Çin’in stratejik yönelimi ve artan eşitsizlikler

Dünya emperyalist sistemi, Amerika Birleşik Devletleri’nin sistem içindeki hegemon gücünün sarsılması ve diğer aktörlerin iktisadi ve jeopolitik hareket alanlarını arttırmasında cisimleşen yeni bir krize doğru hızla ilerliyor. Her bir aktörün sistem içindeki stratejik tercihlerinin şekillendiği, dolayısıyla da tartışılmaya başladığı bir süreçten geçiyoruz.

Kuşkusuz ABD Başkanı Donald Trump’ın, korumacılığa, ticaret savaşlarına, tek-taraflılığa vurgu yapan ve 1990 sonrasında dünyaya damgasını vurmuş küreselleşmenin sonunu haber veren yeni stratejik açılımı, bu tartışmaların merkezinde duruyor. Trump’ın tarihsel bir kaza olmadığı, en azından ABD içindeki tekelci sermayenin güçlü fraksiyonlarından birinin temsilcisi olarak, bütün tuhaflığıyla kendisinden beklenen işlevi yerine getiren bir siyasi figür olduğu giderek açıklık kazanıyor. Her ne kadar liberaller, dünyanın pek çok ülkesinde kendisini gösteren otoriter-popülist rejimleri, geçici bir tepki, bir tür anomali olarak görmeyi ve krizin aşılması için 1990 sonrasının küreselleşmeci mutabakatına dönüş için çağrıda bulunmayı sürdürseler de, görünenin ardındaki öze bakmak ve Trump yönetiminde cisimleşen küreselleşme karşıtı ‘‘milliyetçi’’ duruşu, ABD’nin emperyalist hiyerarşi içindeki konumunu korumaya yönelik stratejinin bir parçası olarak görmek zorundayız.

Trump’ın popülist milliyetçiliği, nasıl emperyalist hiyerarşinin üst basamaklarındaki ülkelerde İkinci Dünya Savaşı sonrasında unutulmaya yüz tutmuş bir ideolojinin başını yeniden kaldırmasından ibaret görülemezse, Çin yönetiminin giderek kristalleşmeye başlayan küreselleşmeci tutumu da, Çin kapitalizminin ve Çin Komünist Partisi’nin stratejik önceliklerinden bağımsız olarak düşünülmemeli. Çin’in geçtiğimiz on yıl içinde giderek daha fazla vurgulamaya başladığı ve en açık ifadesini Çin Devlet Başkanı Şi Jinping’in 17 Ocak 2017’de Davos’ta düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu’nda yaptığı konuşmada 1bulan “milliyetçiliğe karşı küreselleşme” savunusunu, kendini kaybetmiş bir ABD liderliği karşısında dünyanın dengelerini korumaya yönelik, barışçıl bir çağrı olarak okumak büyük bir hata olacaktır. Çin Komünist Partisi’nin 19 Ekim 2017’de gerçekleştirilen 19. Ulusal Kongresi’nde, Şi Jinping’in liderliğinin güçlendirilmesine koşut olarak kabul ettiği ve programına eklediği “Yeni Bir Çağ İçin Çin’e Özgü Sosyalizm Düşüncesi,” tam da Çin kapitalizminin 2049 yılında emperyalist sistem içinde hak ettiği konuma ulaşmasını ve küresel kapitalizmin verili yapısının Çin’e sunduğu olanaklardan sonuna kadar faydalanmayı öngören bir eylem rehberi niteliği taşıyor. Çin’in 19. yüzyılın başından 1949 Devrimi’nde kadar geçen süre içinde Batı emperyalizmi nedeniyle kaybettiği dünya ekonomisinin en büyük gücü olma konumunu, yeni yüzyılın ortasında kapitalist kalkınma yoluyla yeniden kazanma stratejisi, hem Çin hem de uluslararası sistem içindeki eşitsizliklerin daha da derinleştirilmesinden başka bir şey vaat etmiyor. Çin Komünist Partisi’nin ‘‘müreffeh, güçlü, demokratik, kültürel olarak ilerlemiş, ahenkli modern bir sosyalist toplum’’ söylemiyle meşrulaştırdığı bu stratejinin,2 söz konusu eşitsizlikleri nasıl derinleştirdiği, Çin’in Afrika, Latin Amerika ve Asya’ya yönelik politikalarına bakılarak daha açık bir şekilde görülebilir.

Afrika

Çin’in Afrika’ya ve Latin Amerika’ya özellikle 2000’li yıllarda yoğunlaşan huruç hareketi ciddi bir emperyalizm tartışmasını da beraberinde getirdi. Hatta Amerikan emperyalizminin ne pahasına olursa olsun geriletilmesini ajandasında ilk sırada taşıyan bazı solcular, Çin’i Afrika’da emperyalist hedefleri olan bir güç değil de, Afrika’nın kalkınması yolunda bir ticaret partneri olarak tarif etmek için yoğun çaba gösterdi. Aslında bu söylem ABD emperyalizminin gerek Latin Amerika’da yayıldığı 1800’lerin ikinci yarısında, gerekse bütün dünyada hâkim emperyalist güç olarak çıktığı İkinci Dünya Savaşı sonrasında da hayli revaçtaydı. Latin Amerika’da vahşi Portekiz ve İspanyol sömürgeciliğine, dünyanın geri kalanında ise İngiliz kolonyalizmi ve emperyalizmine karşı ABD’nin konumu müşfik bir koruyucu, ülkelerin gelişmesinde veya o zamanın ünlü deyimiyle ekonomik kalkışlarında (take-off) bir yardımcı olarak sunuluyordu. Dünyanın sonradan şahit olduğu ise ne yazık ki yoğun bir kaynak aktarımı ve korkunç bir kan gölü oldu. Elbette Çin’in Afrika’daki etkisini şimdiden öngörmek imkânsız.  Ama elimizde Çin’in emperyalist hedeflerini tartışabileceğimiz bazı bilgiler de mevcut.

Büyük oranda Çin’in girişimleri ile başlatılan ve Çin ile Afrika ülkeleri arasındaki işbirliğini sürdürmek için inşa edilen Çin-Afrika İşbirliği Forumu’nun (FOCAC-Forum on the China-Africa Cooperation) temelleri 2000’li yıllarda atıldı ve bu on yılda gerek Çin, gerek Afrika başkentlerinde düzenlenen bir dizi toplantıyla ilişkiler derinleştirilmeye çalışıldı.3Günümüzde Çin dışında 53 Afrika ülkesinin mensup olduğu bu örgütün toplantılarında temel olarak Çin’in Afrika’ya olan özellikle altyapı yatırımlarının büyük meblağlarda arttırılması, Çinli işadamlarının Afrika’ya ilgisini çekmek için Çin-Afrika Kalkınma Fonu’na ayrılan miktarın çoğaltılması, Çin menşeli özel şirketlerin Afrika’ya yatırımlarının teşviki, Afrika’dan Çin’e ihraç edilen mallarda gümrük vergisi indirimleri ve Afrikalı ekonomi uzmanlarının eğitilmesi gibi kararlar alındı. Bu kararların sonucu olarak, Çin-Afrika ticareti 2008 itibariyle 100 trilyon doların üzerine çıkarken, bu rakam 2018’de 200 trilyon doları geçti.4

Kalkınma modeli büyük oranda ithalata dayanan ve dolayısıyla devamlı bir kaynak peşinde koşan bu ülkenin Afrika’daki ekonomik hareketlerinin çok klasik bir örüntüyü hatırlattığını vurgulamak gerekiyor. Bu ilişkide Afrika’ya hammadde sağlamak kısmı düşerken, Çin’e işlenmiş ürünlerin ihracatı kısmı kalıyor. Aslında bu anlamda aradaki ilişki küresel ticaret ve değişim örüntülerine de bir hayli denk düşüyor. Bu ticaret ilişkisi üretimin yapısında bir değişikliğe yol açmadığı gibi, yeni bir uluslararası işbölümü de getirmiyor. Dolayısıyla, söz konusu ticaret Afrika’nın ana maddelere olan bağımlı iktisadi yapısını daha da derinleştiriyor.5 Örneğin, 2016 itibariyle Çin Afrika’dan günden 1,4 milyon varil petrol alıyordu. Buna mukabil Çin’in Afrika’ya sattığı ana mallar ise makine, elektronik malzemeler ve tekstil ürünleriydi.6Gerçekten de Çin’in Afrika’daki en önemli beş ticari partneri Angola, Güney Afrika, Sudan, Nijerya ve Mısır’ın içlerinde bulunduğu petrol ve doğalgaz açısından zengin ülkeler. Dahası, Afrika’dan Çin’e ihraç edilen mallar çok fazla bir çeşitlilik göstermez ve yukarıda değinildiği gibi çoğunlukla doğal kaynaklardan oluşurken, ters yöndeki bir ticari hareket, yani Çin’den Afrika’ya ithal edilen mallar ciddi bir çeşitliliğe sahip ve bu da Çin’in iktisadi yapısının gereklerine uygun düşüyor.7

Dahası, Çin’in Afrika’ya yatırımları Çin kapitalizminin ülkede gelişimine paralel bir şekilde Afrika’da büyük oranda inşaat sektöründe gerçekleşti. Bu gibi altyapı yatırımlarının gerçekleştirilmesinde yerel sermayeyi çoğu kez geride bırakan Çin firmalarının yerel emek yasalarını göz ardı etmekle ve gerekli güvenlik önlemlerini almamakla suçlandığı biliniyor.8Çin’den ithal edilen ucuz malların yerel üreticilerin rekabet gücünü hayli zayıflattığı da sıklıkla vurgulanıyor. 9 Bu anlamda yerel halkı ucuz emek gücü olarak kullanan eski emperyalist stratejinin yerine, yerel sermayeyi baş edemeyeceği bir rekabete sokarak kâra el koyma stratejisinin Çin ve Çinli firmaların davranış örüntülerini belirlediği söylenebilir. Bu açıdan, Batı emperyalizmi ile Çin emperyalizmi arasında bir seçim yapmak her açıdan sorunlu bir seçim gibi görünüyor.10

Ortada bir de Çin’in Afrika’ya sağladığı dış yardım sorunu bulunuyor. Doğrudan yabancı yatırımlar şeklinde gerçekleşen yardımların 2015 yılı itibariyle küresel ölçekte gerçekleşen yatırımların yalnızca yüzde 5’ini oluşturduğu ve bu ülke ile Afrika kıtası arasındaki esas ilişkinin ticari olduğu söylenebilir. Ancak tıpkı ticaretteki dengesizlik gibi, bu yatırımların da Afrika kıtasına eşit bir şekilde yayılmadığı ve yatırımların büyük bir kısmı doğal kaynak açısından zengin ülkelere yapıldığı belirtilmeli. 11Borçlar konusunda ise her ne kadar ilk başta Afrika ülkelerine sağlanan borçlar Batı emperyalizminin dayattığı koşulları taşımasa da, Çin başka koşullar tarif etmekten çekinmiyor. Örneğin söz konusu borçların neredeyse hepsi özellikle altyapı yatırımlarında Çin menşeli mal veya hizmetlerin kullanılmasını şart kılıyordu. Dahası, yine bu borçların bir koşulu olarak özellikle altyapı çalışmaları Çinli firmalar tarafından yürütülüyor.12[

Kısacası, Çin’in Afrika ile ilişkisini kurumsal, askeri yönleriyle klasik bir emperyalizm ilişkisi olarak tarif etmek için henüz erken olsa da, bağımlılık, kontrol ve sömürünün esas bileşenleri olduğu bir ticari ilişkinin yoğun bir doğal kaynak transferine ve Çin menşeli ucuz malların Afrika’ya ihracına dayandığını ve Afrika’nın bağımlı ekonomik yapısını yeniden ürettiğini söylemek mümkün görünüyor.

Latin Amerika

Çin’in Latin Amerika ile olan hızla gelişen ilişkilerinin de benzer bir kafa karışıklığı yarattığını söyleyebiliriz. Çin’in yeni milenyumun ilk on yılında Latin Amerika ile gelişen ilişkisi ikili anlaşmalar şeklini almış ve özellikle Arjantin, Meksika ve Venezuela ile çok yakın diplomatik ilişkiler kurulmuştu. Yine bu on yıl içerisinde Şili, Kosta Rika ve Peru ile de serbest ticaret anlaşmaları imzalandı.13

Ancak bu ticaretin tıpkı Afrika ülkelerinde olduğu gibi asimetrik bir ilişkiyi yansıttığını belirtmek gerekiyor. Büyük oranda Çin’in 1990’larda yaşadığı kaynak sıkıntısının ürünü olan bu anlaşmaların sonucu olarak, 2000 ila 2010 arasında Çin’in Latin Amerika ithalatındaki payı yaklaşık 7 kat arttı. 2009 itibariyle Çin, Brezilya, Şili ve Küba’nın en fazla ithalat yaptığı ülke haline gelirken, Kolombiya, Kosta Rika ve Peru’nun ithalatında ise ikinci sırayı kapmıştı.14 Bu eğilim 2010’lu yıllarda da devam etti ve Çin, 2019 itibariyle Latin Amerika’nın en büyük ticaret ortağı haline geldi. 15Gelişen ticari ilişkilerin yanı sıra Çin’in Latin Amerika’ya yaptığı doğrudan yatırımlar ve verdiği borçlar da geçtiğimiz yirmi yıl boyunca Çin ile Latin Amerika arasındaki bağımlılık ilişkilerini derinleştiren bir başka etmen oldu. Öyle ki, Çin menşeli bankaların Latin Amerika’ya verdikleri borç miktarının Dünya Bankası ve Amerika Kıtası Kalkınma Bankası’nın verdiğinden daha yüksek olduğu ifade ediliyor.16

Burada temel sorun ticaret, yatırımlar ve borçlardan müteşekkil iktisadi ilişkilerin mahiyeti. Her şeyden önce Çin birçok Latin Amerika ülkesi için en önemli ticari partnerken, Çin’in toplam ithalatında Latin Amerika’nın benzer bir konuma sahip olduğunu söylemek zor.17 Bu durumda, Latin Amerika’nın Çin’e ciddi bir bağımlılık geliştirdiğini söyleyebiliriz. Dahası, Latin Amerika, tıpkı Afrika gibi, Çin’in hızla büyüyen sınai sektörünün ihtiyaçlarını ve artan nüfusunun gıda talebini karşılayacak bir ana ham madde ve besin kaynağı.18Aslına bakılırsa, ham maddelerin önemi Çin’in doğrudan yabancı yatırımları incelendiğinde iyice belirginleşiyor. Zira, bölgede Çin yatırımlarının ezici bir miktarı, yaklaşık yüzde 90’ı, petrol ve minerallere odaklanacak şekilde ham maddelere yönelik. Konunun önemini Çin’in finanse ettiği projelerin üçte ikisinden fazlasının doğal kaynak sektörüne yönelik olmasıyla da vurgulayabiliriz. Örneğin, Çinli şirket Minmetals ile Şili’nin devlete ait şirketi Codelco arasında 2005 yılında bakır sektöründe 15 yıl sürecek bir ortaklık anlaşması imzalanmıştı.19

Latin Amerika, yine Afrika’daki örüntüyü hatırlatır şekilde Çin’in ürettiği maddelerin tüketildiği önemli bir pazar ve bu durum benzer sorunlara yol açıyor. Özellikle Latin Amerikalı yerli üreticiler, Çin’den yapılan ithalatın ciddi bir adaletsizliğe yol açtığı inancındalar. Bu durum karşısında son yıllarda Brezilya, Arjantin ve Meksika gibi ülkeler ithalatı kısıtlamaya yönelik ciddi önlemler almış durumda. Buna karşın, Çin’in bölgedeki diplomasisi ise Çin menşeli malların Latin Amerika’ya girişine odaklanmış gözüküyor.

Özetle, her ne kadar iktisadi ve siyasi ağırlığı ABD emperyalizmi kadar olmasa da, Çin’in Latin Amerika ile gelişen ilişkilerinin emperyalizme içkin eşitsiz, çevre ülkelerin özellikle doğal kaynaklarının merkeze aktarıldığı ve çevre ülkelerin bağımlı iktisadi yapılarını derinleştiren bir örüntüyle malul olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla, Çin’in tıpkı Afrika ile olan ilişkilerinde olduğu gibi, Latin Amerika kıtasındaki ilişkilerinde de, iki tarafın çıkarları doğrultusunda işleyen bir yapıdan bahsetmek güç.

Tek Kuşak Tek Yol

Çin 2000’li yıllardan itibaren Latin Amerika ve Afrika’daki iktisadi etkisini giderek arttırırken, ülkelerin iç işlerine karışmama ilkesi çerçevesinde büyük oranda siyasi süreçlerin dışında kalmaya özen gösterdi. Bu anlamda Çin, ABD’nin hedefindeki ülkelere uluslararası arenada destek vermeyi sürdürse ya da büyük iktisadi çıkarlarının olduğu Sudan’daki Darfur krizinde oynadığı arabuluculuk rolü gibi doğrudan kendi iktisadi çıkar alanı içinde gördüğü bölgelerde aktif bir siyaset izlese de, dış politikada esas olarak ‘‘istikrarın’’ korunmasını gözetiyordu. Çin ‘‘Arap Baharı’’ başta olmak üzere, söz konusu istikrarın bozulmasına neden olabilecek gelişmeler karşısında, büyük oranda geleneksel dengeci dış politikasını korudu ve doğrudan egemenlik alanı içinde gördüğü Güney Çin Denizi dışında, ABD ile doğrudan karşı karşıya gelmesine neden olabilecek herhangi bir adım atmamayı tercih etti.

Bununla birlikte 2013 yılında bizzat Başkan Şi Jinping tarafından uluslararası kamuoyuna açıklanan ve takip eden yıllarda 40’tan fazla ülke ve uluslararası kuruluş ile imzalanan işbirliği anlaşmalarıyla adım adım hayata geçirilen Tek Kuşak Tek Yol İnisiyatifi’nin, özellikle 2019 yılından itibaren karşılaşmaya başladığı güçlükler Çin’i geleneksel dış politikasında değişikliğe zorlama potansiyeli taşıyor.

Tek Kuşak Tek Yol İnisiyatifi, Asya ve Avrupa arasında 3 milyarlık bir nüfusa ev sahipliği yapan 65 ülkeyi kapsayacak bir ticaret ve yatırım ağı kurulmasını hedefliyor. Tarihî İpek Yolu’nun canlandırılmasını amaçlayan ‘‘İpek Yolu Ekonomik Kuşağı’’ çerçevesinde Çin’in Pasifik kıyılarını Avrupa’nın Atlantik kıyılarına bağlayacak bir karayolu ve demiryolu ağı kurulması planlanırken, projenin ikinci ayağını oluşturan ‘‘Deniz İpek Yolu’’ ile de Güney Çin Denizi, Hint Okyanusu, Kızıl Deniz ve Akdeniz’deki önemli limanları birbirine bağlayacak bir ticaret hattı oluşturulması amaçlanıyor. Çin hükümetinin 1 milyar dolarlık bir bütçe ayırdığı proje çerçevesinde, Çin’in dünya ekonomisinin liderliği için belirlediği milat olan 2049 yılına kadar proje kapsamındaki 65 ülkede 4 trilyon dolarlık bir altyapı yatırımı yapılması öngörülüyor.20

Çin’in küresel dünya ekonomisinde, bir başka deyişle dünya emperyalist sisteminde başat ülke konumuna ulaşma stratejisinin önemli bir aracı olan proje, Çin tarafından, ABD kaynaklı korumacılık ve ticaret savaşları tehdidi karşısında ilgili bütün ülkelerin refahını arttıracak, iktisadi kalkınmayı tetikleyecek ve yeni iş alanları yaratacak bir fırsat olarak sunuluyor. Ancak yapılması öngörülen yatırımların ağırlıklı olarak Çin tarafından sağlanacak kredilerle gerçekleştirilecek olması, taraf ülkelerde önemli stratejik varlıkların Çin denetimine geçmesiyle sonuçlanacak bir borç tuzağı yaratacağı endişesini doğurmuş durumda. Özellikle Çin’in proje kapsamında ortaya çıkabilecek ticari ihtilafları çözmek üzere kendi sınırları içerisinde uluslararası mahkemeler kurma kararının ne tür sonuçlar üreteceği merak konusu.21

Fakat Çin açısından esas zorlayıcı olan, uluslararası mahkemeler aracılığıyla çözülmesi mümkün olmayan sorunların nasıl aşılacağı. Projenin en önemli ülkelerinden olan Pakistan bu açıdan açıklayıcı bir örnek teşkil ediyor. 2018 Ağustosu’nda İslamabad’da yaşanan hükümet değişikliğinin ardından, kararlaştırılmış altyapı projelerinde kayda değer bir yavaşlama yaşanması, büyük oranda yeni hükümetin, Asya’da değişen güç dengelerinde ülkenin ABD’den gereğinden fazla uzaklaşıldığına inanmasıyla ilgili. Fakat mesele Pakistan’ın jeostratejik kaygılarıyla sınırlı değil. Tek Kuşak Tek Yol projesinin en iddialı adımlarından biri olan Belucistan’daki Gwadar limanı başta olmak üzere Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru kapsamındaki projeler için Çin’den alınan borçların geri ödenmesi sorunu, Pakistan’ı daha itidalli bir politika izlemeye yöneltmiş durumda. Özellikle yine Çin tarafından sağlanan kredilerle Singapur’da başlatılan Hambantota limanını genişletme projesinin, Singapur hükümetinin borçları ödeyemez hale gelmesi sonucunda limanın fiilen Çin’e devredilmesiyle sonuçlanması, Pakistan başta olmak üzere projeye katılmış olan pek çok yoksul ülke açısından tedirgin edici bir örnek teşkil ediyor. Öte yandan Pakistan’ın yoksul Belucistan bölgesinde inşa edilen limanın, burada yaşayan yerli aşiretler tarafından istenmemesi ve Çin’in bölgedeki iktisadi çıkarlarına yönelik artan saldırılar da, Çin açısından uluslararası mahkemelerle çözülmesi mümkün olmayan kriz dinamiklerine işaret ediyor. Bugüne kadar bölgedeki ileri gelenleri ‘‘diplomatik’’ yollarla ikna etme yöntemine ağırlık veren Çin’in, uzun vadeli stratejik çıkarları açısından bu denli önemli yatırımların tehdit edilmeye devam etmesi durumunda nasıl bir politika izleyebileceğini bugünden kestirmek mümkün değil. Fakat emperyalizmin uzun ve şiddet dolu tarihi, iktisadi çıkarların tehdit edilmesi karşısında zorun devreye girdiği sayısız örnekle dolu.

Ülke içinde artan eşitsizlikler

Çin’in dünya ekonomisinde ‘‘hak ettiği’’ konumu elde etmeye yönelik stratejisi, Afrika, Latin Amerika ve Asya örnekleriyle göstermeye çalıştığımız gibi, emperyalist-kapitalist sistem içindeki hem iktisadi hem de siyasi eşitsizliklerin yeniden üretilmesine neden oluyor. Fakat bu stratejinin temelini oluşturan hızlı büyüme ve sermaye birikiminin bizzat Çin’in içinde yarattığı sınıfsal ve bölgesel eşitsizliklerle ağır çevre sorunlarının, ‘‘yeni bir çağ için Çin’e özgü sosyalizm’’ fikrinin gerçeklikle sınanacağı, yeni krizlere gebe bir başlık olmayı sürdürdüğü söylenebilir.

Çin’in mevcut üretim ilişkilerinin liberalleştirilmesi hedefiyle 1978 yılında başlattığı piyasa reformları, takip eden on yıllarda Çin ekonomisine eşine az rastlanır bir büyüme temposu sağladı. 2010 yılına kadar yılda ortalama yüzde 10’luk bir büyüme kaydeden Çin ekonomisi, bu tarihten sonra dünya ekonomisinde yaşanan genel resesyona koşut olarak büyüme hızını yitirse de, 1978-2008 yılları arasında yaşanan olağanüstü büyüme döneminde Çin’de bütün toplumsal sınıflar açısından refahın ve reel gelir seviyelerinin yükselmesine tanıklık edildi. Dünya GSYH’si içindeki payı 1978 yılında yüzde 3 olan Çin, 2015 yılı itibarıyla dünya GSYHsinin yüzde 20’sini üretiyor ve bu süre zarfında yetişkin kişi başına düşen reel ulusal gelir sekiz kat artmış durumda. Ancak bu refah artışı, Çin toplumunun eşitlikçi yapısının köklü bir biçimde bozulması pahasına yaşandı. Bir yandan Çinli emekçilerle, piyasa odaklı kapitalist kalkınmanın türettiği yeni Çin burjuvazisi ve bu süreçten yasal ya da gayr-ı meşru yollarla çıkar sağlayan bürokratlar arasındaki gelir eşitsizliği hızla artarken, diğer yandan da üretimin yoğunlaştığı deniz kıyısındaki bölgelerle, Çin’in iç kısımları arasındaki uçurum giderek derinleşti.

Deng Şiaoping’in piyasa reformlarının kabul edildiği 1978 yılında düzenlenen bir Parti konferansında yaptığı konuşmada, diğerlerine örnek olması için belirli toplumsal kesimlerin gelirinin arttırılması gerektiğini savunmasından22bu yana geçen süre içinde, Çin’de gelir eşitsizliği gelişmiş kapitalist ülkelerdeki seviyeleri yakaladı ve Çin dünyada gelir eşitsizliğinin en yüksek olduğu ülkeler arasına girdi. Kamu mülkiyetiyle özel mülkiyet arasındaki dengenin ikincisi lehine büyük bir bozulma yaşadığı bu dönemde, gelir eşitsizliğini ölçmek için kullanılan ‘‘gini katsayısı’’23baz alındığında, Çin 2015 yılında hesaplanan 0,47 ile pek çok bölgeyi geride bıraktığı gibi, Asya ülkeleri arasında da birinci sıraya yerleşmiş durumda. Üstelik gelir eşitsizliğinde yaşanan değişim hesaba katıldığında, 1990 ile 2015 yılları arasında tespit edilen 0,15 puanlık artış, Çin’i gelir eşitsizliğinin en hızla bozulduğu bölgelerden biri haline getiriyor.24

Artan gelirin toplumsal sınıflar arasında nasıl bölüşüldüğüne dair verilere bakacak olursak, ülkedeki en yüksek yüzde 10’luk gelir grubunun ulusal gelirden aldığı pay 1978 yılında yüzde 27 iken 2015’te yüzde 41’e yükseldi. En alttaki yüzde 50’nin payı ise aynı süre zarfında yüzde 27’den yüzde 15’e geriledi. Bu, iki grubun 1978’de ulusal gelirden aynı payı almasına rağmen, bugün en alttaki yüzde 50’nin payının, en üstteki yüzde 10’unkinden 2,7 kez daha düşük olması anlamına geliyor.25

ABD ve Fransa ile yapılan bir karşılaştırma da Çin’de gelir eşitsizliğinin geldiği nokta açısından dikkat çekici. Çin’in 1978 öncesindeki gelir eşitsizliği seviyesi, refah devletinin damgasını vurduğu Avrupa ortalamasının altında ve görece eşitlikçi İskandinav ülkelerine yakınken, bugün ABD ile karşılaştırılabilir bir düzeye ulaşmış durumda. 2015 yılında, en alttaki yüzde 50’lik grubun gelirinin toplam ulusal gelire oranı yüzde 15 iken, bu oran ABD’de yüzde 10, Fransa’da yüzde 22. En üstteki yüzde 1’lik kesim içinse aynı oranlar Çin için yüzde 14, ABD için yüzde 20, Fransa için yüzde 10.26

Gelir eşitsizliği kuşkusuz piyasa ekonomisine geçiş süreciyle birlikte yakalanan hızlı büyüme oranıyla yakından ilişkili. Zira sınai kalkınmanın ilk dönemlerinde yatırımların belirli bölgelerde yoğunlaşmasının, toplumsal kaynakların kullanımında sanayi sektörüne öncelik verilmesinin ve artan vasıflı emek ve teknik personel ihtiyacının gelir eşitsizliği üzerinde vasıfsız emek ve tarım emekçileri aleyhine bozucu etkide bulunması kaçınılmaz. Bununla birlikte gelir eşitsizliğindeki artışın niteliği ve sürekliliği göz önüne alındığında, yalnızca sınai kalkınmanın yarattığı konjonktürel bir gelişmeyle değil, Çin’deki sınıf ilişkilerinin değişen niteliğinden kaynaklanan yapısal bir dönüşümle karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. Nitekim, ulusal gelir artışından asıl yararlanan sınıf, yukarıda aktarılan verilerden görüleceği üzere Çin’de üretim araçlarının mülkiyetine sahip olan yeni burjuvazi.

2008 krizinin ardından Çin’in büyümesinin yavaşlaması, aynı tarihte Çin Komünist Partisi’nin gelir eşitsizliğiyle mücadeleyi gündemine almasına neden oldu. Büyümesi yavaşlayan bir ekonomide, gelir eşitsizliğinin neden olabileceği toplumsal sorunların farkında olan Parti, aldığı bir dizi önlemle mevcut yoksulluğu ortadan kaldırmaya ve daha adil bir gelir dağılımı sağlamaya yönelik bir program benimsedi.  On İkinci (2011-2015) ve On Üçüncü (2016-2020) Beş Yıllık Kalkınma Planlarına yansıyan ve kişisel gelir vergisi reformu, asgari ücretin yükseltilmesi, aşırı yoksullara asgari bir gelir verilmesini öngören Dibao Sistemi, tarım sektörüne verilen destekler, sosyal güvenlik sisteminin genişletilmesi ve bölgesel kalkınma stratejilerinden oluşan bu programın,27 2008 sonrasında gelir eşitsizliğindeki artışı durdurma konusunda belirli bir başarı sağladığını söylemek mümkün. Rakamlara bakıldığında gini katsayısının 2008 yılında gördüğü zirveden sonra çok yavaş bir gerileme içine girerek 49,1’den 2016 yılında 46,5’e indiği görülüyor. Fakat bu değişim, düşük gelirli toplumsal sınıfların gelirlerindeki artıştan ziyade, yüksek gelir sahiplerinden düşük gelir sahiplerine doğru yaşanan kaymanın bir sonucu.28 Çinli emekçiler için daha fazla gelir getiren bir iş bulmanın birincil yolu olan yükseköğretime erişimde bölgesel, kır-kent arası ve sınıfsal eşitsizliklerin sürmesi ve mali araçlara erişimdeki eşitsizlikler, gelir adaleti konusunda gerçek bir düzelmenin önündeki engellerden sadece ikisi.29 Ancak esas sorun, ÇKP’nin 2049 yılında dünyanın hâkim ekonomik gücü haline gelme stratejisi kapsamında, geçtiğimiz otuz yıl boyunca yeni palazlanan Çin burjuvazisiyle Çin proletaryası arasında muazzam bir eşitsizliğin oluşmasına yol açan birikim rejimindeki ısrarı.

Söz konusu birikim rejimi, Çin’de sadece toplumsal sınıflar arasındaki eşitsizliklerin kökleşmesine yol açmadı, aynı zamanda devasa bir ülke olan Çin’in farklı bölgeleri arasında da pek çok açıdan sürdürülmesi giderek güçleşen eşitsizliklerin kalıcılaşmasına neden oldu. Çin’in piyasaya açılma sürecinin en büyük kazananı kuşkusuz deniz kıyısındaki bölgeler, özellikle de Güneydoğu kıyılarıydı. Şangay ve özel ekonomik bölge statüsüne sahip Şenzen de dahil olmak üzere anakaranın dört büyük limanına ev sahipliği yapan ve 2017 yılında ülkeye giren doğrudan yabancı yatırımların yüzde 87,5’ini çeken bu bölge, kişi başına düşen gelir açısından ülkenin en zengin bölgesi konumunda. Bu bölgenin ulusal gelirdeki payı, Çin Komünist Partisi’nin bölgesel eşitsizlikleri azaltmaya yönelik, iç bölgelere, yol, demiryolu, okul, hastane inşası için yatırımlar yapma ve iç bölgelere gidecek şirketlere ve işçilere teşvik verme uygulamasını başlattığı 2004 yılı öncesinde yüzde 36’ydı ve bu önlemler sayesinde 2013 yılına gelindiğinde yüzde 33’e geriledi. Fakat 2018 itibariyle bu oranın yeniden yüzde 35 seviyesine yükseldiği görülüyor.

2000’lerde özellikle Batı ve Orta Çin’de yaşanan iktisadi gelişmeye rağmen, özellikle Çin’in ekonomik büyümesinde gözlemlenen yavaşlama ve inşaat sektörüne yapılan yatırımların azalması bu bölgeleri Güneydoğu’ya kıyasla iki kat daha fazla etkiledi. 30 Örneğin, 2016 yılında en yoksul vilayet olan Guizhou’da ortalama kişi başı gelir en zengin vilayet olan Tianjin’indekinin yüzde 25’i seviyesindeydi.31 Ülkenin batısında kalan bölgeleri uluslararası ticarete daha fazla açması beklenen Bir Kuşak Bir Yol Projesi’nin bölgesel eşitsizliklere karşı verilen mücadele açısından yeni olanaklar sunması beklenmekle birlikte, Çin Komünist Partisi’nin gündemi, tıpkı gelir adaletsizliğinde olduğu gibi bu başlıkta da mevcut birikim rejiminin korunmasını ve derinleştirilmesini öngören stratejik tercihle bağlanmış durumda.

Çin’in bu stratejik yöneliminin ve acilen çözüm bulması gereken sorunların üstesinden gelinmesi hayli güç bir çelişki doğurduğu bir diğer alansa ekoloji. Temel enerji kaynağı olarak kömür tüketen termik santrallere bağlı olan Çin, sanayi üretimine dayalı ekonomik kalkınma sürecinde, küresel karbon emisyonları açısından dünyada ilk sırayı aldı. 1990 yılında Çin’in 2,42 gigaton olan karbondioksit emisyonu, 2018 yılında 9,84 gigatona ulaşmış durumda. 2015 yılında bu yükseliş trendi içinde ilk kez küçük bir düşüş yaşandı. Bu gelişme, Çin Komünist Partisi’nin başta başkent Pekin olmak üzere ülkenin büyük şehirlerinde sürdürülmesi imkânsız hâle gelen hava kirliliğini önlemeye yönelik politikaları kadar, yine ekonomik büyümede yaşanan yavaşlama ve karbon bazlı yakıtlarda dışarıya olan bağımlılığını azaltma çabalarıyla da yakından ilişkili.32

Bu çerçevede Çin yönetimi hem ülke içinde hem de uluslararası arenada daha etkin bir siyaset izlemeye yönelmiş durumda. 2030 yılı itibariyle zirve noktasına çıkarak kademeli olarak düşmesi öngörülen karbon salınımı hedeflerinin tutturulması için 2018-2020 yıllarını kapsayacak 3 yıllık bir ‘‘yeşil plan’’ hazırlayan Çin yönetimi, hızlı bir şekilde yenilenebilir enerji kaynaklarını arttırmaya ve yeni düzenlemelerle halihazırda çok yüksek seviyelere ulaşmış olan hava, su ve toprak kirliliğini kontrol altında tutmaya çalışıyor.33Ancak kaydedilen mesafeye rağmen, Çin’in ekolojik açıdan sürdürülebilir bir kalkınma hedefi ile dünya ekonomisinin hâkim gücü olma stratejisi arasındaki çelişkinin çözülmesi, birikim rejiminde esaslı bir değişikliğe gidilmeden, palyatif çözümlerle pek de olası gözükmüyor. Geçtiğimiz Mart ayında, enerji şirketlerinin 2030 yılına kadar ülkenin kapasitesini yüzde 30 arttıracak 300 ilâ 500 yeni kömür tüketen termik santral kurulmasını önermesi bu açıdan önemli bir gösterge.

ÇKP’nin ülkenin bu üç temel sorunu, yani gelir eşitsizliği, bölgeler arası eşitsizlikler ve yıkıcı çevre sorunları karşısında geliştirmeye çalıştığı çözümlerin, mevcut birikim rejiminin korunmasını gerektiren ‘‘büyük stratejisi’’ tarafından sınırlandırılması, Parti tarafından ortaya konulan müreffeh bir sosyalist toplum hedefinin sorgulanması açısından yeterli gerekçeyi sağlıyor. Dünya kapitalizminin iktisadi, siyasi ve ideolojik krizinin derinleştiği koşullarda gerek ülke içinde gerekse emperyalist sistemde eşitsizliklerin yeniden üretilmesine neden olan bu stratejinin geleceğiyse, kuşkusuz sınıf mücadelesinin hem uluslararası arenada hem de Çin içinde alacağı biçimlere bağlı. Bu da Çin’in temel stratejik yöneliminin ve doğurduğu sonuçların ötesinde Çin’de sınıf mücadelesinin temel dinamiklerinin ve işçi sınıfının geçirmekte olduğu dönüşümün dikkatle izlenmesini gerektiriyor.

Dipnotlar

  1. Şi Jinping’in konuşmasının tam metni için bkz. https://america.cgtn.com/2017/01/17/full-text-of-xi-jinping-keynote-at-the-world-economic-forum
  2. Korkut Boratav, ‘‘Şi Jinping’in Çin Rüyası ve Sosyalizm,’’ https://haber.sol.org.tr/yazarlar/korkut-boratav/si-jinpingin-cin-ruyasi-ve-sosyalizm-214953
  3. Tukumbi Lumumba-Kasongo, “China-Africa Relations: A Neo-Imperialism or a Neo-Colonialism? A Reflection,” African & Asian Studies, no. 10 (2011): 251.
  4. A.g.e.., 251-253.
  5. Henning Melber, “China in Africa: A New Partner or Another Imperialist Power,” Africa Spectrum, cilt 43 no. 3 (2008): 394.
  6. https://www.cfr.org/backgrounder/china-africa
  7. Tukumbi Lumumba-Kasongo, “China-Africa Relations,” 254.
  8. A.g.e., 394. China Labor Bulletin’in Ocak 2018’de yayınlayıp, Ağustos 2019’da gözden geçirdiği bir makaleye göre iş kazaları ve güvenliği açısından Çin’de en tehlikeli sektörün inşaat olması tesadüf olmasa gerekir. https://clb.org.hk/content/work-safety.
  9. Henning Melber, “China in Africa,” 395.
  10. A.g.e.
  11. Tukumbi Lumumba-Kasongo, “China-Africa Relations,” 255-256.
  12. A.g.e., 257.
  13. Rhys Jenkins, “Latin America and China – A New Dependency?” Third World Quarterly, sayı 33, no. 7 (2012): 1337.
  14. A.g.e., 1338-1340./
  15. https://www.scmp.com/news/china/diplomacy/article/3020246/latin-america-trade-grows-china-and-us-tussle-influence
  16. https://latinamericareports.com/where-china-invest-latin-america/2064/
  17. Rhys Jenkins, “Latin America and China,” 1348.
  18. A.g.e., 1344-1345.
  19. A.g.e., 1344-1345.
  20. https://www.theguardian.com/cities/ng-interactive/2018/jul/30/what-china-belt-road-initiative-silk-road-explainer
  21. ‘‘China Courts The World,’’ The Economist, 8 Haziran 2019, s. 51.
  22. https://dengxiaopingworks.wordpress.com/2013/02/25/emancipate-the-mind-seek-truth-from-facts-and-unite-as-one-in-looking-to-the-future/
  23. Gini katsayısı, gelir eşitsizliğinin ulusal gelirin bütün toplum tarafından eşit bir şekilde paylaşıldığı 0 ile tek bir kişinin elinde toplandığı 1 sayıları arasında bir noktayla ifade edilmesini sağlayan bir göstergedir.
  24. IMF Working Paper, Inequality in China – Trends, Drivers and Policy Remedies, s. 5.
  25. https://blogs.lse.ac.uk/businessreview/2019/04/01/income-inequality-is-growing-fast-in-china-and-making-it-look-more-like-the-us/
  26. A.g.e.
  27. IMF Working Paper, s. 11.
  28. A.g.e., s. 5.
  29. A.ge., s. 6.
  30. ‘‘Flyover Country v Coastal Elite,’’ The Economist, 8 Haziran 2019, s. 49.
  31. Bu oran, Avro bölgesi için yüzde 37, Birleşik Krallık için 42, Japonya için 46 ve ABD için 57’dir. Stephen King, ‘‘China’s path to tackling regional inequality,’’ Financial Times, 2 Şubat 2016.
  32. ‘‘From smog to slog,’’  The Economist, 21 Eylül 2019, s. 59.
  33. Feng Hao, ‘‘China releases 2020 action plan for air pollution,’’ Chinadialogue, 06 Temmuz, 2018, https://www.chinadialogue.net/article/show/single/en/10711-China-releases-2-2-action-plan-for-air-pollution