“Devletin Çözülüşü” Hikaye mi?
Bu yazı, iki yıl kadar önce Türkiye Komünist Partisi’nin resmi belgelerine giren, öncesinde ve sonrasında bazı teorik ve siyasal metinlere konu olan “devletin çözülüşü” kavramına odaklananıyor. Yazı, kavramın Marksist devlet teorisi ile nasıl ilişkilendirilebileceği gibi merak uyandırabilecek bir soruya verilmesi gereken sağlam bir yanıt için giriş niteliği taşıyor. Ancak tek başına bu değil. AKP’nin de “çözücü” bir aktör olarak bu sürecin neresine yerleştiği teorik bazı önermelerle birlikte yazının konularından. Kavramın sistematik biçimde kullanıldığı 2-3 yıllık dönemin ardından bugün gelinen nokta teori açısından “dağıtıcı” ve “kuşku yayıcı” kimi ögeler barındırsa da, bu giriş yazısında ve devamında gösterilmek isteneceği gibi, AKP Türkiyesi’nde devlet, Marksist devlet teorisinin sabitleriyle açıklanabilecek, değişkenlerine ise ilginç ekler yapabilecek karakterdedir. 1
Başlangıç noktasında ne vardı?
Çözülme ne zaman başladı? Soruyu, Sovyetler Birliği’nin çözülmesi tartışmalarından hatırlıyoruz. Bir yerden sonra verimsiz hale geliyor. Burada da öyle… Devletin çözülmesinin, devletin en büyük tahkimat operasyonlarından biri olan 12 Eylül’le başladığını ileri sürebilirsiniz örneğin. Şiddetli itirazlara karşı söyleyecek sözünüz de olur. Liberalizmin egemen ideoloji içindeki konumunu güçlendirmesi örneğin, devletin kurumsal yapısındaki deformasyon örneğin, dinselliğin başka ideolojik unsurlardan rol çalma yeteneğinin artması örneğin, Kenan Evren ve arkadaşlarının iktidarıyla sağlama alınmış süreçlerdir. Ancak devletin yumruğunun kesintisiz ve her alanda hissedildiği bir dönemi “devletin çözülüşü”ne bağlamanın zorluklarını hesaba katmıyor değiliz.
Turgut Özal’lı yıllara ne dersiniz? Çok kanıt bulunabilir; öyle ki, bazı fotoğraf kareleri, pijamalı cumhurbaşkanı, yağlı dolmaları eliyle lüpleten cumhurbaşkanı, tarikat liderlerini köşkte ağırlayan cumhurbaşkanı, devletin çözülüşüne giden yolun ilk ve popüler kilometre taşları olarak gösterilebilir.
Olmadı AKP’nin 2002 yılında tek başına hükümet olmasını milad olarak alabilirsiniz.
Bana göre bir başlangıç noktası aramak yerine, süreci, kritik evrelerinin ona katkısını hesaba katarak bir bütün olarak ele almak en doğrusu. Belki ileride bir tarihçi bu dönemi 12 Eylül’e bağlarken daha rahat hissedecektir kendini, nasıl bugün bir siyasetçi AKP’nin rolüne odaklanıyorsa…
Bunlar birbirlerini tamamlıyor. 2 Benim ara başlığa koyduğum “başlangıç noktası” ise, bizim süreci “devletin çözülüşü” olarak adlandırmaya cesaret ettiğimiz andır. Cesaret vurgusu kavramın barındırdığı şiddet ve muğlaklıkla ilgili. Demek ki bazı şeyleri göze aldırtacak baskınlıkta bir süreç algısı ortaya çıkmış. Ne zaman? 2006’ın başında… Ne zaman? AKP’nin herhangi bir siyasi parti olarak değerlendirilemeyeceği ve büyük bir operasyonun vazgeçilmez aktörü olduğu ortaya çıktığında. Ne zaman? Devlette olup bitenlerin sadece bir yeniden yapılanma olarak adlandırılmasının yetmeyeceği belli olduğunda. Ne zaman? AKP’nin 2007 Genel Seçimleri’nde “zaferi”ni tescilleyeceği kesinleştiğinde…
Ne demişiz o zaman?
Çözülmenin nedenleri var
“Devletin çözülmesi”ne durup dururken gelinmedi. Çözülüşün üzerinde ayrıntısıyla durulması gereken bazı nedenleri var. Daha sonra tartışacağımız dış dinamiklerin çözülüşteki ağırlıklı rolüne karşın, Türkiye’de devletin bu noktaya gelmesine yol açan etmenler ve eğer dış müdahaleden söz edeceksek, bu müdahaleyi kolaylaştıran zayıflamalar içeride aranmalıdır.
Her şeyden önce yapısal bir sorundan söz edilebilir. Devletin 12 Eylül’le birlikte sola karşı süreklileşmiş bir seferberlik hali içine girmesi, bir süre sonra bu seferberliğin alanını Kürt kalkışmasına doğru genişletmesi, kurumun iç dokusunda tedavisi mümkün olmayan yaralar açtı. Seferberlik, başat mekanizmaların ve bölmelerin uyumunu bozduğu gibi, “düşman” fazlasıyla zayıfladığı için, işgüzar devletin “dost ateşiyle” kendi uzuvlarına da zarar verdiği gözlendi. 3
Karşı-devrimci yığınağın devletin çözülüşüne giden yolu açacağını 1993-94 yıllarında söylemeye başladığımızı burada da hatırlatma gereksinimi duyuyorum. Ne kadar marifetli olduğumuzu ima etmek değil muradım; bu işin hangi noktaya geleceğinin epey öncesinden belli olduğunu yeri geldikçe not düşmekte yarar var. Devletin karşı-devrimci tahkimatının toplumda sınıfsal karşı karşıya gelişlerde “hakemlik” taslamasını zorlaştırdığı da bir gerçek. 4
Sol bu dönemi “sermaye”yi aklayan bir “devlet düşmanlığı”yla çarçur etti, biz de buna engel olamadık. Sonuç?
Yıllar boyu, egemen sınıf adına açık emek düşmanı politikalara imza atan devleti ters köşeye yatıranın işçi sınıfı değil de, kendisi bu politikaların ürünü ve devamcısı olan AKP olması ilginçtir. AKP, devleti topluma şikayet etmiş, mağduru oynamış ve devleti halk düşmanlığıyla itham etmekten hiç vazgeçmemiştir. 5 Çözülüşün arka planında işleyen bir başka olgu, devletin kritik kurumlarında sorumluluk üstlenenlerin emperyalist ülkelerden deli gibi korkmasıdır. Liberallerin biraz da haklı bir biçimde “korku cumhuriyeti” olarak adlandırdığı “T.C.”, halk, sol ve işçi sınıfından duyduğu korkunun üstesinden onlara korku salarak gelirken, en az bir o kadar korktuğu emperyalistlere “mehter takımı” ve “kılıç kalkan” dışında korku salacak bir araca sahip olmadığından, korkusunu işbirlikçilikle aşmaya çalışmıştır. 6 Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden sonra Kemalizm belirlenimli geleneksel devlet kadrolarının boşa çıkmasının nedenlerinden biri, korkunun ecele faydasının olmamasıdır.
Emperyalist ülkelerin mevcut haliyle Türkiye Cumhuriyeti’nin ömrünü doldurduğuna kanaat getirmelerinin düzen siyasetinde iki farklı konumlanış yarattığı söylenebilir. Geleneksel kadrolar, daha fazla işbirliği ve teslimiyetle kaçınılmaz sonu engelleyebileceklerini sanmış ve kendi iplerini de çekmişlerdir. AKP ise “kaçınılmazlığı” fark eden ve bu farkındalığı dışarıya pazarlayarak geçiş sürecinin sorumluluğuna talip olan bir partidir. Dış ve iç politikada kimi solcuların başka anlamlar yüklediği cesaretinin nedeni de budur. AKP “çağı” yakalamış gözükmektedir. 7 Dolayısıyla, AKP için kullanageldiğimiz “işbirlikçi” sıfatı, diğerlerinin işbirlikçiliğine soru işareti koymuyor; işbirlikçiliğin içerik değiştirmesine vurgu yapıyor.
Yeri gelmişken, devrimci mücadelede dünün referanslarıyla bugünü tanımlamaya kalkmanın son derece riskli olduğunu hatırlatmak durumundayım. Geçmişi unutmak, üzerine sünger çekmekten söz etmiyorum elbette. Ama bugünkü dinamikleri silikleştirecek kadar baskın bir “anı” saplantısı yanlışa götürür. Unutmamak elbette önemli, kindarlığı değil, hesap sorma kararlılığını ve daha önemlisi uyanıklığı beslediği sürece. Ancak bugün Kemalizmi Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katlinden, MHP’yi yetmişlerin kanlı sokak cinayetlerinden, 12 Eylül’ü idamlar ve yaygın tutuklamalardan, İslamcı hareketi ise kanlı pazardan ve hatta Sivas’tan ibaret görmek son derece sığ bir siyasal duruştur. Acı çekmiş ve ağır bedel ödemiş solun bu türden “kan hesabı” içine girmesi anlaşılır olsa da, bugünü anlamak için büyük ölçüde değersizdir. Örnek olsun, “MHP değişti mi, değişmedi mi” tartışması bir yerden sonra anlamsızlaşıyor. AKP, sol ve “demokrat” kamuoyunun bu arızasını iyi yakaladığı için “İslamcıları da devlet kullandı” (ki gerçektir) temasını kendilerini temize çıkarmak için başarıyla işleyebildi.
AKP’nin kendisini uluslararası dinamiklere yerleştirişindeki özgünlüğü görmeden, “Türkiye hep bağımlıydı” demek de (ki bu da gerçektir), “anı”larla siyaset yapmaktan başka bir anlam taşımamaktadır.
Türkiye, emperyalist dünyayla belli bir mantıkla yürüttüğü ilişkiyi ve o dünyanın içinde elde ettiği yeri terk ediyor. Bunun aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin terki anlamına geldiğini biliyoruz.
Burada iç ve dış dinamiklerin fazlasıyla örtüştüğü bir kesitten geçtiğimizi hesaba katmak durumundayız.
Türkiye Cumhuriyeti, emperyalist dünyanın istediği, tercih ettiği bir siyasal birim olarak yola koyulmadı. İster mücadele deyin, ister arıza, ortaya sözcüğün gerçek anlamıyla “arzu edilmeyen bir çocuk” çıkmıştı. Doğum engellenemediyse çocuk terbiye edilmeliydi. Türkiye’de kapitalizm geliştikçe işleri kolaylaştı, yönetici sınıf “kabul görme”yi sağlama aldıktan sonra ve aslında sağlama almak için, emperyalist merkezlerle entegrasyonu hızlandırdıkça iki kutuplu dünyada alan memnun veren memnun hale geldi. Ancak hem kapladığı alan hem de siyasal ve ideolojik karakter itibariyle, Türkiye emperyalizmin yeniden yapılandırma arayışını gereksizleştirecek bir konumda hiç olmadı. Kuruluş felsefesi ayak bağı üretti, yönetici sınıfın korkuları ayak bağı üretti, yeni misyonlara isteksizlik ayak bağı üretti. 8 Kaldı ki, emperyalizm hep “daha fazlasını istemek”tir.
Özetle, Türkiye Cumhuriyeti devleti, kendisine dönük müdahalelere direnecek durumda olmadığından, iç dinamiklerde biriken ve tasfiye edemediği, etmek de istemediği gerici damarın uluslararası dinamiklere yerleşmesini engelleyemedi. Direnmeyen, ama kasılan güçler de son dönemde görüldüğü gibi çeşitli yöntemlerle etkisizleştirilmiş oldular.
Hiç kuşkusuz, bu ölçüde “direnç yitimi” her şeyden fazla ekonomik temellere sahiptir. Kapitalizmin başından beri bazı açılardan aşındırdığı, bazı açılardan da güçlendirdiği “cumhuriyet”, liberalizmin on yıllara yayılan yeni müdahalelerinin ardından niteliksel bir dönüşüme ya da daha kötümser (ve gerçekçi) bir tabirle tarihsel bir yıkıma hazır hale getirilmiştir.
Unutulmamalı ki, emperyalizmin 1990’larla birlikte sınır tanımayan bir enerjiyle yüklenmesi, bir bütün olarak sermaye egemenliğine de benzer bir güç aktarmış ve emperyalist saldırganlık kendisine hiç de yabancı olmayan, kendisiyle zaten organik bağlara sahip olan “iç” kuvvetleri hemen her yerde göreve çağırmıştır.
Burada liberalizmin ideolojik yapılanması üzerinde özellikle durmak gerekiyor. Neo-liberal politikalar, hemen bütün dünyada kâh eski ideolojik yapılarla eklemlenerek, kâh sol düşünceyi kendisine bağlayarak, kâh “ölmekte olan” sosyal demokrasiye yerleşerek; seksenlerden başlayarak döneme damga vurdu. Yeni Dünya Düzeni’nin yaldızlarının dökülmesi, yoksullaşmanın gizlenemeyen boyutları bu yeni ideolojik hamlenin etkisini daraltsa da, liberalizm kendisini dayatmaya ve sermaye egemenliğinin geniş kitlelerce onay bulmasına doğrudan yardımcı olmaya devam etti. 9
Türkiye’de ise bütün bir doksanlar boyunca sistemin ciddi bir ideolojik kriz yaşamakta olduğunu yazıp durduk. Doğruydu, egemen ideoloji sallanıyordu, liberalizmin yaygın kitlesel albenisi yoktu, egemen ideolojinin içinde kapladığı alan da sınırlıydı. Yerleşik bir güç olarak dinci ideolojinin gelişimi ve yeni koordinatlara yerleşmesi bu açıdan önem kazandı ve belli bir noktada liberalizm dinci ideolojiyle birlikte kendi başına asla elde edemeyeceği bir ağırlık elde etti.
“Liberalizmin, kendi adına, özünü koruyarak kitlelere ulaşma şansı yoktur. Bu nedenle, izlenen liberal politikaların, belirli bir tabana sahip başka bir ideolojiyle eklemlenmesi veya bununla ambalajlanması gerekmektedir. Bu bağlamda bugün gündemde olan, dinci ideolojidir.” 10 Çulhaoğlu’yla devam edecek olursak, “80’lerden bu yana, dinci ideoloji ve liberalizm, resmi ideolojinin iç dengelerini de sarsacak ölçüde ağırlık kazanmaktadır. Başka bir ifadeyle, liberalizm ve dinci ideoloji, egemen ideolojide yerleri sağlam ideolojik formasyonları oraya buraya iterek kendilerine yer açmaya çalışmaktadır ve bunu başarmaktadır.” 11
Sürecin kontrolsüzlüğü, sürükleyici gücü, doğrultusu…
Buraya kadar söylenenler, çözülüşün nedenleri ve onu kolaylaştıran etmenlere belli bir açıklık getirmiş olmalı. Devam edebilmek için sürecin aynı anda nasıl oluyor da hem kontrolsüz işleyip hem de sürükleyici öznelere ve tarihsel bir doğrultuya sahip olabildiği sorusunu yanıtlamalıyız.
Ne demiştik?
“Sermaye sınıfı, kendi egemenlik aracı olan devleti daha farklı bir içerikle yeniden yapılandırmak için arayış içerisindedir. Ancak bu arayış, emperyalist ülkelerin diğer ulus devletlere karşı sürdürdüğü saldırının da etkisiyle, plansız ve derin krizlere mahkum bir seyir izlemektedir.” 12 Burada devleti yeniden yapılandırmak isteyen güç Türkiye burjuvazisidir. Ama öte yandan sürecin asıl sürükleyici gücünün emperyalist ülkeler olduğunu da söylemiyor muyduk? Söylüyorduk:
“Zaman zaman farklı araçlar kullanmalarına karşın, gerek ABD gerekse Avrupa Birliği, Türkiye’nin bu dönüşümden daha zayıf, daha kısıtlanmış ve gerektiğinde küçültülebilir bir ülke olarak çıkmasını hedeflemektedirler.” 13
İşbirlikçiliği, iç içeliği, taşeronluğa yatkınlığı, Türkiye burjuvazisini iki emperyalist odağın müdahalelerini kabullenmeye ve bu müdahalelerden nasiplenmeye yöneltse de, onu devletin geleceğini umursamaz bir ruh haline sokmamaktadır. “Burjuvazi devletsiz yapamaz” önermesi, yalnızca emekçi sınıfların bastırılması ve kontrol edilmesi için devlete ihtiyaç duyulmasından kaynaklanmaz. Uluslararası rekabette mevcut mevzilerin korunması ve yeni fırsatlar elde edilmesi için de devlet mutlak bir zorunluluktur. Küreselleşme konusunda koparılan bütün yaygaraya karşın, devletlerin kendi sermayelerinin bekası için üstlendikleri rol daha önemli hale gelmiş durumdadır.
Bu bağlamda Türkiye burjuvazisi için “çözülme” kabullenilmiş, kendi gereksinimlerine uygun bir yeniden yapılanmanın kazasız belasız gerçekleşmesi önem kazanmıştır. 14
ABD emperyalizminin önceliği ise elbette bölgeyi yeniden dizayn etmektir ve Türkiye’deki “devlet” kendi çıkarlarına hizmet ettiği ölçüde onun için bir anlam taşımaktadır. Dolayısıyla ABD’nin Türkiye burjuvazisinin arayışlarına hitap eden, onu cesaretlendiren ve en önemlisi ona doğrultu kazandıran bir mesai yürüttüğünden kuşku duymamak gerekiyor.
Lakin bu yetmeyecekti. Siyasal ve ideolojik açıdan büyük ölçüde iktidarsızlaşan Türkiye burjuvazisinin “Amerikan yardımı”na rağmen yeniden yapılanmaya dört elle sarılması mümkün değildi. İmdada siyaseten gözden geçirilen dincilik yetişti. AKP’de somutlanan yeni-İslamcı hareket, ABD emperyalizminin gereksindiği iç kuvveti kısa sürede sağladı, kendi perspektifini ABD’nin yönelimlerine göre rötuşladı, masaya koydu, pazarlığa girişti ve “çözücü” tek aktör olabileceği konusunda Vaşington’u ikna etti. 15
Türkiye gibi kapitalizmin hatırı sayılır gelişkinliğe ulaştığı bir ülkede sermaye sınıfının sürece ilişkin kaygılarını gidermek de AKP’ye düştü: Hükümet olduğundan beri AKP görgüsüz ve ölçüsüz bir piyasacı pratikle burjuvaziyi şaşkına çevirdi, ona kendisini kanıtladı ve burjuvazinin içine dönük müdahalelerle sürecin olası pürüzlerini de kendince ortadan kaldırdı.
Şimdi devletli bütün aktörlerin sürece dahil edilmesi aşamasındayız. TSK güçlük çıkarmamak için elinden geleni yapıyor!
Ama her şey yolunda değil…
Süreç kontrolsüz işliyor; bir kere çok hızlı, arkada giderek yığılmaya başlayan bir tortu bırakıyor. Ayrıca AKP ile ABD arasında yakalanan benzersiz uyuma rağmen, her iki aktörün kalkış noktalarındaki farklılıklar kaçınılmaz olarak belirsizlik yaratıyor. ABD hem Türkiye’yi, hem Türkiye’nin de yardımıyla bölgeyi yeniden düzenlemek istiyor ve birden fazla opsiyonla hareket ediyor. Örnek olsun, “Kürt açılımı”nın AKP’yi de üzecek bir kaosa açılması yalnızca nesnel zorlukların ürünü olmayabilir; ABD en iyi çözümün bu olabileceğine pekala karar verebilir. 16
Belirsizlik, kontrolsüzlük büyük bir ülkeyle oynamaktan da kaynaklanıyor. Dilerseniz açık konuşayım: Bana göre bu sürecin “barış içinde nihayete ermesi” olanaksızdır.
Ama bu sürecin bir doğrultusu vardır:
“Zaman zaman farklı araçlar kullanmalarına karşın, gerek ABD gerekse Avrupa Birliği, Türkiye’nin bu dönüşümden daha zayıf, daha kısıtlanmış ve gerektiğinde küçültülebilir bir ülke olarak çıkmasını hedeflemektedirler.” 17
AKP’nin ideolojik ihtirasları ve Türkiye burjuvazisinin gereksinimleri ile birleştiğinde bu hedefi Yeni Osmanlıcılık’tan daha iyi somutlayan bir başka adlandırma olamaz. Yeni Osmanlı, emperyalist politikaların vilayetlerce yürütülmesidir; Yeni Osmanlı, AKP açısından dincileşmedir, cemaatleşmedir, İslam dünyasına yakınlaşmadır, Avrupa gericisiyle halvet olmaktır; Yeni Osmanlı, sermayenin uluslararası tekellerin koynunda çöplenmesi, sırtlan olmaya özenmesidir.
Buradan Türkiye’nin emekçi sınıfların payına sınıf karakteri daha belirginleşmiş, daha militanlaşmış bir devlet, sosyal politikaların tamamen terki, yerelleşmenin önünün açılmasıyla birlikte siyasetin alanının daraltılması ve sermayenin daha derinlere nüfuz etmesinin sağlanması düşüyor. Yani, “kapitalist devlette başlayan çözülme sürecinden duraksamaksızın emekçi sınıflar için bir iktidar şansı yaratmıyor oluşumuzun nedeni, çözülüşün sermayenin egemenliğinin zayıflaması ile paralel işlememesidir.” 18
Devlete daha yakından bakarken
Sınıf mücadelesinin merkezinde hiç kuşkusuz “siyasal iktidar” durur. Siyasal iktidar, belli bir birimde karar alabilme ve bu kararları uygulayabilme yeteneğini ile somutlanan bir konumlanıştır. Bu açıdan siyasal iktidar devletten daha fazlasıdır. Sınıflar arasındaki ilişki ve mücadeleleri egemen sınıf ve onu temsil edenlerin karar alabilmesi ve bu kararları uygulayabilmesi için düzenleyen mekanizmalar, hep birlikte, siyasal iktidar kapsamında değerlendirilir.
Kimi Marksist metinlerde geniş bir anlam yüklenen devlet, “siyasal iktidar”la neredeyse özdeşleştirilmiş, deyim yerindeyse patlayacak denli şişirilmiştir. Söylemeye bile gerek yok, bunu kabullenmeyen başka Marksistler de devleti kurumsallaşmış bir baskı ve zor aygıtı olarak daha dar bir çerçevede ele almayı yeğlemişlerdir. Bana göre devleti egemen sınıfın diğer sınıfları ezmek için geliştirdiği ve kullandığı bir araç olarak basitleştirmenin yaratacağı sıkıntılar ortada olmakla birlikte, onu sınırsız, elle tutulamayan bir olgu olarak belirsizleştirmenin hiç yararı yok.
Devlet, bir baskı aygıtı olduğu kadar ve bununla ilişkili olarak, sermaye egemenliğinin en önemli meşruiyet kaynaklarından biridir; o ne yaparsa yapsın “tarafsızdır”, “hakemdir”. Bu büyük yanılsama, devletin geniş yığınlar açısından hem dokunulamayacak ve kutsallığı zedelenmeyecek kadar uzak hem de hissedilecek ve algılanacak kadar yakın olmasıyla sağlanır. Bu toplumsal algıyı bütünüyle bir kenara koyan bir “devlet” tanımı tercih edilmemelidir. 19 Akla hemen 1960’ların ortasından başlayan ve en seçkin katılımcıları Ralph Miliband, Nicos Poulantzas, Ernesto Laclau ve Louis Althusser marifetiyle Marksist teorinin neredeyse belli bir dönemine ipotek koyan “Avrupa solu” bünyesindeki tartışmalar geliyor. Poulantzas’ın devleti “her şey” haline getirmeyi deneyip aslında yok ettiği yazılara bugünün Türkiyesi’nden yeniden baktığımda, olup bitenleri anlamak için bana hiçbir ek veri sunmadıklarını görüyorum. Oysa,yalnızca tartışmanın kendisi değil, bu uç yazım denemeleri de zamanında fazlasıyla zihin açıcı olmuştu. Siyasetle entelektüel etkinlik arasında hep kabul ettiğimiz açı deyip geçelim…
Devlet siyasal iktidarla özdeş değildir. 20 Siyasal iktidar, belli bir sınıfın üretim ilişkilerinden kaynaklanan egemenliğini üstyapıda yeniden üreten bütün mekanizmaları kapsar ve devleti de içerir.
Devlet, devlet olabilmek için devlet olarak görülmesi gereken bir aygıttır. Onun binaları, personeli, yazılı kuralları, silah gücü oluşturma tekeli vardır ve bunlar görülür, ayırt edilir. Hiç kuşkusuz bu muazzam aygıt grift ilişkiler içindedir, siyasal iktidarın diğer unsurlarıyla geçişkendir; ama siz örneğin medyayı, aileyi, bütün ideolojik yapıları olduğu gibi devletin içine sokarsanız, devletin sistem içindeki temel işlevlerini de sulandırmış olursunuz.
Bu bağlamda, her zaman söylediğimizi ,Türkiye’de devletin üç temel kuruma yaslandığını buraya yazabiliriz: TSK, Yargı ve Üniversite.
Her biri kendi başına bir araştırma konusudur ve devletteki, sermaye egemenliğindeki rolleri uzun uzun tartışılmalıdır. Bu üç kuruma işaret etmek parlamento ve hükümeti değersizleştirmek anlamına gelmiyor; onlar Türkiye’de devletin değil, siyasi iktidarın parçasıdır.
Devlet, siyasi iktidarın hafızası, genetik kodlarının taşındığı kurumsal yapıdır.
AKP’nin devleti öteleyip, hükümet ve parlamentoya güç kazandırdığı iddiası liberal bir zırvalıktan ibarettir. AKP, daha önce bu yazıda değindiğimiz iç ve dış dinamiklerin yardımıyla, parlamento ve hükümeti kullanarak devleti çözmektedir; hiç kuşkusuz onu yeniden fethetmek için…
AKP, TSK’yı, yargı ve üniversiteyi etkisizleştirmeyi değil ele geçirmeyi hedeflemekteyse; bir bütün olarak devleti çözmeden bunu yapamayacağının bilincindedir.
O zaman şu soru sorulmalıdır: Bir süreci tartıştığımıza ve sürecin bütün etapları kısa bir zaman aralığına sıkıştırılamayacağına göre, sermaye egemenliğinin en önemli kurumunun çözülmesi, sermaye egemenliğinin emek cephesinden müdahalelerine daha açık hale gelmesi sonucunu vermez mi?
Son derece kritik bir sorudur bu ve iki türde yanıtlanabilir. Birincisi, evet, sürecin yarattığı gedikler vardır, sistemi zayıflatıcı yönleri olmuştur; bunlar mutlaka değerlendirilmelidir. İkincisi, hayır, bugün Türkiye’de devletteki çözülmeye sermaye egemenliğinin ve özel olarak siyasi iktidarın güçlenmesi eşlik etmiştir, sınıfsal güç dengeleri emekçi sınıfların daha da aleyhine değişmektedir.
Her iki yanıt da doğrudur, ama tek başına birini söylemekle asla yetinemeyiz.
“Devlet”ten başka gözü bir şey görmeyenler için yararlı olabileceğinden söyleyeyim, AKP çok daha güçlü ve günün gerçeklerine daha fazla denk düşen bir “devlet” arayışındadır.
Nasıl bir devlet sorusuna ise bir başka yazıda yanıt vermeye çalışacağım. Bu “giriş”in yarattığını düşündüğüm zeminden yararlanarak…
Dipnotlar
- Bu yazıda “devletin çözülüşü” kavramına teorik temeller kazandırma açısından geride bıraktığımız dönemde belli bir işlev yüklenmiş metinlerden üç tanesinden doğrudan yararlanılıyor: Türkiye Komünist Partisi’nin 8. Kongre raporunun Siyasi Tezler bölümü (bkz. Gelenek, Şubat 2007, sayı: 94), Çözülüşten Vazife Çıkarmak (Kemal Okuyan, Gelenek, Eylül 2006, sayı: 89), Devletin Çözülmesi: Mevcut Durum, Olasılıklar ve Görevler (Metin Çulhaoğlu, Gelenek, Şubat 2007, sayı: 94). Bunların dışında Gelenek, soL dergi ve soL Haber Portalı’nda ufuk açıcı sayısız yazı yayımlandı konuya ilişkin. Bir de, Türkiye Cumhuriyeti’ne ilişkin en özlü, cesur ve sağlam değerlendirme olduğunu düşündüğüm “Türkiye Cumhuriyeti Felaketin Eşiğindeyken Sosyalizmin Tarihsel Meşruiyeti” belgesi var, bu yazıyla birlikte okunmasını önerebileceğim.
- 12 Eylül’le açık ve kesin bir hesaplaşma içine girmeden nasıl faşizmle hesaplaşılamazsa, AKP ile hesaplaşmadan da 12 Eylül’le hesaplaşılamaz. Bugün AKP’nin yükselen yazıcı çocuklarının ısrarla Kenan Evren’i koruma ve kollama görevine soyunmalarının nedeni bu sürekliliktir.
- Burada “düşman” soldur. Kürt kalkışması ise, ortada bir ulus olduğu için uzun süreli bir “düşman” tanımını zaten taşıyamazdı. Ne Türkiye’nin iç dinamikleri, ne bölgesel dinamikler, ne de emperyalist niyetler buna izin verirdi.
- “Hakemlik” Marx’tan başlayarak bütün kaydadeğer Marksistler tarafından çoğu kez küçümsense de, devlete tanınan göreli özerk alanın temel kaynaklarından biri olarak görülmeli. Literatürde devletin sınıf karakterinin bulanıklaştırılması girişimlerini bertaraf etmek için yapılan indirgemeci müdahalelerin işe yaradığından kuşku duymamalı. Bununla birlikte, yüz yıllarca süren bir “incelme” işleminin ardından devletin öznel iradenin ötesinde, kendi nesnel doğası gereği “hakemlik”e soyunmasını önemsemek hemen “yapısalcılık”la mahkum edilmemeli. Devletin sermaye sınıfına rağmen onun çıkarlarını savunabilme yeteneğinin bir parçası olarak “hakemlik”, burjuvazi tarafından ondan istenenin ötesinde, tarihsel bir roldür.
- AKP eliyle yürütülen operasyonun tarihsel değeri biraz da buradan gelmektedir. Yıpranan devlet, sol ve emekçi sınıflar tarafından değil, muazzam bir pişkinlik ve beceri ile hareket eden sağ ve onun cesaretine ister istemez ikna olan sermaye sınıfı tarafından köşeye sıkıştırılmıştır. Çözülüşün ve yeniden yapılanmanın diyalektiği buradadır.
- Her fırsatta bu durumu yorgun bir boksörün yumruklardan sakınmak için rakibine sarılmasına benzettiğimi söylemişimdir. Daha açıklayıcısını henüz bulamadım!
- “Kaçınılmaz son”, bugünkü düzenin eskisi gibi devam edemeyeceği anlamına gelir. Peki düzeni değiştirmek isteyenler açısından durum nedir? Bir bakış açısı, sürecin zaten kapitalizmi yıkmak isteyenleri ilgilendirmediğidir. Oysa düzenin yeni yönelimi, eskisinde emek ve sol açısından “kazanım” olarak nitelendirilebilecek bütün ayak bağlarından kurtulmak anlamına da geldiği için kapitalizmin yıkılması, yani sosyalizm perspektifi aynı zamanda kazanımların korunması mücadelesiyle iç içe geçmiştir. Burada reformlar için mücadele, aşamalı devrim perspektifi filan hiç yok; burada doğrudan devrimci bir strateji var. Karşı tarafın hamlelerini püskürtmeyen, ona göre de konum almayan devrimci bir strateji olmaz.
- Türkiye’nin birinci ve ikinci Körfez Savaşı sırasında Irak’a dönük saldırganlığın parçası olmak konusundaki rezervleri, Afganistan’a hâlâ savaşçı birlik yollamakta tereddüt etmesi, işbirlikçilikle alabildiğine kirletilen bir ülkeyi temize çıkarmıyor, ama ABD’yi çileden çıkarmaya yetiyor.
- Liberalizmin esnek yapısının ve kendini yenileyebilme yeteneğinin hafife alındığını kabul etmek gerekiyor. Kimilerince “liberalizmin sonu” olarak müjdelenen Barack Obama’nın liberalizme yeni bir soluk aldırdığı da unutulmamalı. Liberalizm gücünü piyasa ile demokrasi ve özgürlük arasındaki ilişkiyi aşağılık bir biçimde mutlaklaştırma yeteneğinden alıyor. Dünyada komünistlerin ve bazı başka sol güçlerin dışında bu iddiaya kafa tutan tek bir ideolojik akım bulunmuyor.
- Metin Çulhaoğlu, a.g.y.
- Metin Çulhaoğlu, a.g.y.
- TKP 8. Kongre Raporu, Gelenek 94 içinde, s.7.
- Aynı yerde.
- Burjuvazinin iç dengelerindeki değişimin bir kaynağı da çözülme-yeniden yapılanma diyalektiğini daha hızlı kavrayanlarla treni geç yakalayanlar arasındaki farktır. Ancak AKP’nin bir siyasi aktör olarak yürütmekte olduğu operasyon asla küçümsenmemelidir.
- İlhan Selçuk gibi bazı Kemalistler, İslamcılığın ABD’den aldığı yetkinin sadece “bölgesel hizmet”lerden kaynaklandığını düşündükleri için ABD’yi laiklerin daha iyi hizmet vereceğine ikna etmek gibi ilginç bir strateji geliştirdiler. Türkiye’de Kemalistlerin “daha iyi hizmet” konusunda geçmişten bugüne ABD’ye gösterebilecekleri çok sayıda referans olmakla birlikte, dinin “çözücü” gücünün yanına dahi yaklaşamayacakları açık. Kemalizmde sınırsız ve sarsılmaz bir anti-emperyalizm görmek isteyenlerin “laiklik için ABD ile ittifak” arayışını nereye yerleştirdiklerini ise gerçekten merak ediyorum.
- Bu yazıda pek az gündeme gelen bir diğer aktörün, Avrupa Birliği’nin “Kürt açılımı”na taş koymak için devreye girebileceği de bir kenara not edilmeli.
- TKP raporu.
- Kemal Okuyan, a.g.y., s. 23.v
- Burjuva siyaset “bilimi”nin birçok Marksist tarafından da kullanılan hükümet, devlet, siyasal sistem, siyasal rejim gibi ögelerden oluşan kavram setine de fazla itibar etmemek gerektiğini düşünüyorum. Bu kavramların her birisi, kendi içinde tutarlı bir alan kaplayabilir; birbirleriyle yan yana geldiklerinde de aynı tutarlılığı koruyabilirler. Bununla birlikte Marksizmin sınıf egemenliğinin mantığını açıklayan öncelikleri, bütün bu tutarlılıklar içinde kaybolma riski de taşımaktadır.
- Siyasal iktidar da sınıf iktidarıyla özdeş değildir. Sınıf iktidarı belli bir formasyonda tüm yapıları kapsar. Örneğin sermaye egemenliği dediğimizde, bu tam tamına bir sınıf iktidarıdır. Siyasal iktidar, sınıf iktidarının belli bir düzlemdeki izdüşümüyken, devlet siyasal iktidar içindeki en önemli unsurdur.