonominin daraldığı, işsizliğin ve yoksulluğun arttığı, kimlikler arası bütünleşmenin yerini bencilliğin aldığı kriz konjonktürlerinin aşılmasıyla geçecek gibi görünmüyor. Ekonomiler şiddetli daralmaların ardından yeniden toparlanma ve genişleme evrelerine girebiliyorlar. Bizim konu ettiğimiz alan, bu dalgalanmaları izlemiyor. Çünkü aslında ulusal yapıları ekonomik sıkıntılar, yani ekonomi politikalarının amaçlanmayan, beklenmeyen sonuçları veya yan ürünleri değil, bizzat kapitalizmin yönelimi dağıtıyor.

Kapitalizmin bir zamanlar bütünleştirici olan gelişimi artık ters yönde sonuçlar üretiyor…

Şimdi yukarıda ortaya koymaya çalıştığım ön saptamaları biraz açarak tekrarlayacak ve bu makaleye yön verecek olan sorulara işaret edeceğim:

Bir: Ulus tarihsel bir formasyondur. Burada “tarihsel” sıfatını çoğunlukla anlaşıldığı (ve yanlış da olmayan) içeriğiyle “çok önemli” anlamında değil, bunun ötesinde “belirli bir tarihe sahip olmak”, yani başlangıcı ve sonu olan anlamında kullanıyorum. Dolayısıyla bu saptama güncel gözlemlerle yan yana geldiğinde sorumuz açıklık kazanır: 21. yüzyıl ulusların sonu mudur?

Dikkat: Bu tartışmayı hem gelip geçici -yani yüzeysel olan- hem de bizzat kendisini kriz olgusunun ürünü sayabileceğimiz “küreselleşme” ideolojisinden uzak bir zeminde yürütmeliyiz. Çünkü küreselleşmeciler bu tartışmayı emperyalist merkezlerin egemenliğini mutlaklaştırmak amacıyla, çarpıtmalarla ve demagojilerle yürüttüler.

İki: 21. yüzyıl, kapitalizmin gelişmesiyle ulusal formasyonların bunalıma girmesine sahne olmaktadır. Bu kriz, yine gözlemlerle yetinirsek, göç gibi sistemden kaynaklanan ama verili ulus formasyonlarına “dışsal” faktörlerden kaynaklanmamakta, son birkaç yüzyıl içinde yaşanan ve ulusun oluşmasıyla olgunlaşan eklemlenme veya kaynaşma olgularının çöküşüyle karakterize olmaktadır.

Yine dikkat: Burada da “ezelden beri bağımsızlık ve özgürlüğüne düşkün olma” durumu hakkında üretilen milliyetçi edebiyattan uzak durmak zorunludur. Özellikle eski Sovyet Cumhuriyetlerinden yükseldiğini bildiğimiz bu tez, en az Kızılderililerin Türk olduğu kadar uydurmadır.

Üç: Bu kimin, neyin fiyaskosudur? Ulus, kapitalistleşmeye eşlik eden bir tarihsel toplumsal formasyondu. Marksistlerin itilip kakılsa da zımnen kabul gören tezine, hatta teoriden uzak bir siyasetçi sayılsa da bu tezin en sade formülasyonuna imza atmış olan Stalin’e göre, “ortak ekonomik faaliyet ve pazar” ulus tanımının vazgeçilmez unsurlarıdır. Dil ve kültür birliği, tarihsel olarak (yani uzun bir gelişim sürecinin ürünü olarak) oluşmak gibi tanım öğeleri, feodalite tarafından bütünselleştirilemezdi. Tanım gereği “kapitalizm öncesi”, küçük ekonomik birimlerin, dolayısıyla insan topluluklarının kendi kendilerine yeterli olmalarını varsayar. Kapitalizm öncesi toplumların merkezi imparatorluklar biçimini aldıkları örneklerde ise, her bir parça farklı bir üretim tarzı tarafından belirlenebilir, üretici güçler farklı gelişmişlik düzeylerinde var olabilirlerdi. Bu heterojen eski düzenlerden de ulus çıkmıyordu. Halkları ulus yapan kapitalizmdir.

Devamı var. Ulus dediğimiz toplumsal yapı ve insan topluluğu, tarihsel olarak bir sınıfsal önderliğe sahiptir ve bu önderlik esas olarak burjuvazidir. Başarısızlığın sorumlusu bellidir. Fatura burjuvaziye kesilmelidir.

Dördüncü nokta da şu: Ulusların zayıflıkları daha önceleri kapitalizmin gelişmemişliğine bağlanırdı. Tersinden “beş benzemez” (ne beşi, kimi zaman yüzlerce) unsuru ortak bir ulus tanımının altında bir arada tutabilen örnekleri de (örneğin ABD), her şeyden önce kapitalist gelişme yaratmıştı. Gelinen noktada durum bunun karşıtıdır. Kapitalizm toplumları bir arada tutmak yerine çözmektedir. Yukarıda en az değindiğim ama kanımca en önemli konumuz; ulus formasyonunda ve ulus devlet organizasyonunda modernleşme, kamusal hizmetler, ortak savunma, sosyal güvenlik gibi unsurların çerçevesini çizdiği alandır. Bu öğelerin birleştirici rolü çoğunlukla milliyetçi ideolojinin gölgesinde kalır. Her köye elektrik götürmeyen, emeklilik sistemi kurmamış, sağlık ve eğitimi yurttaş hakkı olarak tanımlamamış bir ulus devlet olur muydu? Yurttaş emekçi, eşittir, kapitalist artı-değer sömürüsünün “özgür emekçisi.” Bunlar yokken milliyetçilikle idare edilebilir miydi?

Kapitalizm son evresinde (neo-liberalizm veya küreselleşme diye anılan, emperyalizmin emeğe saldırganlıkta zirve yaptığı dönem) bu kamusal alan da metalaştırmış ve ticarileştirilmesi mümkün olmayan özü, “toplumsal faydayı”, “kamu yararını” tasfiye etmiştir. Ulusun altını oyan akıntının kaynağı kanımca budur.

Bu yazının bir vesilesi de Büyük Ekim Sosyalist Devriminin yüzüncü yıldönümü. Sovyet sosyalizmi, kapitalizmin uluslar fiyaskosunun anlaşılmasına ve aşılmasına ışık tutacak öncüllere sahiptir. Sovyetler Birliğinde halklar politikasını kısa süre önce yayınlanan derleme kitabımızda ele aldım.1 Burada Sovyet deneyimine göndermeler yaparak, sosyalizmin aydınlatıcı derslerini akılda tutarak kapitalizmin krizinin düzlemlerinden birini tartışacağım. Başka yerde yazdım; Ekim Devrimine bakışta Marksist-Leninistlerin yöntemi bu olağanüstü deneyimi kaldığı yerden sürdürmek olmalıdır.2

 

Burjuva ulusların sonu

Burjuva milliyetçiliği zorunlu olarak asimilasyoncudur. Asimilasyonun açık veya örtülü şiddete dayanması da kuraldır. Ulusların şekillendiği tarihsel süreç, milliyetçilerin yazdığı kitaplarda kökleri derinliklerde yatan bir topluluğun şanlı yolculuğu olarak betimlenir. Bu yöntem uzun zaman önce tarih biliminden ihraç edilmiş olmakla birlikte, milliyetçilik eğitimde, edebiyatta, ülke çaplı egemen ideolojilerde etkisini sürdürüyor.

Sözü edilen şanlı yolculuk, özetle nesnel ve öznel dayanakların ürünü olarak belirli bir etnik topluluğun komşularını zapturapt altına alma sürecidir. Bu süreç demokratik ve özgürlükçü, yani kolektif iradeye dayalı ve her bir topluluğun kimliğini geliştirme imkanlarını içerecek biçimde yaşanmamıştır. Tersine asimilasyon başat unsurdur.

Ulusal sorun literatüründe kimi kültürel ve etnik grupların, hegemonik komşularına entegre olarak kimliklerini yitirme süreci, zora dayanan ve zora dayanmayan olarak iki kategoriye ayrılır. Böyle bir ayrım ilk bakışta mantığa uygun görünse de, zor kavramının toplumsal ilişkilerde fiziki güç kullanımına ve devletin şiddet aygıtına daraltılması eskimiş bir kullanımdır. “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyalarının, kamusal alanda başka dillerin konuşulmasına yaptırım uygulanmaması halinde “zor içermeyeceği” düşünülebilir mi?

Kaldı ki, ticari ilişkilerde hissedilen ihtiyaca karşılık gelen lingua franca’nın da yalnızca (devlet dışı anlamında) sivil olduğunu iddia etmek ilişkinin yalnızca bir yönünü açıklayabilir. Uluslararası ticarette devletlerin rol üstlenmediği bir örnek bulmak, ilkel toplulukların takas temaslarından beri olanaksızdır.

Asimilasyon sürecinin içinden zor unsurunu büsbütün çıkartmak modern burjuva uluslar göz önüne alındığında kural dışı, istisnai bir durum olabilir yalnızca. Açıkçası biz zor mekanizmasının niceliğinden ve görünürlüğünden söz edebiliriz.

Ulusal sorun literatüründe kapitalizm koşullarında demokratik çözümden de söz edilir. Yukarıdaki yaklaşım ışığında bu kavramlaştırma da sorgulanmalıdır.

Zorun niceliğinden daha ayrıştırıcı bir ölçü, asimilasyona maruz kalan topluluğun (dil dâhil) kültürel kimliğine sahip çıkma derecesinden elde edilebilir. Uluslaşma sürecinde kimliği geri plana düşen/itilen toplulukların kimileri buna politik tepki göstermiş, kimileri göstermemiştir. Ama tamamı asimilasyona uğramıştır.

Bu giriş asimilasyona Marksizm adına bir değer yargısı yüklenemeyeceği tezi ile bütünleştirilmediği takdirde, ezilenlerin milliyetçiliğine destek vermeye varır. Marksizmin asimilasyon olgusuna genel geçer bir yargıyla yaklaşmadığı, Marx ve Engels’in yaklaşımlarında açık seçik gözlemlenir. Buna göre Avrupa’nın bazı halkları “historic” bazıları “ahistoric”ti, çünkü ilk gruptakilerin gelişmesi kapitalizmin ve burjuva devriminin çıkarlarına uygun, dolayısıyla Avrupa işçi sınıfının geleceğini besleyecek nitelikteydi. Britanya sömürgelerinin, sömürgecilik dolayımıyla yani kimlikleri üstünde ağır baskılar oluşması pahasına kapitalizmle tanışmaları tarihsel bir ilerlemeydi. Öte yandan İrlanda’nın baskılanması Britanya işçi sınıfını geri çekiyordu veya Polonya’nın bağımsızlığı Avrupa’da Çarlık bağlantılı gericiliğe set çekecekti… Burada uluslaşma süreçlerine ilişkin yargıların, işçi sınıfının ve devrimin yararından türetildiği görülür.

Ancak kapitalizme eşlik eden uluslaşma/asimilasyon, çok sayıda örnekte etnik kültürlerin daha köklü geçmişlerini geçici ve yüzeysel biçimde baskılamakla yetinmiştir. Yani kapitalist asimilasyonun geri dönüş yolunun açık olduğu deneyle kanıtlanmıştır. Kapitalizm çağında ulus devletlere denk düşen ulusların etnik ve kültürel türdeşliği, milliyetçi ideolojilerin gerçeği kucaklayamayan bir iddiasıdır.

Buraya kadar söylenenler, burjuva ulusların en temel tarihsel zayıflığını ifade etmektedir.

 

* * *

 

Burjuva milliyetçiliği ulusal türdeşlik vaaz eder, oysa burjuva sınıfı etnik/kültürel karakteriyle değil elinde tuttuğu servet ve sermaye birikimi ile tanımlanır. Sermaye sahiplerinden oluşan ve ulusa önderlik eden, kuruculuk yapan sınıfın etnik/kültürel açıdan türdeş olması bir koşul oluşturmaz. Dolayısıyla milliyetçi ideolojinin iddialarını onu var eden sınıfın yapısı çelmektedir.

Sadece etnik çeşitliliği yüzünden değil, burjuvazi kendisini önceleyen egemen sınıf kültürünün de bir dizi öğesini devralıp yeniden ürettiği için de, ulusal karakterinin doğal sınırları vardır. Burjuva egemen sınıflar hemen her örnekte kozmopolit özellikler sergiler.

Sonuç olarak burjuva uluslar söz konusu olduğunda milliyetçi ideoloji sermaye sınıfının tekil unsurlarını daha az, emekçi yığınları daha fazla kapsar. Veya alternatif bir deyişle emekçiler milliyetçiliğe burjuvalara göre daha fazla inanırlar.

Burjuva milliyetçiliğinin bir açıdan avantajı, bir diğer açıdan handikabı sayabiliriz bunu.

Bağımlı ülkelerin burjuvazilerinin emperyalist hegemonik devletlerle ve uluslararası sermayeyle kurdukları ilişkiler yoğunlaştıkça handikap boyutu öne çıkacaktır. Bağımlı bir sosyoekonomik yapıda bağımlılık ilişkisinin taşıyıcısı, milliyetçiliği bayrak edinmiş olan burjuvazinin ta kendisidir!

Söz konusu çelişkinin 20. yüzyılda Soğuk Savaş’a içkin anti-komünizmle ve emek düşmanlığıyla örtülmesine başvurulmuştur. Bu da sorunu, yani burjuvazi ile ulus formasyonu arasındaki sürtünmeyi gidermekte yetersiz kalmıştır. Burjuva milliyetçiliği emperyalizmin işbirlikçisi olarak konumlandı. Bu, kuşkusuz çıplak gözle seçilen bir gerçek değil, bir analiz sonucudur. Ancak söz konusu sonucun kitlelerce hiç hissedilmediği kesinlikle iddia edilemez.

Üstelik egemen burjuvazi, emperyalist-kapitalist sistemin yasalarına tabidir ve bu yalın nedenle sömürge statüsünün ötesine uzanabilen ve coğrafya, tarihsel geçmiş veya nüfus gibi açılardan yeterliliğe sahip olan her ulusal burjuvazinin gönlünde emperyalistleşme aslanı yatar.3

Emperyalist burjuvaziler için milliyetçi ideoloji ve ulusal kimlik, başlangıç noktasında kitlelere motivasyon katmanın ve toplumsal meşruiyet edinmenin enstrümanı olarak işlev görür. Ülke “büyümektedir.” Ancak bir diğer açıdan bakıldığında aynı unsurların kısıtlayıcı bir kabuk oluşturdukları görülecektir. Emperyalist burjuvazi(ler) diğer ülkeleri sömürmek ve egemenlikleri altına almak güdülerini insani kimi erdemlerle örtmek zorundadır. Kendi ulusuna ayrıcalık sahibi olduğunu aşılayan bir ideoloji, emperyalistliğe soyundukça (en azından bazıları) başkalarına da pozitif özellikler atfetmek durumundadır.

Lenin’in polemiğe girdiği Kautsky’ci “ultra emperyalizm” tezi bir de bu açıdan düşünülebilir. Emperyalizmin insani bir sunumunu hazırlama işi, dünya barışının emperyalist hegemonyanın merkezileşmesinin diyalektik son noktası olarak resmedilmesi, geleneksel militarist sağcı burjuva milliyetçiliğine bırakılamaz, onlara kalsa inandırıcılığı olmazdı. Solun kapitalist gericiliği aklama müessesesi olarak kullanılması ne istisna ne rastlantıdır.

 

* * *

 

Emperyalizm olgusuyla bağlantılı bir diğer çelişkili unsur da kapitalizmin işleyişinin uluslararası mekanizmaları giderek görünür hale gelir ve kurumsallaşırken, devletin ulusal pazara yaslanma zorunluluğudur. Sermaye sınıfı bu çelişkinin üstüne açık biçimde yürümeye neo-liberalizm döneminde küreselleşme ideolojisi bayrağı ile yeltendi.

Statükocu, muhafazakâr ve özgürlüklerin önünde bir engel olarak mahkûm edilen ulus devletin üstüne, kapitalizm, ABD’nin Ortadoğu’ya yağdırdığı “yeni dünya düzeni” bombaları ve Avrupa Birliği’nin özgürlükçü vaatleri ile yürüdü. Küreselleşmenin, bağımlılık zincirlerini germekten başka pratik bir anlamı olmadığının açıklık kazanması için uzun süre gerekmedi.

Üstelik küreselleşme etnik milliyetçilikle paralel bir işlev kazandı. Ulus devlet kısıtlarının karşısına konan “demokratik alternatifin” toplumsal tabanı “yerellikler”den türetiliyordu. Egemen ulusların uluslararası pazara teslim olmaları yönünde işleyen süreç etnik kimliklerin önünü açmıştır. Uluslararası sermayenin ulus devlet yasa ve mevzuatlarını baypas etmesi, doğrudan yerel sermaye, işgücü ve pazarlara erişimle mümkün oluyordu. Yerel kültür güzellemelerinin ekonomik altyapısını bu oluşturur.

Yerelciliğin kapitalizmin gelişmiş merkezlerinde hakikaten bir demokrasi alanı yarattığı ise reddedilmemelidir. Birçok göçmen ve azınlık topluluğun kültürel haklarını güvence altına alan kurumlar şekillenmiştir. Ancak bu olguya “Batı’nın Doğu’ya göre daha demokratik olduğu” inancından ibaret bir bakışla yaklaşılması son derece yanıltıcı olur. Bir taraftan söz konusu gruplar, konumlarındaki iyileştirmeleri mücadelelerle kazanmışlardır ve üstelik bunlar esasen işçi sınıfı mücadeleleridir.

İkinci olarak da kapitalizmin birkaç sayfa önce işaret ettiğimiz gibi asimilasyon gücü gerilemiş, kültürel haklar hem çözülmenin çıktısı olarak ortaya çıkmış, hem de merkezin çözülmeye karşı önlemi olarak devreye sokulmuştur.

Ve sonuncusu, şaşırtıcı olan, aslında, Batı Avrupa’da anadilde eğitimin, başka kültürel hakların kurumsallaşması gibi başlıklarda adım atılması değil, çok daha gelişkin Sovyetler Birliği örneği ortadayken bu kadar gecikilmesidir.

Her şeye karşın söz konusu “demokratik” uygulamalar her zaman egemen milliyetçiliğin kollanmasıyla ve politik asimilasyonu sağlamaya dönük önlemlerle birlikte var olabilmektedir.

 

* * *

 

Artık bu gözlem ve tezleri toparlayabiliriz.

İlk olarak; burjuva ulus kavramını “burjuvazinin önderliğini üstlendiği uluslaşma süreçleri ve ulus devlet organizasyonları” anlamında kullandığımı belirteyim. Modern (parlamenter) demokrasilere zemin oluşturan burjuva ulus, aynı zamanda azınlık bir sınıfın diktatörlüğü olduğu için sınırlı ve yanılsamalı bir demokrasiye sahne olur. Bu yapının içinde, ulusal sorun başlığının demokratik çözümü mutlaklaştırılamaz. Kapitalizmin ulusu özgürleştirdiği tarihsel bir yalandır. Zaten bütün burjuva uluslar başka benzerlerinin ezilmesini içinde taşır. Bu ezme ilişkisi kapitalist sömürü mekanizmasına eklemlenir.

İkincisi, burjuva ulusların 18-21. yüzyıllar arasına sığan çağı, burjuvazinin önderliğini ve bu önderliğin kısıtlarını birlikte içermiştir. Çelişik unsurların özü, burjuvazinin sömürücü sınıf karakterinde, ulusun büyük çoğunluğunu sömürmek için bir araya getirmiş olmasında yatar.

Üçüncü olarak da küreselleşme dönemi burjuva ulusların kendini aşması olarak ortaya konmuş, ancak bütün bir dünya yapılanmasını kaosa yuvarlamıştır. Kuşkusuz bu kaosun kaynağı ideoloji ve politikada, yani üstyapı kurumlarında değil, kapitalist üretim tarzına içkin kriz dinamiklerindedir.

 

Proleter uluslar – Sovyet deneyine özet bakış4

Sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı mücadeleler sonucunda ortaya çıkan yapı burjuva uluslar çağının belirlediği problematiğin parçasıdır. Sistemin çözülme dinamiklerinin 20. yüzyılda sosyalizmle buluşması, işçi sınıfı ve reel sosyalizmin politik müdahalesiyle ulaşılan geçici bir kazanım olarak görülmelidir. İşçi sınıfı ve reel sosyalizmin ağırlığı sürdürülebilseydi, bu kazanımın kapitalist sistemi çatlatması kuşkusuz ciddi bir olasılıktı. Kapitalizmin sosyalist devrimlerle yok edilmediği, ama emperyalizmle mesafeli, sosyalizmle dost bir kuşak (Bağlantısızlar, kapitalist olmayan yol, Üçüncü Dünya gibi kavramlar hep bu olguya denk düşer) oluşmuş, ancak süreç sosyalizmin çözülmesiyle birlikte kesintiye uğramıştır.

Dünya çapında bütün sosyalist ülkeleri kapsayan entegrasyon süreçleri tanımlansa ve işlerlik kazansa da, Sovyetler Birliği’ni diğer sosyalist ülkelerden ayrı bir yere koymak gerekir. Bir dizi sosyalist ülke ulus ölçeğine yaslanmayı sürdürmüş, hatta aralarında enternasyonalizm çerçevesinde anlamlandırılması hayli güç “sınır anlaşmazlıkları” yaşanabilmiştir. Bu ülkelerde burjuvazi ortadan kaldırılmışsa da ulusun aşılması yönünde Sovyet benzeri bir deneyim yaşandığı kuşkuludur. Dolayısıyla burada bizim için önemli olan Sovyetler Birliği deneyimidir.

Lenin sosyalist devrimi işçi sınıfının öncülüğünü besleyen iki ittifaka dayandırdı. Birincisi işçi sınıfı ile nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan köylülük arasındaydı. İkincisi ise Rusya işçi sınıfı ile ezilen milliyetler arasında.

Ekim Devrimi sonrasında Rusya dışı bölgelerde de iktidar mekanizmalarında etnik Rus unsurun ağır basması kaçınılmazdı. Hem Bolşevik Partisi’nin örgütlülüğü, hem işçi sınıfının ağırlığı burada olduğu için. “Çarlık hapishanesinin esir milliyetlerinin” emekçileri içinden öne çıkan ileri unsurların, Rus kültüründen beslenmiş olmaları da anlaşılır bir durumdu. Ezilen halklarla ittifak dendiğinde akla yalnızca Doğu halklarına yapılan çağrı gelmemelidir.

Bolşevik devrim Rus dışı unsurların cesaretlendirilmesini, günümüzün bir tabirini ödünç alırsak pozitif ayrımcılığı içermiştir. Bu politika korenizatsiya, yerlileştirme olarak adlandırılmış ve terim daha sonraları kullanılmaya devam edilsin veya edilmesin, Sovyet sosyalizminin bölgesel eşitsizlikleri giderme hedefi son yıllara kadar sürmüştür.

Yerlileştirme ile yerelleştirme farklı olgular. Sovyetler Birliği’nde tercih açıkça yerel dinamiklerden değil merkezi belirlenimlerden yana kullanıldı. Siyasal alanda proletarya diktatörlüğü, ekonomik alanda merkezi planlama başka bir biçimde hayata geçirilemezdi. Burjuva liberalizmi, yerel olanı demokratiklik, merkezi olanı baskıcılıkla akraba sayar. Yerel-merkezi gerilimi çeşitli konularda hayat bulabilse de, bu gerilimin demokrasiyle ilintisini kurmak temelsizdir. Bu ilinti demokrasinin sınıf içeriğini biçimsel bir unsurla gölgelemeye hizmet eder.

Korenizatsiyayı kadrolaşmanın ötesine yaymak ve SSCB’yi oluşturan cumhuriyetler, özerk bölgeler ve diğer toplulukların kültür ve dillerini özgürce geliştirmelerinin teşviki, devlet güvencesine alınması biçiminde düşünmek mümkündür. Ancak bu kültürel özgürleştirme stratejisi ekonomik ve siyasal karar mekanizmalarının yerelliklere devrini içermemiştir. Bu yönde eğilimler Sovyet tarihinde sağ sapmayı temsil eder.

Ekonomi ve siyasette merkezileşme yönünde ileri hamle yapılan endüstrileşme/kolektivizasyon ve Anayurt Savaşı gibi konjonktürlerde yerlileşmeye ve kültürel özgürleşmeye fren konduğunun inandırıcı bir kanıtını bulamıyoruz. Bu başlıkta Sovyet sonrası burjuva milliyetçi akımların mangalda kül bırakmadıklarını ise biliyoruz. Klasik bir durumdur. Her milliyetçilik kendi etnik kaynaklarının uzun zamandır dimdik ayakta olduğunu iddia eder ve milli mücadele efsaneleri üretir. Sovyetler Birliği’ni oluşturan halklar hakkında böyle bir tarih yazmak sıradan milliyetçilerin değil Nazi işbirlikçisi faşistlerin harcıdır.

Sovyetler Birliği’nde halkları özgürleştirmeye ve eşitsizlikleri gidermeye yönelik stratejik hat kendi iç kriziyle tıkanmadı. Bu stratejinin içinde varlık bulabileceği bağlam sosyalizmdir. Sosyalizmin temel öğeleri, proletarya diktatörlüğü ve merkezi plan, sırasıyla burjuva demokrasisine ve piyasa ekonomisine ait öğelerle delik deşik edildiğinde sosyalist halklar politikası da nefes alıp verebildiği iklimden yoksun kalmıştır. Çok açıklayıcı bir örnek olarak perestroyka döneminde yeni yatırım kararlarına “verimlilik” kriterinin eklenmesi verilebilir. Burada verimliliği, kârlılık olarak okuyabilirsiniz. Kriter buysa, bölgeler arası eşitsizliğin giderilmesi, yeni işgücünün istihdam edilmesi gibi amaçlar, karar alıcıları nitelikli işgücü, altyapı imkânları, makine parkı, coğrafi etkenler gibi başlıklara yönlendirecek, ilk darbeyi de en az gelişkin bölgeler yiyecektir.5 Ertesi yıl Birliği oluşturan halkların birbirlerini dayanışma ortağı değil sorun kaynağı olarak algılamaya başlamalarının zemini hazır demektir!

 

* * *

 

Peki genel hatlarını böyle çizebileceğimiz politika nasıl bir teoriye oturtuluyordu?

Açıkçası Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin, halklar arasında eşitliği ve özgürlüklerin genişlemesini içeren entegrasyonu oturttuğu teorik zeminin etkin bir tartışmaya konu olduğu dönemler sınırlıdır. Sınır büyük ölçüde Stalin’in ömrüyle çizilmiştir. Bütün kongre raporları ve politik açılımlara imzasını atan ve ulusal sorunda düpedüz entelektüel bir tekel kuran Stalin’den sonra bu ivmenin sürdürülebildiğini söyleyemiyoruz.

Bu teorik ve politik üretim sınırlılığını not etmek kaydıyla, Sovyet sosyalizminin halklar politikasının özünün ulus kategorisini depolitize etmek olduğunu ileri sürebilirim. Kültür, eğitim, dil gibi başlıklarda çok ileri bir özgürlükçülük ancak ulus ölçeğinin bir siyasal üretim ve mücadele birimi olmaktan çıkmasıyla yan yana gelebilir. Bu sağlanmadığında ulusların gelişimi ayrıştırıcı işlev görebilir, giderek bölünmenin zeminini canlandırabilir.

Kapitalist dünyada ulusun çeşitli kalifikasyonlarının gelişmesiyle, yine ulusun siyaset birimi haline gelmesi paralel süreçlerdir. Ulus gelişir; bir politik ideoloji olarak burjuva milliyetçiliği de gelişir…

Sosyalizmde ulusların geliştiklerinde birbirlerinden ıraksamaması gerekir. Kültürel zenginleşme ve politik merkezileşme farklı kökenlerin tek bir Sovyet ulusunda bütünleşmelerine götürebilir.

Birincisi, ulusal kimlikleri birbirlerinden uzaklaştıran unsurun bu kimliklere içkin özellikler değil, ulusal dinamiğin burjuva sınıf özü olduğunu saptayabiliriz. Sovyet halklarında uluslar, milliyetler vb burjuva önderliklere sahip değillerdi. Hatta Rusya, Ermenistan, Baltık ülkeleri gibi görece gelişkin halklar istisna sayılırsa, Sovyet halklarının tarihinde burjuva bir evre hiç olmamıştı. Daha geri halkların eski (kapitalizm öncesi) egemen güçleri bir ulus kuramazlar, bir ulusa önderlik edemezlerdi.

İkinci olarak, proletarya diktatörlüğü ulusallığa içkin burjuva dinamikleri baskılamıştır.

Üçüncüsü, ekonomik yapının merkezi olarak planlanması cumhuriyet ve özerk bölgelerde ulusalcılığın gelişmesine izin vermemiştir.

Dört; Sovyetlerin egemen toplumsal ideolojisi tüm kökenlerden emekçilerin birliğini ve tüm halkın sınıfsız topluma birlikte ilerlemesini vaaz ediyordu. Sınıfsız topluma yürüyüşün gerektirdiği siyasal canlılığın ve örgütlülüğün varlığı hayli tartışmalı olsa da, emekçilerin birliğinin önünde yapısal (ekonomik) bir engel bulunmadığı açıktır.

Ancak, beşinci olarak SSCB’nin idari yapısının uluslara göre tasarlandığını biliyoruz. Sovyetler Birliği Komünist Partisi de (Rusya SSC hariç) cumhuriyetlerin komünist partilerinin birliğine dayanıyordu. Dolayısıyla ulus ölçeğinin siyasal birim olmaktan çıkarılması yolunda kat edilecek daha çok uzun bir mesafe vardı.

Altıncı olarak, dış dünyanın ve sosyalist ülkeler topluluğunun ulus ölçeğine göre tasarlandığı koşullarda SSCB’nin başka bir yapılanmaya geçebilmesi de gerçekçi olmazdı. Stalin mevcut dillerden herhangi biri olmayan bir insanlık dili ütopyasından Sovyetler Birliği için değil, tüm dünya ölçeği için söz eder.6

Yedi: Buraya gelinmemiştir, ama SSCB’nin son dönemlerine ilişkin bir veri hakikaten ilginçtir. Yapılan kamuoyu araştırmaları etnik Rusların, diğer ulusların Birlikten ayrılma hakkına saygı duyduklarını göstermektedir. Rusya SSC yurttaşları, örneğin Baltık ülkelerinin kendi kaderini tayin hakkını onaylamakta, ayrılma seçeneğine milliyetçi bir tepki göstermemekteydi. Rus mezaliminin izi seçilmemenin ötesinde, asıl sorun geniş halk kitlelerinin ülkenin bütünlüğüne sosyalizm ekseni üstünden sahip çıkma güdülerindeki belirsizliktir.

Son olarak, sosyalizm deneyimin ulusun (politik) aşılması rotasında yaşadığı tıkanmayı not etmek gerek. Ana sorun az önce işaret edildiği gibi sosyalizme ait bir öğenin sosyalizm bağlamından çıkartıldığında sürdürülemeyeceğidir. Bu durumda yetersizliği kanıtlanan söz konusu parça (bu örnekte halklar politikası) değildir. Tekrar olacak; serbest piyasayla sosyalist halklar politikası birlikte var olamaz. Burjuva demokrasisi halkları birbirinden uzaklaştırır.

İyi de bu noktaya nasıl gelinmiştir?

1950’lerde Stalin Sovyet sosyalizmini bir kez daha ileriye zorlar. Halklar politikası söz konusu olduğunda, bu, özgürleşmenin gazına merkezden basılması ve bunun sonucunda ulusal kimliklerin entegrasyonu yoluyla bir üst ortak kimliğe geçilmesidir: Sovyet yurttaşlığı ve bir toplumsal hedef olarak komünizm ülküsü. Motor bunlardır. Bu motora yakıt arayışında Stalin sonrasında sosyalizm dışı kaynaklara başvurulmuş ve tam tersi sonuçlar ortaya çıkmıştır.

Daha sonraları Brejnev Sovyet halkını “ortak bir ülkeyi, devleti, ekonomik sistemi, kültürü, komünizm ve ortak bir dil inşa etme amacını paylaşan yeni insan toplumu” olarak tanımlayacaktı. Ancak destalinizasyon sarsıntısı, kapitalist piyasa ve demokrasiden esinlenme yanlışları ve Brejnev dönemine özgü risksiz gelişme veya derin dondurucu tercihleri ile komünizm ülküsü bir arada var olamazdı. Yerlileştirme Birliği oluşturan devletlerin siyasal kadrolaşma ve bürokrasisinde kalıcılaşma biçimini aldı. SSCB sathına yayılan kalabalık bir kadro 22 yıllık uzun iktidar döneminde Brejnev’e eşlik etmiştir! Aşağı yukarı aynı kadro kapitalizme dönüşe, Birliğin dağılmasına ve yükselen milliyetçiliklere de imza atacaktır.

 

Kapitalist tıkanma ve Sovyet dersleri

21. yüzyıl itibariyle kapitalizmin sadece milliyetçiliği ve küreselleşmeciliği çökmüş değil. Kapitalizm ulusal dinamiklere bir çerçeve sunma kapasitesini tüketmiş bulunuyor.

Etnik ve bölgesel parçalanma sürmektedir. Ama bunun yanı sıra ortaya çıkan parçacıkların yeni ulusal birliklerin çekirdeğini temsil yetenekleri de yok. Ulusların yükseliş çağının hükmü geçseydi, Balkanlardaki Slav parçalanmışlığına, Ortadoğu’daki parçalanmalara karşıt eğilimler çıkması beklenirdi. Bugün elde kalan, başına “Büyük” sıfatı yakıştırılmaya çalışılan etnik milliyetçi ideolojiler.

Genel olarak, bu etnik temellerin uluslaşması temele ilişkin bir nedenle güçleşmiş bulunuyor. Bu yeni ülkelerin ekonomik yapısında kendi kendine yeterliliğe izin verilmemiştir. Dolayısıyla bir halkın iç dayanışmasının yerini dışa bağımlılığın normalleşmesi almaktadır.

Bölgemizin en önemli iki ulusal direniş ve sorununda birden gözlemlenen parçalarına ayrışma artık aleni. Önümüzde iki Filistin var. Filistin’in birliğinin önüne İsrail devlet terörizminin konduğu doğrudur, ama siyaset her zaman yapısal süreçlere içkindir. Burada önemsenmesi gereken Gazze ve Batı Şeria, Hamas ve El Fetih arasındaki mesafeyi önemsizleştirebilecek eğilimlerin cılızlığıdır.

Kürdistanların da sayısı artıyor! Kürdistan’ın farklı devletlere dağılmış bölgeleri arasındaki karşılıklı etkileşim ve ortak gelecek tasavvuru, her biri kendi Kürt bölgesini baskılayan ulus devletlerin güçlerinin zirvesinde oldukları günlere göre bile daha kopuktur. Burada da bir ıraksama eğilimi göze çarpmaktadır.

Sonuç olarak açığa çıkmış olan partiküllerin uluslaşma olasılığı ufukta yoktur.

Var olduğu ilk günden beri siyasal üstyapıyla, devlet kurmak ile çakışan kapitalist uluslaşma tıkanmıştır. Ulus ile devlet arasındaki nedensellik bağının kopması, burjuva uluslar kategorisi açısından tarihsel bir deformasyondur. Bunu bir demokratik imkân olarak yorumlayan denemelerin inandırıcılığı daha da azalacaktır.7

Burada temel neden sınıfsaldır. İflas eden, burjuvazinin ulus üstündeki önderliği. Bu önderlik ulusun çıkarlarını temsil etmeksizin kurulamaz ve sürdürülemez. Burjuvazi bu kapasitesini yitirmiştir, yitirmektedir.

Burjuvazinin kendisini ulusun temsilcisi olarak sunmasının ideolojik bir yanılsama anlamına geldiğini ve gerçekliği tahrif ettiğini Marx’ın ilk eserlerinden beri biliyoruz. Ancak yanılsama gökten düşmez. Kapitalizmin neo-liberal evresinde daha önceleri söz konusu yanılsamayı ayakta tutan temeller tasfiye edilmiştir.

Egemen sınıfın iktidar enstrümanı olan devlet, bu işlevini ancak sınıflar arasında hakem rolünü de kendine yakıştırıyorsa ve bu role denk gelen başka işlevleri hakikaten hayata geçiriyorsa sürdürebilir. Oysa neo-liberalizmin emeğe saldırısı işin rengini değiştirdi. Kapitalist devlet işçi yurttaşlarını koruma alanının dışına itmiştir. Eğitim, sağlık, kültür politikaları, barınma, ulaşım, sosyal güvenlik, altyapı yatırımları… Meta ilişkilerinin dışında tanımlanan bütün bu konular ekonominin kâr amaçlı sektörleri olarak yeniden yapılandırılmıştır ve bu yeni pazarlarda kâr oranlarının geleneksel sektörlerden daha yüksek olma eğilimi de ortaya çıkmıştır.

Kapitalist ülkelerde kamusal alan 20. yüzyılın uzun bir kesiminde reel sosyalizmin gelişkin emekçi hakkı örnekleri yaratmasının ve işçi sınıfı mücadelelerinin baskısı altında biçimlendi. İşçi sınıfının ve sosyalist ülkelerin politik yenilgisi bu baskıyı ortadan kaldırmıştır. Ancak sonuç yalnızca kapitalist işleyişin bir aksesuarının çıkartılıp kenara atılması değil, yapının yeniden tasarlanmasına taşınmıştır. Değişim, toplumları bir arada tutan çimentonun en önemli unsurunu eritiyor. Sorun işsizlik oranlarının birkaç puan daha yüksek bir eşiğe taşınması veya gelir adaletsizliğinin iyiden iyiye bozulması olarak tarif edildiğinde, akla nicel bir farklılaşma gelebilir. Olay bunun ötesindedir. Devlet büyük sermayenin aracı olma vasfını derinleştirmekte, bunun karşılığında “ulus” temsiliyetini yitirmektedir.8

Kapitalist üretim biçiminin içkin yöneliminden kaynaklanan yukarıdaki çözümsüzlüğe, dolaylı başka dinamikler de eklemleniyor. Neden olduğu başka sorunlar bir yana, 21. yüzyıl başında ivmesi şiddetlenen göç, göç alan toplumlarda halkın teritoryal aidiyetini ortadan kaldırmaktadır. Bu, bir “hiçbir yere ait olmama” durumudur ve bir üst paragrafta işaret edilen yapısal sorunla da bağlantılıdır. Ancak fiziki sirkülasyon, yaşam alanındaki sosyal ve demografik değişim çok hızlanmıştır.

Söz konusu farklılaşmaya, aynı yaşam alanında çok sayıda dil kullanılmasını ekleyin. İnsanlar işyerlerinde, sokakta, alışverişte alışageldik iletişimi sürdürmek için birden fazla dile muhtaçtır ve sonuç daha fazla ve daha derinlikli iletişimin tam tersi, yüzeyselleşme, kısıtlanma olmaktadır.

Üretim biçiminin yapısal bir yönelimi değil, ama yaygın bir sermaye hareketi sonucu kentlerin (ama kırların da) piyasacı dönüşümü aynı yönde etki yaratmaktadır. Ulus ve ülke aidiyeti yurttaş bireyler bazında fiziksel bir yaşam alanıyla somutlanır. Kâr arayışındaki sermaye bu alanları ve bağları imha etmektedir.

 

* * *

 

İnsan aklı bir sorunu, ancak çözümün ipuçları ortaya çıkmaya başladığında algılarmış. İşin ilginç yanı, kapitalist toplumların repertuarında yukarıda bazı veçhelerine değindiğim çözülüşün karşısına konabilecek önlemler de çökmüş durumdadır.

Olası önlemlerin çöküşü 2008 dünya ekonomik krizinde gerçekleşti. Neo-liberal dönemin, çoğu yorumcunun 1929 ile karşılaştırdığı son krizi aslında söz konusu döneme nokta koymalıydı. Yerine alternatif bulunmayınca eskisi tedavülden kalkamıyor.

Alternatif ise akıl yoluyla değil sınıf mücadelelerinin sonucunda ortaya çıkıyor. 1929’un çaresinin Keynesçilikte formüle edilmesi, ona bağlı olarak New Deal’in, sosyal refah devletlerinin kurumsallaşması da öyledir. İşçi sınıfının o zamanlardan bir yüzyıl geriye uzanan ve 1917 Rusya Devrimi’yle zirveye çıkan, ondan sonra da kapitalizmi kuşatan ağırlığı ile tekelci sermaye arasında bir uzlaşma, çıkış yolunu aydınlattı. 2000’lerin başında ise krizle birlikte tekelci sermaye düzenine karşı ağırlıklar şekillenmediği gibi, emperyalist dengelerdeki oynama hegemonya krizinin patlaması biçimini de almadı. Sorun giderek büyüyor, ancak yeni bir sınıfsal dengenin ortaya çıkmasının zemini oluşmuyor.

Bu çözümsüzlükte kapitalizmin iki eğilimi eşanlı olarak sahnede yerlerini alıyorlar. Eski tip milliyetçilikler, ırkçı faşist hareketlerin siyasal iktidara da uzanmalarıyla yükseliyor. Daha yakın dönemli küreselleşme ideolojisi ise krize çarpan yapılanmayı yeniden deniyor.

Milliyetçilik içe kapanma anlamına gelmiyor, neo-liberalizme eklemleniyor. Neo-liberalizm demokrasi makyajından arınıyor…

Görünürde bu kilitlenmenin çözümü yok.

Bu ortamda Sovyet derslerine dönülmemesi imkansızdır. Sovyet deneyinin ulus ölçeğini depolitize etme, burjuvazisiz ulusların birbirlerini asimile etme gereksinimlerinin de kalmaması, kültürel özgür gelişimin önünün açılması gibi özellikleri bugün insanlığın ulusal sorun başlığında yaşadığı kilitlenmenin anahtarını barındırmaktadır.

Dipnotlar

  1. Aydemir Güler, “Sovyetler Birliği’nde Halklar Politikası”, 100. Yılında Büyük Ekim Devrimi, Editörler: E. Z. Suda, N. E. Önal, Yazılama Yayınları, İstanbul, Kasım 2017
  2. A. Güler, “Yüz Yıl Sonra”, soL Portal, 21 Ekim 2017, http://haber.sol.org.tr/yazarlar/aydemir-guler/yuz-yil-sonra-214222 (Son erişim: 23 Kasım 2017)
  3. “Emperyalizmin yarattığı hiyerarşide yükselme ve dolayısıyla emperyalistleşme eğilimi sisteme içseldir. Kapitalist üretim ilişkileri ve bununla bağlantılı olarak siyasi ve askeri dinamikler, her bir ülkeyi bu hiyerarşi içinde hareket etmeye teorik olarak zorlar. Sistem içindeki çelişki ve kriz dinamiklerinin kaynaklarından birisi de bu emperyalistleşme eğilimidir. Bu eğilimin somut sonucu olarak hiyerarşinin tepesinde olmayan ülkeler de sistem içinde bölgesel veya konjonktürel nitelikler taşıyan emperyalist roller üstlenir. Zaman zaman emperyalist hiyerarşide gerilim ve sürtünmelere neden olan söz konusu rollerin emperyalist merkezlerin önünü açacak bir karakter taşıyabileceği ve bu roller için farklı ülkelerin bizzat aynı merkezler tarafından teşvik edilebileceği hiç unutulmamalıdır.” Rusya ve Çin Ekseninde Emperyalizm Üzerine 2017 Tezleri, TKP 12. Kongre Temel Belgeleri, Mayıs 2017. Bkz: tkp.org.tr/tr/temel-metinler/rusya-ve-cin-ekseninde-emperyalizm-uzerine-2017-tezleri (Son erişim: 4 Aralık 2017)
  4. Yazının bu alt başlık altındaki bölümü (1) no.lu dipnotta hatırlattığım kitap bölümünün bir özeti sayılır.
  5. 1970’lerde SSCB’nin Güneydoğusuna (görece geri bölgelere) yapılan yatırımlar Kuzeybatıdan (görece ileri bölgelerden) yüzde 19 fazlayken, 1986’da yüzde 13 daha azdır.
  6. “… ulusların uzun bir iktisadi, siyasal ve kültürel işbirliği sonucunda… bölgesel diller bir tek ortak enternasyonal dil halinde birleşecektir, kuşkusuz, bu dil, elbette ne Almanca, ne Rusça, ne İngilizce olacak, ama bölgesel ve ulusal dillerin en iyi öğelerini içeren yeni bir dil olacaktır.” (Stalin, Son Yazılar 1950-1953, çev: M.Gaziturhan, Ankara: Sol, 2. Baskı Mayıs 1976, s. 56-57)
  7. Bu deformasyonun bir tarihsel imkân, demokratik ve özgür bir yapılanmanın işaret fişeği olarak yorumlandığı liberal esintili ütopyalardan biri de Abdullah Öcalan’ın demokratik konfederalizmidir. Küreselleşmenin geçmişi parçaladığı aşamayı burada betimlenen tarihsel tıkanma emareleri izlemiştir ve Apocu ütopyanın da yaşam süresi dolmuş görünüyor. Demokratik konfederalizm tezinin dünya kapitalizminin kriziyle bağlantılı olarak ele alınması ise bir gereklilik olmaya devam ediyor.
  8. Belçika’daki tartışmalarda, sosyal güvenlik sisteminin bölünen Belçika’da tamamen ortadan kalkacağından hareketle işçi sınıfının ulus devlete sahip çıkması ve bölünmeye karşı konum alması gerektiği tezi Marksist çevrelerce, somut bir bağlamda ortaya atıldı. Benzerleri bizde de dile getirilen bu yaklaşımın geliştirilmesi gerektiği açıktır.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×