“Devrimci İyimserlik” Üzerine: Gerçekçi Ol, İmkansızı İste!*
Giriş Yerine
Psikolojinin kavramlarının siyasete içerilmesi çokça sorunlu bir tema.
Diğer taraftan kapitalizmin inşa ettiği kültürel, siyasal ve ideolojik binada “kitle psikolojisinin” tuttuğu yeri Marksizmin küçümsemesi mümkün değil. Örneğin Frankfurt Okulu’nun bu bağlamdaki katkıları, modern toplumların davranış kalıplarını ve kapitalizmle ilişkilenme dinamiklerini anlamamız için sorunlu da olsa bir kaynak olmaya devam ediyor.
Siyasetin psikoloji üzerinden okunması daha çok kapitalist iktidarların “toplum mühendisliği” çalışmalarının konusu. Egemen sınıfların sosyalizme karşı verdiği mücadelenin aynı zamanda “psikolojik bir savaş” olduğu su götürmez bir gerçek. Emperyalizmin bu başlıkta ürettiği onlarca proje, bilgi ve “bilim”, açık ve gizli sayısız operasyon mevcut.
Karşı cepheden bakarak, kapitalizme karşı verdiğimiz devrimci mücadelenin “psikolojik” bir boyutu olduğunu da söyleyebiliriz rahatlıkla. Gerek bir bütün olarak devrimci mücadelenin toplumla kurduğu ilişki ve iletişim bağlamında, gerekse mücadele içerisindeki devrimci bireyin “kişisel” dinamikleri açısından… Bu “kişisel” dinamiklerin örgüt kültürüne egemen olduğu durumlar, devrimci örgütlerin yönetiminde ve iç yapısında “psikolojizm” olarak baş veren sapmalar ve hastalıklar da bu tartışmanın bir diğer uzantısı.
Psikolojizmin her biçiminden uzak durmak kaydıyla, bu kavram seti içerisinde öne çıkan bir kavramı irdelemeye çalışacağız bu yazıda. “İyimserlik” gerçekten de sıralayabileceğimiz psikolojik kavramlar arasında özel bir yer tutuyor bizler için.
Şüphesiz iyimserliğin birden fazla çeşidi var. “İnanç” üzerine kurulu bir iyimserlik, “inşallah” benzeri bir soyutlama, “idealist” özü nedeniyle dışlanmak zorunda. Materyalist anlamda iyimserlik, yani geleceğe ve sınıf mücadelesine ilişkin tarih bilinci ve bilgi üzerine kurulu bir “beklenti” ve umut belirlenimi ise devrimci mücadelenin olmazsa olmazlarından.
İyimserlik şüphesiz devrimciliğe içkin bir kategori. Öyleyse neden iyimserliği niteleyen bir “devrimci” sıfatına ihtiyacımız var?
Devrimci iyimserlik derken “3 yıla Türkiye’de devrim olur” benzeri bir naiflikten ya da “netlikten” elbette söz etmiyoruz. Gerçi 70’lerin sosyalizm mücadelesinde bu tip “beklentilerin” dile gelebilmesi , devrimci durumun varlığına ve sosyalist solun gücüne ilişkin en sağlam verilerden biri olarak hatırlanmalı. Solun kazanımıdır nihayetinde…
Ancak soyutlamadan ve tarih bilincinden yoksun “beklentilerin”, bol keseden vaat edilen, inanç ve beklenti karakterini aşamayan, ve pratikte “yanlışlanması” çokça muhtemel bu tip vaat ve iddiaların, verilen “sözlerin” toplumu ve solu ileriye çekmediği, aksine kapitalizmin yaydığı “karamsarlığı” beslediğini de söylemek zor değil. 12 Eylül anayasasına çıkan oyda bu “psikolojik” yenilginin ağırlığını görmemek mümkün değil…
Devrimin mümkün, gerekli ve kaçınılmaz olduğuna dair tarihsel, bilimsel ve ideolojik bilgi ve bilincimiz devrimciliğimizin en temel unsuru. İnanç, öngörü, umut ve iradeyi içeren öznel ve yer yer “psikolojik” dinamikler, bu tarih bilincinden beslendiği ve güncel siyasetle ilişkilendiği sürece “gerçekçi” ve etkili.
Devrimcilerin, komünistlerin “toplumsallaşma” olarak ifade ettiği süreç, devrime ilişkin tarihsel, bilimsel ve ideolojik bilgiden ziyade, devrim veya “toplumsal kurtuluş” fikrine dair “iyimserliğin” önce toplumun mücadele eden unsurlarına, giderek sınıfa, halka aktarılabilmesi değil mi? Peki asli görevi toplumsallaşma olan sol özneler için, iyimserlikle inandırıcılık arasındaki denge nasıl kurulacak?
Che’nin “gerçekçi ol, imkansızı iste” sloganı diyalektik ve ironik kışkırtıcılığı ile bu soruyu anlamlandırmaya devam ediyor!
İyimser Sapmalar
İyimserlik iki düzlemde, bir psikolojik tutum veya bir dünya görüşü olarak ifade edilebilir.
“Optimizm” düşünce tarihinde, yaşadığımız dünyanın alternatifler arasında “en iyi” dünya olduğu fikri ile ilişkili, nitekim “optimum” Latince’de “en iyi” anlamına geliyor. “En iyinin peşinden koşmak” anlamında bir mükemmeliyetçilik değil söz konusu olan ve aslında bu anlamıyla aşina olduğumuz “tevekkül” fikri ile bir bağ kurmak dahi mümkün. Bu tanımıyla iyimserlik umuttan ziyade “başına geleni kabullenmek” yönünde bir pasifizme de uzak değil. İyimserliğin bu bağlamı öznenin çaresizliğine alan açıyor…
İyimserliğin bu idealist/metafizik tanımı bilimde dahi yer tutuyor. Hamilton kanunu, doğayı, ekolojik sistemi doğrusal olarak “en iyiye” yönelen bir evrim süreci olarak okuma taraftarı.
Kelimenin bir diğer güncel kullanımı, “gelecekte koşulların iyileşeceğine dair umut” anlamını da kapsıyor. Bizim tartışacağımız bağlama daha yakın bir bağlam bu. Verili koşullardan mümkün olan en iyi sonucun evrileceğine dair bir beklentiyi ve iradeyi ifade ediyor kelimenin bu tanımı. Bu tanımdan devam edelim.
Bu anlamıyla iyimserlik kaçınılmaz olarak “tarihsel ilerleme” fikri ile çakışıyor. Tarihsel ilerleme bir zorunluluk olarak kavrandığında, iyimserlik de zorunluluğun geleceğe izdüşümü olarak anlam kazanıyor.
Kritik olan bu denklemi doğrusal ve öznesiz kılmamak.
Nitekim iyimserlik söz konusu olduğunda ikinci sapma kaba materyalizm, ya da determinizm olarak karşımıza çıkıyor. Koşulların, yapısal dinamiklerin “son kararı” verdiğine, tarihi yazdığına olan inanç… Var olan koşulların geleceği “belirlediği” bir gerçek, ama tarihi kendi akışına bırakmak gibi bir lüksümüz yok. Çünkü sınıf düşmanımız işi “şansa” bırakmıyor. Sermaye sınıfı, çıkarlarını örgütlü mücadelede ifade etmek konusunda bizden daha fazla imkana sahip… Ancak kapitalizmin içsel dinamikleri üzerine Marksizmin bilgi ve deneyim birikimi bu anlamda bizleri de geleceğe dönük hazırlıklı ve donanımlı kılıyor.
Marksizm iyimserlikten söz ederken, gelecek perspektifinin ve geleceğe dönük iyimser beklentilerin merkezine bu perspektifi inşa etmek için mücadele eden bir özneyi yerleştiriyor çünkü. Yani iyimser bir Marksist mücadele ettiği koşulları kavrarken tarihsel zorunluluğu, yani koşulların dayattıklarını veri alarak ve bu koşulları dönüştürmek niyetiyle kendini “ciddiye alarak” gelecek üzerine öngörülerde ve giderek vaadlerde bulunuyor.
Kendini ciddiye almak “yanlışlanmayı” da içeriyor şüphesiz. Popper’ın bilimsellik kriteri olarak öne sürdüğü “yanlışlanabilirlik” ilkesi Marksizmi de bağlıyor. Ancak Popper’ın düşündüğünün aksine Marksizm’in yanlışlanabilirlikle temel bir sorunu bulunmuyor. Şüphesiz solun öngörüleri ve beklentileri yanlışlanabilir, yanlışlanıyor. Ama yanlışlanan siyasi beklentiler ve iddialar, geriye dönük olarak kurulan yapıyı bütün olarak yanlışlayamaz. Yöntemsel olanı olgusal olanla yanlışlamaya kalkmak temel bir kategorik hata değil mi? Mesele, olgusal düzlemde ve siyasi pratikte yanlışlanan açılımların, yöntem ve genel stratejiyle ve nihayetinde bu yöntemin kurucusu olan özneyle nasıl ilişkilendirileceği.
Bu noktada en sıkıntılı sapma, devrimci öznenin her başarısını kendine, her başarısızlığı ise koşullara yormasıdır. Bu sapma eleştiriye yer açmıyor çünkü. Eleştiri ve özeleştiri süreçleri, yanlışlardan öğrenmek, kolaycılığa ve kestirmeciliğe pabuç bırakmamak… Şüphesiz bir devrimci özne için son kertede doğrulayıcı olan devrimin kendisi olacaktır. Devrim yapamayan her devrimci özne “başarısızdır”. Ancak başarı kavramını örneğin seçim sonuçlarına, sokak kavgasına, örgütlenme eğrisine vs. bakarak sınamak burjuva siyasetinin işidir. Çünkü burjuvazi devrimci bir karaktere sahip değil! Derdi devrim olan bir özne devrimin “genel çıkarları” için mücadele eder. Bu inişli çıkışlı yoldaki her tekleme, her “başarısızlık” devrim mücadelesine içkindir ve bir katkıdır…
Tarihte yenilen devrimler, ayaklanmalar ve isyanların sayısı, hedefe ulaşanlardan çok daha fazla. Ancak Spartaküs’ün isyanını, Avrupa’daki köylü isyanlarını, köleliğe karşı mücadeleyi, 1848 devrimlerini ve Paris Komünü’nü küçümsemiyor, aksine devrimci mücadelemizin köşe taşları olarak okuyoruz. Başarısız olacağı önceden öngörülebilen durumlarda bile, devrimci iradenin ve devrim iddasının desteklenmesi ve zorlanması Marx’tan, örneğin Marx’ın Paris Komünü sürecinde aldığı tavırdan, Lenin’in “İki Taktik” okumasından vs. öğrendiğimiz en önemli derstir. Kaybedeceğini öngörerek inadına mücadele etmek ise, devrimci ruhun olmazsa olmazlarından…
Örneğin Küba’da yaşanan gelişmeleri dönüşümleri izlerken “iyimser” olmak için pek çok sebebimiz var. Sosyalist Küba’nın 60 yıllık pratiği iyimserliğimizin en temel unsurudur. Ancak Küba sosyalizmine dair iyimserliğimizin asıl belirleyeni, Küba Komünist Partisi’ne ve Küba halkının devrimci bilincine olan güvenimizdir. Çünkü bu “öznel” faktörlerin gerek devrimin hazırlık aşamasında, gerekse devrimin kazanımlarının korunmasındaki rolünü yaşanan deneyimler üzerinden biliyoruz. Bu nedenle de “şüphe” ve “endişe” uyandıran bir dizi faktörden karamsarlık üretmek siyasi olarak yapıcı bir tavır asla olamıyor. En kötü ve çıkışsız gözüken koşullarda bile devrimci özneye güven ve iyimserlik, aslında bu koşulları tersine çevirmenin de tek ve en gerçekçi yoluna işaret etmek anlamına geliyor: Devrimci mücadele! Diğer türlüsü determinizme kapı aralayacaktır. Bu dönüşümleri anlamdırırken veya savunurken “bu koşullarda başka yapılacak şey yok ki, Küba ne yapsın” tarzı bir “alternatifsizlik” güzellemesi ise yukarıda sözünü ettiğimiz idealizme…
Kürt Dinamiği ve İyimserliğimiz
“Devrimci iyimserlik” üzerine yaptığımız bu basit beyin fırtınası ve soyutlama denemesi, elbette bize büyülü kavramlar sunmuyor. Ancak bu düşünme sistematiğinin güncel siyaseti anlamlandırmada ne kadar işimize yaradığını test etekte de fayda var. Türkiye siyasetinden ve bizden birkaç örnekle “iyimserlik” okumamıza devam etmeye çalışalım.
Kürt dinamiğine dair Türkiye solunda egemen iki ana eğilim bulunuyor. Yazımızın kavramıyla soyutlarsak, biri “aşırı iyimser” idealist, diğeri “aşırı kötümser” determinist iki sapmadan söz edebiliriz.
İdealist sapma Kürt harketini “olduğu gibi kabullenme” çizgisidir, siyasi sonucu kuyrukçuluk oluyor. Kürt hareketinin sahip olduğu devasa toplumsal gücü, meşruiyetinin/haklılığının kanıtı olarak sunmak herşey bir yana bir mantık hatasını içeriyor. Bu güç illüzyonu ile hareketin barındırdığı ve artan sıklıkla sürekli yeniden ürettiği çelişkiler göz ardı ediliyor. Kürt hareketinden “daha fazlası” beklenmiyor, söylediklerinden ve eylediklerinden bağımsız olarak sanki olabilecek en doğru ve en haklı çizgide olduğu var sayılıyor. Ödenen bedeller bahane edilerek bu siyaset “dokunulmaz” ilan ediliyor, hareketin her momenti, eylemi idealize ve optimize ediliyor, bu açıdan dönüşüm, ilerleme, öz eleştiri ve eleştiri de mümkün olmaktan çıkıyor. Bu “tanrı kompleksinin”, Kürt hareketine dair bu “aşırı iyimserliğin” temel ekseni “haklı çünkü güçlü” veya “doğru çünkü mağdur” argümanları. Marksizmi aşan çok daha temel bir düşünsel hatanın izini sürmek mümkün…
Diğer tarafta ise ulusalcıların Kürt hareketi ile ilişkisinde görünür olan bir karamsarlık var. Kürt hareketi düşmanlaştırılırken bu hareketin “öznelerden” oluştuğu göz ardı ediliyor. Bugünkü “ulusal birlik/ittifak” modelinde yan yana düşen ama özünde farklı tarihsel çıkarları temsil eden öznelerin çelişme, çatışma, ayrışma ihtimali yok sayılıyor. Kürt hareketinin emperyalizmle yan yana düştüğü örnekler veri alınarak, bu hareketin mutlak olarak emperyalizm belirlenimli olduğu iddia ediliyor. Tümevarımcı bir kafa karışıklığı…
Oysa Marksizmin ulusal kurtuluş hareketlerinin zaaflarına dair evrensel doğruları olsa da, temel eksen ulusal hareketlerin olumlu ya da olumsuz mutlak belirlenimlerle düşünülemeyeceği gerçeğidir. Ulusal kurtuluş mücadelelerini farklı koşullarda ve bağlamlarda işçi hareketinin dostu veya düşmanı kılabilecek bir kırılganlıktan söz ediyoruz. Sosyalist siyasetin emekçi kitleler arasında güç biriktirdiği, ülke siyasetine müdahale kanallarının arttığı ve Kürt emekçileri içerisinde de kök saldığı bir düzlemde, devrimci kriz dönemlerinde Kürt halkının bu gelişmelere seyirci kalacağı düşünülemez. Bir bütün olarak olmasa da, hareketin içinde barındırdığı ve bugünkü hattında ancak “renklerden biri” olabilen emekçi dinamiğinin bu tip süreçlerde ağır basması ve hareketi “önderliğe rağmen” sola çekmesi şüphesiz mümkündür. Ortadoğu siyasetindeki taraflaşmalar Kürt dinamiğini sık sık emperyalizmle “barışa” iteklemiş de olsa, bu denklemin de değişebileceği açık. Irak İşgali’nde ve Suriye’deki iç savaşta Kürt hareketi safını “yanlış seçmiş” olsa da, halkçılığın emperyalizmle yan yana durması uzun vadede mümkün değildir. Kısacası Kürt dinamiğine dair zaman zaman muhafaza etmekte zorlandığımız iyimserliğimiz, bu hareketin mağduriyeti, toplumsal gücü, kendi hedefleri açısından başarıları ile değil, sosyalist siyasetin yasaları ve emek hareketinin kaçınılmaz zaferi bağlamında yeniden üretilebilir ancak. Sosyalistlerin Kürt hareketiyle ilişkisi ve iletişimi, koşulsuz destek ve dayanışma değil, bu tip bir “devrimci iyimserlik” üzerinden anlamlandırılabilir…
Reformist İyimserlik?
“İyimserlik”, ve de tersinden “kötümserlik”, AKP Türkiyesi’nde kurulan güncel siyasal denklemin ve siyasal psikolojinin de en açıklayıcı kavramlarından biri benzer bir şekilde.
Seçimlere ve sandığa endekslenmiş ve HDP’nin başarısı ile oldukça kontrolsüzleşen, pek çok dostumuzu da içine çeken güncel “iyimserliğin”, AKP diktasının beslediği “kötümserlikten” kategorik olarak pek bir farkı yok. Aslında “aklı başında” pek çok dostumuzun bu kadar “kolay” iyimserliğe kapılmasının sebebi, gizlemeye çalıştıkları yoğun kötümserlikten kaynaklanıyor. Kötümserlik, yorgunluk ağır basınca, “sevinmek” de rasyonal olmayan ve gerekçelendirilmesi gerekmeyen bir boyut kazanıyor… Yani “reformist iyimserlik” aslında umutsuzluğun ve yabancılaşmanın dışavurumu!
Diğer taraftan “AKP’yi geriletmek” üzerinden ifade edilen bu iyimserliğin, söz konusu hareketin AKP’nin karakteri, koalisyon seçenekleri, laiklik, dış politika vb. başlılarda her gün farklı bir mesaj verebilmesinin kanıksandığı bir kurguda, kitleler nezdinde yerini hızla kafa karışıklığı ve hayal kırıklığına bırakması kaçınılmaz.
Söz konusu iyimserlik kipinin “gerçekçi” olamaması ise, parlamentarizm ve reformizm ile damgalanmış olmasından dolayı herşey bir yana. Reformist çizginin “başarılı” olması durumunda dahi, gerçek dönüşümlere imza atamayacak olması bir tarihsel veri çünkü. En radikal şekliyle bile düzenle ve düzen içi bir uzlaşma anlamına gelen reformizmin elde ettiği sınırlı kazanımların dahi, toplumsal derinlikten yoksun olması sebebiyle sürekli olamaması bir yana, yükselen reformist eğilimin yarattığı “iyimserlik” ilüzyonunun, devrimci sınıf mücadelesini gölgelediği ve devrimci seçeneği etkisizleştirdiği ölçüde son kertede karamsarlığı beslediği de söylenebilir.
Örneğin Syriza’nın “başarısı”, mutlak ve kaçınılmaz “başarısızlığının” da görünür hale gelmesinin koşulu oldu. Kendilerine bir “sol çıkış” olarak pazarlanan bu projeye samimi olarak gönül vermiş geniş emekçi yığınların beklentilerinin ve iyimserliklerinin, Syriza’nın “vaatlerini yerine getirememesi” hatta emek düşmanı politikalarla taçlandırması ile hızlıca kötümserliğe ve “sol seçeneğe” dair bir umutsuzluğa dönüşmesinin önündeki engel ise, KKE’nin yani devrimci seçeneğin bu başlıkta çok net bir tavır almış olması, Syriza’nın “solculukla” özdeşleştirilmesinin önüne geçebilmiş olması. Kibirlilikle, oyun bozanlıkla, “kötümserlikle” suçlanan ve yalnızlaştırılmaya çalışılan Yunan komünistleri, reformist koronun sahte “iyimserliğine” kapılmayarak çok önemli bir tarihsel rol oynadılar kritik bir uğrakta, devrimci iyimserliklerini bu yalnızlaştırma kampanyasına karşı koruyarak.
Aynı denklem HDP’nin başarısı karşısında soğukkanlılığını koruyan Türkiyeli komünistler için de geçerli. HDP’ye “koşulsuz” destek vermeyenin neredeyse linç edildiği Türkiye sol siyasetinde “yalnızlaşmayı” da göze alarak Marksist-Leninist ilkeleri savunmak, belki bugün toplumsallaşmayı beraberinde getirmese de, HDP reformizmi büyüsünü yitirdiğinde sosyalistlerin “sol” adına halkın karşısına kirlenmeden çıkabilmesinin de koşulu. “Biz demiştik” kibirinden bahsetmiyorum. Devrimcilik “popülizm” kolaycılığına pabuç bırakmamayı da şart koşuyor.
Elbette popülizm ve reformizm, geniş kitleler için olağan süreçlerde devrimci radikalizmden çok daha “makul” ve “çekici” bir seçenek olmaya devam edecek. Birileri “kestirme” yol önerisi yaparken, biz halkı zorlu bir mücadeleye, bugünden bakıldığında “imkansız” görünebilen bir hesaplaşmaya davet ediyoruz. Diğer taraftan Türkiye topraklarında sol reformizmin yerleşik, ağırlığı ve kitlesi olan, devrimci siyasete ağır basan bir “gerçekliği” olmadığını da hatırlatmak gerekiyor. Örneğin “kızıl bayrakla olmadı, gökkuşağı ile deneyelim” saflığıyla pohpohlanan 90’ların ÖDP solculuğu, düzenden aldığı onca desteğe rağmen ne toplumsallaşma/örgütlenme açısından, ne de seçimlerde komünistlere “fark atamadı”, önemli bir olgudur.
Çok benzer bir reformizm türü bugün HDP üzerinden “yerleşiklik” kazanmaya çalışıyor. Ancak HDP’nin başarısını “reformizmin başarısı” olarak kodlamak hata olacaktır. Başarılı olan, sosyal demokrat bir programla Türkiye solunun önemli bir gövdesini içerip asimile etmeyi beceren popülist Kürt siyasetidir. “Kuyrukçu” olarak nitelenen, varlığını Kürt ulusal hareketinin ana eksen olduğu bu hatta endekslemiş sol reformist unsurların kendi başlarına bu başarıya ucundan dahi olsa yaklaşamayacağı çok açık. Aktif ve bağımsız siyaseti toptan bırakıp likidasyon yoluna girmiş bu dostlarımızın Kürt hareketinin meşruiyetini arkalarına alarak devrimcilere “gücünüz/oyunuz ne ki konuşuyorsunuz” demesi ise oldukça komik.
Çünkü devrimciler iyimserliklerini tarihsel bir momentteki üye sayılarına, oy oranlarına, toplumsal alanla kurdukları ilişkinin nicel boyutuna, yani kendi somut güçlerine referansla değil, inatla savundukları ilkelerin ve perspektifin haklılığı üzerinden korurlar. Burjuva siyasetinin yaptığı gibi sandık, zaten tanımı gereği iyimserliğin veya kötümserliğin sınandığı bir zemin değil derdi devrim olanlar için. Bu nedenle devrimciler ne aldıkları oy sayısıyla kendilerinden geçiyorlar, ne de hayal kırıklığına uğrayıp dükkanı kapatıyorlar. 1916’da üye sayısı 1000’lerin altına düşen Bolşevik Parti ve Lenin, devrimci iddiadan vaz geçip popülizmin serin sularına kendini bıraksaydı, Nazizmi tarihe gömecek bir işçi iktidarı hiçbir zaman kök salamazdı.
HDP’nin seçim başarısının yarattığı iyimserlik kalıcı olmayacak, nitekim HDP’nin biriktirdiği ve arkasına aldığı güç önemli bir arayışı ifade etse de, koalisyon hesapları, “yapıcı muhalefet” çizgisi yepyeni çelişkiler ve hayal kırıklıkları üretecek. “Erdoğan’ı başkan yaptırmadık” argümanı ise, geniş halk kitlelerinin Yeni Türkiye olgusuna karşı haklı öfkesini bir kişide kristalize ederek indirgediği için bir risk taşıyor. Bu “başarı” hissiyatı da, zaten AKP de dahil olmak üzere meclisteki tüm partilerin uzlaştığı “cumhurbaşkanın anayasasal çerçeveye geri çekilmesi” absürtlüğünde eriyecek…
Sonuç Yerine: “Kaybedenler kulübü” ve Biz
“Özgürlük idesi” tarihin ve insanlığın, en acımasız koşullarda bile vazgeçilmez motoru nihayetinde. Nazi ordularının onca ülkeyi bir günde teslim alıp halkları topyekün işkenceden geçirdiği koşullarda partizanların, komünistlerin ve Sovyet halklarının iyimserliği ve direnişi bizim geleneğimizin en şanlı örneği değil mi?
AKP’nin referandumdan güçlenerek çıktığı, konsolide olarak kongresini topladığı gün soL gazetesinin başlığı “Kaybedenler Kulübü” oldu. Toplumun önemli bir kesiminin karamsarlığın “dibine vurduğu” bir uğrakta soL bambaşka bir Türkiye ve “kaybeden” bir AKP portresi çiziyordu. Hem de ortada daha Gezi falan yokken!
Partimizin bu “iyimserliğini” doğrulayan temel faktör şüphesiz Gezi’nin kendisi oldu. Ülkenin geleceğine dair iyimserliğimizi besleyen en önemli faktör hala Gezi direnişi ve bu direnişin kitlesi. Tekel direnişinin “devamı” olarak okuyabileceğimiz, metal işçilerinin sarı sendikacılığı ve patronları dize getiren mücadelesi de sınıf mücadelesinin geleceği açısından tüm sosyalistlere umut veriyor şüphesiz.
Gezi sadece geri dönüşü olmayan biçimde çok geniş kitlelere ve genç kuşaklara direniş kültürünü kazandırdığı için “kalıcı” bir kazanım değil. Aynı zamanda Erdoğan’ın oyununu bozan, Suriye ile muhtemel bir savaşı o dönemde mümkün olmaktan çıkaran, AKP’nin çözülüşünü hızlandıran çok “somut” kazanımlarıyla da tarihsel bir kırılma ve umut kaynağı.
Diğer taraftan AKP gerilemiş haliyle %41 oy alabiliyor, Erdoğan her türlü araçla, gerekirse iç savaş veya topyekün savaşla iktidarını korumaya hazırlıklı. Sosyalist devrimci hattımız ise henüz etkisiz, örgütlü gücü sınırlı. Ancak mücadele ettiğimiz tablonun karanlığı, kötümser olmamızın bahanesi değil! 80’lerin karanlığında sosyalist devrimci hattı yeniden inşa eden, 90’ların çözülüşünün karşısına “daha fazla sosyalizm” şiarıyla dikilen bir geleneğiz. Ne kendimizi, ne de halkımızı kandırma peşinde değiliz. En ağır eleştirileri yapmaya, azla yetinmemeye, ne kadar karanlık da olsa gerçekleri açık etmeye devam edeceğiz.
Cüretimizi ise devrimciliğimizden, yani iyimserliğimizden alıyoruz!
*Bu yazı, 7 Haziran 2015 seçimlerinin hemen ardından kaleme alınmıştır.