Bir Emperyalist Operasyon Öyküsü: Yunanistan’da Ne Oldu?

Aralık ayının ortalarında bir tarihte, Türkiye’deki gazeteler de dahil, bir ülke bütün dünya basının manşetlerine taşınmıştı: Yunanistan “batıyordu”… Bu ani ve eş zamanlı neşriyat akla bir dizi soru getirmekteydi. Örneğin bir ülkenin “batması” ne anlama geliyor? Ya da Yunanistan’daki ekonomik kriz bir gecede mi patlak verdi?

Gazetelerde ilk soruya verilen yanıt kabaca şuydu: Yunanistan’ın kamu borçları 300 milyar doları aşmış, bütçe açığının milli gelirine oranı ise yüzde 12,7 düzeyine çıkmıştı. Bu durumda Yunanistan’ın borçlarını çeviremeyeceğinden endişe edilmekteydi ve “batmaktan” kasıt ta işte tam olarak buydu.

Getirilen bu açıklama ikinci sorunun önemini daha da artırıyor. Yunanistan’ın mali durumu birden bire mi ortaya çıktı? Bu tablo Aralık ayının ortasında mı keşfedildi?

Bir açıdan hayır; Yunanistan’ın kamu borçları uzun zamandır yüksek bir düzeydeydi. Örneğin 2008’deki borç stoğu yaklaşık 365 milyar dolar, yani milli gelirin yaklaşık 1,5 katı düzeyinde bulunuyordu. Bütçe açığı ise henüz 2009 sonundaki kadar yükselmemişti, ancak 2006’dan itibaren yükselen bir eğilim sergilemekteydi. 2008 sonunda bütçe açığının milli gelire oranı yüzde 7,7 düzeyinde bulunuyordu. Aşağıdaki grafikten 2009 öncesinde Yunan ekonomisinin, daha sonra “batmakta olduğuna” kanıt olarak sunulan bu iki gösterge açısından durumu izlenebilir. Grafikte sol eksen kamu borçlarının, sağ eksen ise bütçe açığının milli gelire oranını göstermektedir.


Kaynak: OECD

Bu durumda Aralık ayında birden bire ülkenin “battığının keşfedilmesi”, üzerinde düşünülmesi gereken bir nokta… Bu konuya geçmeden evvel, gerçekten de ülkenin “sıkıntılarının” 2009’un son çeyreğinde hızlanmış olduğuna işaret etmek durumundayız. Hızlanmadan kasıt, borçlanma maliyetlerindeki hızlı artıştır ve bu da 10 yıl vadeli Yunan devlet tahvillerinin seyrinden izlenebilmektedir.


Kaynak: OECD

İkinci grafikten de izlendiği gibi, Kasım ayı itibarıyla kamunun borçlanma maliyetlerinde ciddi bir tırmanma göze çarpmaktadır. Öyle ki, Ekim ayında yüzde 4,8 olan faiz oranı Aralık’ta 5,5’a, Şubat’ta ise 6,5’a çıkmış, yani dört ayda yaklaşık yüzde 41 artmıştır. Peki, bu durum Yunanistan’daki krizin nedeni olarak mı kabul edilecek?

Faiz oranları, dolayısıyla borçlanma maliyetleri bir neden değil, sonuç; öncelikle bunun altını çizmek gerekiyor. Hemen ardından da 2009 sonunda Yunanistan’da bir krizin “tetiklendiğini” vurgulamak durumundayız. Ülkenin mali göstergeler açısından pek de iyi durumda olmadığı biliniyordu, evet; ancak ülkenin ani bir krize sürüklenmesi yalnızca bu “yapısal” nedenlerin birikimli etkisini 2009 sonunda göstermesinden kaynaklanmamıştır. Burada bir “operasyon” söz konusudur ve esas üzerinde düşünülmesi gereken nokta bu operasyonun neden gerçekleştirildiği ve gerçekleştirilmesini olanaklı kılan öğelerin neler olduğu sorularıdır. Bu tür operasyonları Türkiye’nin 2001 krizinden anımsıyoruz. Ya da 2008 krizinde Türkiye’nin mali göstergeler yönünden “ayakta tutulmasından” biliyoruz.

Aralık ayının hemen başında merkezi Londra ve New York’ta bulunan bir kredi değerlendirme kuruluşunun, Fitch Ratings, Yunanistan’ın kredi notunu kırdığı anımsanacaktır. Aynı kurum, Yunanistan’ın kredi notunu kırmasından beş gün önce ise Türkiye’nin notunu yükseltiyordu. Bir başka ifadeyle, uluslararası mali sermaye Yunanistan’a akan paranın bir kısmını aralarında Türkiye’nin de bulunduğu başka piyasalara yönlendirme kararı almış ve düğmeye basmıştı.

Neden?

Bu sorunun cevabını vermek ve Aralık ayında Yunanistan’da neden böyle bir “patlama” meydana geldiğini kavramak için uluslararası mali sermayenin işleyişi üzerinde durmak gerekiyor. Yunanistan’daki bu “patlama”dan sonra gündeme gelen iki konuyu bu çerçeve içerisinde tartışmak durumundayız. Birinci konu, ülkenin para birliğine dahil oluşundan itibaren bazı ABD bankalarının “desteğiyle” gerçekleştirilen “yaratıcı muhasebe” işlemlerine başvurduğu ve kamu borçlarını ve bütçe açığını maskelediği söylentileri. Bu konu açığa çıktığında Angela Merkel’in “bunları para birliğinden atalım” yollu demeçler verdiği halen akıllarda. İkinci konu ise, yine kriz patlak verdikten sonra, başta Fransa Maliye Bakanı Christine Lagarde olmak üzere, özellikle bir finansal türev enstrümanına, “kredi borcu takas sözleşmelerine” (CDS’ler)1 dayalı spekülasyona işaret edilmiş olması.

Şimdi bu iki konuyu, uluslararası mali sermayenin işleyiş mantığıyla birlikte ele almaya çalışabiliriz.

Bir mali sermaye operasyonu

Yunanistan’ın borçlarının “makyajlanması” işlemini kim gerçekleştirdi? Bu sorunun hayli açık bir yanıtı olması bir açıdan ilginç ve bu durum, yapılan operasyon etrafında kopan fırtınanın şiddetiyle ilişkili. Sorunun cevabı ise şu: Bu operasyonun merkezinde, ABD menşeli yatırım bankası Goldman Sachs duruyor.

Goldman Sachs, 2001’le 2009 arasında Yunan kamu borçlarını gizlemek amacıyla döviz ticareti ya da vadeli işlem piyasası araçlarını, yani bir dizi “türev” enstrümanını kullandı. Goldman ve beraberindeki diğer mali sermaye çevreleri bu süreçte yalnızca Yunanistan’ın borçlarını maskelemediler; “kredi borcu takas sözleşmeleri” aracılığıyla ülkenin daha fazla borçlanmasına da aracı oldular.

Peki, nedir bu CDS’ler ve bunların Yunanistan’da patlak veren krizle nasıl bir ilişkisi var?

Kitabi tanımı şu şekilde:

“[Kredi borcu takas sözleşmesi] belirli bir referans varlığa itibari değeri üzerinden koruma sağlayan, düzenli olarak sabit bir ücret veya tek seferlik bir prim ödeyen bir koruma alıcısıyla belirli bir kredi olayı gerçekleşmesi halinde ona ödeme yapacak bir koruma satıcısı arasında yapılan iki taraflı sözleşmedir.”2

Burada söz konusu olan “kredi olayı”, örneğin, kredi derecelendirme kuruluşları tarafından verilen kredi notlarının belirli bir asgari düzeyin altına düşmesi, borcun yeniden yapılandırılması, referans varlık yükümlüsünün, yani esas borçlunun, borcunu ödeyemez duruma düşmesi ve batması, vadesi gelen tahvillerin ödenememesi gibi gelişmeler anlamına gelmektedir. Kredi borcu takas sözleşmeleri şirketler için olduğu gibi ülke borçları için de yapılabilmekte ve bu durumda örneğin Yunanistan’ın kredi notunun düşürülmesi, bu ülkenin borçlarını ertelemesi, borçlarını yeniden yapılandırması gibi gelişmeler CDS piyasasında Yunanistan’ın “batışı”yla aynı anlama gelmektedir.

CDS’lerin spekülatif amaçlarla kullanımı nasıl gerçekleşiyor? Kısaca bu soruya da yanıt verelim. Önce yine “kitabi tanımdan” hareketle spekülatif olanaklardan ne anlaşıldığından söz edebiliriz. Şöyle:

“Kredi borcu takas sözleşmesi bir tarafın maruz olduğu kredi riskini diğer tarafa aktarmasını mümkün kılar. Bankalar, [referans] varlıkların kendilerinin alım satımını yapmadan kredi borcu takas sözleşmelerini kullanarak kamu veya şirket borçları üzerine ticaret yapabilir; örneğin, bir borç takası sözleşmesinde açık pozisyonu olan biri (koruma alıcısı) referans varlık mükellefinin kredi notu düşürüldüğü veya yükümlü borcunu ödeyemediği zaman kazançlı çıkar ve bir alıcı bulabildiği takdirde, borç takası sözleşmesini bir kâr karşılığında satabilir. Bu, referans varlık üzerindeki koruma maliyetinin kredi olayı nedeniyle artmış olmasının bir sonucudur. Borç takası sözleşmesinin ilk alıcısının, hiçbir zaman referans varlık mükellefinin ihraç ettiği bir tahvili satın almış olması zorunluluğu yoktur.”3

Daha “alaylı” ve daha anlaşılır bir tanımı ise New York Times’a konuşan bir bankacının ifadelerinden aktarabiliriz: CDS’ler, komşunuzun evinde yangın çıkma ihtimali üzerine kendinizi yangına karşı sigortalatmaya benzer.4 Kuşkusuz söz konusu olan rantlarını artırmak amacıyla komşunun evini yakmakta” bir an için bile tereddüt etmeyecek mali sermaye grupları olunca, ortaya örneğin “Yunanistan batıyor” naraları çıkıyor.

Bu noktada, 2007’de ABD’de patlak veren krizin uluslararasılaşmasında kritik halka olan Lehman Brothers’ın batışında, yaptığı spekülatif işlemlerle önemli bir rol oynadıktan sonra, ABD devleti tarafından “kurtarılan” Goldman Sachs’ın Yunanistan özelinde oynadığı role geri dönebiliriz. Banka, aralarında JP Morgan Chase’in de bulunduğu bir düzine başka bankayla birlikte Yunanistan’ın ve Avrupa’daki başka ülkelerin batıp batmayacağı üzerine kumar oynanmasını olanaklı kılan bir endeks yaratarak, bir yandan Yunanistan’ın daha fazla borçlanmasına ön ayak olurken, diğer yandan ülkenin “batışı” üzerine oynanan kumardan büyük kazançlar elde etmekteydi. Andığımız endeks, arkasında Goldman ve JP Morgan’ın bulunduğu, Londra merkezli Markit Grup tarafından oluşturulan ve kamu borçlarına bağlı takas sözleşmelerine dayanan “iTraxx SovX Batı Avrupa” endeksi. Krizden hemen önce, 28 Eylül’de oluşturulmaya başlayan bu endeksin kapsamı içindeki sözleşmelerin hacmi Şubat başında 109,3 milyar dolara ulaşmıştı. Bu rakam Ocak ayında ise 52,9 milyar dolar düzeyindeydi.5

Aşağıdaki grafik, yüksek kamu borçlarına sahip beş Avrupa ülkesinin -Yunanistan, İspanya, Portekiz, İtalya ve İrlanda- kamu tahvillerine dayanan CDS’ler üzerinden hesaplanan endeksin Eylül sonundan itibaren izlediği seyri gösteriyor.


Kaynak: www.indexuniverse.com

Grafikten hareketle iki noktaya dikkat çekmekte yarar var: Birincisi, gazetelerin her “Yunanistan batıyor” manşeti atışında ve kredi derecelendirme kuruluşlarının ülkenin notunu her kırışında Goldman Sachs, JP Morgan ve benzeri mali sermaye grupları milyarlarca dolar kazandılar.6 Rakamlar ortada; bir ay içinde sadece bu endeksin işaret ettiği işlemlerde yaklaşık 56 milyar dolarlık bir artış söz konusu. İkincisi, aynı operasyon yalnızca Yunanistan’ın kamu borçları üzerinden değil, mali göstergeler itibarıyla benzer durumdaki diğer AB ülkelerinin tahvilleri üzerinden gerçekleştirilen spekülasyonu da artırmıştır. Yunanistan kadar olmasa da İspanya, İtalya, İrlanda ve Portekiz’in kamu borçlarını “sigortalama” maliyetinin arttığını, dolayısıyla Yunanistan’la beraber bu ülkelerin de “batması” üzerine oynanan kumarın büyüdüğünü görmekteyiz.

O halde burada bir “operasyon” söz konusudur. Son kertede “krizin nedeni budur” diyemeyiz, ancak krizin ne zaman ve ne şekilde çıkarılacağı konusunda mali sermayenin tasarrufunun hiç de küçümsenmeyecek bir düzeyde olduğunu söylemek zorundayız. Bu nedenle bir “operasyon”dan bahsediyor ve bu tablonun, yani Aralık ayı itibarıyla Yunanistan’ın “batırılmasının” bir “karar” boyutu olduğuna işaret ediyoruz.

“Bu operasyonu kim yaptı?” sorusunun bir yanıtı olduğunu yukarıda belirttik. Geniş anlamda bu bir ABD operasyonuydu ve kriz patlak verdikten sonra başlayan “IMF mi, AB mi?” tartışmasının bu tabloyla bir ilişkisi bulunduğunu söyleyebiliriz. Ancak operasyonun ABD ve genel anlamda ABD merkezli mali sermaye tarafından gerçekleştirilmiş olması, AB’nin mali tekellerinin bu durumdan bir kazancı olmadığı anlamına gelmez. Bunu doğrulamak için şu kadarını aktarmak sanırım yeterli olacaktır: Avrupa bankalarının, özellikle İsviçre merkezli Credit Suisse ve UBS, Fransız Société Générale ve BNP Paribas ve Alman Deutsche Bank’ın en büyük takas sözleşmesi alıcıları oldukları biliniyor. Bunun nedeni de açık; çünkü bu bankalar aktiflerinde büyük miktarda kamu borç kağıdı bulunduruyorlar. Uluslararası Ödemeler Bankası’nın verdiği rakamlara göre Fransız bankalarının bilançolarında 75,4 milyar dolar, İsviçre bankalarının bilançolarında 64 milyar dolar, Alman bankalarının bilançolarında ise 43,2 milyar dolar değerinde Yunan bono ve tahvili bulunuyor. Önce Yunan tahvillerini satın alıyor, sonra bunları takas piyasasında “sigortalatıyor” ve Yunanistan daha yüksek faizle borçlandıkça ellerindeki takas sözleşmelerini satıp, para kazanıyorlar.

Bu kabaca şöyle gerçekleşiyor: Diyelim ki Deutsche Bank elindeki 100 euro değerinde, 2 yıl vadeli Yunan tahvili için yüzde 5 faizle bir takas sözleşmesi yaptı. Bunun için koruma satın aldığı kuruma, herhangi bir “kredi olayı” gerçekleşmezse 2 x(0.05 x 100)=10 euro ödeme yapacak. Birinci yılın sonunda Yunanistan’ın borçlarını çeviremeyeceği beklentisinin yükseldiğini ve CDS faizinin yüzde 5’ten yüzde 15’e çıktığını düşünelim. Bu durumda Deutsche Bank elindeki yüzde 5 faizli CDS’yi satıp, yüzde 15 faizli CDS’yi satın alarak spekülatif bir kazanç elde edebiliyor. Şöyle ki, yılsonunda yüzde 5 faizli CDS’yi sattığında 2 yıl için 10 euro ödeyecek, ama ikinci yılda 1 x (0,15 x 100) = 15 euro kazanacak, yani 5 euro kâr elde edecek. Bu bir spekülasyondur; çünkü CDS faiz oranlarının, dolayısıyla arka plandaki kamu tahvilleri üzerindeki faiz oranlarının ne olacağı hakkındaki beklentiler üzerine oynanan bir kumar söz konusudur. Her büyük kumarda olduğu gibi, bu da salt bir olasılık hesabı değildir. Piyasa yapma gücü olan mali tekeller, yukarıda da belirttik, komşunun evini kundaklayıverirler.

Öyle de yaptılar… Depository Trust and Clearing Corporation’ın verilerine göre Yunanistan’ın kamu borçlarına dayanan toplam CDS’lerin değeri, Şubat 2009’da 38 milyar dolarken, Şubat 2010’da 85 milyar dolara çıktı.7

 

Burada bir soluk alıp, yeni bir soru sormanın zamanıdır: ABD merkezli mali sermayenin bu “operasyonu” genel olarak ABD emperyalizminin siyasi yönelimleri içerisinde bir yere oturmakta mıdır, yoksa salt “iktisadi rasyonellere” mi dayanmaktadır?

ABD emperyalizmi sürecin neresinde?

Ortada bu çapta bir operasyon varsa, bunun basitçe birkaç mali sermaye grubunun dar anlamda çıkarı gereği gerçekleştirilmiş olduğunu düşünmek büyük yanılgı olur. Emperyalizmin, devlet aygıtıyla mali sermaye arasında bütünleşme anlamına geldiğini Lenin’in emperyalizm tahlilinden beri biliyoruz. Kaldı ki burada bahsettiğimiz mali sermaye grupları, özel olarak Goldman Sachs, bizzat ABD devletinin kendisi haline gelmiş olan, şu meşhur “batmak için çok büyük” diye nitelenen kurumlardan bir tanesi. Obama, Goldman’ın en büyük rakipleri Lehman Brothers ve Bear Stearns’ün batmasını izlerken, bu mali sermaye grubuna 14 milyar dolar kamu kaynağını boca etmişti. Aradan bir yıl geçmeden ise bu kez ABD Sermaye Piyasası Kurumu (Securities and Exchange Commission, SEC) Goldman’a karşı bir dolandırıcılık davası açarak, grubu bir koruma fonunun, eşik altı ipotek kredilerine dayanan bir mali enstrüman olan teminatlı borç yükümlülüklerini (Collateralized Debt Obligations, CDO) tasarlamasına yardımcı olmakla suçladı.8

Bu “aşk-nefret” ilişkisinin Yunanistan’la ne alakası var? Çok alakası var, çünkü birincisi, Obama yönetiminin ABD’deki krizi kısmen de olsa kontrol altına alabilmek için bankacılık sektörüne getirdiği düzenlemeler aşağı yukarı Yunanistan’daki patlamayla aynı tarihe denk geliyor. Bu düzenlemelerin çerçevesini tartışmak bu yazının sınırlarını aşıyor9, fakat şu kadarı kaydedilebilir: Yunanistan’ın, ABD içerisinde estirilen “popülizm” rüzgarının öncesinde mali sermayeye verilmiş “küçük” bir armağan olduğu anlaşılmaktadır.

İkinci ilişki, ABD’nin emperyalist sistem üzerindeki hegemonyasının devamının sağlanması üzerinden kurulabilir. ABD devleti, krizin varmış olduğu boyutlarda bir dizi önlem almaya mecbur olduğunun kuşkusuz ki bilincinde. Bu önlemlerin bir boyutu, bütünüyle kuralsızlaşmış mali işleyişi kısmen de olsa dizginlemek. Dizginlemekten kastım, kuralsız yapının bütünüyle ortadan kaldırılması değil; gerektiğinde iş görebilir tahliye musluklarının oluşturulması. Önlemlerin bir diğer boyutu ise doların uluslararası rezerv para rolünün sürdürülmesi ile ilişkili. Alttaki grafikten de görüldüğü gibi, her ne kadar ABD cari açığının milli gelire oranı krizin hemen öncesinde ulaştığı yüzde 14,4’lük yüksek düzeyden yüzde 8 düzeyine gerilemiş olsa da, kurtarma paketleriyle şirketlere aktarılan muazzam boyuttaki kamu kaynakları nedeniyle bütçe açığının milli gelire oranı yüzde 2,5 düzeyinden yüzde 11,1’e çıkmış bulunuyor. Bu da ABD’nin bir yandan cari açığını kontrol altına alırken, diğer yandan dış kaynak teminini sürdürmek zorunda oluşunun yarattığı ikilemin devamı anlamına geliyor. Başka bir ifadeyle ABD emperyalizminin, hem doların daha fazla değer yitirmesine hem de “güçlü doların” oynadığı uluslararası rezerv para rolüne ihtiyacı var.


Kaynak: Bureau of Economic Analysis

O halde Yunanistan’a yapılan müdahalenin bu açıdan kritik bir işlevi olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bu müdahaleyle birlikte, doların uluslararası mali sistemdeki rolüne rakip olabileceği iddia edilen, bir süre önce “çift rezerv paralı sistem olur mu?” tartışmalarına vesile olan Euro’nun, özellikle Kasım ayından itibaren dolar karşısında hızla değer kaybettiğine tanık olduk.

Dolayısıyla Yunanistan’ın “ipinin çekilmesinin” ABD açısından bir anlamı da bu gelişmede aranmalı. AB’nin zayıf karnı olan para birliği dayatmasına Yunanistan üzerinden yapılan müdahalenin ABD emperyalizmi açısından “verimli” bir başlık olduğunu söylemek mümkün. Zira euronun dolar karşısında değer kaybetmesini durdurmak, AB açısından hızlı bir müdahaleyle, Nisan ve Mayıs aylarında 20 milyar euro borç ödemesi yapması gereken Yunanistan’a düşük faizle borçlanma olanağı yaratmak anlamına gelmekteydi. Ancak böyle bir müdahalenin, Yunanistan’la benzer durumdaki diğer ülkeler -özellikle Portekiz, İspanya, İtalya ve İrlanda- için de gerekli olabileceği endişesi bu adımı geciktirdi ve AB’yi euronun geleceği etrafında dönen bir iç tartışma sürecine sürükledi.

Euronun geleceğinin tartışılmasının her halükarda ABD’nin çıkarına olduğunu söylemek, emperyalist odaklar arasındaki ilişkiyi fazlasıyla basite indirgemek anlamına gelir. Kaldı ki emperyalist odaklar arasında rekabet kadar, belirli bir “paradigma” ortaklığı anlamına gelen bir işbirliğinin de önem taşıdığını ve özellikle ABD-AB ilişkilerinin son otuz yılında bu boyutun hayli ön planda bulunduğunu biliyoruz. Krizin derinliği, ABD’nin emperyalist sistemdeki hegemonyasını sürdürme çabasının karşı karşıya kaldığı kısıtlar vesaire bu çerçevede bir takım oynamaları beraberinde getirdi kuşkusuz. Ancak bu “oynaklıkların” tek başına ABD-AB rekabetiyle açıklanması olanaklı değil. Daha geniş bir “düzenleme” ve müdahale çerçevesi üzerinde düşünmek durumundayız.

Bu çerçevenin başka unsurlarına, Papandreu’nun Mart başında Obama’yla yaptığı görüşme üzerine bir açıklama yayımlayan Yunanistan Komünist Partisi’nin (KKE) bildirisinden aktaralım:

“Her şey PASOK hükümetinin, ülkenin egemenliği pahasına ve bölgede emperyalist planların ilerletilmesi adına ciddi tavizler verdiğine işaret etmektedir. Hükümet halka Yunan ve Türk zenginlerinin ortak petrol aramaları, Ege Denizi’nin füze kalkanı kapsamına alınması ve Ege Denizi’ndeki ‘gri bölgelerin’ meşrulaştırılması hakkındaki iddialara ilişkin verdiği tavizleri açıklamalıdır.”

“PASOK hükümeti halka, sermayenin doğal kaynaklar, doğalgaz ve petrol yolları üzerindeki hakimiyet kurmasını sağlamak adına Balkanlar’daki emperyalist çıkarların daha aktif biçimde desteklenmesi, Kosova’nın bağımsızlığının tanınması, Eski Yugoslav Cumhuriyeti Makedonya’nın bir protektora olarak kullanılması konusundaki rolünü açıklamalıdır.”10

Buradan hareketle, Balkanlar üzerindeki hegemonyanın pekiştirilmesi ve hem Avrupa deniz ticaretinin hem de petrol ve doğalgaz yollarının en önemli çıkış noktasının denetim altına alınmasının müdahalenin önemli bir diğer boyutu olduğunu tespit edebiliriz. Bu müdahalenin özellikle, ABD hegemonyasının tam anlamıyla kapsayamadığı, ancak doğrudan bu hakimiyete karşı da çıkmayan iki gücü, Rusya ve Çin’i ilgilendiren boyutları olduğunu da buna ekleyebiliriz.

Genel olarak ABD emperyalizminin Bush döneminde askeri açıdan giriştiği, bütün kritik coğrafyalarda var olma politikasının, Obama’yla beraber daha fazla araçla, bütün kritik coğrafyalarda yeni mevziler kazanma çabasına dönüştüğünü görüyoruz. Afganistan işgalinin Pakistan’a uzanmasını, Yemen’e yapılan müdahaleyi, Tayvan’a silah satışları üzerinden gerçekleştirilen provokasyonları, Romanya’ya füze bataryaları yerleştirilmesini ve Afrika Boynuzu’nda Hint Okyanusu’nun denetimi için atılan adımları buna örnek gösterebiliriz.11 Kısacası bu gelişmeler, emperyalizmin istikrarsızlaştırıcı müdahalelerinde bir yoğunlaşmanın söz konusu olduğunu işaret ediyor.

Avrupa Birliği küme düşer mi?

PASOK hükümetinin açık işbirliğiyle Yunanistan’a yapılan operasyonun başlangıcında AB’nin emperyalist çekirdeği, Fransa ve Almanya, daha bütünlüklü bir tepki üretmekteydi. Yunanistan’ın “IMF’ye giderim” tehdidi, bu çekirdek tarafından “kabul edilemez” diye niteleniyor; özellikle Merkel Almanya’sının “bizden kuruş çalışmaz” şeklinde özetlenebilecek yaklaşımı, “borçlarınızı ödeyemiyorsanız adalarınızı satın” tehditlerine değin varıyordu. Fransa’nın “IMF’siz çözüm” diretmesinde ise para birliği üyesi bir ülkenin IMF’ye, yani ABD’ye teslim edilmesinin siyasi bedelinin ağırlığıyla birlikte, IMF Direktörü Dominique Strauss-Kahn’ın gelecek Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Sarkozy’ye rakip olacağı söylentilerinin de bir payı bulunuyordu.

Sonuç olarak Aralık ayından Şubat sonlarına kadar AB’nin emperyalist çekirdeği, aralarında Yunanistan’ın para birliğinden çıkarılması ve bir Avrupa Para Fonu’nun kurulması gibi tekliflerin de bulunduğu bir dizi öneriyi tartışırken, herhangi bir adım atmadı ve süreç içinde AB’nin iç çatlakları giderek genişledi. Mart ayından itibaren Almanya’nın PASOK’un restini görerek “istiyorlarsa IMF’ye gidebilirler” yaklaşımını benimsemesi, Yunanistan için bir “kurtarma” fonu oluşturulmasını savunan Fransa’yla Almanya arasındaki açının genişlemesine neden oldu.

Esasen tartışmanın önemi euronun ve buna bağlı olarak Avrupa Birliği’nin geleceğinin ne olacağı noktasında düğümlenmekteydi. ABD’nin, IMF eliyle, sürece müdahalesine koşulsuz izin verilmesi, AB’nin bir siyasi birim olarak sonuna işaret edecek ve onu emperyalist odaklar arasında küme düşürecek bir gelişme olarak algılanacaktı. Öte taraftan AB’nin meseleye bütünüyle kendi kurumları üzerinden bir müdahalede bulunması ise sıradaki başka ülkelere de kapı aralayacak ve seçim öncesi Almanya ve Fransa gibi ülkelerdeki sağcı iktidarları zorlayacak sonuçlar yaratacaktı.

Sonuç olarak bu tartışma 25-26 Mart tarihlerinde gerçekleşen Avrupa Komisyonu toplantısında alınan kararla geçici bir “çözüme” kavuşturulmuş oldu. Bu toplantıda, Yunanistan talep ettiği takdirde Euro Bölgesi’nde bulunan 16 ülkenin tamamının onay vermesi şartıyla ve IMF’nin de katılımıyla Yunanistan’a toplamı 22 milyar euroya ulaşan bir kaynak ayrılması kararlaştırıldı. Almanya karara, hem IMF’nin de dahil edilmesi hem de aktarılacak kaynağın aşağı yukarı piyasa faiz oranlarıyla verilmesi şartlarını koydurarak, bir açıdan istediğini almış oldu.

Bunun yanı sıra, bu kararla Almanya ve Fransa’nın AB’nin çeperinde yer alan Yunanistan ve benzer durumdaki ülkeler üzerindeki dayatmalarını daha da kuvvetlendirmesine zemin sağlanmış oldu. Kararın basına yansıyan ilk taslağında Avrupa Konseyi’nin bir çeşit “iktisadi hükümet” olmasından söz edilmekteydi. Bu ifade toplantı sonunda, bazı ülkelerin bunun egemenlik gaspı anlamına geleceği yönündeki itirazları nedeniyle, “ekonomik yönetişim organı” şeklinde, yani AB emperyalizmine yakışır bir ikiyüzlülükle revize edildi.12

Dolayısıyla Yunanistan, AB’nin aldığı bu kararla söz konusu fondan yararlansın ya da yararlanmasın, uzun bir süre, bir yandan yüksek maliyetle borçlanmaya devam ederken diğer yandan da hem AB’nin hem de IMF’nin daha yoğun müdahalesiyle yönetilecek. Üstelik bu Aralık-Mart döneminde PASOK’un açıkladığı, toplamı 15,8 milyar euroya ulaşan “önlem paketleri”nin üzerine binen bir yük olacak. Yunanistan’ın böyle bir yükü taşıyıp taşıyamayacağı ise bir muamma…

Sınıf mücadelesi ve olasılıklar

Söz konusu paketler içerisindeki bazı uygulamalar şunlardı: Devlet memurlarının maaşında yüzde 10 kesinti yapılması, fazla mesai ücretlerinin düşürülmesi, kamuda istihdamın azaltılması, sübvansiyon ve emeklilik fonlarında kesintiye gidilmesi, sağlık harcamalarının azaltılması, benzin, sigara, alkollü içkiler, cep telefonları gibi ürünler üzerindeki vergilerin artırılması, ücretli tatil hakkının gasp edilmesi… Kısacası paketler, Aralık ayından bu yana Yunan emekçilerinin dört kez genel greve gitmelerine vesile olan bir dizi halk düşmanı politikanın uygulanmasıyla bütçe açığını milli gelirin yüzde 12,7’sinden yüzde 8,7’sine çekilmesi taahhüt ediyordu.

Yunan emekçilerinin büyük ölçüde örgütlü olması ve Yunanistan Komünist Partisi’nin krizin başından itibaren sermaye egemenliğine karşı verilen mücadeleye öncülük etmesi gibi faktörler hesaba katıldığında, bu paketler ve sonrasındaki emperyalist müdahale, ülkenin daha uzunca bir süre benzeri halk düşmanı politikalarla yönetilmesinin ciddi siyasi sonuçlar doğuracağı anlamına geliyor.

Yunan işçi sınıfı Aralık’tan bu yana dört kez genel greve gitti; bir defa borsa binasını, ardından içerisinde Maliye Bakanlığı binasının da bulunduğu pek çok kamu binasını işgal etti. Yunan köylüleri AB’nin tarım politikaları nedeniyle ülke tarımının çöküşünün yarattığı yoksulluğu protesto etmek üzere otoyolları kapattı. 8 Nisan’da toplam 60 şehirde vergi gelirlerinin sermayeye aktarılmasını protesto etmek amacıyla kitle gösterileri düzenlendi. Aynı gün işçiler ve işsizler, aralarında Çalışma Bakanlığı’nın da bulunduğu kamu binalarını işgal ederek, işsizliği protesto etmek amacıyla bir oturma eylemi gerçekleştirdi. Son olarak, 21-22 Nisan tarihlerinde 48 saatlik bir genel grev çağrısında bulunuldu.

Bütün bu eylemliliklerin bir öznesi var: Tüm İşçilerin Militan Cephesi (PAME) ve KKE. Yapılan dört genel grevin ikisi doğrudan PAME tarafından örgütlenirken, diğer iki grevin gerçekleşmesine de KKE ve PAME önayak oldu. 21-22 Nisan’da yapılacak iki günlük grevin çağrısını da yine bir sınıf sendikası olan PAME yapıyor.

Bu eylemlerde PAME tarafından öne sürülen başlıca yedi talep bulunuyor: Herkes için iş güvencesi; 5 günlük iş haftası, 7 saatlik işgünü; asgari ücretin 1400 euroya çıkarılması; emeklilik yaşının normal işlerde kadınlar için 55’e, erkekler için 60’a, tehlikeli mesleklerde ise kadınlar için 50’ye, erkekler için 55’e indirilmesi; işsizlerin ve ailelerinin kapsamlı bir program dahilinde desteklenmesi, yalnızca gıda yardımı yapma politikalarına son verilmesi; işsizlik ödeneğinin, hiçbir şarta bağlı olmaksızın, 1120 euro olması ve işsizlik döneminin bütünü boyunca ödenmesi; sağlık hizmetlerinin bütünüyle parasız hale getirilmesi ve büyük işletmelerin yüzde 45 oranında vergilendirilmesi, bu şirketlere tanınan bütün vergi muafiyetleri ve imtiyazların kaldırılması.

İşsizlik konusunda ise şu talepler öne sürülüyor: İşsizlik ödeneğinin, bütün işsizlik dönemi boyunca ödenmek kaydıyla asgari ücretin (1400 euro) yüzde 80’ine çıkarılması; bütün işsizlere derhal kişi başı 1000 euro işsizlik yardımı yapılması; işsizlerin bütün borçlarının dondurulması; işsizlerin hiçbir koşula bağlı olmaksızın sağlık hizmetlerinden yararlanmasının ve ücretsiz ilaç alabilmelerinin sağlanması; işsizlerden elektrik, telefon ve su parası alınmaması; işsizlik süresinin emeklilik için gerekli çalışma süresinden sayılması; sağlık, sosyal güvenlik ve eğitim sektörlerinde kitlesel ölçekte istihdam yaratılması; çalışma saatlerinin derhal azaltılması; çalışmaya başlayan gençlerin derhal sigortalanması; herkes için düzenli ve kalıcı iş güvencesinin sağlanması.

PAME’nin “sınıfa karşı sınıf” diye özetlenebilecek talepleri, gerçekleştirdiği eylemlerin biçimi, kitleselliği ve etkinliği, Yunanistan’da sınıf mücadelesinin son aylarda hızla keskinleştiğinin bir göstergesi. Yunanistan’ın içerisine sürüklendiği krizin oluşumunda ve derinleşmesinde birinci derecede sorumluluğu olan AB ve ABD emperyalizmine karşı mücadelenin de ihmal edilmediğini buna ilave etmeliyiz.

Emperyalizm bastırır, Yunanistan’daki sermaye iktidarı saldırılarını yoğunlaştırırken, Yunan işçi sınıfı da bir karşı saldırı gerçekleştiriyor ve açıklanan paketleri geri püskürtmek üzere var gücüyle mücadele ediyor. Henüz bir “devrimci durum” tespiti yapabilme olanağı bulunmasa da mevcut tablonun sertleşerek devam edeceğini şimdiden söyleme imkanına sahibiz.

Akla gelen bir soru şu: Eğer krizin bir “emperyalist operasyon” boyutu varsa, Yunanistan’da güçlü bir komünist partisinin ve örgütlü bir işçi sınıfının olduğunu bile bile bu hamleyi yapmaya nasıl cüret edebildiler?

Bu soruya birbirlerinin alternatifi olmayan, iç içe geçmiş bazı olasılıklar üzerinden cevap verebiliriz. Birinci ihtimal, emperyalizmin Yunanistan’da KKE ve işçi sınıfı hareketinin yükselişinin izole edilebileceğine güveniyor olmasıdır. AB üyesi ve etrafı NATO üyeleriyle sarılmış bir Yunanistan’a bölge ülkeleri aracılığıyla müdahale etmek işten olmasa gerek. Zaten bu müdahale siyasi olarak yaşanıyor; gerekirse askeri düzeyde de örgütlenebilir. NATO’nun “yeni güvenlik konsepti”ni boşuna üretmediler… Başka bir deyişle, emperyalizm hem Yunan kapitalizmine güveniyor hem de olası bir “savrulma” yaşandığı takdirde ülkenin izole edilebileceğini varsayıyor diyebiliriz.

İkinci olasılık, Yunanistan’da yükselen işçi sınıfı hareketinin bölünmesidir. Zira bu işlemi gerçekleştirmeye aday bir parti, Synaspismos, ve sendikalar, ADEDY ve GSEE, mevcuttur. Synaspismos’un da üyesi olduğu Avrupa Sol Partisi’nin Mart ayında Yunanistan’daki durumla ilgili öne sürdüğü, özünde PASOK’un saldırı paketlerini biraz daha yumuşatmayı öneren taleplere bakınca bu olasılığın da hesaba katılmak durumunda olduğu daha net anlaşılıyor.13

Son olarak, bölgenin topyekun bir siyasi kaosa sürüklenmesi olasılığı üzerinde düşünmek gerekiyor. Türkiye’nin durumuna bakıldığında bu olasılığın da yabana atılmaması gerektiği açık… Zira emperyalizm dokunduğu her coğrafyayı istikrarsızlaştırıyor.

Dipnotlar

  1. CDS: Credit Default Swap
  2.  Choudry, M., The Credit Default Swap Basis, Bloomberg, New York, 2006, s.8-9.
  3.  Choudry, M., age, s.9-10.
  4. Tanımı yapan Philip Gisdakis, Münih’teki UniCredit kredi stratejisi bölümü başkanı, http://www.nytimes.com/2010/02/25/business/global/25swaps.html
  5.  http://www.nytimes.com/2010/02/25/business/global/25swaps.html
  6. Çok manidar bir gelişme de şu olmuştur: PASOK hükümeti Şubat ortasında Kamu Borç Yönetimi İdaresi’nin başına Petros Christodoulou’yu getirdi. 1960 doğumlu Christodoulou, Credit Suisse ve Goldman Sachs’da küresel piyasalar dairesinde çeşitli pozisyonlarda çalışmıştı. Ayrıca JPMorgan’da türev işlemleri bölümünü yönettikten sonra, kısa vadeli işlemler ve “yükselen piyasalar” bölümlerinin başında bulundu (http://people.forbes.com/profile/petros-christodoulou/55810). Bu ciğeri kediye emanet etme hamlesini görünce “işte Yunanistan’ın Kemal Derviş’i” demekten kendimizi alamıyoruz.
  7.  IMF’nin Ocak sonunda yayımladığı Finansal İstikrar Raporu’na göre, toplam CDS tahvillerine yapılan “yatırım”, Ekim 2009-Ocak 2010 arasında şirket tahvillerine yapılan “yatırıma” kıyasla 5 kat fazla arttı. Özellikle Portekiz, İspanya ve Yunanistan’ın ihraç ettiği tahvillere olan talep ise bu dönemde “patladı”.
  8.  “Goldman Sachs Charged with Fraud”, Wall Street Journal, 17 Nisan 2010.
  9. Bu konuda soL haber portalında yayımlanmış şu makalelere bakılabilir: Boratav, Korkut, “Obama Popülizme Sığınıyor”, 31.01.2010; Birdal, Alper, “İflas Etmek İçin Çok Büyük, Saldırmak İçin Çok Güçlü”, 25.01.2010.
  10.  Yunanistan Komünist Partisi, “The plutocracy celebrates the new attack on the people’s interest”, http://inter.kke.gr/News/2010news/2010-03-papandreou-obama
  11. Bu konularda şu makalelere bakılabilir: Günay, Yiğit, “Yemen: Bir Savaşın Arka Planı”, Gelenek, sayı:109, Ocak 2010 ve Hülagü, Funda, “Emperyalizmin Hint Okyanusu Planı”, Gelenek, sayı: 110, Şubat 2010.
  12.  Castle, S. ve M. Stalmarsh, “Europeans Reach Deal on Rescue Plan for Greece”, New York Times, 25 Mart 2010.
  13.  Talepler için şu adrese bakılabilir: http://www.european-left.org/nc/english/home/news_archive/news_archive/zurueck/latest-news-home/artikel/crisis-and-the-european-south-the-response-of-the-european-left. Türkçe çevirisi şu makalede bulunabilir: Birdal, Alper, “Dünyada Emekçi Sınıfların ve Solun Durumu”, Gelenek, sayı: 110, Şubat 2010, s.29.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×