Döviz Kurunun Türkiye Ekonomisine Etkileri Üzerine…

 

AKP’nin “güçlü ülke, güçlü lira” iddiasından geriye pek bir şey kalmadı. Ülke ağır bir siyasal krizin içinde çalkanırken, Türk lirası gündelik dalgalanmalarla sürekli değer kaybetmeye başladı. Gerek ülke, gerek Lira için söylenenlerin temelsizliğini bir kez daha kanıtlarcasına; hem siyasal hem ekonomik açıdan kırılgan bir Türkiye tablosu ile karşı karşıya kalınıyor.

Emekçi halk açısından liranın değer kazanması, otomatikman hayatı kolaylaştırmıyordu. Hatta, güçlü liranın yerleştirildiği ekonomi politikaları; işçi sınıfı ve diğer ezilen kesimlerin yoksulluğu üzerine kurulmuştu. Ancak liranın değer kaybetmesinin mutlak olarak halkı yoksullaştırdığını söyleyebiliriz. Bir bakıma her durumda işçiler kaybediyor.

Peki bu mekanizma nasıl işliyor? Ekonomi açısından döviz kurundaki değişim ne ifade ediyor?

 

Başlarken…

Eski Fed Başkanı Ben Bernanke’nin Mayıs 2013’de yaptığı bir konuşmada ABD para politikasının “normalleşme”ye başlayacağına dair ilk sinyali vermesi; diğer birçok gelişmekte olan ülke için olduğu gibi Türkiye için de bir dönemi kapatmış oldu. Bu; Fed’in Lehman krizi olarak da anılan 2008-2009 küresel krizin ardından uyguladığı parasal genişleme (piyasaya bol miktarda para enjekte etme) döneminin yavaş yavaş sonlanacağı ve gelişmekte olan ülkelere giden sermaye akımlarının hız keseceği anlamına geliyordu. O tarihten sonra Türkiye ve benzeri ülkelerin ulusal paraları dolar karşısında aşırı dalgalanmaya ve gerilemeye başladı. Ancak küresel ekonomideki bu gelişmelere Türkiye’nin kendi iç dinamiklerinin de eşlik etmesi TL’yi –Rus rublesi ve Brezilya realinden sonra– en fazla değer kaybeden para birimi yaptı. Öyle ki; Aralık 2008 –Mayıs 2013 arası dolara karşı %17 gerileyen TL, Mayıs 2013’den bugüne, çalkantılı bir şekilde, %70 değer kaybetti.

TL’nin bu ölçüde zayıflaması, Türkiye ekonomisinde belirsizlikleri ve kırılganlıkları ciddi oranda arttırmış oldu. Ama önce biraz geriye, TL’nin güçlü seyrettiği dönemlere bakalım…

 

Ucuz dövizin yarattığı tahribat…

AKP iktidarının ilk yıllarından, 2008 krizine kadar geçen süre, küresel piyasalarda dolar bolluğunun hakim olduğu bir başka dönemdi.1 Gelişmiş ülkelerde faiz oranlarının %2-3 gibi düşük seviyelerde olması, sermaye akımlarını yüksek faiz vaat eden gelişmekte olan ülkelere yönlendirdi.

Türkiye de o dönemde ortalama %10 reel faiz ile benzer bir politika uyguluyordu (henüz kimse faiz lobisinden şikayet etmeye başlamamıştı). Diğer yandan AKP hükümetinin, özelleştirme yoluyla kamu varlıklarını hızlı bir şekilde satışa sunması da Türkiye’yi yabancılar açısından ayrıca cazip hale getirdi. Döviz kuru tüm bunların sonucunda ucuzladı. 2003 başında 1,65 seviyelerinde olan TL/USD kuru 2008 başında 1,16 civarındaydı. Bu, AKP’nin ekonomideki “başarısı” olarak lanse edilirken, Türkiye ekonomisinde telafisi zor bir tahribat yarattı.

“Böylelikle izlenen yüksek faiz – düşük kur sayesinde bir yandan ithal malların fiyatları ucuzlamış ve enflasyon gerilemiş, bir yandan da dolar cinsinden hesaplanan “kişi başına milli gelir” yapay olarak daha yüksek gözükmüş. Ancak bu “mucize büyüme” masalının reel ekonomiye olan maliyetleri, ithalat baskısı ile rekabet edemeyen sanayinin gerilemesi ve milli gelir içindeki payının yüzde 20’lerden 2008’de yüzde 16’ya, 2014 sonunda ise yüzde 15.5’e düşmesi ve artan işsizlik oranı olarak yaşanmış durumda.”2

Erinç Yeldan’ın vurgusuyla başlayalım. Ucuz döviz, ithalatı cazip hale getirerek, yurtiçi sanayinin daralmasına neden olurken bunun en ağır sonuçlarından biri de ara malı ve yatırım mallarında dışa bağımlılık oldu. Bu, yurtiçi üretim zincirinin dikey bağlarının kopması ve zaten düşük olan üretimin, ihracata yönelik sektörler de dahil olmak üzere, neredeyse tamamen ithalata zorunlu hale gelmesi anlamına geliyordu. Grafikteki, aramalı ve yatırım malları ithalatı ile sanayi üretimi büyümesindeki paralellik bu bağımlılığı açıkça gösteriyor.


Doların ucuzlaması ve uluslararası piyasalardan borçlanma imkanlarının artması ile birlikte dış borçlanma da cazip hale geldi ve Cumhuriyet tarihi boyunca eşi benzeri görülmemiş bir tempoda borçlanma gerçekleştirildi.3 2003 sonunda 144 milyar dolar olan Türkiye’nin toplam dış borç stoku, 2008 sonunda 281 milyar dolara yükseldi. Bu dönemde dış borç/GSYH oranlarında bir düşüş görülse de bunun dolardaki düşüşten kaynaklanan “sanal” bir azalış olduğunun artını çizmek gerekiyor. Aşağıdaki grafik istisnalar olmak ile beraber dış borçlanma hızının GSYH’dan çok daha fazla artış kaydettiğini gösteriyor.


Ucuz borçlanma imkanı ve ucuz ithalat, yurtiçi tüketimde de patlamaya neden oldu. Sürekli tüketen bir topluma dönüşmenin sonucunda zaten yüksek olmayan yurtiçi tasarruflar daha da azaldı ve tasarruf açığının kapatılması için yurtdışından gelecek sermaye akımlarına ihtiyaç giderek arttı. Diğer bir değişle tasarrufumuz olmadığı ölçüde yatırım yapmak ve ekonomik olarak büyümek için cari açık verilmesi zorunlu hale geldi. Böylece Türkiye ekonomisi yurtdışından yüksek sermaye akımı çekebildiği dönemlerde yüksek büyüme; sermaye akımlarının tersine döndüğü zamanlarda ise sert daralma gösteren, dalgalı ve dışa bağımlı bir ekonomiye dönüştü.


Sonuç olarak Türkiye, 2015 yılının son aylarında, dünya ölçeğinde para politikalarının normalleşme süreci olarak tanımlanan bu döneme, kronikleşmiş bir cari açık, özel sektöre ait ciddi bir dış borç yükü ve sanayisi daralmış ve dışa bağımlı hale gelmiş bir ekonomi olarak girdi. Bunlara ek olarak yaklaşık iki buçuk yıldır siyaset tarafında “istikrarın” kaybolması da Türkiye ekonomisine dair belirsizliklerin artmasına yol açtı.

 

Dünya ekonomisinde para politikalarında normalleşme dönemi

Yukarıda kısaca bahsedildi. ABD Merkez Bankası Fed, 2008 küresel krizini aşmak için aynı yılın Aralık ayında QE (quantitative easing) olarak bilinen parasal genişleme sürecini başlattı. ABD ekonomisinden toparlanma sinyalleri gelmesiyle birlikte Ekim 2014’de bu süreç tamamlandığında, piyasaya yaklaşık 4 trilyon dolar enjekte edilmişti. Fed bu süreçte ülkedeki yatırımları teşvik etmek için faizleri de tarihi düşük bir seviye olan %0-0,25 aralığında tuttu. Dolayısıyla bu miktarın önemli bir bölümü bizim gibi yüksek faiz /yüksek kazanç sağlayan ülkelere, sıcak para (spekülatif, kısa vadeli) olarak aktı.

Geldiğimiz noktada Fed’in kriz dönemi uyguladığı bu para politikasından çıkışı tamamlaması ve (henüz tarih belli olmasa da) faizleri yeniden arttırmaya başlaması gündemde. Bu da sermaye akımlarının gelişmekte olan ülkelerden çıkması ve güvenli limana (ya da finans yazınının tabiri ile “eve”) dönmeye başlayacağı anlamına geliyor.

Küresel ekonomide daha önce benzeri yaşanmamış bir süreçten bahsediyoruz. Bu ölçü de bir sermaye çıkışı yaşanırsa, gelişmekte olan ülke ekonomilerinde ciddi sorunlar yaratacağı açık. Ancak korkulan bunun dünya ekonomisini de etkileyecek ölçü de bir krize dönüşmesi. Bunun en belirgin göstergesini Fed’in Eylül ayı toplantındaki kararlarında gördük. ABD’nin merkez bankası olan Fed, artık sadece ABD ekonomisini baz alamayacağını, dünya ekonomisindeki gelişmeleri de gözettiğini gösterdi. Bunda dünyanın en büyük iki ekonomisinden biri olan Çin’de büyümenin “sert daralma” sinyalleri vermesi ve buradan doğacak olası bir krizin ciddi bulaşıcılık riski taşıması etkili.

Kapitalizmin bu süreci nasıl atlatacağını göreceğiz. Ama her durumda Türkiye ve benzeri ülkeler için, özellikle de bu ülkelerin emekçileri için daha zor bir dönemin bizi beklediği açık.

 

Zayıf ve dalgalı TL…

Türkiye ekonomisine geri dönecek olursak… TL’de yaşanan sert değer kaybı ilk olarak gözleri yüksek bir borç yükü olan reel kesime çevirdi. Temmuz ayı itibari ile reel sektörün açık döviz pozisyonu (döviz yükümlülüklerinin döviz varlıklarından ne kadar fazla olduğunu gösteriyor) 175 milyar dolar civarındaydı4. Bu miktarın bir krize gebe olup olmadığı konusunda ise farklı görüşler hakim.

“Bu çerçevede, döviz kurundaki gelişmelerin veya oynaklığın bilanço etkilerinden çok, yatırım ve üretim kararları üzerindeki olumsuz etkilerinin daha belirleyici olduğu düşünülmektedir.”5

Yukarıdaki vurgu önemli. Yapılan bazı çalışmalar, döviz borcu olan firmaların ihracat (döviz) gelirlerinin de bulunması ve borcun çoğunluğunun uzun vadeli olması nedeniyle kurdaki değer kaybının şirket bilançoları üzerinde olumsuz bir etki yaratmayacağını gösteriyor ve buradan bir kriz beklemenin yersiz olduğunu söylüyor.

Ancak bu oldukça iyimser bir yaklaşım. Öncelikle bahsedilen miktar oldukça yüksek. Diğer yandan önümüzdeki süreç ihracat açısından kolay bir dönem olmayabilir.6 Ayrıca firmaların olası bir ödeme zorluğu yaşamaları durumunda bunun bankacılık sektörüne de sıçraması ve ekonominin geneline yayılması riski de bulunuyor. Tüm bunları bir kenara koysak dahi, yüksek döviz borcu olan şirketlerin, TL’nin bu derece değer kaybettiği ve dalgalanmanın sürdüğü bir ortamda yatırım ve üretim kararlarını erteleyecekleri açık. Bu da elbette ciddi bir ekonomik durgunluk ve emekçiler için istihdam kaybı riskini barındırıyor.

Bu noktada TL’deki değer kaybının ihracat pazarlarında rekabet gücünü arttıracağı ve bunun büyümeye destek olacağı tezine de değinelim. Bu tezin, kısa vade için geçerli olduğu söylenebilir. Ancak sonrasında TL’deki değer kaybı, enflasyon üzerinde bir baskı yaratacak bu da maliyetlerde bir artışa yol açarak ihracat tarafındaki kazanımın geri verilmesine neden olacaktır. Merkez Bankası’nın yaptığı çalışmalar TL’deki %10’luk bir değer kaybının yıllık enflasyonu 6 ay içinde 1,5 puan arttırdığını gösteriyor. Aşağıdaki grafikte bu ilişki net olarak görülebilir.


 

Ve cari açık tarafı… Zayıflayan TL, ithalat tarafında ve buna bağlı olarak üretim ve büyümede de daralmaya neden olmakta. Bu, cari açığı düşürücü bir etken olsa da cari açığın finansman tarafının kolaylaşacağı anlamına hiç gelmiyor. Böyle dönemlerde yurtdışından borçlanma imkanı azalırken; sermaye çıkışını durdurmak ya da geri çevirmek için hatırı sayılır bir faiz artışı gerekiyor. Ancak bu süreçte TCMB’nin, siyasi baskılar nedeniyle bu adımı atamadığını görüyoruz. Bu da TL’deki değer kaybının derinleşmesine ve enflasyonda ciddi bir sıçrama yaşanmasına neden oluyor. Merkez Bankası, son yaptığı açıklamalarda Fed faiz artırımına başlamadan Türkiye’de bir faiz artışı planlamadıklarını açıkça söyledi. Bu da TL’yi yurtdışındaki gelişmelere bağlı olarak dalgalanmalara açık hale getiriyor.

Son olarak TL’den kaçışın yurtiçine yansımasına da değinelim. Yurtiçindeki aktörlerin yerli paranın kayıplarına karşı kendilerini korumak amacıyla dövize yönlenmelerine dolarizasyon deniliyor. Bunun bir göstergesi döviz cinsi mevduatlardaki artış. Türkiye’de 2013 Mayıs’ı öncesi 110 milyar dolar civarında olan döviz cinsi mevduatlar, bugünlerde 154 milyar dolar civarında seyrediyor… Bu önemsenmesi gereken bir artış. Nitekim dolarizasyonun ivme kazanması bir yandan TL’deki değer kayıplarını derinleştirirken, aynı zamanda Merkez Bankası’nın para politikası kanalıyla bu kayıplara müdahale etme etkisini de zayıflatıyor.

 

Kısa bir parantez

Yukarıda bir tercih olarak ABD para politikası ve TL’nin dolar karşısındaki seyri baz alındı. Avrupa Birliği tarafında ise bugün daha farklı bir süreç işliyor. Fed parasal genişleme sürecini tamamlamışken Avrupa Merkez Bankası (AMB) yeni bir parasal genişleme sürecine girmiş durumda. Ancak Avrupa’dan Türkiye’ye belirgin bir sermaye akımı olacağı ve bu tabloyu değiştireceği beklentisi oldukça iyimser. Nitekim AMB’nin daha önce benzer girişimleri bir parasal bolluk yaratmadı ve Avrupa bankacılık sisteminde mevduat olarak kaldı. Mart ayında başlayan bu yeni süreç de benzer bir tablo çiziyor.

Dipnotlar

  1. Öncesinde de benzer dönemler yaşandı. Ancak burada daha güncel döneme odaklanılması tercih edildi.
  2.  Erinç Yeldan, “Döviz Kuru Nereye?” Cumhuriyet, 9 Eylül 2015.
  3. Erinç Yeldan, Küreselleşme Kim için? (İstanbul: Yordam Kitap, 2008), 218.
  4. Bu rakamın 6,5 milyar dolar civarı kısa vadeli, geri kalanı ise uzun vadeli.
  5.  Türkiye’de Firmaların Yabancı Para Borçluluğu ve Kur Riskine İlişkin Mikro Değerlendirmeler (TCMB Ekonomi Notları, T. Hülagü, C. Yalçın)
  6. En büyük ihracat pazarımız olan AB ekonomisinde krizden sonra halen anlamlı bir toparlanma sağlanamadı. Ayrıca Rusya’ya yapılan ihracat zaten bir süredir düşüş kaydediyor ve bugünlerde yaşanan siyasi gerginliğin bu düşüşü derinleştirmesi olasılığı bulunuyor.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×