Bir Kimliksizleşme ya da Kimlik Arayışı Hikayesi Üniversiteler

Üniversiteler 1

“Bana kaç kişi olduğumuzu sordu. Sekiz deyince, ‘Deli misiniz? Sekiz kişi ne yapabilir ki?’ diye çıkıştı. Babam, ihtiyardı hoş görülebilir. Zaman da farklıydı. Ama sen gençsin, Konsomol’dasın, gözü pek olmalısın. Yan çizmek niye? Senin ruhunun büyüklüğünü biliyorum. Niçin onu zincire vuruyorsun?”2

Sezdiğimiz, gözlemlediğimiz, analiz ettiğimiz, içinde ve karşısında durduğumuz, değiştirmeye çalıştığımız üniversitelerin baskın görüntüsüne ilişkin bir tarifle başlayalım:

“Artık bu ülkede ‘her şey’, üniversite öğrencileri için, farksızlık eğrileri üzerindedir. Bir söğüt bedeni kadar idraksızdırlar; ülke, bağımsızlık, insan veya aşk ve onur kavramlarından yoksundurlar.

Yakup Kadri, Yaban’da, ‘bunu yazarken, ellerim titriyor’ diyordu. Şimdi üniversite halkı, öğrencisi profesöründen ve profesörü öğrencisinden cahil üniversite halkı, şimdi ülkenin en yabanı’dırlar.

Üniversite öğrencileri mi, hazzı ve duymayı hiç bilmiyorlar.

İnsandan çıkışı tarif ettiğimi biliyorum.”3

Görüntünün baskınlığı, akademisyenlerin ve öğrencilerin bütününü kapsamasından değil, karşısında güçlü bir alternatif olmadığı ölçüde, ana eğilim olarak belirmesinden ve üniversitenin her iki temel unsuru için de belirleyici olmasından kaynaklanmaktadır. Açıktır ki, üniversitelerdeki ilerici, aydınlanmacı unsurlar ya kadrajın dışında kalmış ya da çerçevenin içerisinde “etkisiz eleman” olarak yer almıştır.

Ancak söz konusu tanım ile üniversite nesnelliği arasında, matematik terimleri ile açıklamaya devam edecek olursak, “bire bir ve örten” bir ilişki yoktur. Karanlık belirleyendir ama yükseköğretimin bütünü değildir. Zaten aksi, bu yazının, hatta sadece bu yazının değil, üniversitelerde siyasi mücadelenin baştan önemsizleştiği anlamına gelirdi.

O halde, önümüzde bir soru durmaktadır:

Bahsi geçen ana eğilim eksi yönde artan bir ivme ile birlikte mi anılacak, yoksa ani bir dönüşümün, bu anlamda bir kopuşun parçası mı olacaktır?

Kestirme yoldan, bu soruya sınıflar mücadelesinin nihai sonucunun cevap vereceğini söylemek, eskilerin deyimi ile “son tahlilde” doğrudur. Sınıflar mücadelesinde üniversitenin tuttuğu yer küçümsenmeyecekse, bu alandaki siyasi, ideolojik ve teorik mücadele başka yerlere havale edilmeyecekse eğer, düzenin tercihleri ve müdahaleleri doğru okunmalı, kendi açımızdan değerlendirildiğinde üniversite-toplum ilişkisi göz önünde tutularak gerekli yanıt güçlü bir şekilde verilmelidir.

Bu nedenle de, bu yazının bir durum değerlendirmesinden ziyade, mücadele başlıklarının belirlenmesi niyeti ile okunmasında fayda vardır.

Darbenin altında kalan üniversiteler…4

Türkiye’de, siyaseten en çok referans gösterilen yıl hangisidir diye sorsalar, azımsanmayacak bir çoğunluğun 1980 diyeceği aşikardır.5 Ve bunun nedeni, tek başına, öncesinde ve sonrasında çekilen acılar, darbe olmuş daha ne olsun sitemi, kaybetmiş olmanın verdiği üzüntü vs. değildir.

Topluma ve özel olarak sol harekete yönelik diğer etkileri bir yana, Eylül darbesi ve darbenin sonraki taşıyıcıları, insan aklına büyük bir şiddet ile saldırmış, toplumsal hafızanın silinmesine yönelik önemli mevziler kazanmışlardır. Bir anlamı ile, 1980, öncesi ve sonrası olmayan bir tarih olarak kalmıştır.

1980, Türkiye halkları için “akıl tutulması”dır. Ve tutulan akıllara müdahale gecikmemiştir.

“(…) karşı-devrim, üzerinden yükseldikleri dahil olmak üzere tüm ideolojik, kültürel ve siyasal unsurların yeni bir değişim rotasına sokulması anlamına da”6 geldi ve bu değişim rotasının adı, dünyada 80’lerin başında Thatcher ve Reagan ile birlikte anılan liberalizm oldu. Ülkemizdeki ana taşıyıcısı ise, pervasız ve görgüsüz, “zenginleri seven” Turgut Özal’dı.

“Karşı-devrim, burjuva terörünün sonuçlarını miras edinen liberalizmin eliyle sürdürüldü. Bu nokta, yani ANAP liberalizminin ‘has ve ortalama modern burjuva ideolojisi’ sayılırken aynı zamanda karşı-devrimci bir karakter taşıması önemlidir. 12 Eylül, düzenin ideolojik ve siyasal yelpazesinin aşırı daraltıldığı, burjuva demokratizmi ile faşizmin örtüştüğü bir yapılanmanın açılışını yapmış, Özallı ANAP bu yapılanmanın programını yazmıştır.”7

Programın temel hedefi, ekonomik bir müdahaleden çok, ideolojik alanda liberalizmin yerleşiklik kazanması ve toplumun içerisinde yer edinmesidir. Doğası gereği, kitleler ile arasına mesafe koyan liberalizm bir yandan, darbe koşularının hemen sonrasında toplumun örgütlü siyasetten uzaklaştırılmasının bir aracı oluyor, bir yandan da kamuculuk, aydınlanmacılık, kalkınmacılık gibi değerlerin tasfiyesine soyunuyordu.

Düzenin en önemli ideolojik kurumlarından biri olan üniversitelerde bu süreç, olanca ağırlığı ile hissedildi. Öyle ki, yaklaşık on yıl boyunca düzenin üniversite programında yazan tek başlık, solun üniversitelerdeki düşünsel varlığına ve beslenme kaynaklarına müdahale edilmesi oldu.

Özelinde ifade edecek olursak; 1982 yılında YÖK’ün kurulmasıyla, üniversiteler üzerindeki merkezi otorite artırıldı ve işe solcu, ilerici akademisyenlerin görevlerinden uzaklaştırılması veya üniversite içinde yalnızlaştırılması ile başlandı. Yükseköğretim kurumlarında, gerici örgütlenmelerin önü açıldı. Liberalizm, gericiliği besleyerek ve gericilikten beslenerek bilimsel akla saldırdı. Türk-İslam sentezi bu saldırının adıydı.8

1984 yılında ise, “kâr amacı gütmeyen vakıf yükseköğretim kurumu” statüsü ile (bu statü, 1992 yılında yasalaşmıştır) Bilkent Üniversitesi faaliyete geçti ve vakıf üniversiteleri için kapı aralanmış oldu. Eş zamanlı olarak, yükseköğretimde, Amerikan modelinin merkeze alınması ile birlikte, bilimsel bilgi üretimi büyük bir hızla terk edilmeye başladı. Her ile bir üniversite fikrinin temelleri bu yıllarda atıldı. Açılan yeni üniversiteler, gerici örgütlenmeler için bir kaynak anlamına gelirken, ilerici öğretim üyeleri için sürgün yeri oldu.

Yakından bakıldığında, ortaya çıkan tablo çok sadedir. 1980’den 1990’ların başına kadar geçen süre içerisinde, Türk-İslam sentezi ile aydınlanmacılığın, toplumun bütününde estirilen özelleştirme furyasına paralel olarak vakıf üniversiteleri aracılığı ile de kamuculuğun karşısında büyük bir yığınak oluşturulmuş, üniversiteler sermayenin ve emperyalizmin saldırılarına açık hale getirilmiştir.

Vakıflardan bir kez daha söz etmişken, bir başlığı atlamamakta fayda vardır. Vakıf üniversiteleri, paralı eğitim kapsamında değerlendirilemeyecek kadar önemli bir işe daha sevk edilmişlerdir.

“Türkiye solunun 15 yılda edindiği kadro birikimini 12 Eylül kırabildiğince kırdıktan sonra Özal dönemi geliyor ve kırgınların düzene kazanılıp aktif hale getirildikleri sürecin önemli araçlarından biri oluyor vakıflar. Eğitim, kültür, araştırma gibi konularla birlikte sol değerler sermayeye vakfediliyor.”9

YÖK üniversitelerinde kendilerini rahat hissedemeyen, çalışma alanlarına yeteri kadar kaynak aktarılmayan öğretim üyelerinin bir kısmı, para da dahil olmak üzere kendilerine vakıflar aracılığı ile sunulan “sorunsuz” olanaklara geçiş göstermişlerdir. Bu süreç, hem vakıf üniversitelerinin hak etmedikleri bir popülerliğe ulaşmasına hem de önemli bir aydın birikiminin etkisizleştirilerek düzen için “sorunsuz” hale gelmesine neden olmuştur.

Bu çerçeveden bakıldığında, Hrant Dink cinayetinin hemen sonrasında tanık olduğumuz durum, aslında Türkiye siyaseti açısından pek de yabancı değildir. Sol düşünce, bir kez daha faşizm/yükselen milliyetçilik tehlikesi ile korkutularak, liberalizme ve sermayeye mahkum edilmektedir.

“(…) eylülizm, insan öldürmeyi bir şölen, insanı onursuzluk ile yaşam arasında tercihi zorlamayı bir ayin haline” 10 getirirken, bir alternatif yaratılabileceğine dair düşünceyi toplumsal algıdan tamamen silmiş gözükmektedir. “Ya bedenini, ya ruhunu” hikayesi gerçek olmuş, şeytan ile pazarlık yapılmayacağı unutturulmuştur.

Yeni üniversite stratejisi: sıfır artı sıfır, elde var sıfır

1990’lara gelindiğinde ise, düzenin kendi geleceğine dair tereddütleri birkaç yıla damgasını vurmuştur. Tereddüde yol açan temel etmen, Sovyetler Birliği’nin çözülüşüdür. Kendisini sürekli olarak bir düşman tarifi üzerinden anlamlandırmaya çalışan Türkiye egemen sınıfı, çözülüşün hemen sonrasında, önemini yitirdiği korkusuna kapılmış, kendisini yalnız hissetmiştir.

Sovyetler yoktur… Sosyalist blok dağılmıştır. Sosyalizm tehdidi yoktur… Bir dönem için, emperyalist-kapitalist sistem içerisinde Türkiye’nin varlığını önemli olarak sunmasına olanak sağlayan “tehlikeler” ortadan kalkmıştır.

Bu sefer, kendisini daha büyük bir tehlikede hisseden sermaye sınıfı, Avrupa’ya ve ABD’ye daha da yakınlaşmış, kurtuluşu emperyalizmin açılımlarına sıkıca tutunmakta bulmuştur.

Sovyetlerin çözülüşü sonrasında “ortada kalan” eski sosyalist ülkeleri düzenin içine çekmek için NATO’nun aracı kurum olarak çalışmasına karar verilmesi ve bu doğrultuda geliştirilen yeni düşman tanımı ve genişleme planı, kendisini çaresiz hisseden egemen sınıfın aradığı cevaptır.

Konumuz açısından üniversitelere döndüğümüzde, uluslararası alanda sistemin yeni hareket alanlarını belirlemesine kadar geçen süre içerisinde, düzen üniversitelerin yapısına yönelik bir strateji oluşturamamıştır. Bir boşluktan bahsetmek mümkündür. Her ne kadar, bu boşluk, sol siyasetin kendisini üniversitelerde yeniden var etmesi için bir olanak yaratmış olsa da, üniversitenin bu süre zarfında iyiye doğru yöneldiğini ya da en azından olduğu gibi kaldığını söylemek mümkün değildir. Üniversitelerde, liberalizm ve gericilik, hâlâ artan bir etkiye sahiptir. Bunu liberalizmin doğası gereği saymak mümkündür. Vücuda enjekte edilmiş bir zehir gibi, özel bir itkiye ihtiyaç duymaksızın, toplumun bütün dokusuna yayılabilmekte, dokulara işlevlerini kaybettirmekte, onları çürütmektedir. Çürüme içten içe ilerlemektedir.

Yükseköğretimde “Gürüz” dönemi

Evet, liberalizm, bıraksan durmayacak bir yapıya sahiptir. Ama aynı zamanda düzen açısından işlevleri net, sermaye ve emperyalizm ile bağları daha sağlam ifade edilmiş bir üniversite için, yapısal bir düzenlemeye ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaca ilk cevap, 1994 yılında Kemal Gürüz’ün Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) için hazırladığı “Türkiye’de ve Dünya’da Yükseköğretim Bilim ve Teknoloji” raporu ile gelmiştir. Rapor oldukça önemlidir. Mali yapısından yönetim biçimine, eğitimin şeklinden sermaye ile ilişkilere kadar geniş bir alanda bütünlüklü bir üniversite stratejisine işaret etmektedir.

“Türkiye’nin hiçbir döneminde kendi içinde tutarlı bir yükseköğretim, bilim ve teknoloji politikası olmamıştır ve halen de yoktur. Bu konuların artık kendi başlarına bir üretim faktörü oluşturduğu ve dolayısıyla ülkenin genel ekonomik politikasından ayrı düşünülemeyeceğinin ülkemizde henüz farkına varılmış değildir.”11

İki cümle ile Kemal Gürüz ve arkadaşları, niyetlerini açıklamıştır. Dikkatlice bakarsak, şunlar anlatılmaktadır:

a.Yükseköğretimde yapısal değişikliklere gidilmelidir.

b.Verili andan itibaren, yükseköğretim politikasının temel metni bu rapor olmalıdır.

c.Yükseköğretim, bilim ve teknoloji, her biri ayrı ayrı üretim süreçlerinde yerlerini almıştır ve bu nedenle sermayenin ilgisini çekmektedirler. Birer yatırım ve rekabet alanı olarak düşünülmelerinde fayda vardır.

d.Ülkemizdeki temel ekonomik politika, piyasa ekonomisi olduğuna göre, üniversitelerin piyasanın dışında bırakılmasının bir anlamı yoktur.

e.Dünyada, bütün bunların farkında olanlar vardır. Onların yükseköğretim uygulamaları örnek alınmalıdır.

Hazırlanan raporun hemen sonrasında, Kasım 1995 itibarı ile YÖK Başkanlığı’na Kemal Gürüz’ün getirilmesi rastlantı değildir. Oldukça kaba bir biçimde ifade edecek olursak, sermaye temsilcileri taleplerini iletmiş, sermaye devleti de talepleri yerine getirebilmesi için Gürüz’ü başkanlık koltuğuna oturtmuştur. Gürüz’ün ilk icraatı, 1996 yılının ikinci döneminde, üniversite harçlarına yaklaşık yüzde 300’lük zam olmuştur.

Ayrı bir yazıda, bu dönemde verilen siyasi mücadeleye yer ayrıldığı için üzerinde durmayacağım, ama eklemeden edemeyeceğim bir başlık var. İstanbul Üniversitesi’nin işgali ile taçlandırılan mücadele, Kemal Gürüz’ün o kadar içine oturmuştur ki, yıllar sonra iletişim fakültesi öğrencileri ile yaptığı bir röportajda “istedikleri kadar bağırsınlar, paralı eğitime geçilecek” 12 diyerek hem kinini kusmuş hem de niyetini ayan beyan açıklamıştır.

Kaldığımız yerden devam edelim…

Gürüz’ün YÖK Başkanlığı, kağıt üzerinde yazılanların hayata geçirilmesi, üniversitelerin sermaye ve emperyalizm ile doğrudan bağlar kurmasının sağlanması açısından önemli bir adımdır. Ancak, Türkiye siyasetinin içerisinden geçtiği dönem, bir kez daha üniversitelere müdahalede önceliklerin sırasını değiştirmiştir. Bahsettiğimiz dönem, restorasyon sürecidir.

Restorasyon süreci ile birlikte, Türkiye kapitalizmi, kontrolü dışına çıkan kontrgerilla faaliyetlerini törpülemeye, farklı bir forma itmeye karar vermiş, uzun yıllardır kendi eliyle beslediği dinci gericiliğin toplumsal bir güç haline gelmesinden ve iktidarı talep etmesinden korkarak gerici örgütlenmelere müdahale etmiş ve bunların dışında Kürt siyasi hareketinin düzen sınırlarına çekilmesi için adım atmıştır.

Türkiye egemen sınıfı, 1980 ile solda yarattığı tahribatın kendisini de vurduğunu düzen partilerine baktığında acı bir şekilde anlamıştır. Düzen partilerinin birbirlerinden farkı yoktur, hepsi aynılaşmıştır. Müdahale, siyasi parti gibi hareket eden TSK’den gelmiştir. Yine politik cinayetler işlenmiş, Susurluk kazası ile o dönemin çok popüler sloganı “devlet-siyaset-çete” üçgeni yaratılmış, hepsinin sonucunda toplum kontrollü olarak politize edilerek, aşırılıkları budamaya, sistemi bir dengeye ulaştırmaya çalışılmıştır.

Böylesi bir dönemde, “üniversitelerin kendi problemleri ile uğraşalım, üniversite stratejimizi hayata geçirelim” türü bir talebin hem düzen hem de toplumun herhangi bir kesimi tarafından dile getirilmesi elbette mümkün değildir. Zaten, bir yanı ile bakıldığında, düzen kendi hesabına attığı politik adımlarda ne kadar başarılı olursa, bir alanda planladığı değişimleri hayata geçirmesi o kadar kolaylaşmaktadır.

Bu vesile ile bir parantez açacak olursak, hem ‘80ler hem de ‘90lara bakıldığında, (günümüz için de benzer bir durum söz konusudur) üniversitelerin kendi gündemleri olarak anılabilecek başlıklara (mali yapı yönetim biçimi vs.) yönelik düzenlemelerin, Türkiye kapitalizminin siyasi ihtiyaçları değerlendirildiğinde, tereddüde düşmeden geriye itilebileceği, ertelenebileceği rahatça gözlemlenmektedir. Tablo, üniversitenin ülke siyasetinden fazlasıyla etkilendiğini ve üniversitelere yönelik öncelikli müdahalenin nereden yapılması gerektiğini açıkça göstermektedir. Bu nedenledir ki, ülke siyasetinde güç olamayan, kendi tarafını oluşturamayan bir öznenin, üniversitenin iç gündem başlıklarına köklü bir müdahalede bulunma ihtimali yoktur. Parantezi burada kapatabiliriz.

Restorasyon, toplum için de bir dönüm noktası olduğundan, şimdiye kadar üniversitelerin genel gidişatında özel olarak bahsetmediğimiz, üniversitenin iki asli unsuruna, akademisyenlere ve öğrencilere yakından bakabiliriz şimdi.

‘90ların başından itibaren, 1980 darbesinden haberdar olan/darbeyi yaşamış, sonrası ile kıyaslandığında çok daha kültürlü (kabaca ifade edersek; dünya klasiklerini okumuş, güncel gelişmeleri takip eden, kendisi ile daha barışık) bir kuşak girmiştir üniversitelere. Bu kuşağın en belirgin özelliği herhalde özgürlükçü, daha doğrusu liberter olmasıdır. Sonuçta, kendine güvenen, atak, ama ataklığını kendisine fırsat yaratmak için kullanan, üniversite sonrasında özel sektöre yönelen (kurulu bir şirketin içinde çalışmaktan ziyade, kendi şirketini kurmayı planlayan) bir toplam söz konusudur. Akademisyenler de, artık, üniversiteyi tek çalışma alanları olarak görmekten çıkmakta, başta danışmanlık hizmetleri aracılığıyla olmak üzere şirketlerle temasa geçmektedirler. Düşünsel anlamda da, “sağ-sol çatışması üniversiteleri kötü yerlere sürüklemektedir” derken, bütün ideolojilerin uzlaşması gerektiğini savunmaktadırlar.

Bir bütün olarak, sürüleşme psikolojisinin özellikleri ortaya çıkmaktadır. İşin ironik yanı, “sürüden ayrılmak” kavramının, bizzat düzen tarafından sürüye katmak için kullanılan ideolojik bir saldırı silahı olmasıdır. Geçerken söyleyecek olursak, günümüzde, düzeni reddebilmek ve kapitalizmin karşısında ortak bir kimlik oluşturabilmek bir erdem haline geldiği için, sürüden ayrılmak sol hareket tarafından teşvik edilmelidir. Elbette ki bahsettiğim, bireyselliğin teşvik edilmesi değil, amiyane tabiriyle “herkesin kafasına göre hareket ettiği” bir dönemde, örgütlü mücadelenin ayrıcalığını vurgulamaktır.

Üniversitelerde, elbette ki sadece sürüleşen öğrenciler ve akademisyenler yoktur. Genelleme yapmanın bir avantajı sadeleştirme olurken, bir yandan da verili alanın ortalamasını almaktan kaynaklanan eksik tanım, bu problemi yaratmaktadır. Zaten, 1996 yılında, “eşit, parasız eğitim” mücadelesi, ortalamanın dışında kalan, üniversitelerin toplumculuğuna ve öncü misyonuna sahip çıkan akademisyenlerin ve öğrencilerin ellerinde yükselmiştir.

1996 yılındaki çıkış önemlidir ve sol kısa bir süre için de olsa, bu dönemden güçlenerek çıkmıştır. Oysa bu yıldan sonra üniversiteler, tepki vermekten adım adım uzaklaşmış, sadece örgütlü sol özneler tepki üretebilmiştir. Nedeni, Türkiye’de tepki verilecek gelişmelerin yaşanmaması değil, üniversitelere yeni bir tipolojinin hakim olmaya başlamasıdır.

“Leman gençliğin hem zekasını bilemekte hem de kolaycı, gevşek özgürlüğünden taviz vermeyen, espri ile geçiştirilebilir kaçışların önünü açmaktadır. Gören, bilen, anlayan ama bunun hakkını vermeyen, dalgasını geçip mücadeleden kaçan bir ‘yaşam tarzını’ özendirmektedir.”

Okurlarıyla birlikte yazarlarının da başvurduğu ‘ti’ye alma hali’, aynı zamanda bir korunma refleksi, ‘hiçbir şeyi takmama’nın kendinden menkul gerekçesidir.”13

Dikkat edildiğinde, toplumun göreli olarak politize edildiği restorasyon sürecinde bile, düzen, sokak bağlantısını olabildiğince sınırlı ve kendi elinde tutmaya özen göstermiştir. Amaç çok sarihtir, üniversitenin içinde bulunduğu “gören, bilen, anlayan ama hakkını vermeyen” tarzı korunmak istenmiş, hatta bu tarz toplumun bütününe taşınmıştır.

Bu dönemin politik cinayetlerinde, “okumuş, üniversiteli aydın” sıfatlarının diğer kimlikler kadar önemli olması, önde tutulması biraz da bu nedenledir. İç siyasette dizginleri eline alan Asker Partisi, topluma muradını bir de üniversiteler üzerinden anlatmıştır. Özellikle, cenaze törenlerinde bir araya gelen üniversiteliler ve toplumun geri kalanı, her ikisinin de düzen tarafından yönlendirildiği bir ortamda birbirine benzetilmiştir.

Hatırlanacağı gibi, bunun bir diğer başlığı türban meselesidir. Restorasyon sürecinde dinci gericiliğin düzen sınırları içerisine çekilmesi için üniversitelerin seçilmesi, düzenin topluma seslenme ve onu dönüştürme kanallarından biri olarak nasıl kullandığının basit bir örneğidir. Ve sadece bu nedenle bile, mücadelemiz açısından üniversiteler önemli bir yer tutmaktadır.

Toparlayacak olursak, restorasyon süreci, 1994 TÜSİAD raporunun hayata geçirilmesini bir süreliğine kesintiye uğratmış, ancak daha önce de söylediğimiz gibi, düzenin kendi adına başarılı adımlar atması, sonuçta üniversiteleri saldırıya daha açık hale getirmiştir. Üniversitelerin yeniden konuşulmaya başladığı vakit ise, restorasyonun yeni bir evreye girmesinin hemen sonrasına denk gelmiştir.

Ve YÖK’ün başında yine Kemal Gürüz bulunmaktadır.

Bir yanı ile bakıldığında, başkanlık koltuğunda kimin oturduğu değil, hangi programın hayata geçirildiği önemlidir denilebilir. Ama Türkiye’de yükseköğretim piyasaya nasıl bağlanacak gibi bir soru varsa ortada, 1987 yılından beri, üniversitelere dair atılan her önemli adımda imzası olan birinin söyledikleri önemsenmeli, “hakkı verilmelidir”. Bunları yazdıktan hemen sonra, Gürüz’den bir alıntı beklenir herhalde. Ama şimdilik bir başkasına kulak verelim ve yükseköğretime nasıl bakılmaya başladığını birlikte görelim.

“Eğitim yarı kamusal bir hizmettir. Bu sebeple eğitim amacıyla yapılan yatırımların, biri toplumsal, diğeri kişisel olmak üzere iki tür getirisi vardır. Kişisel getiri eğitim görmüş olan kişinin yaşam boyunca bundan elde edeceği ek gelirin, toplumsal getiri ise kişinin eğitim almasından dolayı yaratılan ek katma değerin, o kişinin eğitimi için yapılan yatırıma oranıdır. Eğitim kademesi yükseldikçe bağıl olarak kişisel getirisi de artmaktadır.

(…)

Hiçbir ülkenin, eğitimin en pahalı şeklini ücretsiz olarak isteyen herkese sunamayacağı dünyada artık anlaşılmıştır. Kendilerine sağladığı yararlar göz önüne alınarak öğrenciler ve mezunları istihdam eden kurumlar ve işverenler yükseköğretim giderlerine daha fazla katkıda bulunmalıdır.”14

Yukarıdaki iddialar, kimimiz için şaka gibi gelebilir ama oldukça ciddiler. Buram buram serbest piyasa kokan bu cümleler, eğitimin artık bir meta olduğunu doğallaştırmak üzerine kuruludur. Toplumsal bir varlık olarak insan gitmiş, yerine kendisi için birey getirilmiş, bireye yönelik katkıların karşılığı mali olarak da istenir hale gelmiştir.

Yakın bir zamandan örnek verecek olursak, birçok üniversitede hayata geçirilen akıllı kart uygulaması, düzenin sadece güvenlik kaygılarına seslenmemektedir. Kütüphane, spor salonu vs. gibi olanaklar, kişisel gelişimin destekleyicileri olarak görülmekte, bu alanların kullanımı için yakın bir zaman içinde, harçlar dışında ek ücret talep edilmesi planlanmaktadır.

Kamusallığın yarısının yollanıp diğer yarısının bırakılmasının nedeni ise, üniversitelerin topluma yönelik hizmetlerine açık kapı bırakmaları değil, özel eğitim kurumlarının çoğaldığı bir alanda, kamudan vakıflara para aktarımını garanti altına almak istemeleridir. “(…) devlet, maliyeti karşılayamayan öğrencilerin katkı payını üniversitelere ödemelidir” cümlesi, aynı metinde yer almaktadır. Geçtiğimiz yıllarda, özel okulların yoksul öğrencileri de alabilmesi ve bunun karşılığında vergi indirimi sağlanması için bir yasa tasarısı hazırlandığı hatırlanacaktır.

İş daha da ileri götürülmüş, “düşük” harçların yoksullara zarar verdiği iddia edilmiştir.

“Bugünkü sistemde, her öğrencinin ödediği eşit ve sembolik düzeydeki katkı payları, ancak popülist anlamda sosyal adalete uygun gibi gözükür. Gerçekte ise bu uygulama ‘öğrenci maliyetini’ fazlası ile karşılayabilecek öğrencilere daha yoksul öğrencilerden kaynak transferidir.15 (vurgular yazarlara ait)

Bu kadar cinlik de, sadece liberallere mahsus olsa gerek. Cevap yazmaya gerek görmüyorum.

Dönemin bir diğer önerisi ise, içlerinde vergi rekortmenlerinin, patron örgütlerinin ve işçi sendikası temsilcilerinin de yer almasını düşünülen “sosyal konsey”lerdir. Konseylerin iki temel hedefi bulunmaktadır. Bunlardan ilki piyasa koşullarının üniversiteler üzerinde düzenleyici rol üstlenmesi, ikincisi ise, sınıflar arası uzlaşmanın sağlanmasıdır.

Zaten, sermaye ideologlarına göre bilim ve teknoloji çağına giren dünya, emek-sermaye çelişkisini terk etmiş, endüstri toplumundan bilgi toplumunda geçilmiştir. Artık önemli olan sivil toplum ve yönetişimdir. Üniversiteler de, gelişim modellerini bu ihtiyaçlar üzerinden kurmalıdır.

“(…) yirminci yüzyılın sonu, üretim merkezli ekonominin karşısında bilgi-merkezli ekonominin gelişimine tanıklık etmiştir. Bunun sonucu olarak, şimdi, bilgi ve bilgili insan üretimin ana etmeni, ilerlemenin başlıca sürdürücüsü ve rekabetin temel belirleyenidirler.

Teknoloji belirlenimli küresel ekonomi güçlü bir rekabet ile tanımlanmaktadır. Bu nedenle, dünyada yükseköğretimin gündemi üç bağlaşık fenomen tarafından tayin edilmektedir: teknoloji, küreselleşme ve rekabet”16

Sürecin doğru değerlendirilebilmesi için, bir süreliğine üniversitelerden çıkıp, ülke siyasetine bakılmalıdır. 2000 sonrasında, Türkiye siyasetinin temel dinamiklerden biri Avrupa Birliği üyelik sürecidir. Bu çerçevede hayata geçirilen reformlardan biri de eğitim alanındadır ve 1999’da imzalanan, adını imzalandığı şehirden alan Bologna Deklarasyonu’nu merkeze almaktadır. Avrupa Birliği üyesi ülkelerin Bologna’yı seçmesi rastlantı değildir ve nedenleri tarihte yatmaktadır.

“1088 yılında kurulan ve genellikle ilk üniversite olarak kabul edilen Bologna Üniversitesi’nin aslında öğrenciler tarafından kurulduğunu belirtmek ilginçtir. Üniversite bir universitas scholarium, öğrenci locasıdır. Bu, profesörlerin maaşlarının öğrenciler tarafından ödenmesi, öğrencilerin kendi aralarından birini, kuralların denetimine ek olarak, yönetim ve mali görevlerle üniversitenin rektörü olarak seçmeleri anlamına geliyordu. Öğrencilerin böyle bir kurum kurmalarının ve masraflarını karşılamalarının nedeni, yatırımlarının kendilerine önemli bir geri döndüsünün olduğunu düşünmeleriydi. Başka bir deyişle, üniversite, pazar talebine göre belirlenen özel bir kurum olmaya hayata geçmişti. Ancak, bu özel yönetim biçimi kısa sürdü.

(…)

Fakat, öğrenciler tarafından ödenen harçlar, temel finans kaynaklarından biri olmaya devam etti. Ortaçağ üniversiteleri, temel olarak pazar belirlenimli olmaya devam etti.”17

Önceki bir alıntıda ifade edilen yarı kamusal hizmet tanımına ne kadar da benziyor, değil mi? “Titre ve kendine dön” sloganını kullanan milliyetçilerin karşısında toplumu duyarlı olmaya çağıran liberal akılların, üniversiteleri titretip, yaklaşık bin yıl öncesine döndürmesine şaşırmamak gerekiyor galiba.

Emperyalizm, tek kelime ile Ortaçağ’a öykünmektedir. Fransız Devrimi’ni yaşayan, eşitlik, özgürlük, kardeşlik kavramlarını dünyaya armağan eden Avrupa acınacak hale gelmiştir. Doğrudur, 1848 devrimleri sonrasında burjuvazi gericileşmiştir. Ama, bu kadar geriye gitmenin kendisi de, insana pes dedirtmektedir.18 Sermaye egemenliği, insan aklını kemirmektedir.

Peki, ne olmuştur da Avrupa bu hale gelmiştir?

Elbette ki, bütün başlıkları burada değerlendirmek mümkün değil. Ya da, kabaca tek neden kapitalizmin kendisidir, diyerek başlığı geçiştirmek de…

Yakın dönem açısından değerlendirildiğinde, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, ABD emperyalizminin, özellikle İngiltere aracılığı ile Avrupa’ya dayattığı piyasa saldırısının dizginlerinden kurtulduğu anların önemsenmesi gereklidir. (Yazılanlardan, Avrupalı emperyalistlerin konumunun küçümsendiği kesinlikle çıkarılmamalıdır. Vurgu yapılmak istenen, ABD’nin, çözülüşün öncesinden itibaren, Avrupa’nın gidişatında söz sahibi olmak istediği ve bu alanı boş bırakmadığıdır.)

Tarih iki olaya işaret etmektedir. Birincisi Berlin Duvarı’nın yıkılması, ikincisi ise onu takip eden süreçte Sovyetler Birliği’nin çözülüşüdür. 1980’lerde Thatcher eliyle İngiltere’de yürütülen liberalizm propagandası, Avrupa’nın sosyal devlet anlayışı içerisinde gedikler açmış ancak Sovyetler Birliği’nin varlığında bazı sınırları aşmak konusunda gerekli itkiyi yaratamamıştır. Bu anlamda, her iki olay da, sınırları oldukça geriye çekmiştir.

Gelişmelerin etkisi üniversitelerde de fazlası ile hissedilmiştir. Bu zamana kadar, Avrupa’daki yükseköğretim modeli, ülkelere göre bazı değişiklikler göstermekle birlikte, İngiltere’yi dışarıda bırakırsak, Alman modeli olarak kodlayabileceğimiz Von Humboldt üniversitesidir. Bu üniversite, 19. yüzyılda ulus-devletlerin bir parçası olarak ortaya çıkan, çıkışında aydınlanma felsefesini barındıran, devletin merkezde durduğu, bilimsel üretimi temel alan bir modeldir. Türkiye’deki üniversite yapılanması da, uzun süre bu model üzerine inşa edilmiştir.

1999 Bologna toplantısı, Mart 2000’deki Lizbon toplantısı, 2001 Mayıs’ındaki Prag ve 2003 Eylül’ündeki Berlin toplantıları, Avrupa’da ve çevre ülkelerde piyasaya daha bağımlı bir üniversite modeline geçişin temellerini oluşturmak üzere gerçekleştirilmiştir. Örnek alınan model ise, ABD üniversitesi modeli, “mültiversite”dir. Türkiye’de de uygulamaya konulan bu dönüşümün temel dinamikleri aşağıdaki gibi toparlanabilir:19

1.Karar mekanizmalarına üniversite dışı örgütlerin katılması

2.Üniversitelerin finansmanının, devlet, öğrenciler ve iş çevreleri arasında paylaştırılması: Devlet düzenleyici olmaktan çıkarak, sadece değerlendiren bir yapıya dönüşecektir.20 Türkiye’de devlet üniversitelerinin herkese açılması bu yönde bir adımdır. Bir sonraki adım, tıp fakültelerinin ayrı üniversitelere dönüştürülmesi olacaktır.

3.Akademisyenler arasında meslektaşça (collegial) yönetim anlayışından, giderek “girişimci” ekipler eli ile yürütülen bir yönetime geçiş: Burada anlatılmak istenen, verili durumda, üniversitenin çok kurullu yapısının, piyasa kurallarının işleyişini yavaşlattığı ve bu nedenle değiştirilmesi gerektiğidir. TÜSİAD raporlarında ve Kemal Gürüz’ün uluslararası toplantılarda önerdiği model, karar yetkilerinin rektör elinde toplanması, rektörün de kendi seçtiği ve sayısını da kendisinin belirleyeceği rektör yardımcıları ile çekirdek bir kadro oluşturmasıdır. Rektör, bu kadronun ve üniversitenin tek temsilcisi olarak, üniversite dışı temsilciler ile masaya oturacak ve üniversitelerde yapılacak olan araştırmaya, yetiştirilmesi gereken ara elemana, işgücüne vs. karar verecektir. Ayrıca, “modern işletim uygulamalarının hayata geçirilmesi” adı altında üniversitelerde performans kriterleri uygulanacaktır.

4.Eğitimin niteliklerinin değişmesi:

a.Üniversite öğrencilerinin seçilerek alındığı bir süreçten yığınsal eğitime geçilmesi: İlk bakışta oldukça olumlu gibi gözüken, herkese üniversitenin kapılarını açıyormuş hissi veren bu değişim, hem yeni bir yatırım alanı olarak yükseköğretimin “talebini” arttırmakta, hem de beraberinde üniversiteler arasında işbölümünü/farklılaşmayı getirmektedir. 2002 tarihine ait olmakla birlikte, “kamu ve özel harcamaları da kapsayacak şekilde küresel eğitim sektörünün 2 trilyon dolarlık bir piyasa olduğu tahmin edilmektedir.”21 Yığınsal eğitim bu anlamı ile, ulusal eğitimin, diğer ülke vatandaşlarına açılması anlamındadır. Bir sonraki maddede işlenecek akreditasyon ile gündeme gelen ortak müfredatlar da yığınsal eğitim ile birlikte değerlendirildiğinde “dünya genelinde eğitim ticaretini kolaylaştırmak için globalleşmiş, daha homojen ve farklı ülkeler arasında ticareti daha kolay yapılabilir bir eğitimin ortaya çıkması”22 sağlanacaktır. İşbölümü ise, araştırma-öğretim, sanayi ilişkileri, lisans-lisansüstü eğitim eksenleri üzerinden tanımlanmaktadır.

b.Tek disiplin eğitiminden, iş piyasasında geçerli beceri kazandırmaya yönelik çok disiplinli ve modüler olmaya eğilimli eğitime ve akreditasyon uygulamasına (ulusal alanda geçerli diplomadan, uluslararası denkliği hedefleyen diplomaya) geçilmesi: Nitelikli eleman yetiştirme faaliyetinin lisans eğitiminden çıkarılarak yüksek lisans eğitimine kaydırılması düşünülmektedir. Ancak, bu tasarının temel gerekçesi, Avrupa’da büyük bir toplamı içerisine alan işsizlik problemine çözüm bulmaktır. Ortadaki durum şudur: Avrupa, diplomalar arasında denklik sistemi kurarak, öncelik sistemi oluşturmakta, Bologna Deklarasyonu’nu kabul eden çevre ülkelere bu şekilde mühendis, doktor vs. yollamayı planlamaktadır. Mühendis ve doktor örneği bilerek verilmiştir. Hafızalar biraz zorlandığında, üç hafta öncesinde meclisten Türkiye’de yabancı doktorların çalışmasına izin veren yasanın geçtiğine, aynı hafta içerisinde mühendisler için benzer bir yasanın hazırlandığına dair haberler hatırlanacaktır. Yaklaşık üç ay öncesinde, Avrupa Birliği eğitim uzmanlarının yaptığı “çok fazla nitelikli eleman yetiştiriyorsunuz, genel eğitime ağırlık kaydırın” uyarısı da buna eklendiğinde, Türkiye’yi bekleyen tehlike ortaya çıkacaktır. Ülke genelindeki birçok üniversitenin diploması değersizleşmektedir. Liselerin de bu doğrultuda değişim göstermesi planlanmaktadır. Meslek liseleri ve teknik liselerin bir kısmı kapatılacak, ara eleman yetiştirme görevleri ön lisans eğitimi veren Meslek Yüksek Okulları’na bırakılacaktır.

c.Belirli bir yaş kuşağının eğitiminden hayat boyu eğitime geçiş: Bir yandan düzenin deyimi ile eğitim “sektörü”nün hitap alanının genişletilmesi, bir yandan da teknolojinin üretimde kullanılması ile işgücü geçişkenliğinin artırılması ve bunun sonucunda işgücünün ucuzlatılması hedeflenmektedir.

d.Merakla güdülenen araştırmadan, iş çevrelerinin yönlendirdiği araştırma ve geliştirmeye geçiş: Yeteri kadar açık olduğunu düşünüyorum; parayı veren düdüğü de çalacaktır.

Piyasa merkezli üniversite modeline geçiş, Avrupa Birliği açısından ABD’nin bu alandaki dayatmalarını kabul etmek anlamına gelirken aynı zamanda ABD ile rekabeti de içermektedir. Beyin göçünün Avrupa lehine döndürülerek, nitelikli toplamın Avrupa Birliği’nin genişleme projesinde kullanılması da planlanmaktadır.

“Avrupa Birliği’nin eğitim politikası kesinlikle yüksek öğrenimde (bir) Avrupa sistemi hedeflememektedir, daha çok diğer ülkelerdeki sistemlerin ve kurumların Avrupa boyutunu güçlendirmek istemektedir.”23

Alıntıdan anlaşılacağı gibi, süreç sadece eğitimin paralı hale getirilmesi olarak tanımlamayacak kadar gelişkin ve planlı bir yapıyı içermektedir. Olabildiğince hızlı bir biçimde eğitimin bütün aşamalarının paralı hale getirilmek istendiği doğrudur; hatta “eğitimin paralılaştırılması” sloganı belirli ölçülerde propagandif içeriğini korumaktadır. Ancak, sorun daha köklüdür.

Dönüşüm programının etki alanına giren Türkiye yükseköğretim sistemi, AB ve ABD ile bağlarını ve sermaye uzantılarını kuvvetlendirmektedir. Saldırı, sadece halkın cebine değil, insan aklınadır. Saldırı aynı zamanda bir sömürgeleştirme operasyonudur.

Arada ifade edecek olursak, ODTÜ ve Boğaziçi gibi üniversiteler, kuruluşlarından itibaren Amerikan modelinde geliştikleri için kendilerini bu sürecin lokomotif gücü olarak görmektedir. Biraz da bu nedenle, her ortamda ayrıcalık talep etmekte, oldukça cüretkar adımlar atabilmektedirler. Her iki üniversitenin de Türkiye’den önce Avrupa Birliği’ne girmiş oldukları söylemeleri oldukça önemlidir.

Geldiğimiz nokta itibarı ile, 1980’den günümüze üniversitelerde yaşanan gelişmeleri ve bundan sonrasına dair düzenin planlarına yakından bakmaya ve bir çerçeve oluşturmaya çalıştık. Şimdi elimizde, devletin ideolojik aygıtlarından biri olarak üniversitelerin “devletin çözülmesi” olarak tanımlanan süreçte konumu ne olacaktır sorusu ve bu tabloda sol siyasetin yapması gerekenler başlığı kalmıştır.

Çözülen devletin omurgasız kalmış kurumları

Devletin çözülmesi sürecinde, üniversitelerin ideolojik ağırlığına değinmek bilinçli bir tercihtir ve bu tercih, çözülme sürecinin en çok siyaset alanında ve onun uzantısı olan ideolojik alanda kırılmalar yaratacağını yansıtmaktadır.

Öncelikle, konumuz açısından sürecin öne çıkan başlıkları yazımıza taşıyalım.24

1.Türkiye, 1930’lar ve 1960’larda olmak üzere, iki temel ideolojik yapılanma yaşamıştır. Türkiye egemen sınıfı, siyasal pragmatizmini ve bunu büyük ölçüde besleyen geç kalmışlık sendromunu her iki yapılanmaya da yansıtmıştır.

2.1930’lar kuruluş paradigmalarını ideoloji alanında tanımlar ve yerleşiklik kazandırırken, 1960’lar burjuvazinin artan ağırlığının hissedildiği ve emperyalizm ile kurulmaya başlayan yeni dönem ilişkilerinin toplum üzerindeki tahakkümü ile ayrışan bir dönemdir.

3.”60’ların ideolojik yönelimlerinde bir yandan 30’ların idelojik birikimi yeniden yorumlanırken, bir diğer yandan 30’ların dışladığı dinci ideolojiye ve liberalizme yönelişler başlamıştır.”

4.”İdeolojiler alanında yüzer gezer durumda olan oluşumlara çeki düzen vermek, bu arada dünyanın genel gidişatına uygun bir ideolojik standardizasyon ve konsolidasyon sağlamak” hedefi vardır.

5.Fark edileceği üzere, yeniden yapılanmanın en önemli temellerinden biri, kimin inisiyatif aldığından bağımsız olarak, ortada egemen sınıf adına bir planın bulunmasıdır. Aynı zamanda, her iki dönemde de, bugüne kıyasla, sermaye düzeninin kendi başına karar verme ve hareket etme alanın çok daha geniş olduğu da gözlenecektir. İçinden geçtiğimiz dönemi yeniden yapılandırma olarak tanımlamamamızın nedeni, her iki başlığa dair de, burjuvazi açısından olumsuz yanıt vermemizdir. Bir programları yoktur ve dış belirlenime açık olmak ne demek, teslim olmuş durumdadırlar.

6.Çözülüş sürecinin tetikleyicilerinden biri, restorasyon süreci sonucunda ortaya çıkan liberal-gerici sentezdir. Kapitalist Türkiye’nin emperyalizm için işlevliliğinden bahsedilirken, cumhuriyetin kuruluş paradigmaları ile mi yoksa yeni paradigmalar ile mi devam edileceği sorusuna cevap bulunamamış olması, bu ikisi arasında gerçekliği tartışma götürmez ama emperyalizm ile ilişkiler söz konusu olduğunda önemsizleşen bir gerilim yaratmaktadır.

7.Gerilimin her iki unsuru için de, işçi sınıfının bir daha siyaset sahnesine çıkmayacağı ön kabulü bulunmaktadır. Nesnelliğin değişmeyeceğine dair inançları, biraz da rahat hareket etmelerini sağlamaktadır.

8.Çözülüşün konumuz açısından üniversitelere en büyük yansıması toplumsal çürümedir. Dönüştürme gücünü kaybeden ya da kaybettiğini düşünen toplum, oyunun kurallarında kendisine yer bulmaya çalışmaktadır. Farkında olma ve hareketsiz kalma hali gidişatın farkında olan ve gücü temsil edenler gibi olmak isteyen bir tipoloji üretmektedir. Çürüme, göz göre göre bataklığın içerisine girilmesi ve bu eylemin meşrulaştırılmasıdır. Çürüme, ölümü göstererek toplumun sıtmaya razı edilmesidir.

9.”Çözülüşün kendisi ise, bir yanıyla ölümü içerirken diğer yanıyla zıddını, yeniden doğuşu ve canlanmayı anlatıyor.”25 Umudumuz ve mücadelemiz, ölümün bu düzene kalması, yeniden doğuş ve canlanmanın ise emekçi halkımız ile anılmasıdır.

Mademki, geriye sol hareketin ne yapması gerektiği sorusu kaldı; adında çözülüş geçen ama başka bir çözülüşü anlatan bir romandan alıntı yaparak ve roman ile tanışmamı sağlayan yoldaşıma gönül borcumu bildirerek bitireyim yazımı.

“(…) Toplum yaşayan insanlardan kurulmuştur. Sadece aritmetikle iş bitmez. Akıllıca tedbirler almak yetmez, bunların uygulanması gereklidir. Bu uygulamadan herkes sorumludur. Her şeyi bir komisyon formülüne indirgeyemezsin. ‘Bu onaylanmıştır! Şu karara varılmıştır!’ diye. Toplumun geleceği, yaşama, çalışma şeklinize, başkalarıyla ilgilerinize bağlıdır. Niçin küçümsemeyle ‘tek insanın elinden ne gelir ki’ diyorsun? Seni anlayamıyorum. Çok eskiden, Devrimden altı yedi yıl önce, bir arkadaşımı görmeye giderdim. Toplanır, Lenin’i, Plehanov’u okurduk. Bunu babama anlatmıştım. Sakin çekingen bir adamdı. Bana kaç kişi olduğumuz sordu. Sekiz deyince, ‘Deli misiniz? Sekiz kişi ne yapabilir ki?’ diye çıkıştı. Babam, ihtiyardı hoş görülebilir. Zaman da farklıydı. Ama sen gençsin, Konsomol’dasın, gözü pek olmalısın. Yan çizmek niye? Senin ruhunun büyüklüğünü biliyorum. Niçin onu zincire vuruyorsun?”26

Dipnotlar

  1. Anneme ve babama… “Uzun” üniversite öğrenciliğimdeki sabırları ve destekleri için.
  2. İlya Ehrenburg, Buzların Çözülüşü, s.103.
  3. Yalçın Küçük, Gizli Tarih, Salyangoz Yayınları, Haziran 2006, s. 17.
  4. Yükseköğretim sistemi içerisinde sadece üniversiteler yer almamaktadır. Ancak, kullanım rahatlığı ve sadeleştirmenin olanaklarını kullanabilmek için, lisans, yüksek-lisans, doktora eğitimi veren her kuruma üniversite denilecektir.
  5. Bu vesile ile belirtmekte fayda var; son zamanlarda, “ilk üç”e 1923 yılının da girmiş olması Cumhuriyet tarihi açısından ayrı bir ironi olarak değerlendirilmelidir. Kuruluş sürecinin tartışılması, devletin çözülmesinin sonuçlarından biri ve aynı zamanda çözülüşün tetikleyicilerinden biri durumundadır.
  6. Aydemir Güler, Son Kriz, Gelenek Yayınları, Mayıs 1999, s. 46.
  7. a.g.y., s. 12-13.
  8. Gerici ideolojilerin üniversitelerde yer edinmeye başlaması elbetteki sadece 1980 ile sınırlanamaz. Ancak, özellikle, ‘70lerin sonunda yükselen sol hareketin karşısına çıkarılmak üzere, devlet eli ile üniversitelere yerleştirilmeye çalışılan gerici ideolojiler, darbenin hemen sonrasında solun tasfiyesi ile rahat bir hareket alanı bulabildiler. Bu alan, dinci gericiliğin ve faşist hareketin, büyük bir hızla kentli karakter kazanmasına neden olan etmenlerin başında geldi.Bu anlamda, restorasyon sürecinin yürütüldüğü ilk kurumlardan birinin üniversiteler olması, türban başlığının bu kadar öne çıkması şaşırtıcı değildir.
  9. Ali Mert, Omurgayı Çakmak, Gelenek Yayınları, Ocak 2002, s. 145.
  10. Yalçın Küçük, Marksist Damar, Önsöz, Dönem Yayınevi, Ekim 1992, s. 7.
  11. Kemal Gürüz (koordinatör), Kazım Türker, Ersin Yurtsever, Erdoğan Şuhubi, Celal Şengör, Türkiye’de ve Dünya’da Yükseköğretim, Bilim ve Teknoloji, TÜSİAD, 1994, s. 244.
  12. Ayşegül İpek ve Faruk Bilsin’in Kemal Gürüz röportajı, 16.04.2003, http://ilef. ankara.edu.tr/gorunum/yazi.php?yad=1182
  13. Ali Mert, a.g.y., s. 178.
  14. Latif Mutlu, Yükseköğretimin Finansmanı, TÜSİAD, Ekim 2000.
  15. Üstün Ergüder, Süha Sevük, Mehmet Şahin, Tosun Terzioğlu, Öktem Vardar, Yükseköğretimin Yeniden Yapılandırılması: Temel İlkeler, TÜSİAD, 2003, s. 26.
  16. Kemal Gürüz, Higher Education in Global Knowledge Economy, 2003, s. 8.
  17. Kemal Gürüz, a.g.y., s. 16-17.
  18. Bu satırları yazarken, gözlemci olarak katıldığım bir toplantı aklıma geldi. DİSK öncülüğünde yapılanan öğrenci sendikasının (Genç-Sen’in) kuruluş toplantılarından birinde, liberal sol bir partinin üyesi olan bir arkadaşımız, Fransız Devrimi ile birlikte üniversitelerin özerkliğini kaybettiğini söylediğinde içimden bu kadar da olmaz demiştim. Bologna sürecini daha ayrıntılı okuduktan sonra, özür dileme gereği duyuyorum. Az bile demişim…
  19. İlhan Tekeli, “Üniversiteye Dair Konuşmak”, Toplum ve Bilim, sınıflandırma konusunda s. 128’deki tablodan yararlanılmıştır, Güz 2003.
  20. Bu iki başlığa dair yukarıda, ayrıntılı olarak değinildiği için, diğer başlıklardan farklı olarak burada açıklanmayacaktır.
  21. H. A. Patrinos’tan aktaran, Angela C. De Siqueira, Eğitimin Dünya Ticaret Örgütü / Hizmet Ticareti Genel anlaşması Aracılığıyla Düzenlenmesi, çev: Özgün Akduran, Düzelti: Mutahhar Aksarı, s. 5.
  22. Angela C. De Siqueira, a.g.y., s. 10.
  23. Helmut de Rudder, On the Europeanization of Higher Education, University of Lüneburg, Germany, http://www.universite-toplum.org/text.php3?id=7.
  24. Metin Çulhaoğlu, İdeolojiler Alanı ve Türkiye Örneği, Öteki Yayınevi, Eylül 1998. Maddelemeler, kitaptan yararlanılarak çıkarılmıştır. Aksi belirtilmediği durumlarda, alıntılar da bu kitaba dahildir.
  25. Yalçın Küçük, Marksist Damar, Dönem Yayınevi, Ekim 1992.
  26. İlya Ehrenburg, Buzların Çözülüşü, s. 103.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×