“Çürümüş bir şey var” Birleşik Krallık’ta: Brexit, düzen siyaseti ve işçi sınıfı

“Polis gözetlemede,/ Gazeteler okunuyor – Kim protesto etmeye cesaret ediyor?”1

İrlandalı oyun yazarı George Bernard Shaw bir eserinde “aptal bir insan utandığı bir şeyi yaptığında, daima bunun onun görevi olduğunu söyler,” diye yazar.2Britanya eski başbakanı, Muhafazakâr Parti eski lideri Theresa May, 14 Ocak 2019 tarihinde bir seramik fabrikasında yaptığı konuşmasında tüm milletvekillerinin ve kendisinin yegâne “görevinin” Brexit’i gerçekleştirmek olduğunu söylüyordu; bunun ahlaki ve gerekli bir görev olduğunu da belirterek.

Theresa May için, süslü sözlerine ve demeçlerine rağmen, durum pek parlak sonuçlanmadı: AB’den çıkış tarihi olarak verilen 29 Mart 2019’da beklenen gerçekleşmedi. May’in Kasım 2018’de AB ile üzerinde mutabakata vardığı ayrılık anlaşması Parlamento tarafından bir kez de değil tam üç kez reddedildi. David Cameron’ın referandum sonucundan sonra istifa etmesiyle 13 Temmuz 2016’da Muhafazakâr Parti liderliğine ve başbakanlığa seçilen Theresa May, 22 Nisan 2019’daki parti içi güvensizlik oylarıyla hem parti liderliğinden hem de başbakanlıktan istifa etmek zorunda kaldı. Onun yerine Britanya’da siyaset alanını gaflarıyla ve yersiz hareketleriyle epeyce meşgul etmiş, medyada ağır şekilde karikatürize edilen ve en ağza alınır lakabı “Afacan Dennis” olan Boris Johnson seçildi. Seçildiği gibi de Brexit’i ne şekilde ve nasıl gerçekleştireceğine dair demeçler verdi: Hızlı ve kesin bir şekilde AB’den çıkılacağını söyleyen Johnson, 31 Ekim’e ertelenen ayrılığın ne olursa olsun gerçekleşeceğini ve bir daha tarih erteletme isteyeceğine “bir çukurda ölmeyi” tercih edeceğini açıkladı.3

Öte yandan partisinden çoğu milletvekilinin bu dramatize tavrı paylaşmadığını görebiliyoruz: Eylül başında, “anlaşmasız ayrılık” hedefine karşı çıkan, Muhafazakâr Parti’nin bakanlık yapmış kıdemli 21 milletvekiline bir sonraki seçimlerde aday olmalarını “yasaklayan” Johnson, aynı zamanda bu kişileri parti disiplin kuruluna vereceğini söyledi. Ancak bu yazı kaleme alındığı sırada, “ya şan şöhret ya ölüm” sloganından ters dönüş yapmış ve AB ile bir anlaşma taslağı hazırlamış olan Johnson’ın, ortaya çıkan anlaşmayı Parlamento’ya getirdiğinde kabulü için gerekli olan 61 oyu nereden ve nasıl bulacağı da merak konusu…4

Muhafazakâr Parti’deki iç hesaplaşmalardan dikkatimizi diğer partilere ve kesimlere verdiğimizde ise kafa karışıklığının ve belirsizliğin, düzen siyasetinin aktörleri tarafından özellikle yaratılan ve gündemde tutulan bir durum olduğu görülebilir. Üç senedir sadece Britanya’yı değil, AB ve bilhassa İrlanda’yı da karıştıran Brexit sorununun kendinden menkul bir sorun olmadığını, asıl çatışmayı Britanya’nın sınıf mücadeleleriyle dolu tarihinde, yönetici sınıfın ekonomik çıkarlarının varlığında ve en önemlisi işçi ve emekçi kesimin hoşnutsuzluğunu konsolide edecek bir örgütlenme yoksunluğunda da aramak gerekir.

“Nereye gittiğimizi biliyoruz

Ama nerede olduğumuzu bilmiyoruz.”5

AB referandumu aslında Britanya’nın kıta Avrupası ile yaşadığı uzun ve sancılı bir sürecin 21. yüzyıl halkası olarak ortaya çıkıyor: 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçerken, bir imparatorluk ve büyük bir ticaret gücü olan Britanya’nın, sömürgeleri ve ticaret yolları açısından rakipleriyle çatışması kaçınılmazdı. Böylesine bir çatışma tek bir “Avrupa hukuk sistemi, bir Avrupa temyiz mahkemesi, ortak bir para birimi, aynı ağırlıklar ve ölçüler, aynı yasalar”6 isteyen Napolyon Bonapart’a karşı Kutsal İttifak ile birlikte 1815’te kazanılan Waterloo Savaşı’yla milliyetçi duyguları ayağa kaldırırken, yüzyıl içerisinde gerçekleşecek olan Britanya’nın emperyalist amaçlarının ve politikasının da yolunu açmıştı: Britanya İmparatorluğu, 1900 yılına gelindiğinde Kanada’dan Hindistan’a ve Avustralya’ya kadar uzanan tüm dünya topraklarının dörtte birini kaplayan pek çok ülke ve bölgeyi sömürgeleştirdi. Öte yandan, hem Britanya İmparatorluğu’nun hem de kıta Avrupa’sının egemen güçlerinin üstünde anlaştıkları yegâne konu işçi ve emekçi kesimin sömürülmesiydi: Bu sömürü ağının kalbinde ise sömürge ticareti ve Sanayi Devrimi ile zenginleşen ve iktidarını pekiştiren Britanya burjuvazisi vardı. Marx’ın 1848 yılında kaleme aldığı ve ölümünden sonra yayımlanan bir metin, Fransa’daki proleter devrim başarılı olsa bile, bunun politik bir devrim olacağını, kıta Avrupa’sındaki toplumsal devrimin ancak örgütlenmiş İngiliz işçi sınıfı ile olabileceğini vurguluyor:

Bununla birlikte, sadece bir ülke bütün ulusları proleterlere dönüştürebiliyor; devasa kolları ile tüm dünyayı kapsıyor (…) İngiltere, devrimci dalgaların dağıldığı ve gelişmekte olan toplumu ana rahminde bile aç bırakan bir kaya gibi görünüyor. İngiltere dünya pazarlarına hükmediyor. Avrupa Kıtası’nın herhangi bir ülkesinin ve hatta kıtanın tamamının ekonomik koşullarında bir devrim, İngiltere aktif olarak katılmadığı sürece, bir bardak sudaki fırtınadır. Herhangi bir ulusun ticareti, diğer ülkelerle olan ilişkisine, dünya pazarlarıyla olan ilişkilerine bağlıdır. İngiltere dünya pazarlarını, burjuvazi İngiltere’yi kontrol ediyor.7

Devrimci bir konumlanış alamayan İngiliz işçi sınıfı sönümlenirken, 1914’te Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Britanya, emperyalist çıkarlarını korumak üzere Waterloo’dan beri ilk kez kıta Avrupa’sına asker ve birlik gönderdi. 1939 yılında Winston Churchill ikinci savaşa girme nedenleri olarak, “bütün dünyayı Nazi tiranlığının zararından korumak ve insan için kutsal olan her şeyi kurtarmak için savaşıyoruz,”8demişti ancak gizli amacın faşizme ve onun barbarlığına karşı savaşacak tek güç olan Sovyetler Birliği’ni Hitler Nazizmi’ne kırdırmak ve böylece gelişkin kapitalist devletlerin çıkarlarını korumak olduğu anlaşıldı.

Savaştan sonraki yirmi yıl Britanya için zor zamanlardı: Dünya gücü unvanını Amerika’ya kaptırmış, sömürgelerini de yitirmekteydi. 1951’de Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu kurulurken, Britanya köşede durdu; 1957’de de Roma Antlaşması’nı imzalayan Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun altı kurucu ülkesinden biri olma davetini reddetti. AB’nin mimarlarından, Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun kurucularından Jean Monnet, Britanyalıların katılmamasına anlam veremediğini, belki de “zaferin bedeli” olarak Britanya’nın sahip olduklarını değiştirmeden koruyabileceği yanılgısına düştüğünü söyledi.9 1956’da Mısır tarafından millileştirilen Süveyş Kanalı’nı Fransa ve İsrail ile birlikte işgal eden Britanya, ABD’nin desteklemeyi reddetmesiyle ve Sovyetler Birliği’nin de tepki göstermesiyle askerlerini geri çekmek zorunda kaldı.

Eski dünya gücü statüsüne geri dönmek ve ekonomisini canlandırmak amacıyla, 1961’de dönemin başbakanı Muhafazakâr Parti’den Harold MacMillan Avrupa Ekonomik Topluluğu’na katılmak üzere başvuruda bulundu ama iki kez Fransa’dan veto yedi. Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle, “adalıları” Avrupa’ya karşı gizli ve “derin bir düşmanlık beslemekle” ve “daha çok ABD ile ilişki geliştirmeyi istemekle” suçladı.10

1973’te –de Gaulle görevinden ayrıldıktan sonra– başvurusu kabul edilen Britanya, üç ana partinin ve çoğunluk medyanın desteğiyle, 1975’teki AET üyeliği referandumunda %67 evet oyuyla topluluğa üye oldu. Ancak bayram havası uzun sürmedi çünkü planlı elektrik kesintileri ve grevler devam etti, yükselen petrol fiyatları enflasyonu iki haneli rakamlara getirdi. Muhafazakâr Parti, ülkenin AET üyeliğini desteklemesine ve bu amaçla kampanya yapmasına rağmen, parti içinde fikir ayrılıkları vardı. Üyeliğe karşı en önemli ve güçlü sesler, İşçi Partisi’nin “en solundan” gelmişti: Tony Benn ve Michael Foot. Özellikle Foot’un 1983’teki “Emek Manifesto”su (Labour Manifesto) o zamanlar Avrupa Topluluğu olarak bilinen oluşumdan çekilme sözü veriyordu.

Margaret Thatcher’ın başbakanlığa ve Muhafazakâr Parti liderliğine seçilmesiyle birlikte Brüksel ile ilişkiler de gerilmeye başlıyordu: Jacques Delors başkanlığındaki Avrupa Komisyonu daha federal, daha bütünleşmiş bir Avrupa Birliği’ni gerçekleştirmek üzere tek ve ortak pazar ve para birimi için kolları sıvamıştı. 1988’de Brugge’de yaptığı bir konuşmada Thatcher, “Brüksel’den gelen baskıları empoze eden Avrupa süper devleti”ne karşı olduklarını, bu kavramı reddettiklerini söylüyordu11. Bu sözler ve daha sonra sarf edeceği Maastricht Anlaşması’na karşı demeçleri Thatcher’ın sonunu getirecekti ama bir yandan da Britanya’daki Avrupa Birliği karşıtı bloğun sloganları haline gelecekti. 30 Ekim 1990’da Roma’da katıldığı Avrupa Komisyonu toplantısından ayağının tozuyla döndüğü Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada, partisinde bulunan Avrupa merkeziyetçiliğini ve birliğini savunan milletvekillerinin çağrılarına karşılık “Hayır! Hayır! Hayır!” diyordu12. Aynı sene partisi tarafından gözden çıkarıldı; başbakanlıktan ve parti liderliğinden istifa etti. Yerine geçen John Major Maastricht Antlaşması’nı imzaladı.

1997’de dönemin başbakanı İşçi Partili Tony Blair, Avrupa ile köprüleri yeniden inşa etmek üzere avroya geçiş konusunu tekrar gündeme getirdi, ancak ekonominin gidişatı fena olmadığından bakan Gordon Brown bu gündemin askıya alınmasını talep etti. Gordon Brown, anılarında “eğer avroya geçiş kararı alsaydık istifa ederdim,” diye yazmıştı13.

Avrupa ile kurulmuş gibi görünen köprülerin yakılması ise Muhafazakâr Partili Başbakan David Cameron’ın 2011’de Brüksel’de toplanan AB’nin yeni bütçesini ve ortak para biriminin sınırlarını belirleyen anlaşmayı veto etmesiyle başladı. Cameron’ın, en can alıcı sorunlarda ülkenin ulusal egemenlik haklarını ihlal ediyor diyerek imzalamadığı anlaşma, AB ülkelerinin devlet bütçelerini AB’ye sunma zorunluluğunu, kabul edilmediği takdirde tekrar gözden geçirmesini, açığı GSYİH’nın %3’ünü aşan avro bölgesi ülkelerinin otomatik yaptırımlara maruz kalması gibi maddeleri içeriyordu. Cameron’ın vetosu Britanya’nın AB içinde yalnız bırakılacağı yorumlarına yol açarken, AB Britanyasız yeni bir anlaşma imzalanması için hazırlıklara başlamıştı bile. Dönemin Londra Belediye Başkanı olan Boris Johnson, Cameron’ın çok başarılı olduğunu ve yapması gereken tek doğru şeyi de başardığını söylemişti. Bu da parti içinde AB karşıtlığının ne kadar kesin ve kati bir damar olarak var olduğunun da göstergesiydi. Britanya’nın AB sürecinde sonun başlangıcı sinyalini veren referandum, çıkarlarını kolay kolay kaptırmak istemeyen, “ulusal egemenlik” çığlıkları atan siyasi elitlerin ve yönetici sınıfın çoğunluğunun teşvikiyle halk arasında oluşturulan milliyetçi ve ırkçı dalgayla 2016’da oylamaya sunuldu. ‘Hayır’ oyunun az farkla çoğunlukta olduğu referandum sonucu, aynı zamanda Britanya’yı, Batılı kapitalist güçler arasında yeri en dengesiz ve en belirsiz ülke durumuna sokuyordu. Aynı sene David Cameron, hem başbakanlıktan hem de parti liderliğinden istifa etti, yerine Theresa May geldi, sonrası ise “üst tarafı…sessiz bir dünya.”14

“Liderlere ihtiyaç duyan,

Ancak bunun yerine kumarbazlara kanan…”15

Muhafazakâr Parti AB üyeliği ve anlaşmasız ayrılık için kendi içinde hesaplaşmalar yaşarken, Parlamento’nun “muhalif” kanadındaki İşçi Partisi’nin tutumu nedir?

İşçi Partisi’nin referandum sonrası takındığı durum çelişkili ve hercai: referandum sonrası kendi sitelerinden yayımlanan açıklamada, referandum sonucuna saygı duyduklarını ve sonucu kabul ettiklerini söyleyen parti, seçim vurgusu yapmaktan da geri kalmıyordu. Seçimle başa gelecek bir İşçi Partisi hükümetinin ulusal çıkarları her şeyin üstünde tutacağını bildiren açıklamada, iş ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi, AB ile “yeni” yakın ilişkiler kurulacağını, işçilerin haklarının korunacağını ve Brexit pazarlıkları süresince Parlamento’nun görmezden gelinmeyeceğini, tersine ulusal siyasi otoritenin her daim öneminin vurgulanacağını da eklemişlerdi. Anlaşmasız Brexit’in Britanya için bir felaket senaryosu olduğu ve böylesi bir ayrılığın ekonomi için olumsuz sonuçlar doğuracağı da vurgulanıyordu açıklamada.

Öte yandan, İşçi Partisi 1981’de Sosyal Demokrat Parti’yi kuracak olan ekibin ayrılmasından bu yana en önemli parti içi çatlağı kapatmaya çalışıyordu: Bu yılın Şubat ayında İşçi Partili yedi milletvekili, partinin Brexit sürecinde yanlış politikalar izlediğini, ulusal egemenliği ve güvenliği tehlikeye attığını söyleyerek, Corbyn’i, partiyi ırkçı hale getirmekle, antisemitist tavrı teşvik etmekle ve “katı sol çizgiye kaydırmakla” suçlayarak partiden istifa etti.16

Tony Benn’in akıl hocalığı yaptığı Jeremy Corbyn’in partisinde –tıpkı Muhafazakâr Parti’de olduğu gibi– ayrık sesler olduğu son derece aşikâr: Haziran ayında 25 milletvekili AB’de “kalma” ve referandumu “tekrarlama” düşüncesinden vazgeçmesi için Corbyn’e bir mektup yazdılar: Mektupta Corbyn’in 31 Ekim’den önce Parlamento’ya getirilecek olan anlaşma taslağını kabul etmesi için de ısrar ediyorlardı.

Boris Johnson’ın AB’den hızlı ve belki de anlaşmasız çıkış fikrine, kraliçeyi de yanına alarak parlamentoyu tatil etme kararına ve ticari ilişkilerde AB yerine ABD’yi yerleştirme amaçlarına karşılık Jeremy Corbyn’in liderliğindeki İşçi Partisi hiçbir alternatif sunamadığı gibi, çekinik ve hareketsiz bir tavır sergiliyor. Parti açıklamasında seçime ve seçilecek İşçi Partisi’nin Brexit sürecini yönetmesine vurgu yapılırken, Eylül ayındaki Corbyn parti konferansında genel seçimlerin “anlaşmasız Brexit seçeneği masadan kalktığında” yapılması gerektiği konusunda muğlak bir açıklamada bulunuyordu. Aynı konferansta kabul edilen stratejiye göre, AB ile hükümet olası bir anlaşma taslağı üzerine uzlaşır ve bu anlaşma parlamentoya gelirse, İşçi Partisi tarafsız bir tutum sergileyerek ne kalma ne ayrılma konusunda tavır gösterecek. İşin vahim tarafı, Corbyn’in böyle bir “parti stratejisi” ile İşçi Partisi’nin prim yapacağını ve belki de böyle bir kumarda “kazanan” olarak çıkacağını umması; daha da beteri, bu şekilde işçi sınıfının haklarını koruyup temsil edeceklerini düşünmesidir.

“Patronlar bizi kandırmak için yalakalarını gönderirken,

Örgütlenemeyen işçileri kim savunacak?”17

İşçi Partisi’nin amacının ve rotasının böyle olmadığı takındıkları tavır ve izledikleri yol ile belliyken,18Britanya’nın işçi sınıfı Brexit konusunda ne durumda ve nasıl örgütleniyor?

Britanya işçi ve emekçi sınıfı, AB mevzubahis olduğunda bu emperyalist birliğe ilişkin hoşnutsuzluğunu ve karşıtlığını açıkça ortaya koyuyor; bu tavır referandum sonuçlarında görüldüğü gibi, gösterilerden ve söylemlerden de anlaşılabilir. Ancak Brexit’in doğrudan bir işçi/emekçi talebi değil, burjuva partilerinin oluşturduğu yönetici sınıfın ve siyasi elitlerin kararı olduğu, işçi sınıfının kendisini doğrudan ilgilendiren bu sürece ne yazık ki “dışarıdan” dahil olduğunun altını çizmek gerekiyor. İşçi sınıfının bu gerçekliğin ne kadar farkında olduğu ise tartışılması gereken başka bir ayrıntı.

Genel olarak bakıldığında işçi oylarının çoğunluğunun AB karşıtlığı ile ‘Hayır’ çıkması, sınıfın bir isyanı olarak görülebilir, bugüne kadar kendilerini görmezden gelmiş ya da mağdur etmiş yönetici azınlığa karşı bir isyan olarak düşünülebilir. Öte yandan, referandum kararını sağ kanat yayın organı Daily Mail’in referandum gününü “Britanya’nın sessiz insanlarının Brüksel’in kendini beğenmiş, gerçeklikten uzak ve hor gören siyasi elitlerine karşı ayağa kalkması”19olarak tanımladığını okuyunca işçi sınıfının isteklerini nasıl ve ne şekilde talep ettiği ve bunların nasıl algılandığı, kim tarafından nasıl sunulduğu, nasıl manipüle edildiği konusunda şüpheler oluşuyor.

İşçi sınıfının hoşnutsuzluğu bu konuda çok belirgin ve kabul edilmesi gereken bir olguyken, bu hoşnutsuzluğun kökeni olarak ortaya sunulanlar ise gerçekliği yansıtmıyor. Thatcher döneminde işçi ve emekçi sınıfının nasıl sömürüldüğü, cezalandırıldığı ve “seslerinin” bastırılmaya çalışıldığı, kapanan kömür madenlerinden, hakların gasp edilmesinden, grevlerin şiddetle bastırılmasından, sosyal konutların satılmasından, son hızla yapılan özelleştirilmelerden belliyken ve bunların hepsi “ev yapımı” düzen siyaseti aktörleri tarafından neoliberal politikalarla yapılırken, sağ popülist propaganda bir ideolojik manevra ile göçmenleri, sosyal yardımdan yararlananları, işsizleri; ve AB’yi hedef olarak yan yana yazıyor. Siyasi elitler, özellikle 2005 Londra metro bombalamaları ve 2008 ekonomik krizi ile birlikte oku kendisinden göçmenlere döndürerek hem çok tehlikeli bir milliyetçi süreç başlatıp yabancı korkusunu körüklemiş, hem de işçi sınıfının hak taleplerini altüst etmişlerdi. Örnekler de Britanya siyasetinde bolca bulunmakta: Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP) destekçisi, Brexit Parti başkanı Nigel Farage’ın kadınların göçmenler tarafından cinsel saldırılara maruz kalacağını söylemesi; Muhafazakârların hayır oyu kampanyaları sırasında Türkiye’nin yakın zamanda AB’ye gireceğini söyleyerek İslam karşıtlığını körüklemesi ve son zamanlarda İşçi Partisi’nin antisemitist tavırla suçlanması sayılabilir. İşçi sınıfının hayır oyu için gerçekleştirilen kampanyalarda Brüksel “bürokrasisi”ne karşı Britanya “demokrasisi”nin yüceltildiğini ve ancak AB’ye yapılan ödemeler kesildiğinde Britanya sağlık sisteminin iyileştirebileceği iddialarının öne sürüldüğünü de görüyoruz.

Britanya Komünist Partisi (CPB) ve Yeni Britanya Komünist Partisi’nin (NCPB) Brexit sürecinde aldığı AB karşıtı tavır kesin ve tavizsiz olmanın yanında, düzen siyasetinin argümanlarından bağımsız bir AB karşıtlığını içeriyor20ve ayrılışın burjuvazinin geriletilmesi anlamına geleceğinin altını çiziyordu21. Ancak iç politikada izlenen taktikler, bu keskin reddedişi belli ölçüde zayıflatma riski taşıyor: Antiemperyalist gerekçelerle AB’den ayrılmayı savunan komünist partiler, işçi sınıfının geleceği bahis olduğunda İşçi Partisi’ne oy ve destek verilmesi çağrısında bulunuyor.

NCPB’nin yayın organı The New Worker’da 22 Mart tarihinde çıkan “Büyük Brexit İhaneti” adlı başyazıda çoğunluğun “anlaşmasız çıkış” yanılgısıyla oy verdiklerini ve bu stratejinin yenilgiye uğramasıyla birlikte ortada dönüp dolaşan yegâne kelimelerin “kitlesel Avrupa göçünü durdurma” ve “emeğin serbest dolaşımı” olduğu belirtilirken, bu uzun boşanma sürecinin sadece “kalma” yanlısı olanların işine yarayacağı ve böylece referandumun tekrarlanarak Britanya’nın bu emperyalist oluşum içinde bırakılacağı uyarısı yapılıyordu. Öte yandan, genel seçimlerde İşçi Partisi’ne oy vererek büyük bir çoğunluk ile yeni bir hükümet kurmasını ve böylece Brexit sürecini de İşçi Partisi’nin yönetmesini sağlamak tek çözüm olarak sunuluyordu22. 4 Ekim tarihli bir başka yazıda ise, Thatcher döneminde yok edilene kadar var olmuş olan ulusal sağlık sistemini ve “refah devletini” geri getirerek her işçinin yaşam standardını yükseltecek olan bir halk hükümeti kurulması ve bunu gerçekleştirecek olan gücün de “çabuk bir seçimle” başa gelen İşçi Partisi olduğu tekrar vurgulanıyordu23.

CPB ise yayın organı Morning Star Online üzerinden yaptığı 18 Ekim tarihli açıklamada İşçi Partisi karşısında Boris Johnson’ın elinin güçlendiğini belirterek bunun başlıca nedeninin ertelemeler ve gecikmeler sayesinde bütün siyasetin Brexit hâkimiyetinde olduğunu yazıyordu. Brexit ne kadar çabuk geride bırakılırsa İşçi Partisi’nin de o kadar hızlı bir şekilde sosyal ve çevresel sorunlara eğilebileceğini öne sürüyorlardı24. 20 Ekim’de yayımlanan başyazıda ise, partinin artık Corbyn’i can kulağıyla dinlemesi ve takip etmesi gerektiğini, Corbyn’in kararlarının çoğu meslektaşından daha makul olduğunu ve onun tavrının “radikal değişim için gerekli olan kitlesel bir isyan hareketini başa koyan” tek yaklaşım olduğu belirtiliyordu 25.

“Ele mi geçiriyorsun yoksa emir mi alıyorsun?

Geri mi gidiyorsun yoksa ileri mi?”26

Son günlerdeki gelişmelerle Boris Johnson’ın 31 Ekim’de anlaşmasız ayrılığı başaramayacağı, erteleme istediği ve olası bir ayrılığın da Ocak 2020’de gerçekleşmesinin hedeflendiği artık bilenen gerçeklerden.

Öte yandan, Britanya burjuva partilerinin ve AB’nin önünde sonunda ve her koşulda her zaman bir Brexit anlaşması üzerinde uzlaşacağını, yani anlaşmalı bir boşanma yaşanacağını, bu anlaşma taslağının da parlamentoya geleceğini ve ertelene ertelene de olsa bir şekilde kabul edileceğini düşünürsek, burjuvazinin galebe çalacağı ve alınan kararlardan ve varılan uzlaşmadan mağdur olacak yegâne kesimin işçi sınıfı ve emekçi halk olacağı bellidir. Anlaşmalı da olsa gerçekleşecek boşanma sonucu Britanya’nın ticari ve ekonomik ilişkilerinde AB’nin yerine ABD’nin yer almasının hem 2020 seçimlerine hazırlanan Trump yönetimi hem de olası erken seçimlere hazırlanan Britanya düzen partileri için kârlı bir iş olacağı öngörülebilir.

Britanya işçi sınıfının haklarının ve taleplerinin antikapitalist bir temele oturtulması, bu temelin hem ırkçı ve faşist propagandadan uzaklaşmalarını hem de düzen dışı bir alternatif ile işçi-halk iktidarını hedeflemelerini sağlayacağı öngörüsü, halihazırda antiemperyalist mücadele veren ve sosyalist iktidar amacı taşıyan her işçi örgütlenmesi için de umut olacaktır. Hem de daha büyük kavgalar vermeye hazırlanırken…

Dipnotlar

  1. The Clash, “This is England”
  2. George Bernard Shaw, Caesar and Cleopatra, Penguin Classics, 2006, 126 sayfa.
  3. https://morningstaronline.co.uk/article/b/johnson-to-u-turn-on-his-do-or-die-brexit-plans-and-ask-for-a-delay-court-documents-reveal
  4. https://haber.sol.org.tr/dunya/brexit-icin-anlasma-saglandi-272577
  5. Talking Heads, “Road to Nowhere”
  6. Adam Zamoyski, 1812: Napoleon’s Fatal March on Moscow. 2. Baskı. Great Britain. Harper Perennial. 2004, s.9.
  7. https://www.marxists.org/archive/marx/works/1848/12/england-revolution.htm
  8. Winston Churchill, Avam Kamarasında “Savaş” konuşması, 3 Eylül 1939. (Winston Churchill. Blood, Sweat, Tears. New York: Putnam, 1941, s.169.)
  9. M. Charlton. The Price of Victory. London: BBC Publications, 1983, syf. 307.
  10. https://www.france24.com/en/20191013-did-charles-de-gaulle-foresee-brexit
  11. https://www.bbc.com/news/av/uk-politics-26751000/archive-pm-margaret-thatcher-s-1988-bruges-speech
  12. https://www.youtube.com/watch?v=U2f8nYMCO2I
  13. https://www.bbc.com/news/uk-politics-11947831
  14. William Shakespeare. Hamlet. çev. Sabahattin Eyüboğlu. Remzi Kitabevi. Mayıs 1996, 7. Baskı, syf:174. (V:II)
  15. Rolling Stones, “Salt of the Earth”
  16. https://morningstaronline.co.uk/article/b/the-insignificant-seven-shirk-calls-for-by-elections (Britanya Komünist Partisi yayın organı Morning Star Online bu yediliyi Blair yanlısı olarak nitelemekte.)
  17. Billy Bragg, “There is Power in a Union”
  18. Bu noktada, 18 Eylül’de AB Parlamentosu tarafından kabul edilen komünizm ve Nazizm’i aynı kefeye koyan, Yahudi soykırımı için SSCB’yi suçlayan ve komünizmi hatırlatan ve anan tüm sembollerin yasaklanmasını talep eden ortak önergede İşçi Partisi’nin de imzasının olduğunu hatırlatalım. (https://haber.sol.org.tr/dunya/avrupa-parlamentosunda-komunizmi-yasaklama-onergesi-270736)
  19. https://www.dailymail.co.uk/debate/article-3659143/DAILY-MAIL-COMMENT-bow-Britain-quiet-people-country-rise-against-arrogant-touch-political-class-contemptuous-Brussels-elite.html
  20. https://icp.sol.org.tr/international/statements-cps-brexit-updated
  21. https://icp.sol.org.tr/interviews/leaving-will-represent-defeat-bourgeois
  22. http://www.newworker.org/archive2019/nw20190322/brexitbetrayal.html
  23. http://www.newworker.org/archive2019/nw20191004/boris_sinks_deeper.html
  24. https://morningstaronline.co.uk/article/e/its-crunch-time-brexit-theres-no-going-back
  25. https://morningstaronline.co.uk/article/labour-must-defeat-tories-if-it-wants-dictate-them
  26. The Clash, “White Riot”
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×