Devlet: Çözülme İçinde Konsolidasyon

“Devletin çözülmesi, Türkiye kapitalizminin mevcut devlet aygıtını taşıyamaz hale
gelmesi demektir. Özgün iç ve dış dinamiklerin ürünü olan bu çözülme süreci, sı-
nıflar arasındaki verili güç dengeleri hesaba katıldığında, geçici bir karakter taşı-
maktadır. Sermaye sınıfı, kendi egemenlik aracı olan devleti daha farklı bir içerikle
yeniden yapılandırmak için arayış içerisindedir.”
1

 

Bu değerlendirmenin üstünden on yılı aşkın süre geçti. Devletin “çözülmesi” kavramına başvurulan 2006 yılı, ondan dört yıl önce başlayan AKP iktidarının birinci periyodunun içinde sayılmalıdır.

Hükümet AKP’dedir, ama Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’dir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kurmay heyeti AKP hükümetinden rahatsızlığını gizlememektedir…

2006 Mayıs ayında Danıştay’a saldırı düzenlenmişti. 2007 yılına Hrant Dink’in öldürülmesiyle girildi. Hatırlanacağı gibi Ergenekon operasyonunun önü bu suikastla tamamen açıldı. 2007 Cumhurbaşkanının değişeceği yıldı. Cumhuriyet mitingleri yayılırken Nisan sonlarında e-muhtıra geldi. Ondan yalnızca birkaç gün sonra ise başbakan ve genelkurmay başkanının tarihi buluşması.

Bu kaynamanın bütününü aktarmak niyetinde değilim. Takvimi bir yıl sonrasına sararsak 14 Mart 2008’de AKP’ye kapatma davası açılacaktı. 30 Temmuz’da Anayasa Mahkemesi “suç odağı” olduğunu saptadığı AKP’yi kapatmayarak yeni bir sayfa açtı. Mahkeme AKP’yi aklamak için mi dava açtı, yoksa sonuç aklamaya mı dönüştü, bir önemi bulunmuyor.

2009 Mart ayındaki yerel seçimlerde, ekonomik kriz göz önüne alındığında pek sınırlı sayabileceğimiz bir gerileme yaşayan AKP, 2010 referandumu ve 2011 milletvekili seçimleriyle birinci hükümet periyodunu kapatmıştır. TKP belgelerinde 2011 Haziran seçimlerinin sonuçları “Birinci Cumhuriyet’in yıkılması” olarak anılır.

Periyodizasyon bir somutlama değil soyutlamadır ve takvim yapraklarının değeri semboliktir. Dinci bir partinin ilk kez tek başına hükümet olmasından devletin çözülmesine, krizin derinleşmesinden bugünkü dağılma haline gelene kadar yaşanan süreci kabaca ayrıştırabiliriz.

AKP’nin Ergenekon atağının öncesi bir ön birikimdir. İktidar mekanizmalarında, kurumların içindeki zayıflama ve kurumlar arası seyrelme bu birikime eşlik etmiştir. Devletin çözülmesi, 2007-2008 yıllarında yaşanan kırılmanın zeminini hazırladı. 2011 itibariyle birinci periyot da, kritik hesaplaşma uğrağı da geçilmiş ve 1923 Cumhuriyeti’nin sonuna gelinmiştir.

Ancak ilan edilen zafer yeni tipte bir krizin startının verilmesi anlamına gelmiş ve eski rejimin “devletin bir kanadı” tarafından savunulmasından “halkın çeşitli kesimlerinin mücadelesine” geçilmiştir. Kuşkusuz her yeni dönem öncekinin içinde demlenir. 2009-2010 Tekel işçileri ve 2011 liseli eylemleri, 2012’de üniversitelere yayılan ve 2013 Haziran Direnişi’nde zirve yapan halk hareketinin parçası ve habercisidir.

Devletin çözülmesini, yeni bir rejimin sapasağlam inşa edilmesi ve bunun parçası olarak devletin yeni bir düzlükte konsolidasyonu izlemedi. Çözülme verisi Türkiye’de siyasal yapının organik bir parçası haline gelmiş, kavramın yüklendiği veya çağrıştırdığı özgün durum bir “yönetememe” krizine dönüşmüş, dahası kriz süreklileştiği düşünülecek kadar uzamıştır. 2013 sonrasında halk hareketinin geri çekilmesine karşın, ikinci bir çözülme vakası patlak vermiş ve dinci yapı kendi içinde parçalanmaya uğramıştır.2 Şu an itibariyle parçalanmanın mutlak bir dağılmaya evrilmesini önlemeye çabalayan bir iktidar var.

 

* * *

 

Kriz yeni bir duruma geçişin anahtarını içerir. Türkiye’de eski rejimin yerine yenisinin konulamaması ise bir geçiş işareti vermemektedir. Eski rejimin yıkılmasına bağlı olarak görece dengeli sınıfsal ilişkiler ve yönetsel yapı anlamında eski statüko dağılmıştır; ama yerine benzer vasıflara sahip bir yapı modellenememektedir. Türkiye’nin siyasal ve toplumsal yapısı bir tür savaş hali kalıcı veri kabul edilerek sürdürülemez.

Buraya kadarını iktidar sözcüleri ve diğer gözlemciler de reddetmeyecektir. Ancak sadece pratik gözlemlere veya alışkanlıklara değil, toplumsal ve siyasal süreçlerin “yasaları”na göre de kimi sabitlerimiz olmalı.

Kriz, süresinden bağımsız olarak, tanımı gereği sürekli olamaz. Genel olarak günümüz kapitalizminin, özel olarak Türkiye siyasal-toplumsal yapısının içinde kriz dinamiklerinin sürekliliği ile krizin sürekliliği iki başka olgudur ve betimleyici bir kavram olarak süreklilik kullanıldığında dahi, bu kullanım ancak belirli koşullarla birlikte geçerlilik taşıyacaktır.

Statükonun yitimi bir kriz sendromudur. Krizin koşullardan ve dolayısıyla zaman-mekan koordinatlarından bağımsız bir süreklilikle birlikte tanımlanması kavramın kendisini anlamsızlaştıracağı gibi, statükosuzluğun kalıcılaşması hepten tuhaf bir kavramlaştırma olur. Kriz bir geçiştir ve düzen statükosuz olamaz.

Bu genellemeleri zorlayan bir çağda yaşadığımızı biliyoruz. Kapitalizmin dünya ölçeğinde ve özellikle kriz coğrafyalarında uzun soluklu modeller üretemiyor olması, modelsizliğin ve dahası krizin yönetilmesini zorunlu kılıyor. Ancak hedefsizlik stratejisizlik anlamına gelir ve stratejisiz kalan kaybeder.

Özetle AKP iktidarı bir rejim kuramamaktadır ve bu durum, takvimle sınırlanamazsa bile sürdürülebilir bir model oluşturamaz.

2015’in ikinci seçimi, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası ve 16 Nisan referandumu, AKP’nin her siyasi zaferinin bir öncekinden daha derin sorunlara gömülmesini resmediyor. Biçimsel zafer, ülkenin değil krizin yönetilebilir olmasına yarıyor yalnızca. Bu, geçici olması gereken ve başka bir düzleme açılması beklenen krizin devamına, geçiş anının ertelenmesine yarıyor yalnızca.

Türkiye halkının acı eşiği yükseltilmiş olabilir. Kitlelerin tahammülü siyasal alternatiflerin varlığına ve niteliğine, acı çeken ve aynı anlama gelmek üzere durumun farklılaşmasını özleyen kitlelerin örgütlülük düzeyine vb. bağlıdır. Ancak ülkenin nesnel yapısı açısından krizin istiap haddinin belirleyenleri daha tarihsel bir nitelik taşır. Son derece hareketli bir toplum olduğunu bildiğimiz Türkiye’nin modernleşme tarihi, Balkanlaşma (veya Ortadoğulaşma) kategorilerine nadiren değmiştir. Bu yapısal bir durumdur.

AKP’li 15 yıl bir çözülme ve bir dağılma olgusuyla tarihsel-yapısal durumu kuşkusuz zorlamaktadır. Zorlamanın sonucunda krizin devrimcileşmesine paralel olarak “tarihsel-yapısal sabitimiz”, nadir örnekleri de aşan bir uğrağa taşınabilir. Yani ancak kapitalizmin sorgulandığı koşullarda düzenin krizi, Türkiye’ye ilişkin güvenlik kuşağının ötesine sıçrayacaktır. Kriz teorisine ilişkin bir sabitimiz de bu olmalıdır. Türkiye’de mutlak, kural tanımaz bir altüst oluş kapitalizmin aşılmasının da seçenek haline geldiği bir mücadele ortamına özgü olabilir ancak. Bunun öncesinde ulusal ve uluslararası ölçekte, son tahlilde belirleyici ağırlığa sahip güçler, krizi belirli perspektifler doğrultusunda yönetmenin ötesine geçmeyeceklerdir. Aralarındaki mücadele son derece kırıcı, ölümcül olabilir elbette.

Devrim, bu ayar noktasının yönetenler cephesinde iyiden iyiye sallantıya girmesi ve emekçi sınıfların devreye girme yeteneği geliştirmesine bağlı bir olgudur. Yani, yukarıda sözünü ettiğim “sabit” devrimci bir krizin öncesine aittir. Devrim, kendi sabitlerini ve olasılıklarını dayatacaktır.

Orada değiliz ve devletin çözülüşünden nerelere geldiğimize bakmayı sürdürebiliriz.

 

Neo-liberalizmin açıkladığı, açıklamadığı

 

“Sermaye sınıfı, kendi egemenlik aracı olan devleti daha farklı bir içerikle yeniden yapılandırmak için arayış içerisindedir.” Girişte alıntıladığım parti belgesinde, çözülüş saptaması yeni yapılandırma arayışıyla sürdürülmüş.

Kapitalizmin yeni yapılanışı genel olarak neo-liberal sıfatıyla tanımlanıyor. Türkiye’de bu dönüşüm 1980 darbesinin öncesinde başlatılmaya çalışılmış, uygulamaların somut olarak hayata geçirilmesine sıra geldiğinde, 12 Eylül sonrası yaklaşık yirmi yıl mütevazı adımların ötesine geçilememiştir.

Aynı süre içinde, yola Türkiye’den hayli önce, 1973 darbesiyle koyulan Şili’nin öncülüğündeki azgelişmişler kuşağından Britanya gibi önde gelen merkez kapitalist ülkelere, eski sosyalist toplumlara kadar bir dizi coğrafyada mesafe kat edilmiştir. Türkiye’deki durum neo-liberalizmin kurumsallaştırılması açısından arızidir ve hayli geç bir tarihte 2000’lerde, ciddi ve özenli bir mühendislik projesinin sonucunda hayata geçirilebilmiştir.3

Neo-liberalizme eşlik eden otoriter yönetim biçimleri, açıkça söylersek, burjuva demokrasisinin faşizmden kimi unsurların transferiyle yeniden düzenlenmesi, dönüşüme direnç gösterecek yönetilen halk sınıflarını zapturapt altına almaya yönelikti. Türkiye’de bir dizi büyük kamu işletmesinde kendini gösteren özelleştirme karşıtı mücadelelerin baskıcı rejim yönelimini gerekçelendirecek boyutlara vardığını söyleyemeyiz. Egemen güçler 1980’lerin sonlarına damga vuran emekçi yükselişinin uzlaşmaya yatkın olmanın ötesinde, geniş anlamda düzen kurumsallığının parçası bir sendikal yapı tarafından sınırlandırılacağını biliyor ve güveniyorlardı.

Pratikte halk direnci bu anlamda eksik kalsa bile, neo-liberalizme geçiş ideolojik boyutları güçlü örülmüş bir pakettir ve yalnızca bu evrensel paket bile otoriterleşme/gericileşme tercihi için yeterlidir. Bu tercih, hiç kuşkusuz büyük sermayenin öncülüğünde mülk sahibi sınıfların ortak stratejisidir. Düzen partilerinin herhangi birinin bu ortaklığa karşı konum alması, tanım gereği olanaksızdı. 1990’larda sosyal-demokrasi olabildiğince sancısız bir teslimiyet sahnelemeye çalışmıştır.4

Demek ki, Türkiye’de eski ekonomik toplumsal yapının sürdürülmesinden yana çıkarları olan bir burjuva kesiminin direnmesi de söz konusu değildir.

Bu koşullarda AKP’nin gerçekleştirdiği dönüşümlerin neo-liberal ekonomik yönü tamamen belirgin olmakla birlikte, söz konusu ekonomik yapılanmanın İslamcı-faşist rejimin “altyapısı” olduğu, ikincinin birinci üstünde yükseldiği fazla basit bir açıklama olur. Arada böyle bir tek yönlü belirleme ilişkisi kurulması mantıklı değildir.

Burjuvazinin yeni yapılanma arayışının ekonomik temelleri mutlak olarak neo-liberalleşme olmakla birlikte, bu yolda 1923 Cumhuriyeti’nin islami-faşist bir rejimle değiştirilmesi tarihsel zorunluluk sayılamaz. Zorunlu gericileşme sürecinin bugünkü biçimleri alması zorunlu değildir. Bu ilinti uluslararası ve ülke ölçeğindeki bir dizi parametrenin ürünü olarak şekillenmiştir.

Bu yazıda oralara gitmeyeceğiz. İşin içinde Soğuk Savaş’ın parçası olarak ve 1960’larda işçi hareketi ve solun yükselişine önlem olarak devlet katında ve alt örgütlenmeleriyle biriktirilen gericilik vardır. NATO’nun ileri karakol işlevi eskiyen bir ülkeyi Ortadoğu’da ve mümkünse Orta Asya’da işlevlendirme projeleri vardır. Ulusal pazarı korunaklı kılan ekonomik ve hukuksal yapının seyreltilmesi gereği vardır…

Türkiye’de modern ve laik bir kapitalizmden şeriatçı bir sisteme doğru zorlanacak bir değişimin gündeme getireceği patlama olasılıklarının barındırdığı riskin düşünülmemiş olması düşük ihtimaldir. Emperyalist sistemin liderliği tarafından Birinci Dünya Savaşı çıkışında Türkiye’ye biçilen faturanın, Lozan’la yalnızca geçici olarak çekmeceye kaldırıldığı, arada geçen sürenin gizli bir kinle yaşandığı tezi ise olsa olsa kişisel bazda karşılığı olabilecek bir iddia olur. Bir uluslararası mekanizmanın bu belirlenimle davranması, ikna edici olmaz. Kuşkusuz Türkiye Cumhuriyeti ve Sovyetler Birliği birbirine enerji aktararak yerlerini aldılar 20. yüzyıl sahnesinde. Ama bu ne kadar doğruysa, Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkması üzerine Batı’nın intikam niyetiyle Türkiye’yi yok etmeye yönelmesi sağlıklı bir çıkarım olamıyor. Türkiye, dünyanın başka yöreleri gibi neo-liberal doğrultuda dönüştürülmeliydi. Bunun içine yok etme planının yerleştirilmesi, bir komplo olarak gömülmesi ve büyük riskler alınması gerekmiyordu.

Toplumların evrimi ve siyasal gelişmeler masa başındaki planlamalarla değil, gerçek dinamiklerle biçimlenir. Bu anlamda AKP’li yıllar da senaryolarla değil mücadelelerle açıklanmalıdır.

AKP’ye kapının açıldığı noktada emperyalist merkezlerin, uluslararası sermayenin ve Türkiye büyük sermayesinin yeterli mutabakatı oluşmuştu. Kimse kandırılmadı, kimse komplo kurmadı. Kritik olan nokta şu ki, Türkiye kapitalizminin sınıf çıkarları doğrultusunda dönüştürülmesi ve neo-liberal kurumsallaşmanın güçlü biçimde inşası için ekstra bir kuvvet uygulanması gerekiyordu. Burjuva siyasal dinamikler geride kalan yıllarda çok yıpranmışlardı. Liberal dönüşümü halletme taahhüdünü daha önceleri veren darbeci generallerin, Özal’ın, üçüncü dönüşünü gerçekleştiren Demirel’in, yani hepsinin yetersizliği kanıtlanmıştı. Sosyal-demokrasi ise ancak gölge etmeme işlevini üstlenebilirdi…

Neo-liberalizmin özelliği kendi kendisine yeterli bir bütün oluşturamamasıdır. Türkiye sağı, sınıfının talimatına samimiyetle inandı ve bütün yatırımını neo-liberalizme yaptı. Ancak hayat başka bir renktedir. Kazanımları ve hakları ellerinden alınmak istendiğinde emekçilerin sınırlı bir direnç gösteriyor olmaları dönüşümün tamamlanması için yeterli sayılamaz. Bu dönüşümün ideolojik, gündelik hayata uzanan, toplumsal kıvrımlara nüfuz eden, sineye çekilmenin ötesinde enerji katan bir dinamizmi ve bütünlüğü olmalıydı. Düzenin ideolojik-politik cephaneliğinin yıprandığı koşullarda bu kaynak dinci hareket olarak açığa çıktı. Yedek lastik ilk kez birinci sınıf bir rolle donatılıyordu.

Risk mi?

Evet.

Ancak Türkiye toplumunu sermayenin ideali totaliter, yetkinin merkezde toplandığı bir yönetim modeline, halkı “vatandaşın hakkı” kavramından uzak bir biat anlayışına yerleştirmek için bu riske değerdi.

AKP’nin düzenin hasbelkader yürüyen bütün mekanizmalarını oynatma riskini aldığı doğrudur. Ancak asıl riski sınıf güdüleri doğrultusunda hareket eden sermaye sınıfı almıştır. CHP ve MHP’nin AKP’nin yükselişinde açık teşvik edici rolleri öngörüsüzlükle açıklanamaz. Büyükanıt’ın Dolmabahçe’de kabul ettiği, bu sınıf güdüsüdür. AKP’yi aklayan mahkemeler ilginç bir hukuk yorumu yapmış değillerdir. Erdoğan ekibinin reforme edilmiş bir dinciliği temsil ettiğine kamuoyunu inandıran merkez medya zaten büyük sermayenin ta kendisiydi.

2002’de AKP’nin seçim kazanması, 2003 tezkeresinin reddinden sonra ABD yörüngesinin teyit edilmesi ve tezkereyle ilgili tutumun başlı başına bir kriter haline gelmesi ve bütün başat aktörlerin Washington’a kendini beğendirme yarışına girmesi, özelleştirmelerin çok hızlı yapılması ve bunlara İslamcılaşmanın yine hızla eşlik etmesi gerekliliği, dinselleşmenin demokratikleşme giysisine büründürülmesine bile isteye (örneğin liberal sol) veya akılsızca (örneğin türban tuzağına düşerek aydınlanmacılığı ikna odalarına hapseden sağ Kemalistler) hizmet eden bir sürecin işlemesi… Türkiye çok kısa sürede 2006’da devletin çözülme istasyonuna geldi.

 

Siyasal enstrüman olarak çözülüş

 

Bu noktadan sonra AKP çözülüşü araçsallaştırmıştır. Devletin çözülmesi biçimini alan kriz nesnel ve maddiydi. Katedilen onca yoldan sonra Türkiye dinci gericiliğin yarattığı riskler yüzünden neo-liberalizmden vazgeçemezdi. Tersine, AKP çözülüşün sorumluluğunu eski rejime yıkmayı, eski rejimi olduğundan daha fazla kriminalize etmeyi5 başarmış ve devletin yeniden konsolide olabilmesi için sonuna kadar gitmesi gerektiğine yönelik bir kamuoyu oluşturmuştur.

Düzen içi sınıfsal6 ve politik aktörlerin ortak paydası Türkiye kapitalizminin dinselleştirilmesiydi. Sermayenin ihtiyaç duyduğu otoritenin merkezileştirilmesi ve istikrarın koşullarından birinin İslamcılaşma olduğu, kökü 12 Eylül öncesine inen bir kabuldür.

Bu derinlikte bir krizin göze alınması bir ön tasarım olarak düşünülmemelidir. Hele TÜSİAD’la özdeşleşen büyük sermaye kötücül senaryolardan kolayca sıyrılırken…

Benzeri değerlendirmeler sadece modern (!) burjuvaziyi aklamamış, anti-emperyalizmi de karikatürleştirmiştir. Kuşkusuz emperyalist karar odakları vardır ve bunlara özgü akıl yürütmede Türkiye’de alınacak risk bir dizi nedenle daha kolay tolere edilir.

Bunun bir nedeni basbayağı bir emperyalist ilişki rasyonelidir: Merkez krizini ihraç eder.

İkincisi ve rahatça anlaşılabilir olan, Türkiye’deki bir krizin sınır tanımaz bir patlamanın fitilini yakmadığı sürece kullanışlı olmasıdır. Krizden çıkış arayışı sistemin bağımlı bir öğesi olarak Türkiye’yi çeşitli dayatmalara hazır hale getirir.

Bir üçüncü neden, Türkiye ölçeğinde bir ülkenin dünya genelindeki modellemelere ikna edici örnekler imal edebilmesidir. Türkiye ılımlı/uyumlu islamın örneği olarak mükemmel bir seçimdir. Türkiye, tersinden medeniyetler çatışması ideolojisi için de uzak Afganistan’dan çok daha işlevli bir kötücüllük örneğidir. Büyük bir oyun oynanacaksa Türkiye’nin sahaya alınması yararlı, hatta gereklidir.

Ancak bu faktörler krizin ve devletin çözülüşünün bir kurmaca olması anlamına gelmez. Özelleştirmeler, ulusal hukukun dönüştürülmesi, devlet mekanizmasının özerk karar alma organı olarak minimize edilmesi… Bütün bunlar neo-liberalizmin uluslararası boyutuna gayet uygundur ve Türkiye dahil ulus-devletlerin alanının bilinçli politikalarla daraltıldığı doğrudur. Ancak yine bütün bunlardan komplo teorisinin geçerliliğine varılamaz.

Zira, yazının yukarılarında yapılan “sabit” hatırlatması burada da geçerlidir. Emperyalizmin rasyonalitesi ancak uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarında mutlak yıkıcı bir biçim kazanır. Emperyalizmin Yugoslavya’da, Demokratik Almanya’da, Sovyetler Birliği’nde aleni bir sınıf kiniyle tercihlerde bulunduğu bir gerçektir. Bu ülkelere yapılan müdahalelerde yerine ne konacağından ziyade “yıkmak” ön planda tutulmuştur. Benzeri düzeyde bir hoyratlık başka az gelişmiş yörelere de adapte edilebilir. Lakin Türkiye bütün bunlar değildir. Burada eninde sonunda kardeş bir ülke, kardeş bir devlet vardır. Kapitalistler arasındaki rekabet işçi sınıfına ve sola, tek bir koşulla, devrimci bir özne değerlendirebilirse alan açar. Ama kapitalizm öncelikle böyle bir alanın açılmamasını gözetir. Türkiye uçurumdan atılacak bir ülke olmamıştır.7

Tayyip Erdoğan liderliğinin devletin çözülüşünü araçsallaştırmasının arkasında da mülk sahibi sınıfların dünya çapında ve ülke içinde kader ortaklığı vardır. AKP’nin kriz yönetme yeteneğinin düzen içi enerji kaynağı budur.

Kuşkusuz söz buraya kadar gelmişken, aynı yeteneğin işçi sınıfının örgütsüzlüğünden beslendiği unutulmamalıdır. Ancak bilinmelidir ki, solda bir alternatifin serpilmesi durumunda, krizi yönetebilmesi için, Erdoğan’ın yardımına koşanların artması da kaçınılmaz bir eğilim olurdu.

Bu tartışmada, değindiğimiz dönemi aşan tarihsel sabitlerimiz de var.

 

* * *

 

Devletin bir üstyapı kurumu olması, sosyo-ekonomik temelin itaatkâr bir izleyicisi olması anlamında okunmamalıdır. Her zaman, ama bizim gibi gecikmiş kapitalistleşme örneklerinde devlet öncü rolleri istisnai değil kural olarak üstlenir. Devlet sermaye birikimi ve ilişkilerinin belirleneni olmakla kalmaz, belirli bir doğrultuda dönüştürücü aktörü, motor gücü de olur.

Düz ve tek yönlü olmayan bu ilişkiden liberallerin çıkarsamalarına yönlenmemek için ek uyarıya gerek duyulabilir mi? Liberaller Türkiye’de sermaye sınıfını, devletle kurduğu ilişki nedeniyle, burjuva saymamayı önerebilmiş, kapı kulu benzetmeleri almış yürümüştü. Yine aynı liberaller AKP döneminde devletin gerçek yani neo-liberal bir kapitalizmi kurmak yönünde üstlendiği rolü devrim ilan edecek kadar tutarlılıktan yoksundur.

AKP’nin sermaye sınıfının içine dönük müdahalelerde de bulunduğu doğrudur. Ancak bu kayırmacılığın büyük sermayenin dengelerini tepetaklak ettiği, sonuç olarak da geleneksel büyük sermayenin aleyhine geliştiği doğrulanmamıştır.

AKP’nin burjuvazi içindeki örgütlenmesinin önemli boyutu sınıfsallık gereğidir.8 Yine bu örgütlenme kapitalizmin neo-liberal yapılanma altında tercih ettiği keyfi, hukuk ve kural tanımaz davranış biçiminin,9 Koç veya Sabancı ailelerinin (uygarlık veya insanilikten değil, kurumsallıktan dolayı) elinden gelmeyecek biçimde inşasını sağlamıştır. Bu yoldan bütün sermaye sınıfı geçmektedir.

Üçüncü olarak yandaş sermaye oluşumları, risk almak konusunda titrek davranan geleneksel burjuva karakterinin aşılması yönündeki gereksinimi karşılamışlardır. Aslında tartışmanın bu boyutu özellikle 15 Temmuz-16 Nisan periyodunda kapanmış olmalıdır. TÜSİAD’ın kapsayıcı söyleminde iktidarlara yönelik eleştirel tonlamaların olması çok sıradan bir cilveleşme olarak (belki biraz fazlası, ama o kadar!) okunmalıdır.10 Bu konuda tongaya basan, sol-liberalleri geçersek, Türkiye solunun Kürt hareketine angaje kesimleri olmuştur.

Yakın dönem pratiklerine dönersek, AKP’nin devletin çözülüşünü gidermek için pragmatik taktikler güttüğü açıktır. Vatandaş ve emekçi gibi modern kategorilerin İslam’dan devşirilmiş ve sermaye tahakkümüyle uyumlu uygulamalarla ikame edilmesi ise sınıfsal bir ilkedir. Taktikler ise özellikle Kürt sorununun ele alınışında kendini göstermiş, bu başlık AKP’nin gündelik manevralarıyla temsili değere bürünmüştür.

Yeri gelmişken konunun derinliğine hiç girmeksizin, buradaki mekanizmayı özetlemekte de yarar var.

Kürt sorunu, her ulusal sorun için, hele özellikle Ortadoğu “jungle”ındakiler için olduğu gibi, ilkesel bir tutuma konu olamaz; bu bir.

Bununla bağlantılı olarak AB ve ABD’nin Kürt açılımlarının Kürt angajmanı olmadığı başından itibaren bilinmeliydi. Ancak Kürt siyasi hareketinin, girdiği yolun yeni bölgesel statükoya entegrasyondan ibaret olması hem hareketi büyük güçler tarafından geri plana itilme olasılığı karşısında silahsızlandırmış, hem de her bir güç tarafından kullanışlı hale getirmiştir.

Bugünse, Kürt hareketi mevcut mevzilerini korumak için bağımlılık zincirlerine dolanmaktan başka çare bulamayan bir burjuva çizgisine dönüşmüştür. AKP’nin Kürt dinamiğinin politik ağırlık merkezini Suriye Kürdistanı’na istemeden ittiğini düşünmek toyca olur.

Siyasi hareketin Türkiye’de çözüm masasından en ağır baskılara iteklenmesi ise, AKP’nin asal projeden sapması değil, “bir proje olarak AKP’nin” olağan devamıdır. Bu partinin iktidar serüveni Türkiye sermaye sınıfının, istikrar, keyfiyet ve sürat getirecek olan “otoritenin merkezileşmesi” programıyla başlamamış mıydı? AKP, bu merkezileştirmenin bir istasyonuna kadar Kürt uzlaşmasından enerji almış, ancak kendisinden başka bir siyasi akımın aynı süreçten fazla güç biriktirerek çıkması karşısında frene basmıştır. Masa devrilir ve baskılar yoğunlaşırken Erdoğan sanki büyük sermaye ve emperyalist merkezlere dönüp, karar verin demiştir; “Karar verin, güçlü iktidar mı istiyorsunuz çarklarınızı rahat çevirmek için? O halde Kürt ulusal siyaseti en azından sınırını bilecek.”

Parantezi kapatacağım. Parantezin içine yerleştirdiğim kısa analiz, Kürt sorunuyla ilgili her şeyin, burjuva dünyasında taktik olduğunu söyleyerek başladı. Ortadoğu karmaşasından ne zaman yeni bir uzlaşma rüzgarının eseceğini kim bilir?

Devletin çözülmesinin bir siyasal enstrüman olarak kullanılmış olması Kürt dinamiği bahsiyle de ilgilidir. AKP’nin barış sürecini hayli geciktirmiş olmasının nedeni, çözülüşün bir aktörü olan Kürt dinamiğinden mesafeli durma çabasıdır. On yıl beklenen “çözüm süreci”nin hayatı topu topu 2012-2014 arasına sıkışmışsa, Erdoğan’ın düzeni yeniden sağlama güvencesi vermek konusunda gösterdiği hassasiyetin öncelikli olduğu açıktır. Yoksa AB yolunun Diyarbakır’dan geçeceği 1990’larda söylendi. AKP Kürt sorununu da araçsallaştırmış, kâh demokratikleşme sembolü haline getirmiş, kâh devlet otoritesinin test edilmesinde kullanmıştır.

Tekrar edip kapatıyorum; bu konuda sermaye sınıfının ve emperyalist merkezlerin ilkesi yoktur.

 

Gelinen nokta ve sol

 

Devletin çözülüşünün ilacı otoritenin merkezileştirilmesi, siyasal alanda tekelleşmeye gidilmesidir. Ve bu, yukarıda defalarca yeri geldiğinde işaret ettiğim gibi burjuvazinin programı, emperyalist sistemin genel yönelişidir.

AKP’nin sermaye sınıfı açısından teşkil ettiği sorun, sanılanın tersine budur. AKP’nin izlediği yol bu dönüşümü nihayete erdirmeye yetmemektedir. Sağlanan geçici konsolidasyonlardır. Yarılmanın iki yakası zor bela bitiştirilmekte, ama zorunlu gelişmeler bu işlemi geçersizleştirmektedir. AKP her halk oylamasına daha uzun ömürlü bir tahkimat amaçlayarak yaklaşmakta ve bu açıdan bütün seçimleri kaybetmektedir!

Otoritenin merkezileştirilmesini ve “istikrar”ı bekleyen egemen güçler de oyunun parçasıdırlar ve onlar da krizi bir yandan yeni arayışları olgunlaştırmak, diğer yandan da AKP’nin verebileceği her şeyi sonuna kadar almak için değerlendirmektedirler.

Bu ilişkinin kendisi krizdir. Ve bu noktada kuşkusuz bir çelişki vardır. Erdoğan’ın iktidarını uzatma manevraları, en iki yüzlü kapitalistler arası ilişkide bile kaldırılamayacak ölçüde kuralsız ve olağandışıdır. Bu tarzın sistemin yararına sonuçlar vermediği örneklere giderek daha sık rastlanmaktadır. AKP’nin Gülen dağılmasına karşın siyasal ömrünü uzatmayı becermesi Türkiye’nin, yukarıda benzer ama farklı bağlamda değindiğim, eski tabirle “stratejik önemi” ile ilintilidir. Ancak kriz kavramı üstünden açmaya çalıştığım gibi, bu bir davranış biçimi, model olamaz. Türkiye, günü kurtarmak gözetilerek politika belirlenen bir yer olamaz. Erdoğan gerçeği bütün dünyayı bu istisnai ve uygunsuz konumlanışa sıkıştırmıştır. Bu patlamaya hazır bir dinamit anlamına gelmektedir.

Üstelik Türkiye’nin bir kapitalist ülke olarak sağlığı açısından bunca deneyimden sonra tutulması gereken rota, bütün dünyanın kapitalistleri nezdinde açık olmalıdır. Krizin düğümlendiğinde nokta, neo-liberal programın parçası olarak emekçilere ve halka dönük saldırılar, bu saldırılara karşı yükselen direnişler olmadı. Bu saptama nice onurlu ve anlamlı işçi, gençlik, kadın, köylü direnişini küçümsemeye götürmez. Yine düğüm noktası, dış politikadaki sorunlar olmamıştır. Anti-emperyalizm demeyelim, bağımlılık veya ulusal onur incinmesi nadiren dışa vurulmaktadır. Türkiye’de kabaca AKP tabanı diyebileceğimiz kesimler, sadaka ilişkisiyle, biat kültürüyle, tarikat yaşantısıyla, çıkar ağlarıyla ağır bir çürümeye uğratıldı. Bu veri, toplumun diğer kesiminin tepkisel olarak form kazanması için bir motivasyon sağlasa bile, toplumsal ortalamayı aşağıya çekmektedir. Türkiye’de burjuva devrim süreçlerinden miras bir demokrasi mücadelesi, halk hareketi geleneği de zayıftır. Bu zaaf yoksul tepkilerinin ufkunu da kısıtlamaktadır.

Bu koşullarda krizin düğümlendiği tema laikliğe dönük saldırılardır. Bütün direnç dinamikleri laiklik merceğinde buluşmaktadır. Madem öyle, krize karşı burjuva önlemler programının en önemli maddesi şeriat hukukuna, sünni islam toplumuna giden yolun “düzeltilmesi”dir. Bu toplumsal bir aydınlanma mücadelesinin önlenmesinin biricik çaresidir.

Oysa biriken sorunlar ve suçlar, Erdoğan’ın böylesi öze ilişkin bir başlıkta düzeltme yapmasını imkânsızlık ölçüsünde zorlaştırır. Öze ilişkin bir geri adımın bu kez siyasi iktidarın çözülmesine dönüşmesi yüksek bir olasılıktır.

Bu noktada en yandaş olanlar dahil sermaye sınıfı ve emperyalist merkezler açısından bir sorun yok. Türkiye’de gericiliğin neo-liberalizmi güçlendirecek ölçüde yaşatılması yeterlidir. Bundan fazlası ülkemizdeki sınıfsal, siyasal dinamiklerin, kültürel köklerin, ideolojik yapıların çizdiği bir çerçeve içinde ortaya çıkmıştır. Ne kapitalizmin ne emperyalizmin emri, komplosu, ama toplumsal süreçlerin ve mücadelelerin sonucu olarak…

AKP’nin yolu temelde bu noktada Türkiye’nin yönetilemezliğinin sürüp gitmesi anlamına gelir.

Dünya ölçeğindeki neo-liberal düzenlemeler devletlerin yok olması türünden bir mantıksal nihai sonuca yönelemezler. Eski yapıların katı yanlarının buharlaştırılmasından, metalaşma sürecinin önündeki tarihsel engeller tasfiye edildikten sonra, emperyalist hiyerarşiye uygun düşen bir devlet tahkimatı tercih edilir. Bu yoksa, kriz, tanımına aykırı biçimde süreklileşmiş gibi görünecektir.

Kriz şiddet yoluyla da aşılamaz. Akla AKP’nin 2016 yaz aylarında teste tabi tutup onayladığı yarı resmi şiddet mekanizması gelebilir. Gerçekten de siyasi iktidarın hukuksal yapısı ya çok zayıf ya da bütünüyle yasadışı milis örgütleri oluşturduğu açıktır. Bu noktada önce pratiğin yine neo-liberalizmin kitabına uygun olduğu hatırlanmalıdır:

“… gündelik asayiş sorunlarıyla uğraşmaktan özel güvenlik sayesinde kurtulan devlet, asıl enerjisini terörle ve sistem karşıtı hareketlerle mücadeleye yoğunlaştırmaktadır.”11 Özel güvenlik hem sermayenin öz güvenlik örgütlenmesidir, hem de yeni yükselen bir sektördür.

Diğer boyut ise şudur: AKP milisleşmesi, yakın tarihimizde çok tanıdık olan geleneksel kontrgerilla taban örgütlenmesinden -aynı geleneğe yaslanmakla birlikte- farklılaşmaktadır. Kritik ayrım, nasıl bir sıklıkta “devletin yanında” yardımcı göreve çağrıldığı değildir bu yapıların. Mesele Türkiye’de resmi devlet şiddetinin hissettirdiğinden daha derinlikli, daha gündelik, “mahalleye gömülü” bir şiddet örgütünün burjuva düzenine sağlayacağı yarardır. Sadece askeri bir gücün ömrünü tamamlamış bir politik varlığa katkısı zamanlama ve biçimle sınırlı kalacaktır. Bu birikimin sermaye düzeni tarafından temellük edilmesi AKP’yi izleyecek egemen güçler için son derece ufuk açıcıdır. AKP’nin geçmiş örneklerden çok daha geniş kapsamlı ve hareket kabiliyeti yüksek bir yarı-sivil vurucu güç oluşturmuş olması, burnu krizden kurtulmayan bir ülkede geleceğe dönük de bir yatırımdır. Özetle bu aygıtı devlet ve düzenden ayrışmış bir toplumsal gericileşme göstergesi saymak yanıltıcı olacaktır. Bu parantezi başladığım yere vurgu yapmadan kapatmayayım. AKP’nin kriz yönetiminin başat öğelerinden biri olan şiddetin bir bağışıklığı yoktur ve bu da sürdürülemez. Sürdürülse de siyasal bir denklem sopayla çözülemez.

Sona geliyorum ve AKP’nin krizli hayatına kredi açan belki de en önemli faktöre değineceğim. AKP bir “projeydi.” AKP’nin demokratikleşme palavrası da, yeni-Osmanlı açılımı da, savaşı da barışı da bütünlüklü olması hedeflenen çerçevelerin içinden türemiştir. Bugün ise emperyalist sistemin krizi Türkiye’ye ne AKP’li ne AKP’siz bir gelecek sunamamaktadır. AKP sistem ölçeğinde bir kilitlenmenin rantını yiyerek hayatını sürdürmektedir.

Yukarıda Türkiye solunun düştüğü yanılgının bir boyutundan söz ettim. Solun liberal bir kolu AKP ile doğrudan ilişkilenmişti. Bir diğer kesimi, sosyalizm hedefini Kürt açılımı beklentilerinin gerçek çıkmasıyla özdeşleştirdikleri demokratikleşmenin sonrasına erteledikleri için aynı işleve eklenmişlerdir.

Ama bu arada bir başka boyut ortaya atıldı ve yanlış bir soru gündeme geldi. Devlet ve sınıf mücadelesi tartışmalarıyla ilişkili bu soru, bu uzlaşmacılığın üstünü örtmek için kullanılabildi: Burjuvazi içi çelişki ve çatışmalar işçi sınıfını ve devrimcileri ne kadar ilgilendirmeliydi?

Bu sorunun yanıtı hangi çelişkilerin yalnızca sermaye sınıfını ilgilendirdiği, hangi gündem maddelerinin ise bizi bağladığı seçmeye çalışarak verilirse tuzak işlevini görüyor demektir. Elbette bu yolla da bazı sonuçlara erişebilir ve sermaye fraksiyonları arasındaki paylaşım konusunda daha net bir görüş sahibi olabilirsiniz. Ancak yaklaşım yöntemsel olarak yanlıştır. Zira emperyalist savaşa götüren gelişmeler de sermayenin rekabetinden türer, bir kurtuluş savaşı veya devrim düzen içi bir gelişmeye doğabilir. Ayıklama yönteminde düşülecek bir yanılgı sizi siyasete kayıtsızlık ucuna götürebileceği gibi işçi sınıfını bir sermaye fraksiyonuna tabi duruma da taşıyabilirsiniz.

Solu ve işçi sınıfını doğru mücadele hattında tutacak olan, sınıf siyasetidir. Sınıf siyaseti, adından bizim, sosyalist devrimciler olarak anladığımız gibi sermaye fraksiyonlarından bağımsızdır. Türkiye solu Kemalist burjuvaziye ait olduğunu ilan ettiği laiklik başlığında kayıtsızlığı seçebilmiş, başka zamansa sermayenin AB’ci veya demokrasi söylevi veren kesimlerinden yana taraf olmuştur.

Oysa Türkiye’de solun görevi, AKP’nin uzayıp duran krizli yaşamının son bulmasını dilemek olamaz. Bu dileğin izini sürmenin AKP’nin tarafı olduğu düzen içi bir rekabete kayıtsız kalmak ve bu yolla siyaset dışına düşmekle de, burjuvazinin ve emperyalizmin istikrar arzusuna angaje olmakla da sonuçlanması mümkündür.

Sol, siyasete bağımsız, uzlaşmasız ağırlık koyacak bir sınıfı hazırlamakla yükümlüdür. Emperyalizmin, sermayenin ve iktidarın modeli değil, geçirecekleri günleri varsa, dönemin en önemli işlerinin başında bu gelmelidir.

 

Dipnotlar

  1. https://www.kp.org.tr/tr/kongre-belgeleri/tkp-8-kongre-raporu-28122006 (erişim: 2 Haziran 2017)
  2. AKP iktidarının, arkasında bir dizi sınıfsal parametre ve uluslararası denge olmak kaydıyla siyasal planda parti ile cemaat koalisyonuna oturduğu kolayca dillendirilen bir formül. Ancak koalisyon terimi iki ayrı organizmanın işbirliği olarak kavrandığında yanlışa götürmektedir. Parti ve cemaat örgütlenmeleri birlikte tek bir organizma oluşturmuşlardır ve bu nedenle 2013 Aralık ayında (ve öncesinde hükümetin dershaneleri kapatma kararıyla) başlayan süreç siyasi iktidarın parçalanması olarak adlandırılmaya daha uygundur. Yoksa hükümet olmazdan önceye uzanan on yıllar “kim ‘FETÖ’cü-kim değil” diye bir sorgulamaya tabi tutulur ve her adım yalnızca tabloyu içinden çıkılmaz hale getirir. Zira söz konusu “koalisyon” Tayyipçi Fethullah Gülen ve Fethullahçı Tayyip Erdoğan arasında şekillenmiştir.
  3. Bu noktada Türkiye’nin bu dönüşümünü irdeleyen ve sayıları çok olmayan değerli kaynaklardan ikisini hatırlatmak istiyorum. İlki 2009’da İlhan Uzgel ve Bülent Duru editörlüğünde yayınlanan AKP Kitabı Bir Dönüşümün Bilançosu (Phoenix yayınları), diğeri de 2012’de birinci baskısı çıkan, Erhan Nalçacı ve Suat Özeren’in derledikleri Sosyalistlerin Meclisi imzasını taşıyan İkinci Cumhuriyetin Düzeni (Yazılama yayınları). Hazırlandıkları zaman dilimlerinin birbirini izlemesi, bu çalışmaları birbirlerinin tamamlayıcısı olarak da anlamlandırıyor.
  4. Mümtaz Soysal’ın Kemalist Rönesans denemesine demir atmasının ve benzer biçimde hukuk aygıtında, akademide, askeri ve sivil bürokraside konumlanan kesimlerin sosyal-demokrasi kapsamında değerlendirilmemesi gerekir. Bunlar kabaca eski düzenin direnişini temsil etmişlerdir. Tarihsel kaynakları zayıf olduğu gibi, düzenin bütünlüğünü sorgulama eğiliminden ilkesel olarak uzak duruyorlardı. Bütünlüklü bir proje arayışına girip Avrasyacılığa dönebilenler bile kapitalizmi veri kabul ediyordu. Üstelik Kemalist gelenek en derin kriz momentlerinde bile kitle hareketine soğuk bir devletçilikle maluldü.
  5. Ergenekon genel adlandırmasının altındaki darbe hazırlığı iddiaları, cephanelikler, genel olarak derin devlet soytarılığı büyük ölçüde bir mühendislik çalışmasıdır. Hrant Dink’in katledilmesinin devletin çözülüşünün araçsallaştırılmasına iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum: Sorun kontrolden çıkan bir sağcı statükocu hizipteydi ve bunun köklerine inmek için her şey göze alınmalıydı.
  6. Elinizdeki Gelenek’te AKP iktidarının Türkiye’de sermaye sınıfının bir hizbini temsil ettiği ve diğer kesimlerin aleyhine bir işleyiş kurduğu yolundaki yaklaşımların yanlışlığı yeterince gösteriliyor. TKP 9. Kongre raporundan bu konuda sınırları teorik olarak belirleyen bir pasajı buraya aktarmak istiyorum: “Geleneksel büyük sermayeyi açmaza sürükleyen bir diğer olgu, iç dinamiklere dayanarak AKP’yi gerçekten sıkıştıracak müdahaleler yapılmasının sola alan açacak olması ve bu müdahalenin yaratacağı siyasal dinamiklerin kabul edilebilir sınırların ötesine geçme olasılığının bulunmasıdır.” Gelenek sayı 100 (Mart 2009) içinde. (https://gelenek.org/belge-turkiye-komunist-partisi-9-kongre-siyasi-raporu-kapitalizmin-krizi-derinlesirken-turkiye , erişim 2 Haziran 2017)
  7. TKP belgelerinde emperyalizmin bu çerçevede yıkıcı değil, kontrol etme güdü ve yeteneğiyle hareket ettiğine işaret edilmiş ve gerektiğinde bu amaç doğrultusunda Türkiye’yi küçültmeyi de hedeflediğine işaret edilmiştir: “Devletin yeniden yapılandırılmasına dönük arayışları krize taşıyan bir çözülmeden söz etmemizin nedeni, sürecin büyük ölçüde emperyalist ülkeler tarafından kontrol edilmesidir. Zaman zaman farklı araçlar kullanmalarına karşın, gerek ABD gerekse Avrupa Birliği, Türkiye'nin bu dönüşümden daha zayıf, daha kısıtlanmış ve gerektiğinde küçültülebilir bir ülke olarak çıkmasını hedeflemektedirler. Liberal ekonomik politikaların uluslararası tekellerin hareket özgürlüğünü alabildiğine genişlettiği hesaba katılırsa, Türkiye Cumhuriyeti'nin aynı anda hem batıyla daha gelişkin bir entegrasyona gitmesini hem de eski pazarlık gücünü korumasını isteyen statükocu kesimleri açık bir hayal kırıklığı beklemektedir. Bununla birlikte, emperyalist ülkeler, yalnızca piyasanın saldırılarına bel bağlamamakta, temel toplumsal ve siyasal sorunlardan yararlanarak Türkiye'yi Ortadoğu'nun yeniden biçimlendirilmesine en uygun çerçeveye oturtmaya dönük etkili hamleler gerçekleştirmektedirler. Krizi tırmandıran ve devletin yeniden yapılandırılmasını çözülmeye götüren, bu hamlelerdir. Kısa sayılacak bir dönemde Türkiye Cumhuriyeti'nin varlığının tartışma konusu haline gelmesinin başka bir açıklaması bulunmamaktadır. ABD ve Avrupa Birliği'nin ısrarlı ve kapsamlı müdahaleleri piyasa mekanizmalarının hoyratlığı ve sınır tanımazlığı ile birleştiğinde Türkiye Cumhuriyeti'nin parçalanması/küçülmesi bir ‘düşünce’ olmaktan çıkıp emperyalist projelerde yerini alan seçeneklerden birisi haline gelmiştir.” Gelenek 94 içinde (Şubat 2007) TKP 8. Kongre Raporu, https://www.kp.org.tr/tr/kongre-belgeleri/tkp-8-kongre-raporu-28122006 Erişim 2 Haziran 2017
  8. Mahalledeki AKP başlıklı saha araştırması başka anlamlı verilerinin yanı sıra iktidarın küçük ölçekteki pratiklerinde ayrıksı izleklere sapmadığını, sınıf karakterinin mahalle bazında da yeniden üretildiğini göstermesi açısından değerli bir çalışma… (Sevinç Doğan, Mahalledeki AKP, İletişim yayınları, 2016)
  9. AKP’nin yönetim biçiminde Kanun Hükmünde Kararnameler özel yer tutmuştur. Bak. Ahmet Alpay Dikmen, “KHK’lı İktidar”, İkinci Cumhuriyetin Düzeni içinde.
  10. “AKP’nin sermaye sınıfıyla imtihanında esas kozu, sömürü oranının yükselmesine ve belirli bir seviyede tutulmasına yaptığı girdilerdir. Görülmemiş düzeylere tırmanan işsizlik, sigortasız,  güvencesiz, kölece çalışma koşulları, sosyal ücretin giderek budanması ve ülkenin bir oteller, alışveriş merkezleri, özel hastane ve özel okul yuvasına dönüştürülmesi; bunların hepsi AKP’nin sermaye sınıfının hanesine yazdığı ‘kazanımlardır’. Bu kadar hizmetten sonra, Çalık’a kıyak yapılmış, THY Tuskon’cu patronlara Afrika seferleri koymuş çok mu? AKP’nin TÜSİAD’a söylediği budur…” Alper Birdal, “Türkiye Ekonomisinde Artı-Değer Oranı ve AKP’nin Sermaye Sınıfıyla İmtihanı”, Gelenek 105-106, Eylül 2009.
  11. Pınar Bedirhanoğlu, “Türkiye’de Neoliberal Otoriter Devletin AKP’li Yüzü”, AKP Kitabı…; s. 61