Devletin Çözülmesi – Mevcut Durum, Olasılıklar ve Görevler
Başlarken, sosyalist harekette “kuramsal analiz”in ne anlama geldiği ve kuramsal analizle siyaset arasında nasıl bir ilişki olduğu üzerinde kısaca durmak istiyorum.
Kuramsal analiz, belirli bir olgunun ve/veya sürecin, tarihsel geçmişiyle, kendi bütünlüğüyle, içerdiği öğeler arasındaki etkileşimle ve olası seyriyle ilgili bir kurgu demektir. Bu kurgunun belirli bir değer taşıması için akla gelebilecek her ayrıntıyı ortaya dökmek yetmez (hatta kimi durumlarda gerekli de değildir); asıl önemli olan, olgu zenginliği içindeki kalın çizgiyi, belirleyici eğilimi ortaya koymaktır. Bu bakımdan, akademik ortamlardaki kuramsal analizle siyasal plandaki kuramsal analiz arasında önemli farklılıklar vardır. Bir kere, akademik ortamlardaki kuramsal analizin, siyasal ve pratik giriş (nüfuz etme) noktalarına işaret etme gibi bir maksadı olamaz. İkincisi, siyasal plandaki kuramsal analiz, pratikteki yüklenme noktalarını, analizin içerdiği her tür öğeden değil, bunları çeperinde toplayan kalın çizgilerden hareketle çıkarsar. Bu anlamda, siyasal planda kuramsal analiz, önsel bir misyona sahiptir ve bunun için yapılır: Pratik siyasal görevlere ışık tutmak.
Siyasal harekette herhangi bir kuramsal analiz, verili olgu zenginliğini iki tarafından iki kalın çizgiyle sınırlandırır. Bu kalın çizgiler, sonsuza kadar değil belirli bir aralık içinde uzanır. Siyasette, bu şekilde ortaya konulan bir kuramsal analize karşı çeşitli tutumlar geliştirilebilir. Örneğin, sunulan kuramsal analiz karşısında “bu çizgiler doğru çizilmemiş” itirazı gelirse, bu tepki kuramsal analizin esastan reddedildiği anlamına gelir. Daha açık söylenirse, öyle eften püften değil belirli bir temele sahip olan ciddi kuramsal (ve siyasal) ayrılıklar burada ortaya çıkar.
Bir başka tutum da şu olabilir: Sunulan kuramsal analiz, alıcılarının katkılarıyla zenginleşebilir ve kimi durumlarda bu katkılar sayesinde ilk sunulan analizdeki kalın çizgiler biraz daha öteye uzatılabilir. Aynı noktadan çıkan ve aralarında bir açı bulunan iki kalın çizginin bu şekilde uzatılması, arada serpişmiş duran olgulara ve olasılıklara yenilerinin de katılması anlamına gelir. Bu katkıdır ve zenginleştirmedir. Siyasal harekette zaman zaman görülebilir.
Bir de şu olasılık vardır: Çizilen çizgiler uygun görülür; bu çizgilerin daha öteye uzatılmasına gerek duyulmaz ve iki çizgi arasında kalan olgulara ve olasılıklara odaklanılır. Siyasal harekette, bu üç tutumdan görece en sık bu üçüncüsüne rastlanır. Bunun anlamı şudur: Kuramsal analiz kabul görmüştür ve insanlar artık kabul edilen analizi çerçeveleyen iki kalın çizgi arasındaki öğelerin işaret ettiği siyasal ve pratik uğraşlara yöneleceklerdir.
Türkiye Komünist Partisi’nin 8. Kongresi’ne sunulan Siyasal Tezlerin ilk başlığını oluşturan “Devletin Çözülmesi”nde böyle olmuştur.1
Neden “Yeniden Yapılanma” Değil De Çözülme: Önce Sorunun Kendisi
Bilindiği gibi günümüzde “devletin yeniden yapılanması”, dünyanın hemen her yerinde akademik tezlere ve çalışmalara yerleşik hale gelmiş bir başlıktır. Başlığın içeriği, kabaca şöyle özetlenebilir: 1990’larla yükselen neoliberal dalgayla birlikte benimsenen politikaların (ekonomik, sosyal, siyasal idari, vb.) devleti hangi yönlerden yeniden yapılanmaya zorladığı ve bu yeniden yapılanmanın fiilen nasıl gerçekleştiği.
Bu durumda, devletin yeniden yapılanması, neoliberal politikaların benimsendiği bütün ülkeler için geçerli bir olgudur. Önemli olan, her yerde görülen bu olgunun nerede ve neden daha yumuşak, nerede ve neden daha sancılı ve krizlere gebe süreçlerle kendini ortaya koyduğunu belirlemektir. Daha açığı şöyle: Yeniden yapılanma, Türkiye’de neden ve nasıl “çözülme” olarak ortaya çıkmakta ve yaşanmaktadır?
Bu, kritik bir sorudur. Kritik olmanın ötesinde, belirli tuzakları davet eden bir yanı da vardır. Örneğin, Türkiye başka bir ülke değil Türkiye olduğu için başka yerlerdeki yeniden yapılanmanın burada çözülme olarak yaşandığı söylenirse, bunun ardından Türkiye’nin biricikliği (dikkat edilsin “özgünlüğü” değil) tezleri gündeme gelir ve bunun sonrası Türkiye’yi kapitalist bir ülke saymamak, Türkiye’de ulus devletin başka hiçbir yerde rastlanmayan süreçler ve özelliklerle yerleştiğini düşünmektir. Tuzak buradadır. Bu tuzaktan kurtulmanın yolu ise bellidir. Bir kere eğer folklordan, özel kültürel motiflerden, belirli yaşam tarzlarından değil de bir toplumsal formasyondan söz ediyorsak “biriciklik” kavramını sözlüğümüzden silmemiz ve bunun yerine “özgünlük” kavramını sahiplenmemiz gerekir. İkisi arasındaki fark şu kadar açıktır: Biriciklik, “biz Türkiye olarak (ontolojik anlamda) başka hiçbir yere benzemediğimiz için bizde bu işler böyle oluyor” dedirtir; “özgünlük” işe şu mesajı verir: “Tarihsel ve güncel, iç ve dış etmenlerin etkileşimi ve bu etkileşimden çıkan sonuç Türkiye’yi özel bir konuma yerleştiriyor.”
O halde buradan (ikincisinden) devam edelim.
Buraya sadık kalınacaksa, söylenebilecek olan, en doğrudan biçimde şöyle: Türkiye’de klasik anlamıyla iç ve dış dinamiklerin etkileşimi sonucunda ortaya çıkan durum, yeniden yapılanmayı çözülmeye dönüştürmüştür ve burada başat olan (kimi rezervlere yol açsa bile “üst belirleyen” de diyebiliriz) dış dinamiklerdir. “Başat” denildi diye acele etmek gerekmiyor, önce “iç dinamiklere” bakalım.
Resmi İdeoloji: “Her Yer Dolu” Diyemiyor
Uzatmadan, kestirmeden gidelim2 . Kimi liberal solcuların ileri sürdüklerinin tersine, “resmi ideoloji” ulus devletlerin oluşma ve yerleşme süreçlerinde, bugünkü “gelişmişler” dahil bütün kapitalist ülkelerde rastlanan bir ideolojik formasyondur. Bir ek yapmak gerekirse, Avrupa Birliği “resmi ideolojinin” ulus devletleri aşan birliklerin de ideolojisi olabileceğini göstermiştir! Böyledir, ama kabul etmek gerekir ki, bizdeki “resmi ideolojinin” gecikmiş burjuva devriminden kaynaklanan kimi özellikleri vardır.
Türkiye’de resmi ideoloji asıl olarak 1930’lu yıllarda şekillenmiştir. Bu ideolojide, her biri “seküler” olan milliyetçiliğin, devletçiliğin, laikliğin ve popülizmin kendine özgü bir bileşimi görülür. Önemli sayılabilecek oynamalara, doz değişikliklerine ve bu ideolojik formasyonlardan her birinin zamanla içselleştirdiği yeni girdilere karşın, resmi ideoloji kendi bütünlüğünü 90’lı yıllara kadar önemli ölçüde koruyabilmiştir. Dahası, aynı ideoloji, sonraki adaptasyonlarıyla, çok partili rejimle, seçimlerle, kalkınma girişimleriyle ve uygulanan sosyal politikalarla kendini 1930’lara göre kitlelerle daha barışık hale getirebilmiştir.
Gelgelelim bu “devri saadet” 80’lerle birlikte bozulmaya başlamıştır. Hemen ve açıkça belirtmek gerekir: Dinci ideoloji ve liberalizm, 30’larda şekillenen ve ülkeyi olmasa bile devleti 1980’lere kadar taşıyan resmi ideolojide çok sınırlı denebilecek yerlere sahiptir. Çok basit bir örnek: Komünizm, 1960’lara kadar, resmi ideoloji gözünde “Allahsızlık” değil, “sapıklık” veya “vatan hainliği”dir. Dincilerin ilerici, yurtsever ve sosyalist unsurlara karşı kullanımı 30’lardan, 40’lardan ve 50’lerden çok 60’lı yıllara ve sonrasına özgü bir tercihtir. Devam edersek, kimi tekil çıkışlar ve itirazlar dışında resmi ideoloji liberalizmi (hem ekonomik politikalar demeti, hem de siyasal ve ideolojik bir kanal olarak) en fazla bir kenarda tutmuş, içine almamıştır.
Evet, kazın ayağı 80’lerle birlikte değişmeye başlamıştır. 80’lerden bu yana, dinci ideoloji ve liberalizm, resmi ideolojinin iç dengelerini de sarsacak ölçüde ağırlık kazanmaktadır. Başka bir ifadeyle, liberalizm ve dinci ideoloji egemen ideolojide yerleri sağlam ideolojik formasyonları oraya buraya iterek kendilerine yer açmaya çalışmaktadır ve bunu başarmaktadır. Devlet düzlemindeki çözülmenin ideolojik boyutunda saptanabilecek en önemli öğe budur.
Devam etmeden önce bir parantez açmak yerinde olacak. Dini bir kenara bırakıp daha yeni ve seküler ideolojilere (milliyetçilik, liberalizm, muhafazakarlık ve sosyalizm) bakıldığında, önce bunları gelişkin biçimiyle üreten mihrakları, sonra da üretilen ideolojilerin alıcısı olan kitleleri tanımlayabiliriz. Alıcı durumundaki kitleler, bu ideolojileri bütünüyle kavrayıp içselleştirmek yerine, kendi duyarlılık noktalarından ve yaşam deneyimlerinden hareketle, “verilen” ideolojilerde yer alan kimi özel vurgu, motif ve söylemlerle ilişkilenirler. Bu nedenle, kitlelerin ideolojik tercih ve yönelimleri daha esnek, eklektik ve değişken olabilir.
Gelmek istediğim nokta şu: Türkiye’de çok partili rejimle birlikte, kitlelerin, sunulan ideolojilerle ilişkilenmelerinde en önemli aracılığı siyaset, daha doğrusu “devlet politikaları” yapmıştır. Bundan kastedilen uygulanan yatırım politikaları, açıklanan taban fiyatları, tarımsal girdi maliyetleri, ücret ve istihdam politikalarıdır. Türkiye’de devlet, bu politikaları az çok kendi tercih ve kararlarıyla, belirli dengeleri gözeterek uygulayabildiği sürece kitleleri belirli ideolojik sınırlar içinde ve siyasetle ilişkili tutabilmiştir. Ancak bugün, söz konusu politikalar “popülizm” umacısıyla her önüne gelen tarafından karalanmaktadır.
90’larda ve günümüzde, özellikle Türkiye’de devlet, bu anlamdaki hükümranlığını büyük ölçüde yitirmiştir. Artık belirleyici olan, AB kriterleri, uluslararası finans kuruluşlarının dayatmaları, yabancı sermayenin ve “sıcak paranın” keyfidir. O kadar ki, örneğin 60’lardan, 70’lerden ve hatta bir ölçüde 80’lerden farklı olarak, Türkiye’de göğsünü gere gere “şuraya yatırım yapacağız”, “buraya fabrika kuracağız” gibi vaatlerde bulunabilen siyasetçi veya “devlet adamı” kalmamıştır.
O halde “yukarıda neler oluyor?” sorusuna iki yanıt bulmuş oluyoruz. Birincisi, resmi ideolojinin kendi iç dengelerinin sarsılması; ikincisi de devletin kendi adına az çok bağımsız politikalar izleme alanının hayli daralmış olması. Adına “çözülme” denilen madalyonun bir yüzünde bunlar vardır.
Madalyonun diğer yüzünde ise şunu görüyoruz: Daha önceleri “dış politika” veya “dış ilişkiler” başlığı altında ülkedeki ideolojik ve siyasal dinamikleri daha sınırlı ve dolaylı biçimlerde etkileyen süreçler, 1990’larla birlikte ülkeye daha fazla içselleşmiş, “dış ilişkiler” içerdeki ideolojik ve siyasal süreçlerin doğrudan etmeni haline gelmiştir3 .
Gerçekten de, örneğin IMF ile ilişkiler 1990’larla birlikte ülke gündeminin daha belirgin bir başlığı haline gelmiş; AB üyeliği geniş kesimlerin umut ve beklentileri bağlamında bir yerlere oturtulmuş; dünya sosyalist sisteminin varlığında belirli bir statükoya oturan dış politika parametrelerinin yerini bu kez aranışlara, belirsizliklere ve olasılıklara oturan parametreler almış daha önce hep “iç sorun” olarak görülen Kürt sorunu uluslararası boyut kazanmış, ABD’nin Orta Doğu ve Türkiye planları gündelik sohbetlere girmiştir.
Güncel Durum: Bileşke
Bir özetleme gerekirse, az önce değinilen değişim ve dinamiklerin bileşkesi şöyle açıklanabilir:
1. Liberalizmin ve dinci ideolojinin, resmi ideolojinin yerleşik öğelerini itekleyerek kendilerine yer açmaya çalışmaları sonucunda egemen kesim içi gerilimler boyutlanmakta alttan gelen bir baskı yokken bile düzenin tepesi iç gerilim ve itişmelere sahne olmaktadır. Ancak, şu an için, bu gerilim ve itişmelerin kitlelere doğrudan yansıdığını, kitlelerin tercih ve yönelimlerini de birebir belirlediğini söylemek mümkün değildir.
2. Ülke ölçeğinde izlenen genel politikalara liberal anlayışın damgasını vurduğu açıktır. Ne var ki, özellikle Türkiye söz konusu olduğunda, seküler ideolojiler arasında kitlelere nüfuz etme ve kitlelerce benimsenme anlamında en zayıf kalmaya mahkum ideoloji liberalizmdir. Liberalizmin, kendi adına, özünü koruyarak kitlelere ulaşma şansı yoktur. Bu nedenle izlenen liberal politikaların, belirli bir tabana sahip başka bir ideolojiyle eklemlenmesi veya bununla ambalajlanması gerekmektedir. Bu bağlamda, bugün gündemde olan dinci ideolojidir.
3. Ne var ki dinci ideolojik söylemlerle liberal politika ve uygulamalar arasındaki ortaklığın eklektizmden uzak kalması, yapısal bir uyum içinde süreklilik kazanması son derece güçtür. Aynı şey, liberal politikalarla milliyetçi ideoloji arasındaki ilişki için de geçerlidir. Özetle, “yeniden yapılanmanın” ve izlenen politikaların kaynağı olarak liberalizmin, tepede dinci ideoloji ve milliyetçilikle sağlam bir sentez oluşturması mümkün görünmemektedir. Gelgelelim, liberalizm mutlaka bir ambalaj gerektirdiğinden bu ambalaj bir yandan dinsel duyarlılıklar gıdıklanarak, diğer yandan da mikro ölçekte milliyetçi boşalmalara yeşil ışık yakılarak sağlanmaya çalışılmaktadır.
4. Oysa, Türkiye’nin gündelik yaşamına iyiden iyiye içselleştiğini, artık neredeyse bir “iç mesele” haline geldiğini söylediğimiz dış ilişkiler de dinci ve milliyetçi çubuk bükmeleri bozabilecek bir potansiyel taşımaktadır.
Yukarıda sıralananların hepsi, bulanıklığa, eklektizme, yapaylığa ve kırılganlığa işaret etmektedir; “çözülme” olgusunun önemli bir boyutu da buradadır.
Peki bu durum “geçici” midir?
Bir kurumun, hem de çok önemli bir kurumun kendini hiç onarmadan sürekli “çözülme” süreci yaşaması mümkün değildir. Belirli uğraklarda, mutlaka bir toparlanmaya, yeni bir senteze “ortak bir akla” hamle yapılacak bunun için kimi girişimlerde bulunulacaktır. Bununla birlikte, bu yeni yapılanma veya sentezin, eskisine göre daha kırılgan özellikler taşıyacağı, başka bir deyişle “konsolidasyon” girişimlerinin arzu edilen yerleşikliği getirmeyeceğini söyleyebiliriz.
Bir kritik başlık da burada ortaya çıkıyor. Başlığın hakkını vermek içinse “çözülme” ve “konsolidasyon” kavramlarına ilişkin kimi açıklıklar gerekiyor. Bir kere “çözülme” olgusunu, kurumların (TBMM, asker ve sivil bürokrasi, kamu yönetimi, uygulamacı bakanlıklar, eğitim ve üniversiteler, sosyal güvenlik, yargı ve daha dışarı çıkılacak olursa sermayenin örgütleri) istisnasız her birinin kendi içinden çözülmesi ve böylece ortaya post factum genel bir çözülme durumu çıkması şeklinde tasavvur etmemek gerekir. Çözülme sürecinde, kimi kurumların kendi içlerini konsolide edebileceklerini de düşünebiliriz. Ne var ki, kimi kurumlar kendi içlerini konsolide etseler bile mevcut kurumlardan bir bölümünün kendi içinden, çözülmesi kurumlar arasındaki mesafenin açılması ve ortak zeminlerin belirsizleşmesi de genel bir çözülmedir ve böyle bir çözülme için “seyrelme” kavramı kullanılabilir. Sonuçta, çözülmenin “süreklilik taşıyamayacağı” doğrusundan hareketle yeni bir sentez ve “ortak akıl” çabalarının gündeme geleceğini kabul etsek bile, az önce işaret edilen saptamadan kalkarak bu yeni sentezin de seyrelmiş ve kırılgan bir sentez olacağını öngörebiliriz.
Yeri gelmişken, akademik analiz ile siyasal analiz arasındaki önemli bir başka farka dikkat çekmek istiyorum. Akademik analizde, belirli bir olgunun belirli bir andaki öğelerine, verilerine ve etkileşimlerine bakılır; bunlardan hareketle, kimi öznellikleri devreye sokmadan, salt nesnelliğe dayalı bir trend çıkartılır ve olasılıklara işaret edilir. Siyasal analiz ise burada kalamaz. Siyasal analizde, siyasal öznenin, verili durumun yönelimlerini, kendi öznelliğini ve aktörlüğünü de işin içine sokarak kurgulaması gerekir. Buradan hareketle söylenebilecek olan ise şudur: Düzenin bulabileceği çözümler, sosyalist-yurtsever hareketin bugünkü durumunda kalması halinde bile eskisine göre gene kırılganlık taşıyacaktır; sosyalist-yurtsever hareketin bugüne göre güçlenip belirli bir kitlesellik eşiğine ulaşması halinde ise kırılganlık daha da artacak, kurumların iç konsolidasyonunda bile ek güçlüklerle karşılaşılacaktır.
Çözülmenin Topluma Yansıması
Yukarıdaki çözülme, geniş halk kesimlerinin ideoloji ve siyaset haritasına. kuşkusuz dolaylı yollardan, ama tam bir belirsizlik ve savrukluk biçiminde yansımaktadır. Kitlelerin, ideolojilerle ilişkilenme biçimi üzerinde daha önce durulmuştu. Bir kez daha anımsayalım: Toplumda nesnel olarak varlığını sürdüren tekil ideolojik motiflerin kapsamlı ideolojik formasyonlarla şöyle veya böyle ilişkilenmesi ve bunun sonucu olan angajman. Bugün var olan durumun ise tekil ideolojik motiflerin ana ideolojik referans çerçevelerini yitirmesi ve aradaki bağın önemli ölçüde kopması şeklinde değerlendirilebileceğini düşünüyorum. Bu çerçeve yitimi ve bağ kopması ise şu sonucu getiriyor: Kitleler düzleminde ele alındığında yerleşik sayılabilecek çerçeveye oturtulabilecek tanımlanabilir bir ideolojik koşullanmışlıktan çok, korku ve endişenin belirlediği ortamlarda boy veren kaypak, değişken ve tutarsız tercihlerin baskınlığı. Kuşkusuz, ideoloji sahneden büsbütün çekilmiş değildir. Yalnızca şu vardır: İnsanlar tanımlanabilir şu veya bu ideolojik çerçeveden hareket etmek yerine, mevcut korku ve endişelerinden kalkarak birtakım ideolojik motif ve söylemlerin alıcısı olmaktadır.
Bu durum, anti-emperyalist ve sosyalist mücadele açısından ikili bir yan taşımaktadır. Bir yanıyla, bugünkü belirsizlik, kaygı ve korku ortamının, savunma refleksleriyle bugünkünden de katı bir dincilik ve/veya milliyetçiliğe taşınması mümkündür. Buna karşılık, aynı ortamın üzerine net perspektifler, söylemler ve en önemlisi pratiklerle yürünmesi, böylece bir hareketlilik yaratılması anti-emperyalist ve sosyalist mücadelenin önünü açabilecektir. Dikkat edilmesi gerekiyor: Bugünkü kaygı ve korku ortamının, kocaman bir dalga veya tersyüz oluşla kendiliğinden bir direnç, kararlılık ve mücadele ortamına dönüşüvermesini beklemek hayalciliktir; gerçekçi olan, parçalanmışlığın karşısına bütünlüğü ve yekpareliği temsil eden bir güç çıkarmaktır; edilgenliğin karşısına hareketliliği dikmektir; söylemi, ideolojik ve siyasal mesajları demonstrasyonla takviye etmektir. Özetle, her durumda, bütünlüğü, gücü, kararlılığı ve aktivizmi ortaya koymaktır. Toplumda genel olarak olumlu bir dönüşüm sağlanacaksa, bunun ön koşulu, gene toplum içinde böyle bir odağın ve gücün varlığını sağlamaktır. Bir adım daha atacak olursak, söylenebilecek olan şudur: Bugünkü verili durumdan kuşkusuz işçi sınıfı da olumsuz etkilenmektedir; ancak bütünlükse sınıfın bütünlüğü hareketse sınıfın hareketliliği demonstrasyonsa işçi sınıfının ortaya koyacağı direnç ve mücadelecilik örnekleri toplumun tümünü etkileyecek, sınıf hareketi toplumun diğer kesimleri için de bir referans noktası haline gelecektir.4
Yineliyorum: Toplumun toptan dönüşmesini beklemek yerine, toplumu dönüştürme potansiyeline sahip özel bir odak yaratmak gerekiyor.
Denecektir ki, toplumda mücadeleye ve örgütlenmeye ciddi bir talep yok. Okurların izniyle, TKP’nin 8. Kongresinde başvurduğum bir örneği burada yinelemek istiyorum. 18-19. yüzyıl Fransız iktisatçılarından Jean-Baptiste Say “Mahreçler Yasası” ile anılır. “Yasa” basittir: Arz kendi talebini yaratır. Bu “yasa” Marksist ekonomi politik açısından kuşkusuz yanlıştır. Arz kendi talebini her durumda yaratsaydı, kapitalizm aşırı üretim krizleri yaşamazdı. Ancak, bu “yasanın” Türkiye’nin ve sol hareketin bugünkü durumu açısından bir geçerliliği olduğunu düşünüyorum. Öyle bir ortamdayız ki “talebin oluşmasını” beklemek yerine, kendi arzımızla kendimize talep yaratmamız gerekiyor. Biz örgütlenme eylem ve hareket “arz edelim”; bu “arz” kendi talebini mutlaka yaratacaktır.
Bir de hiç unutmayalım: İçerdiği olumsuzluklara karşın, bugünkü nesnel durum özellikle belirli bir noktada aşırı kırılgandır; verili durumun altında bir “fay kırığı” uzanmaktadır. Bu fay kırığını, düzenin başta ABD’ninkiler olmak üzere emperyalist projeler karşısındaki çaresizliği ve teslimiyeti oluşturmaktadır. Daha açık söylenirse, ABD’nin Irak’ta, İsrail’in Filistin’de yaptıklarını, Kuzey Irak’taki gelişmeleri, ortalıkta dolaşan “geleceğin Orta Doğusu haritalarını”, uluslararası şirketlere peşkeş çekilen varlıkları, “normal”, “günümüzün gerçeği” veya “kaçınılmazlık” saydırmanın ve bunu topluma kabul ettirmenin bir sınırı vardır.
Bu sınırı daha aşağılara itmek de bizim görevimizdir.
Dipnotlar
- Aynı durum “Devletin Çözülmesi” başlığının yanı sıra, “Siyasal Tezler”in “Kürt Sorunu”, “Anti-emperyalist Mücadele” ve “İşçi Sınıfı” gibi konularında da görülmüştür.
- “İç dinamikler” başlığının ardından hemen ideolojiye ve “resmi ideolojiye” geçilmesi, Türkiye’de devleti çözülmeye götüren iç dinamiklerin salt ideoloji planında ortaya çıktığı anlamına gelmemektedir. Bununla birlikte, geniş halk yığınlarının siyasetle ilişkisinde ve devletin kitleler gözündeki meşruiyetini sağlamada ideolojinin belirli bir yeri olduğu için, bu kısa yazının sınırları içinde (başka parametrelerle bağlantısını unutmadan) ideoloji başlığına odaklanmayı yeğledim.
- Türkiye öteden beri emperyalizme bağımlı bir ülkedir. 50’lerde de öyleydi. Aradaki farkı görmek için bir karşılaştırma yapmak yeterli olacak. 1950’li yılların ortasında, Hüseyin Üzmez adlı bir kişi gazeteci Ahmet Emin Yalman’a suikast girişiminde bulunmuştu. Olay “milliyetçi ayran kabarması” olarak tanımlanmıştı ve kimsenin aklına “dış odaklar”, “Türkiye üzerine oynanan oyunlar” gibi temalar gelmemişti. Bir de geçenlerdeki Hrant Dink olayını düşünün ve kararı siz verin. “Milliyetçi ayran kabarması” türü sözler gene edilir de, inanan çıkar mı?
- Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nde çocukların “temel hakları” ortaya konur. Bunlar çocuğun geri alınamaz haklarıdır. Yaşama hakkı dışında en önemli haklar olarak gelişme korunma beslenme ve katılma hakları sıralanır. Sözleşme’nin tanıtılması çabaları çerçevesinde ilkokul çocuklarına sayılan son dört haktan en önemlisinin hangisi olduğu sorulmaktadır. Yanıtlar değişmektedir. Kimine göre gelişme en önemlisidir; çünkü çocuk gelişemezse diğer hakları da anlamsız kalır. Ancak katılma hakkını en başa koyanlar da vardır; bu çocuklara göre, çocuk ancak kendisini etkileyen karar süreçlerine katılabildiğinde diğer haklarını eksiksiz elde edebilecektir, vb. vb. Bu örneği vermenin nedeni şu: TKP’nin 8. Kongresi’ne sunulan Siyasal Tezler arasında “en önemlisi” hangisi diye sorulduğunda, akademik bir bakış kuramsal çerçevesinden ve derinliğinden kalkarak “Devletin Çözülmesi” diyebilir. Oysa siyaset açısından bakıldığında en önemli başlığın “İşçi Sınıfı” olduğunu düşünmek gerekir. Nedeni de çok açıktır: Kendini toplayan, birliğini sağlayan ve ortaya hareket koyan bir sınıf, devletin çözülmesini de, Kürt sorununu da, anti-emperyalist mücadeleyi de temelden yeniden belirleyecek ve yön çizecek bir etmen olacaktır.