Bir Sınıf Mücadelesi Alanı Olarak Sendikalar

Aşağıdaki 1963’den 2008’e Türkiye’deki yıllık grev sayısını gösteren şekil yakın tarihimiz hakkında çok şey söylüyor. 1 İşçi sınıfının belirli bir ivmeyle hareketlendiği ve sınıfın yenildiği dönemler açıkça grafikten seçilebiliyor. 12 Mart’ın kısa süren paydosuna rağmen testere dişi manzarası ile sürekli yükselen grev sayısı 1980 darbesi ile sıfırlanıyor. Sonra Bahar Eylemleri ile sanki kaldığı yerden devam ediyor, fakat 1997’den sonra özellikle 2002 AKP iktidarı ile birlikte adeta gizli bir darbe yapılmış gibi sınıf suskunlaşıyor.

Şekil 1: 1963’ten 2008’e Türkiye’deki yıldaki grev sayıları

Tekel işçilerinin direnişi mutlak olarak alınırsa çap olarak ne 15-16 Haziran, ne DGM, ne TARİŞ direnişi, ne de Zonguldak Büyük Madenci Yürüyüşü ile karşılaştırılabilir. Direnişe geçen 12 bin civarında işçidir eninde sonunda, fakat yarattığı sonuç açısından tarihimizdeki diğer işçi sınıfı kalkışmaları ile benzer büyüklükte bir öneme şimdiden sahip olmuştur. Önemi uzun süren bir sessizlik, hareketsizlik ve başka bir deyişle bir yenilmişlik döneminin sonunda patlak vermesinde aranmalıdır. Hemen öncesi veya yanı başındaki kamu emekçileri grevi, belediye işçilerinin eylemleri, tekstil işçilerinin grevi ile birlikte düşünüldüğünde Türkiye işçi sınıfı için yeni bir dönemin başlangıcına işaret ettiğini söylemek mümkündür.

Tekel direnişi sadece işçi sınıfının tekrar mücadele etmeye başladığı bir dönemin değil, aynı zamanda, 30-40 yıl sonra işçi sınıfının öncü partisinin siyasi etkisi altında hareket edeceği bir dönemin de ipuçlarını vermiştir. Bütün bu sessiz dönem boyunca yavaş yavaş güç biriktiren TKP’nin siyasi çapının ve yakın dönem siyasi hedeflerinin ulaştığı nokta ile sınıfın hareketlenmesi uzun bir süre sonra çakışmaktadır.

Ayrıca Tekel direnişi sendikal alanda yaşanan derin bunalımı bir kez daha gözükür hale getirmiştir. Altı konfederasyonun yapılsın diye imza attığı 4 Şubat genel grevinin başarısızlıkla sonlanması durumun ne kadar vahim, müdahalenin ise ne kadar gerekli ve acil olduğunu gösterdi. Ve bu yazının ana fikrini hemen paylaşabiliriz: Eğer yükselen işçi sınıfı hareketi tarihsel görevlerine yönelecekse ve bunun parçası olarak sendikalara müdahale edilecekse bu ancak Parti ile olacaktır. Bu nedenle bir Gelenek yazısının sınırlarının izin verdiği kadarı ile işçi sınıfı hareketi ve sendikal alan, bir sınıf mücadelesi dinamiği olarak incelenecek; Parti’nin bu mücadeledeki kritik, güncel görevine ışık tutulmaya çalışılacaktır.

Gelenek okurlarına hatırlatmaya gerek yok, ama özellikle genç okurlar için nitelikli bir Gelenek okumasının konuya özel geri dönüşler gerektirdiğini söyleyelim. İşçi sınıfındaki hareketsizliğe bağlı olarak son üç yıldır işçi/sendika konularında pek fazla yazı çıkmamasına karşın Gelenek bu konuda çok zengin ve değerli bir arşive sahiptir. Gelenek okurunun entelektüel bir kaygının ötesinde yüzleştiğimiz tarihsel önemdeki günlere hazırlanma sorumluluğu taşıması nedeniyle bu yazılara dönmesi çok yararlı olacaktır. Örneğin, Aydemir Güler’in “Sendikalar Sınıf Mücadelesinde Ne İşe Yarar?” (1994) 2 , Aydın Giritli’nin (A. Güler) “İşçi Hareketinde Perspektif Krizi” (1996) 3 , Aydemir Güler’in “Kuşatmayı Kırmak İçin” (2002) 4 , Egemen Aslan’ın “İşçilerden Sınıf Yapmak” (2002) 5 , TKP 8. Kongre Raporu (2007) 6 çok sayıdaki makalenin içinden seçilebilecekler. Ayrıca Kemal Okuyan’ın Sınıf Tavrı dergisinde basılan “Devrimci Strateji, Parti ve Sendika” (2001) 7 , Aydemir Güler’in “Son Kriz” kitabının ilk bölümü 8 ve Cemal Hekimoğlu’nun “‘Ne Yapmalı’cılar Kitabı”nın 9 ilk hazırlığa dahil edilecekler arasında sayılabilir.  iki bölümü bu hazırlığa dahil edilecekler arasında sayılabilir.

Yönteme dair 

Yöntem  deyince  konuyu  nasıl  düşüneceğimize  ilişkin  kuralları tanımlamalıyız. Öncelikle işçi sınıfı hareketi ve onun başlıca uzantılarından olan sendikal alanın işçi sınıfının bir iç sorunu olarak belirlenmediğini, aksine burjuvazinin yoğun müdahalesi ve yönlendirme çabası nedeniyle bizzat sınıf mücadelesinin alanı olduğunu vurgulayalım.

İkinci olarak vurgulamamız gereken nokta, kapitalistleşme sürecine geç başlayan Türkiye burjuvazisinin işçi sınıfına müdahale için en gelişkin yöntemlerle donanmış olmasıdır. Daha önce kapitalizme geçen ülkelerin deneyimini devralmış, eksik kaldığı yerde emperyalizm gediği kapatmıştır. Aslında bu durum işçi sınıfı için de doğrudur. Osmanlı’dan başlayan süreçte işçiler arasında rekabet dönemi ve sonrasında sendikacılık kısa sürmüş, Ekim Devrimi’nin etkisi ile Cumhuriyet’in ilanından önce işçi sınıfının en gelişkin aygıtı olan Komünist Partisi kurulmuştu. Ancak egemen sınıfın baskı ve müdahaleleri toplumsallaşmayı ve siyaset üretimini çok geciktirmiştir.

Diğer bir sorun işçi sınıfının kendiliğinden hareketindeki yükselme ile işçi sınıfının öncü partisi arasındaki etkileşim ve bunların tarihsel olarak çakışıp çakışmadığıdır. Örneğin bizi heyecanlandıran önümüzdeki dönemde bu çakışmanın yaşanma olasılığıdır. İşe öncelikle kendiliğinden hareketi tanımlamakla başlamalıyız. İşçi sınıfının öncü partisi tarafından yönetilip planlanmayan ve sosyalist devrim stratejisi ile ilişkilendirilmeyen her işçi hareketi kendiliğindendir. Bu tanımlama kendiliğinden hareketleri tek kalıba sokmaz, aksine içinde geliştiği toplumsal koşullara bağlı olarak her verili kendiliğinden işçi eyleminin kendine özgü yanları olacaktır. Bazen bu hareketler tamamen ekonomik çıkarlar için yapılır, bazen siyasi hedefleri vardır. Siyasi hedefleri doğrudan işçi sınıfının iktidarını hedeflemez, fakat daha çok burjuvazinin yüz çevirdiği düzen içi hedeflerdir. Ayrıca bir hareketin kendiliğinden olarak tanımlanması birbirinden bağımsız işçilerin bir yöne akmasıyla oluştuğu anlamına gelmez. Kendiliğinden eylemin de özneleri, liderleri vardır. Sorun, eylemi yöneten öznenin bayrağında sosyalist devrimin yazılı olmayışıdır. Tarih içinde işçi sınıfı partisi de değişim geçirmiş ve bugün bir işçi hareketini kendiliğinden olmaktan çıkarmak için bu sosyalist öznenin Leninist örgüte sahip olma şartı da eklenmiştir.

Burjuvazinin bir ülkede işçi hareketlerini tamamen ve sürekli olarak engelleme şansı bulunmaz. Bu nedenle gelişkin bir burjuvazi öncelikle taktiğini hareketi kendiliğindenliğe mahkum etmeye, işçi sınıfının öncü partisinden izole etmeye dayandıracaktır. Çıplak zorun dışında, sendikaları eliyle kurmaya kalkacak, sendika bürokrasisini finanse ederek yönlendirecek, geri ideolojileri yaygınlaştıracak, işçi sınıfını tarihsel görevlerinden uzaklaştırmaya, çeldirmeye çalışacak siyasi özneleri oluşturacak; ama ne olursa olsun işçi sınıfını partisinden izole etmeye çabalayacaktır. Türkiye burjuvazisinin en büyük başarısı ne 12 Eylül faşizminin örgütlenmesi, ne gerici, devlet güdümlü sendikaların kurulması, ne de siyasi tutuklamalardır; en büyük başarısı 1980 öncesinde CHP’yi sol bir parti olarak işçi sınıfına pazarlamada gösterdiği hünerde aranmalıdır.

Görüldüğü gibi işçi sınıfı hareketi statik değil son derece dinamik bir alandır. Bir yandan doğası gereği kendiliğinden işçi hareketi dalgaları yükselir ve işçi sınıfının öncü partisi bu dalgaları kontrol ederek iktidar hedefine yöneltmeye çalışırken, burjuvazi geliştirdiği yeni araçlar ve taktiklerle dalgayı söndürmeye ve düzen içine çekmeye çalışır. Sınıf hareketinin genel düzeyi ve sendikal yapılar bu dinamik mücadelenin ürünleridir. Var olan ve kemikleşmiş gibi gözüken yapılara işçi sınıfı adına alt üst edici bir müdahaleye hazırlananların bu dinamizmi hatırladıklarında cesaretleri artacak, içleri ısınacaktır.

Güncel görevlere açıklık getirmek için kısa bir tarihsel hatırlatma yapacağız. Türkiye’nin bütün kapitalistleşme süreci kullandığımız yöntemle incelenebilir, fakat buradaki kısıtlarımız nedeniyle 2. Dünya Savaşı sonrasını ele almak daha doğru olacaktır. Bu dönemi başlıca iki alt döneme ayırarak ve birbirleriyle karşılaştırarak ilerleyeceğiz. Genellikle bir tarihsel dilimi dönemlendirirken, tarihi önemi olan bir olay kullanılır. Oysa Türkiye’de 1980 ile 1990 darbeleri o kadar iç içe girmiştir ki bu on yılı iki dönemi birbirinden ayıran bir ayraç olarak kullanmak mümkündür. 1945’den başlayıp 1980-90’a kadar ve buradan günümüze kadar iki dönem halinde ele alacağız.

Her dönemi önce iktisadi açıdan, sermaye birikim tarzı üzerinden ele alacak, sonra da bu çerçevede şekillenen, sınıf hareketine yön vermeye çalışan mücadeleleri ana hatlarıyla inceleyeceğiz. Burada sermaye birikim dönemlerinin sınıf mücadelelerinden mutlak olarak ayrılabilen departmanlar olarak ele alınamayacağını hatırlamalıyız. Örneğin Sovyetler Birliği’nde temsil edilen işçi sınıfının siyasi

gücünün kapitalizmin gelişimine de etki yapması veya emperyalist sistemin içinde bulunduğu krizi aşmak için aldığı siyasi kararların sermaye birikim tarzlarını etkilemesini örnek olarak verebiliriz.

1945’ten 1980-90’lara

Muhakkak bu yarım yüzyıla yaklaşan dönem kendi içinde alt bölmelere ayrılabilir. Burada ise ancak genel hatlarıyla bir bütün olarak ele alınacaktır. Bu dönem Türkiye burjuvazisi, sınıf reflekslerini izleyerek emperyalizme yanaşıp bir “müttefik” haline gelmeye çalışırken, bir yandan da Detant döneminin sağladığı ortamdan yararlanıp sanayiye dayalı kalkınma modelini görece bağımsız bir politika olarak benimsedi. İç tüketime dayalı, korumacı, uluslararası bir işbölümünden çok ürün çeşitliliğine dayanan bu dönem ortalama yüzde 6’nın üzerinde bir büyüme hızı yakaladı. 10 Ağır sanayi Sovyetler Birliği ile ikili anlaşmaları da içerecek şekilde devlet eliyle kurulurken, özel sektör özelikle dayanıklı tüketim araçların üretiminde yoğunlaştı. İşçi sayısı katlanarak arttı, dönemin sonuna doğru 6 milyona yakın kayıtlı işçi istihdam ediliyordu. 11 

Gerek Sosyalist Dünya sisteminin yarattığı atmosfer, gerek iç tüketime dayalı üretimin koşulladığı yüksek ücreti mümkün kılan sermaye birikim dönemi, gerekse işçi sınıfının yükselen mücadelesi emeği değerli kılıyordu. Kitle üretimi ve işçi sınıfının müdahalesi kurallı emeği dayatıyor, özellikle devlete bağlı fabrikalarda iş güvenceli, kurallı emek rejimine sosyal ücret eşlik ediyordu. Eğitim ve sağlığa parasız ulaşma, lojman ve tatil yapma hakkı gibi sosyal ücret başlıkları ücrete ekleniyordu.

1946 sendikacılığı

Sınıf esasına dayalı dernek kurma yasağının 1946’da kalkması ile o güne kadar baskı altında tutulan işçi sınıfı 1946 sendikacılığı olarak tanımlanan ve kısa bir sürede 600 civarında sendikanın kurulmasına yol açan bir dönemi yarattı. 12 Bu dönem iyi incelenmemesine ve kısa sürmesi nedeniyle çok etkili olmamasına karşın tartışmaya çalıştığımız başlık için çok önemli bir nüve oluşturmuştur. Yasağın kalkması ile birlikte 1946’da iki sosyalist parti, Türkiye Sosyalist Partisi ile TKP’nin 1950’lere kadar liderliğini yürüten Şefik Hüsnü tarafından kurulan Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi kurulmuştur. Her iki parti de büyük bir hızla sendikaları etraflarında örgütlemeye başladılar. Türkiye Sosyalist Partisi işkolu esasını, Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü partisi ise il düzeyindeki yatay örgütlenmenin bir araya gelerek konfederasyonlar oluşturmasını öneriyordu. 13 Bu ayrımın şu an için önemi yok; önemli olan sermaye tarafından değil, doğrudan işçi sınıfı partilerinin etraflarında sendikaları kurmaya başlamalarıdır.

Burjuvazinin işçi sınıfının hamlelerine verdiği yanıt kural olarak iki öğeyi içermiştir. Birincisi hamleyi yapanları bastırmak ve ikincisi hegemonyayı ele geçirmek üzere bir adım atmak. 1946 sendikacılığına verilen tepki de bu kurala uymuş, hemen o yıl sosyalist partiler ve etraflarında ördükleri sendikalar kapatılmış ve tutuklamalara gidilmiştir. Bir yıl sonra ise “İşçi ve İşveren Sendikaları Yasası” kabul edilecek, sendikalara siyasi etkinlikte bulunmak yasaklanacaktı. CHP kendi bünyesinde bir işçi bürosu kuracak ve “Hür Bilek” isimli bir yayın çıkararak, sınıf uzlaşmasını telkin etmeye başlayacaktı. 14 

Türk-İş kuruluyor

Türkiye’de kapitalizmin ulaştığı gelişkinlik, dünya sendika hareketinin geldiği düzey ve işçi sınıfının sürekli kıpırdanışı burjuvaziyi kapsamlı bir hamle yapmaya itti. Amerikan emperyalizmiyle işbirliği ve göze girme gibi amaçları da olan 1951 TKP tutuklaması Parti’yi büyük ölçüde devre dışı bırakacak, 1952’de ise işçi sınıfı siyasetinden arındırılmış ortamda ABD’li sendikaların desteği ile burjuvazinin hegemonyasında Türk-İş kurulacaktı. İş kolu esasına göre kurulan konfederasyon doğrudan ABD fonları ile beslenecek, ABD’ye yapılan eğitim gezileri başlıca bir yönlendirme aracı olacak, uluslararası sarı sendikal birliklere üye kabul edilecekti. 15 Özellikle kamu sektöründe örgütlenen Türk-İş sendikaları bir çeşit personel dairesi gibi çalışacaktı. Burjuvazi bu hamle ile sendikal alanı kapatmış, burjuva tipi bir sendika yaratmış ve güvenilir bir sendikal bürokrasiye teslim etmişti.

Kendiliğinden işçi hareketinde yükseliş

Türkiye kapitalizminin 1960’larda ulaştığı düzey burjuvazinin aldığı önlemleri boşa çıkarmaya başlamış ve önlenemeyen, bir hesaba göre 1980’e kadar, başka bir hesaba göre Bahar Eylemleri’ne kadar sürecek kendiliğinden bir dalga başlamıştır. Kavel Kablo direnişi uzun bir gericilik döneminden sonra fitili ateşleyen eylem olması ile günümüz TEKEL direnişine benzemektedir. Türk-İş’e bağlı Maden-İş üyesi 170 işçi henüz grev hakkı yasallaşmamışken patronun yaptığı baskıya karşı 1963 yılında tezgahlarının başında iş bıraktılar. Özel sektörde sermayeye karşı dişe diş mücadele ile yükselen kendiliğinden eylem dalgası 1967’de DİSK’in Türk-İş’ten koparak kuruluşuna neden olacaktı.

Ama önce işçi sınıfı siyaseti ve kendiliğinden işçi hareketi arasındaki ilişki için özgün bir örnek olan TİP’in kuruluşuna dönmek gerekecek. Sözünü ettiğimiz kendiliğinden yükselişin işçi önderleri tarafında 1961’de kurulan TİP, davet üzerine TKP üyeliği açığa çıkmamış aydın kadroların partiye katılması ile toplumsal olarak etkili ve daha ileri bir biçim alacaktı. Dikkat edilirse bu örnek, işçi sınıfının öncü partisinin müdahalesine değil, bu müdahalenin yokluğunda bir etkileşime dayanmaktadır. Aydemir Güler bu durumu “bir koalisyon” olarak nitelemiştir. 16 Belki bu nedenle TİP’in DİSK üzerinde ve 15-16 Haziran gibi eylemlerde belirgin bir müdahale gücü olmamış, altmışlar ve yetmişlerin başındaki işçi sınıfının kitlesel eyleminin kendiliğinden niteliğini değiştirememiştir. Ancak bu topraklara özgünlüğü ile önemli bir toplumsal etki yaratmış, 2. TİP döneminde hakkını verememiş de olsa, sosyalist devrim tezine imzasını atabilmiştir.

DİSK’in eylemlerinde somutlanan kendiliğinden kitle eylemine etkili bir müdahale TKP’nin 1973’de başlattığı atılım süreciyle gelmiştir. Az sayıdaki etkili kadrosu ile DİSK’te hegemonya kuran TKP, 1 Mayıs 1976 ve 1977’yi tarihimize katan asıl siyasi harekettir. TKP’nin DİSK’i yönetmek üzere etkili bir operasyon yapması, bazen eleştirilmesine rağmen, sorun değildir. Sorun oluşturan nokta, 1980 öncesindeki TKP’nin programıdır. Türkiye düzeyinde sosyalist devrim gerçekleştirmeye değil de Sovyetler Birliği’ni korumaya endekslenmiş bir program, belki şimdi Sovyetsiz bir dünyanın ne hale geldiğini gördüğümüz için, tüm gerilimine rağmen anlaşılır bulunabilir. Fakat programda önerilen Türkiye burjuvazisinden ilerici bir kanat yaratıp onunla işbirliği yapmaya dayanan taktik koşulsuz boşa çıkmıştır. Ecevit’li CHP’de devrimcilik ve “ileri demokrasi”nin öznesini keşfeden o yılların TKP’si Türkiye işçi sınıfının burjuvaziye yedeklenmesine ve DİSK’in düzen içine çekilmesine neden olmuştur. 1977 sonunda Kemal Türkler yerine eski CHP milletvekili Abdullah Baştürk’ün seçilmesiyle Türkiye işçi sınıfının en etkili kendiliğinden dalgası için yolun sonu gözükmüştür.

1980-90’dan günümüze


1980-90 darbelerinden günümüze Türkiye’de sermaye birikim modelinde dramatik bir değişiklikten bahsedebiliriz. Bu değişikliğin kökenleri 2. Dünya Savaşı sonrası bir genişleme dönemi yaşayan emperyalist sistemin 1970’lerde kâr oranlarının azalmasıyla giden yapısal bir krize gömülmesi ve krizden çıkış için yapılan siyasi planları 1989’da Sosyalist Dünya Sistemi’nin çözülmesiyle bütün ülkelerin işçi sınıflarına karşı acımasızca yürürlüğe koyma fırsatı bulmasında aranmalıdır. Birçok ülke gibi Türkiye için de Dünya Bankası, İMF, AB gibi kurumlar, ulusal düzeyde korumacı ve sanayiye dayalı kalkınma yerine, emperyalist sisteme entegre olmaya dayanan bir model önermişlerdir. Emperyalist sistemle entegrasyon sürecine Türkiye burjuvazisi ikna edilmiştir ve süreç halen sürmektedir. Bu model egemenliğin devrini, devlete bağlı kamu iktisadi kuruluşlarının özelleştirilmesini, devletin çözülmesini, sosyal devlet uygulamalarının ortadan kaldırılmasını içermektedir. Sanayi yatırımlarından elde edilen kâr oranlarının düşmesine karşı bulunan çareler; işgücünün alabildiğine esnetilmesi, sosyal ücretin kaldırılması ve ücretlerin düşürülmesine dayanmaktadır. Sendikasızlaştırma başlıca politika haline gelmiş, işçilerin çok küçük bir kısmı sendika üyesi olarak kalmış, kayıt dışı istihdam erkeklerde yüzde 38, kadınlarda yüzde 60’a kadar yükselmiştir. 17 Ortalama büyüme oranı yüzde 3,6’ya kadar düşerken, 18 gerçek işsizlik oranları yüzde 20’lere kadar yükselmiştir. Esnek ve kuralsız üretim nedeniyle iş güvencesi, işin tanımı, işin süresi, iş mekanı ve ücret belirsizliğe itilmiştir. Az sayıda çekirdek eleman kadrolu olarak çalıştırılırken büyük bir kısmı taşeron firmalar aracılığı ile temin edilmeye başlanmıştır. Saldırı dur durak bilmemekte, AKP tarafından ısıtılan özel istihdam büroları ile emeğin köleleştirilmesinde ve sendikaların bitirilmesinde önemli bir adım daha atılmak istenmektedir.

Bahar Eylemleri

1989’da zirveye ulaşan Bahar Eylemleri, Tekel’e kadar tarihimizin en son kayda değer kendiliğinden işçi hareketi dalgasını oluşturmuştur. Bir yanıyla bu eylemler 12 Eylül ile kesintiye uğratılan eylemlerin, derin bir yoksullukla karşılaşan ve hâlâ kavga etmesini bilen işçiler ve önderleri tarafından devam ettirilmesine dayanmaktadır. Şekil 1’e bakıldığında Bahar Eylemleri’nin gücü çok daha iyi anlaşılacaktır. Ne yazık ki bu hareketi çekip çevirecek güçte bir işçi sınıfı partisi bulunmamaktadır. O dönemin TKP’si diğer sol siyasetler gibi 12 Eylül’ün darbesini yediği gibi, Sovyetler Birliği’ni çökerten ihanetin peşinden bir likidasyona doğru gitmektedir. Bugünkü TKP’yi oluşturacak kadrolar ise henüz Parti’yi kurmamışlar ve hazırlık aşamasındadırlar. Bu koşullarda Bahar Eylemleri başladığı hızla, ücretlerdeki iyileştirmeler, sendikal bürokrasinin restorasyonu gibi düzen içi önlemler ile dağıtılmıştır.

Kamu emekçileri eylemleri

1990’ları özellikle ilk yarısına kadar yükselişle geçiren kamu emekçileri hareketi damgasını vurmuştur. Kendiliğinden özellikler gösteren kamu emekçileri hareketi, işçi sınıfının bir bölmesi olduğu halde burjuvazi tarafından ayrı bir kategoride tutulmaya çalışılan “memurların” grevli, toplu sözleşmeli sendika hakkı için fiili meşru mücadelesine dayanmaktadır.

Burjuvazinin bu yeniden yükselen işçi sınıfı hareketine verdiği yanıt farklı cephelerden olmuştur. En etkilisi Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ile moral bir çöküntü yaşayan ve önceki dönemin aşamacı tezleriyle mağdur bulunan soluna ağır bir ideolojik saldırı başlatmıştır. İdeolojilerin ve sınıfın öldüğü, kapitalizmin sorunları olmakla birlikte tek ebedi düzen olduğu vaaz edilmiştir. Solun büyük kesimi bu ideolojik saldırının altında kalmış ve üç başlıkta incelenecek bir savrulmaya neden olmuştur. Bunların ilki o zamanın ÖDP’sinde ağırlıklı olarak temsil edilen liberal soldur ve sosyalizme olan inançsızlığın dışa vurumu olarak gözükmektedir. Diğeri aşamacı, halk devrimi tezlerinin işçiciliğe dönüşmesidir ve kendini her türlü nesnelliğin kuyrukçusu yapmıştır. Sonuncusu ise yoksul Kürt köylüsünün sola açık olarak başlayan mücadelesinin zaman içinde sosyalizmde “reel” bir güç görememesi ve kendini başka “reel” meselelere adayarak işçi sınıfı mücadelesinden uzaklaşmasıdır. Üstü kazındığı zaman örtülü bir yönlendirmenin ürünü olan bu üç akımın koalisyonu, sendikaları sosyalist sola karşı iyi savunulan bir mevzi haline getirmiştir. İşçi sınıfı siyaseti ve sendikal alanın birbirlerine bulaşmaması gereken yaşam alanları olduğu anlatılmış, öte yandan sendikalar AB’ciliğe, demokrasiciliğe, Kürt ulusalcılığına ve düzen içi hedeflere angaje edilmiştir. Tüm sendikal konfederasyonların AB emperyalizminin uzantısı olan ETUC’a üyeliği ve “sosyal diyalog”a şu veya bu şekilde bulaşmaları bu ölçüsüz savrulmanın ürünüdür.

Burjuvazinin kamu emekçilerinin yükselen hareketine karşı verdiği ikinci yanıt, grev ve toplu sözleşmeyi tanımayan “sahte sendika yasası” olarak bilinen yasa ile sendika kurma hakkını bir yandan tanırken, diğer yandan da faşizan veya dinci gericiliğe dayanan kamu emekçisi konfederasyonlarını kurması olmuştur. Kamu emekçileri hareketini başlatan ve öncülük edenler tarafından kurulan KESK, bugün birçok yerde yetkisini yitirmiş ve gerici konfederasyonların arkasından üçüncü sıraya düşmüş, tek başına bir grevi yönlendiremez hale gelmiştir. Fiili meşru mücadeleyle kurulan KESK de yasayla birlikte bir sendikal bürokrasi tarafından yönetilmeye başlanmıştır.

Türkiye işçi sınıfı 2000’li yıllara yenik giriyor

Yukarıda sayılan her cephede kaybeden Türkiye işçi sınıfı 2000’li yıllara yenik girdi ve sınıfın atıllığı grev sayılarına yansıyarak sanki bir zorun altındaymış da hareket edemiyormuş görüntüsü verdi. Buna emperyalizmin ve Türkiye burjuvazisinin, Türkiye’yi çözme görevini alabildiğine tüccar bir liberal siyaseti dinci gericiliğin arkasına gizleyen AKP’ye teslim etmesi eklendi. Bir yandan işçi sınıfı gericiliğin tezgahından geçerken, diğer yandan AKP eliyle bu ülkenin özgürleştiği, demokratikleştirildiği yanılsaması ortalıkta kol gezmeye başladı. İşçi sınıfı hızla köleleştirilirken, 2008’e kadar süren mali sermayenin sahte iyilik hali kalıcı bir istikrarmış gibi emekçilere yansıtıldı. Bu on yıl boyunca Türkiye işçi sınıfı tarihinde hiç olmadığı kadar mücadeleden, onuru ve ekmeği için kavgadan uzak düştü.

“Direniş bitmedi, daha bugün başlıyor”

Tekel işçileri 60 gündür süren direnişlerinin her gününde kararlılığı ve direnişin iradesini göstermek için bu sloganı atıyorlardı: “Direniş bitmedi, daha bugün başlıyor”. Türkiye işçi sınıfının yüzyılı aşan mücadelesinde tüm yenilgilerden sonra bizim de aynı şeyi söyleyebilmemiz ne kadar güzel. Bir gericilik çağında umutlu olabilmemiz için nedenler var.

Öncelikle bu ülkenin tarihinde duvarın altında kalmamayı başaran, sosyalist devrimin güncelliğini programına çakmış bir Komünist Partisi var ve işçi sınıfı hareketine müdahale ediyor. TKP’nin şu anki çapı yeterli olmamakla birlikte elde ettiği birikim kısa bir süre sonra birçok toplumsal mevziiyi elde edebileceğini gösteriyor.

İkinci olarak uzun bir aralıktan sonra işçi sınıfının öncü partisi ile işçi sınıfının kendiliğinden yükselişinin çakışması büyük bir olasılık. Tekel direnişi şu veya bu şekilde geri çekilse bile, işçi sınıfı bağlarından kurtulmaya başlamıştır. Gerek iktisadi kriz, gerek AKP’nin baskıcı, işçi sınıfına düşman karakterinin artık cemaatçi, popülist yanı tarafından örtülemez hale gelmesi ve ülkenin tehdit altında olduğu fikri siyasi bir motivasyon oluşturuyor. Bunun ötesinde AKP 2010’da şeker üretimi, enerji, ulaşım, madencilik sektörlerinde son darbeyi vurmaya hazırlanıyor. Bu darbeyle yüz bine yakın kamu işçisi var olan özlük haklarından koparılmış olacak. AKP bununla da kalmıyor, sağlık, eğitim ve büro emekçilerini iş güvencesiz, esnek çalışma koşullarına mahkum etmek istiyor. Neresinden bakarsanız bakın TEKEL işçilerinin yaktığı ateş önümüzdeki günlerde daha fazla alevlenecektir.

Bir diğeri TKP’nin örgütsüz, sendikasız, umutsuz bırakılmış işçi yığınlarını Parti’nin etrafında toplamak, akıl ve özgüven vermek için kurduğu Yurtsever Cephe İşçi Birliği’dir. Yurtsever Cephe İşçi Birliği fiili meşru mücadeleye dayanan, sendikal bürokrasi ile değil, sosyalist militanlarca yönetilen tarzı ve işçi sınıfının bölünmüş yapısını bir araya getirmeye çalışan iradesi ile önemli bir perspektif sunuyor.

Bir başkası ise burjuvazinin hamlelerinin boşa çıkartılamaması sonucu teslim alınmış ve bir düzen kurumuna dönüşmüş sendikaların içinde bulunduğu derin buhrana Parti’nin müdahale etme kararlılığıdır. Asıl olarak kamu işyerlerinin güvencesi altında örgütlenen Türk-İş, devletin hızla çözülmesi ile birlikte boşa çıkmaktadır. Tekel direnişini kararlı yapan unsurlardan biri de bir Türk-İş sendikası olan Tek Gıda­İş’in işçilerin 4-C’ye geçirilmesiyle birlikte sönecek olmasıdır. Aynı şey kamu emekçileri için de geçerlidir. Memur statüsündeki işçi sayısı hızla azalmaktadır. AKP ise bu alana tıpkı yargı ve üniversitelerdeki gibi ele geçirici bir müdahale yapıyor. Örneğin 6 konfederasyon AKP’ye karşı Tekel işçisini korumaya yönelik eylemleri konuşmak için toplandığında burjuvazinin bir şekilde temsilciliği bir yana üç başkan doğrudan AKP’nin ajanı olarak masaya oturmuştur. AKP bir elinde yolsuzluk dosyaları, diğer elinde birçok tehdit unsuru içeren yeni sendikalar yasa taslağı ile de alana müdahale etmektedir.

Ayrıca sendikalar geçen yüzyılın sermaye birikim modellerine göre şekillenmişlerdir. Esnek üretimin getirdiği belirsizlik eski örgütlenme tarzlarını boşa çıkarmaktadır.

TKP’nin AKP’ye karşı direnç odağı olarak korumak ve yaratmak için sendikalara müdahale kararı dışında, var olan durumu asla meşru görmemesi çok önemli gözüküyor. Eğer işçiler sendikalara bölünmüşse, sendikalar düzen tarafından teslim alınmışsa ve gerekli dönüşümü gösterecek siyasi enerjiden yoksunsalar, bu işçi sınıfı müdahalede geciktiği içindir. Ve bu müdahale yapılacaktır.

Yolumuz açık olsun.

 

 

 

Dipnotlar

  1. Yurtsever Cephe İşçi Birliği Aylık Bülten, Aralık 2009, http://www.iscibirligi.org/bulten/ycibaralik2009.pdf
  2. Güler, Aydemir, “Sendikalar Sınıf Mücadelesinde Ne İşe Yarar?”, Gelenek, sayı:47, 1994, s.13-34.
  3. Giritli, Aydın, “İşçi Hareketinde Perspektif Krizi”, Gelenek, sayı:53, 1996, s.6-39.
  4. Güler, Aydemir, “Kuşatmayı Kırmak İçin”, Gelenek, sayı:70, 2002, s.23-42.
  5. Aslan, Egemen, “İşçilerden Sınıf Yapmak”, Gelenek, sayı:70, 2002, s.65-83.
  6. TKP 8. Kongre Raporu”, Gelenek, sayı:94, 2007, s.7-24.
  7.  Okuyan, Kemal, “Devrimci Strateji, Parti ve Sendika” Sınıf Tavrı, 2001, s.24-26.
  8. Güler, Aydemir, Son Kriz, Yazılama Yayınevi, İstanbul, 2. baskı, 2008.
  9. Okuyan, Kemal, “Ne Yapmalı”cılar Kitabı, Yazılama Yayınevi, İstanbul, 5. baskı, 2008.
  10.  Boratav, Korkut, Türkiye İktisat Tarihi, İmge Yayınevi, Ankara, 13. Baskı, 2009, s.210-211.
  11.  Nalçacı, Erhan, “Mücadele Eden Bir Sınıf Nasıl Yaratılır?”, soL, sayı:283, 2009, s.4-5.
  12. Çavdar, Tevfik, Türkiye İşçi Sınıfı Tarihinden Kesitler, Nazım Kitaplığı, 2005, s.125-126.
  13. Sülker, Kemal, 100 Soruda Türkiye İşçi Sınıfı Hareketleri, Gerçek Yayınevi, 1968, s.29.
  14.  Çavdar Tevfik, age, s.125.
  15. Öztürk, Kenan, Amerikan Sendikacılığı ve Türkiye, TÜSTAV, 2004.
  16. Güler, Aydemir, age, s.26.
  17. Yurtsever Cephe İşçi Birliği Aylık Bülten, Ekim 2009, http://www.iscibirligi.org/bulten/ycib-ekim2009.pdf
  18.  Boratav, Korkut, age, s. 210-211.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×