Dinci milliyetçilik ile milliyetçi dincilik arasında: Önce aydınları vururlar

12 Eylül’ü açılış sayabiliriz. Düzen krizdeydi ve bir çıkış yolu arıyorlardı. Ticarette liberalizasyon ve bunun için de toplumdaki her türlü örgütlülüğün tasfiyesi gerekiyordu. 24 Ocak kararları ile 12 Eylül darbesi arasındaki bağlantı budur. Kararları 24 Ocak’ta aldılar, beklediler, 12 Eylül geldi engelleri kaldırdı ve Türkiye böylece yeni bir yola girmiş oldu. Bugünkü karartmanın başlangıcı bu iki tarihte saklıdır.

Engel kaldırma dediğimiz girişimin iki ayağı var. Birincisi hukuki altyapıyı yeni duruma uyarlamaktır. Bunu, yürütmenin yasama aleyhine güçlendirilmesi biçiminde özetleyebiliriz.  Böylece devlet hızlandırılmış, burjuvazinin isteklerine daha çabuk cevap verebilir bir hale getirilmiştir. 12 Eylül Anayasası’nın yeniliklerinden biri budur. İkincisi ise büyük ölçüde sol muhalefeti silmek biçiminde tezahür etmiştir. Milyonu aşkın insanın gözaltına alınması, ağır işkencelerden geçirilmesi, gözaltında öldürülmesi bu kalemdendir.

Ama 60 ve 70’li yıllarda genişlemiş ve bir sokak gücü haline gelmiş solu bu şekilde silmek mümkün değildi. Cuntanın zaferini kalıcı kılacak başka bir şeye ihtiyaç vardı. Genelkurmay ve bağlı gizli örgütü Toplumla İlişkiler Başkanlığı (TİB) eliyle girişilen “psikolojik harekat”ın amacı da buydu. Toplumun İslamileştirilmesi projesiydi bu, ordu eliyle planlanmış ve hayata geçirilmişti. Bu planın ayaklarından birinde “Talim ve Terbiye Kurulu” duruyordu. Askerler bu kurulu bir karargâh olarak kullanarak milli eğitimi dinselleştirmeye girişti. Din dersi zorunlu hale getirilerek okullara imamların girişi için bir yol açıldı.

Demek ki 1980’li yılların ilk yarısı Türkiye’de radikal bir rejim değişikliğine sahne olmuştur. 12 Eylül rejimi, cumhuriyetin temel doğrultusu olan “milliyetçi batıcılık” politikasına son vermiş, onun yerine “Türk İslam Sentezi”ne dayalı “dinci milliyetçilik” politikasına geçiş yapmıştır. Yeni politika “dinci” bir ton taşımakla birlikte vurgusu “milliyetçilik”edir. Dinci milliyetçilik, 24 Ocak kararlarıyla ülkedeki komprador kapitalist düzenin alacağı yeni şekle uygun bir ideolojik dönüşümdür.

Bu dönüşümün pratikteki tezahürü solu kamu yaşamının dışına itmek ve doğan boşluğu tarikatlarla doldurmaktır. Fethullah Gülen cemaatine devletin kapılarının sonuna kadar açılması işte bu ideolojik dönüşümün gerekleri nedeniyle mümkün olabilmiştir. Yeni rejimin kurucuları Nurcuları solun panzehiri olarak kurguladılar. Öyle ki 1980’li yılların sonunda başta “terörle mücadele” olmak üzere emniyet teşkilatının tamamında Fethullahçılar egemen bir güç haline gelmişti.

Yeni darbeye doğru

Ancak hesapta olmayan iki gelişme oldu. Bunlardan biri 1984’te PKK’nın saldırıya geçmesiydi. İkincisi de hemen aynı tarihlerde solun yeniden toparlanma emareleri göstermesiydi. 12 Eylül’ün ikinci ayağı olan 1993 darbesinin yolu da böyle döşendi.

Bu iki gelişmeye düzenin cevabı dinselleştirmeyi daha da körüklemek ve “terörle mücadele”yi bütünüyle yasa dışına çıkarmak oldu. Erbakan’ın Refah Partisi’nin atak yaparak düzenin kendine biçtiği rolün ötesine geçmesi ve faili meçhullerdeki büyük artışın bu dönemi denk gelmesi rastlantı değildir.

1990’lı yıllarda 12 Eylül’ün “engel kaldırma” işi yeniden hatırlanmıştı. Ancak 12 Eylül’den farklı olarak devletin elinde bu işleri ihale edeceği paramiliter örgütler vardı. PKK ile mücadele kaygısı, bu mücadeleyi finanse etmek için girişilen narkotik operasyonlar devleti çeteleştirmişti. MİT’le Emniyet, hatta İstanbul polisi ile Ankara polisi birbiriyle çatışıyordu. Asli görevleri bu çatışmanın garnitürüne dönüşmüştü. Çeteleşme ve dinselleşmeye aydın cinayetleri eşlik etti, düzen alanı düzlüyordu.

Perde Muammer Aksoy’un öldürülmesi ile açıldı. 1990 ile 1993 yılları arasında işlenen bu tür siyasi cinayetler, 1993’te yapılan ilan edilmemiş darbeye bir hazırlık gibiydi. Bu üç yıllık arada işlenen önemli faili meçhul cinayetleri hatırlayalım:

Prof.Dr. Muammer Aksoy

31 Ocak 1990: Prof. Muammer Aksoy silahlı saldırı sonucu öldürüldü.

4 Eylül 1990: İlahiyatçı Yazar Turan Dursun silahlı saldırı sonucu öldürüldü.

6 Ekim 1990: Prof. Bahriye Üçok evine gönderilen bombalı paketle öldürüldü.

18 Haziran 1991: Sosyalist Parti Şırnak il yöneticisi İbrahim Sarıca ‘polisiz’ diyen kişilerce kaçırıldı. İki kurşun sıkılmış cesedi evinin yakınında bulundu.

5 Temmuz 1991: HEP Diyarbakır il başkanı Vedat Aydın, ‘polisiz’ diyen kişilerce evinden alınıp götürüldü. Sonra cesedi bulundu.

16 Ocak 1992: HEP Siirt il başkanı Mehmet Demir kaçırılıp öldürüldü.

21 Eylül 1992: Yazar Musa Anter Diyarbakır’da kontrgerilla tarafından katledildi.

24 Ocak 1993: Gazeteci Uğur Mumcu bombalı bir suikastla öldürüldü.

25 Ocak 1993: ÖZDEP Erzincan il başkanı Cemal Akar kaçırılıp öldürüldü.

21 Şubat 1993: Avukat Metin Can, Doktor Hasan Kaya kaçırılarak öldürüldü.

5 Haziran 1993: ANAP Varto ilçe başkanı Kerim Geldi polis olduklarını söyleyen kişilerce kaçırılıp öldürüldü.

28 Temmuz 1993:  Özgür Gündem Bitlis muhabiri Ferhat Tepe kaçırılıp, işkence edilerek öldürüldü.

Bunlar arasında özellikle Uğur Mumcu cinayeti çok sembolikti. Devlet hedef olduğu çok açık olan popüler bir aydın-gazeteciyi koruyamamış veya korumamıştı. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü ile İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, “faillerin bulunmasının onur sorunu, cinayeti aydınlatmanın namus borcu” olduğunu söylemişti. Ancak sonradan Mehmet Ağar’ın Uğur Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu’ya itiraf ettiği gibi “o taş çekilirse hepimiz altında kalırız” kaygısı onur-namustan baskın geldi! Soruşturmayı ilk aşamada savcı olarak yürüten Ülkü Coşkun, “Bu olayı devlet yapmıştır, siyasi iktidar isterse iş çözülür” yolundaki sözleri nedeniyle soruşturmaya uğradı.

Kurban seçilen Muammer Aksoy, Bahriye Üçok ve Uğur Mumcu, başka şeyler yanında toplumun dinselleştirmesi programına karşı sert muhalefetleri ile tanınıyordu.

Prof.Dr. Bahriye Üçok

Batıda Fethullah doğuda Hizbullah

Diyarbakır’da işlenen Vedat Aydın cinayeti de, yapılış biçimi ve sonuçları bakımından çok önemliydi. Kürt sorununda takındığı cesur tavırlarla tanınmış olan Vedat Aydın, Halkın Emek Partisi Diyarbakır İl Başkanıydı. 5.7.1991 tarihinde saat 24 sularında evinden polislerce alınıp götürüldü. Bir daha kendisinden haber alınamadı. Aydın’ın cesedi, iki gün sonra Ergani-Maden yolu üzerinde bulundu. Cesedin üzerinde 8 adet kurşun ve sayısız işkence izi vardı.

Vedat Aydın’ın kaçırılıp öldürülmesi, faili meçhul cinayetler ve kayıplar açısından yeni bir dönemin başladığının ilk işaretiydi. Bu işaret, bu tür olaylarda Güneydoğu bölgesindeki mücadelenin belirleyici olacağını gösteriyordu.

Batıda aydınları hedef alan faili meçhul cinayetlerin Kürt illerindeki hedefi daha geniş bir muhalif kesimdi. Bazı illerde akşam karardıktan sonra sokağa çıkmak mümkün olmuyordu. İHD’nin yıllık raporlarına göre, 1991 yılının ortalarından itibaren hızla artmaya başlayan Olağanüstü Hal Bölgesi’ndeki faili meçhul cinayetler, 1992 yılı içinde de yoğun bir şekilde devam etti. Cinayetler zaman zaman bölge sınırlarını aşarak Adana ve Antalya gibi yerleşim merkezlerine de sıçradı. Bölgedeki bazı kaynaklar bu cinayetleri “Hizbullah” adlı dini esaslara dayalı devlet kurma amacında olan bir örgüte mal ettiler. Ancak bu tür saldırılar bölgede genel olarak “kontr-gerilla eylemleri” olarak değerlendiriliyordu. Halk tetikçilere “Hizbul-Kontra”  adını takmıştı. Hizbullah’ın bu tür eylemleri devletin desteğini alarak yaptığına inanılıyordu. Hizbullah veya Hizbul-Kontra, dinselleşen devlet aygıtının Kürt illerinde aldığı yeni biçimdi. Batıda Fethullahcılar, Doğuda Hizbullah ile iş gören yeni bir tür devlet ortaya çıkmıştı.

Bu arada, bölgede yaşayan ve Hizbullah yanlısı olarak tanınan çok sayıda kişi de düzenlenen silahlı saldırılar sonucu öldürüldü. Hizbullah saldırısı “PKK ile Hizbullah arasındaki çatışmalar”a dönüşmüştü. Fakat her iki guruba dâhil olmayan hedefler açıkta kalmıştı. Latin Amerika ülkelerindeki ölüm mangalarını hatırlatan faili meçhul saldırılar sonucunda, gazeteciler, siyasi partilerin önde gelen isimleri yaşamlarını yitirdiler.

Olaylar üzerine bir açıklama yapan Diyarbakır Emniyet Müdürü Ramazan Er, Bölgede Hizbullah adlı bir örgütün var olduğunu ve bu örgütü ortaya çıkarmak için çalışmalar yapıldığını belirterek, “Cinayetleri Hizbullah dışında bir güç de işliyor olabilir” dedi. Üstelik doğu ile batı arasında militan alışverişi olduğu yönünde işaretler de ortaya çıkmıştı. Örneğin “Gerçek” adlı haftalık derginin 24 Ekim 1992 tarihli 31. sayısında bir Hizbullah yanlısı ile yapılan söyleşide, Musa Anter, Bahriye Üçok ve Turan Dursun’un bu örgüt tarafından öldürüldüğü ileri sürüldü. Söyleşi yayınlandıktan kısa bir süre sonra söyleşiyi yapan derginin Diyarbakır Temsilcisi Namık Tarancı, uğradığı silahlı saldırı sonucu yaşamını yitirdi.

İHD’nin 1992 yıllık raporuna göre bu bir yıl içinde 30 yılda öldürülen gazeteci sayısına eşit gazeteci öldürüldü. 1992 yılında öldürülen 13 gazetecinin 12’si olağanüstü hal bölgesindeydi ve bu bir yeni politikanın işaretiydi. Bunlar, 2000’e Doğru Diyarbakır muhabiri Halit Güngen, Yeni Ülke gazetesinin Batman Muhabiri Cengiz Altun, Sabah gazetesi muhabiri İzzet Kezer, Körfez’e Bakış gazetesi yazı işleri müdürü Bülent Ülkü, Yeni Ülke gazetesi Nusaybin muhabiri Mecit Akgün, Özgür Gündem gazetesi Diyarbakır muhabiri Hafız Akdemir, Özgür Halk dergisi Batman muhabiri Çetin Ababay, Özgür Gündem gazetesi Batman muhabiri Yahya Orhan, Özgür Gündem gazetesi Urfa muhabiri Hüseyin Deniz, Gazeteci-Yazar Musa Anter, Türkiye gazetesi Diyarbakır muhabiri Kemal Aktay, Gerçek ve Söz dergisi Mardin muhabiri Hatip Kapçak, Gerçek dergisi Diyarbakır muhabiri Namık Tarancı’ydı.

Ülke batıda Fethullahcılara, doğuda Hizbullah’a teslim olmuştu. Bu dönüşümün ne anlama geldiği de 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta görüldü. Sivas Katliamı 12 Eylül cuntasının kapısını araladığı toplumu dinselleştirme politikasının ilk büyük kitlesel semeresiydi. Solcu aydınları ve Alevi ozanları bir otelde kıstırıp yaktılar. Laik cumhuriyet o gün o otelde can verenlerle birlikte yanıp kül olmuştu.

1993 Darbesi

93’ü bir darbe olarak algılamamız için başka işaretler de var. Cumhurbaşkanı Turgut Özal 17 Nisan 1993’te öldü. Özal’a ANAP’ın başındayken bir de Kartal Demirağ tarafından suikast düzenlenmişti. Suikast olayıyla ilgili soruşturmayı Ankara Emniyet Müdürü Mehmet Ağar yürüttü. Bir sonuç alınamadı. Korkut Özal kardeşinin ölümünün ardından suikastın sırrının Ağar tarafından bilindiğini ileri sürdü. Aile bu “doğal” ölümü hiçbir zaman doğal kabul etmedi. 1993’te oluşan sisli hava içinde artık her ölüm kuşkuluydu.

Türkiye artık olağanüstü bir dönemin içindeydi. Olağanüstü dönem kendi olağanüstü tiplerini yaratmıştı. 1993 yılında Emniyet Genel Müdürlüğü’ne atanan Mehmet Ağar, ilk MGK toplantısına sade bir planla geldi. Bütünüyle “Gayrı nizami harp”e dayanan planın bilinen tarafında, oluşturulacak Özel Timlerin Güneydoğudaki savaşa etkili bir biçimde katılması vardı.

Devlet içindeki çatışmanın diğer tarafları, tarihi 1. MİT Raporu’ndan ikincisine doğru ilerlerken şöyleydi: 

MİT Kanadı-Güvenlik Dairesi Başkanı Mehmet Eymür, Müsteşar Yardımcısı Hiram Abas, Korkut Eken, Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık ve İstihbarat Daire Başkanı Atilla Aytek’in başını çektiği ekip. Bu ekibin lideri olan Hiram Abas uğradığı bir silahlı saldırı sonucu 1990 yılında öldürülünce liderlik Eymür’e geçti.

Emniyet Kanadı-Şükrü Balcı, Ünal Erkan, Mehmet Ağar, o dönemde MİT İstanbul Bölge Başkanı olan Nuri Gündeş, yine MİT elemanları Cengiz Abaoğlu, Mustafa Ercan. Bu grubun lideri olan Şükrü Balcı da 1993 yılında ABD’de öldü. Yerini Mehmet Ağar almıştı.

Özal ölüp siyaset sahnesinden çekildi ve yerine Süleyman Demirel geldi. Tansu Çiller DYP kongresini kazanıp başbakanlık koltuğuna oturdu. MGK’ya Ünal Erkan, Mehmet Ağar gibi yeni yüzler dâhil oldu, Mehmet Eymür, yeniden MİT’in operasyonel birimi Kontr-terör Dairesi’nin başına getirildi. Yeni Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, şaşırtıcı bir üslupla Çiller’in emrinde olduğunu beyan ediyordu. Devlet yeniden “Şahinlerin” denetimine geçmişti. 1993 kararlarının altında imzası bulunan Erdal İnönü dışında kadro tamamdı.

Bu dönemin hemen öncesinde ordu içinde kuşkulu tasfiyeler yaşandı: Lice’de Bahtiyar Aydın öldürüldü, Eşref Bitlis’in uçağı bilinmeyen bir nedenle düştü ve JİTEM’in kurucusu ve yöneticisi Ahmet Cem Ersever arkadaşları ile birlikte öldürüldü. Arkasından Uğur Mumcu cinayeti geldi.

1993 darbesinin doğal uzantısı sayılması gereken Susurluk kazasından sonra Susurluk Komisyonu’na ifade veren Eyüp Âşık devletin yeni halini şöyle ifade ediyordu: “Muhtemelen, Uğur Mumcu cinayetleri gibi bazı cinayetlerin de bunlar tarafından, devletin emriyle değil ama bu adamların bilgisi dâhilinde yapılmış olabileceği bağlantıları da olabilir. Ama bilhassa 93’ten sonra bu iş sulanmış… Mesela ben, Çatlı’nın Mehmet Ağar veya İbrahim Şahin veya devletle bağlantılı milli işler yaparken, zaman içinde onlara kafa tuttuğunu, onlara karşı örgütlendiğini… Çatışmanın ondan çıktığını zannediyorum… Devlete dayanmayan, devlette bir görevliden destek almayan çetenin, mafyanın bir gün ayakta durması mümkün değil…”

Özal öldü, yerine Demirel ve Tansu Çiller geldi. Hiram Abas öldü, Mehmet Eymür’e yol açıldı. Şükrü Balcı öldü Mehmet Ağar’ın yükselişi başladı. Eşref Bitlis’in dönemi aniden kapanmış, Doğan Güreşlerin dönemi açılmıştı. Kısa 93 tarihidir. Türkiye, 12 Eylül’ün açtığı kapıdan ilerleyip karanlık bir dönemin içine doğru hızla yuvarlanıyordu.

Çiller’in Listesi

Dönemin Başbakanı Tansu Çiller, 4 Kasım 1993 tarihinde İstanbul Holiday Inn Oteli’nde ilginç bir açıklama yaptı; “Türkiye, milis hareketi niteliğine dönüşmüş ve yaygınlaşmış bir terör hareketiyle karşı karşıyadır. PKK’nın haraç aldığı işadamları ve sanatçıların isimlerini biliyoruz, hesap soracağız” dedi.

Çiller’in ne kadar ‘ciddi’ olduğu iki ay sonra anlaşıldı: Medyada sık sık adı, ‘PKK’ya yardım eden işadamları’ arasında geçen, Kürt mafyasının ünlü ismi Behçet Cantürk, 14 Ocak 1994’te kaçırılıp öldürüldü. Liste, eksiltmeye açılmıştı. Yüksekovalı Savaş Buldan, Hacı Karay ve Liceli Adnan Yıldırım, Sefa Erciyes, Behçet Cantürk’ün avukatı Medet Serhat ve şoförü İsmail Karaalioğlu, Avukat Faik Candan listeden ilk eksiltilenler oldu. Liceliler uyuşturucu pazarından tasfiye edilmişlerdi.

Raportör Kutlu Savaş değişen dengeleri şöyle anlatıyor: “PKK ile mücadele 80’li yıllar boyunca Silahlı Kuvvetlere terk edilmişti… 1993 yılı köklü değişiklikleri gündeme getirdi ve terörle mücadelede şahinler devri başladı. Başbakan terörle mücadeleyi ön plandaki faaliyeti olarak takdim etti. Emniyet Genel Müdürlüğü’ne Mehmet Ağar geldi ve ciddi bir tercih yapıldı; polis terörle mücadelede daha aktif olacak bir konuma getirildi ve Özel Harekât Timleri ön plana çıktı.”

Bütün bunların anlamı devletin bütünüyle denetimsiz bir alana kaymış olduğuydu. 1995 12 Mart’ında bir kahvenin taranması sonucu Gazi Mahallesi’nde başlayan ve Ümraniye’ye de yayılan olaylar bu denetimsizliğin yan etkileriydi. Kahvenin taranmasını protesto eden ve cenazeleri kaldırmak isteyen halkın üzerine uzun namlulu silahlarla açılan ateş sonucu Gazi ve Ümraniye’de 22 kişi hayatını kaybetti. 1 Mayıs 1996, denetimsiz devletin başka bir katliam denemesiydi. Sabah erken saatlerde miting alanına gelenlerin üzerine açılan ateş sonucu iki kişi öldü. Buna rağmen kalabalığın dağılmaması ve yürüyüşün devam etmesi üzerine aynı saldırı, miting sonrası bir kez daha tekrarlandı. Kadıköy Meydanı’na yakın yüksek binaların tepelerine ve sokak aralarına mevzilenmiş polisler tarafından kitlenin üzerine açılan ateş sonucu bir kişi daha hayatını kaybetti. Çeteleşme, şiddet, cinayet, uyuşturucu ticareti devletin yeni şekli olmuştu. 12 Eylül rejimi çürüyüp düşüyordu.

28 Şubat son hamle

1996’da devletin içindeki bir klik dinselleştirmede ölçünün kaçırıldığını ve İslami hareketin kontrolden çıkmakta olduğunu fark etti. Dinselleştirme durdurulmalı, çeteleşme ve uyuşturucu ticaretine bir son verilmeliydi. Devletin ve çetelerin içine doluştuğu lüks otomobilin bir kamyona çarpıp parçalanması o günlere denk geldi. Topluma çetenin karanlık yüzü gösterilmiş, harekete geçmesi sinyali verilmişti.  Ama iş işten çoktan geçmiş, Necmettin Erbakan başbakanlık koltuğuna oturmuştu. Bu, toplumdan önce devletin İslamileştirilmesinin tamamlandığı anlamına geliyordu. Telaşla çubuğu tersine bükmeye karar verdiler. 28 Şubat kararları devletteki son “ilerici hamle” denemesiydi. Ama artık bu hamlenin devlette bir karşılığı yoktu.

2001 ekonomik krizi, düzenin bütün aktörleri ile nasıl büyük bir çöküş içinde olduğunu ortaya çıkardı. Ecevit’in DSP’si, Mesut Yılmaz’ın ANAP’ı, Devlet Bahçeli’nin MHP’si çöküşü durdurmak içir çırpınıp duruyordu. Devletin kucağında büyüttüğü gericilik meclisin kapısına dayanmıştı. RP vekili Merve Kavakçı’nın türbanıyla girmek için zorladığı ancak açamadığı o kapı, 2003’te AKP’ye sonuna kadar açılacaktı. Türkiye 12 Eylül ürünü dinci milliyetçilikten, AKP icadı milliyetçi dinciliğe geçmeye hazırlanıyordu.

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×