Ekim Devrimi İçin bir Kılavuz Denemesi
Okuyacağınız yazı, başlığının ima ettikleriyle tamamen örtüşmediği gibi, söz konusu imalarla büsbütün ilgisiz de değildir. Hiçbir akademik teamüle uymayı dert edinmediği ölçüde bir tarih çalışması sayılamaz örneğin. Ya da Rus Marksizminin gelişimini izlemeye kalkışıp kuramsal bir yetkinliğe niyetlendiği söylenemez. Hele Ekim’den çıkardığı siyaset derslerini bugüne yansıtmak gibi bir güncel kaygıdan söz etmek hiç mümkün değildir. Kısacası, ne bir tarih çalışması, ne bir kuramsal çözümleme, ne de bir siyasal polemik yazısıdır elinizdeki. Ama hem tarihe, hem kurama, hem de siyasete “inceden” dokunmaktadır.
Öyleyse yazının gerekçesine gelebiliriz. Bu yazıyı okuyacak olanlar arasında, yazarı da dahil olmak üzere, hayatında bir tane bile Legal Marksist ya da Bundcu görmüş olan yoktur. Muhtemelen yine bir kişi bile şimdiye kadar işçi-köylü devrimci demokratik diktatörlüğü sloganı atmamıştır. Ya da bir kent sovyetindeki tartışmalara katılıp iktidara yürümeye kalkmamıştır. Kuşkusuz, örnekler anlatılmak istenen “uzaklığı” ironileştirmek için seçilmiştir. Fakat Ekim’i anlamanın kolay olduğunu söylemek mümkün mü?
Bu yazı, iflah olmaz bir merakla Ekim’i anlamaya çalışanlara mütevazı bir kılavuz olsun diye yazıldı. Ekim’in yolunda dikilen kargalardan değil, tarihin ve siyasetin taçlandırdığı gerçeklerden bir kılavuz olması amaçlandı.
Bir de Ekim’i savunmak konusu var tabi… Savunmanın ilk adımını ise anlamak oluşturuyor. Bu anlamda, elinizdeki yazı, kılavuzluk kadar bir savunmayı da üstleniyor.
***
Tez: Ekim Devrimi tarihin iradi olarak zorlanmasıyla gerçekleşmiştir. Koşulların gelişmesini beklemeyen Bolşevikler, zamanından önce harekete geçmişlerdir.
Aslında bir devrimin en geçerli meşruiyet kaynağının bizzat devrimin kendisi olduğunu söyleyerek bu iddiayı yanıtlamak ve bu bölümü kapatmak mümkündür. Çünkü devrim, bir kimyagerin uygun koşulları yaratıp deneye girişmesi gibi steril bir sürecin değil, öncünün irade, sezgi ve hazırlığının ifadesidir. Yani devrim bir mücadele konusudur, laboratuar deneyi değil.
Dahası, insan toplumlarının tarihsel ilerlemesi, sırası gelen ülkenin önündeki evreyi yaşaması ve ardından sonrakine geçmesi biçiminde bir düzenlilik izlemez. Hele azgelişmiş bir ülke için ilerleme ancak sıçramalarla gerçekleştirilmek durumundadır. Çünkü azgelişmiş ülkenin toplumsal yapısı, tarihsel gelişimin farklı evrelerinin özgün bir bileşimine sahne olur. Bu bileşim, özünde, son derece karmaşık ve düzensizdir. Dolayısıyla, azgelişmiş ülkeyi özündeki çelişkiden kurtarmak ve düzene kavuşturmak için tek yol, mevcut bileşimi dağıtacak ve daha ileri bir evrenin verileriyle yeniden kuracak bir sıçramayla üst evreye geçmektir.
Bu zorunluluğun en çarpıcı örneği çarlık Rusya’sıdır. Rusya o kadar geri kalmıştı ki hayatta kalabilmek için önündekileri yakalaması değil, onları geçmesi gerekiyordu. Şöyle de denebilir; Rusya burjuva devrimine o kadar geç başlamıştı ki, onu kısa sürede bir proleter devrimine dönüştürmek zorunda kaldı. Burjuva çağının doğuşunu ifade eden köylü ayaklanmasıyla, çöküşünü getiren proleter ayaklanması, Rusya toplumunda aynı anda yaşandı. Troçki’nin eşsiz anlatımıyla, “Fransa nasıl Reform’un üzerinden atlamışsa, Rusya da saf biçimiyle demokrasinin üzerinden atlamıştı.”1
Lenin, işte bu zorunluluğun bilincine varmayı başarmıştı. Burjuva devriminin gerekliliğini kabul etmekle birlikte, bunun Rusya’yı kapitalizmin azgın pençelerine teslim etmek anlamına gelmediğini ısrarla belirtti. Sonuçta, bırakın yerleşip olgunlaşmayı, birkaç ay bile ayakta durmaya mecali olmayan bir burjuva devrimiyle karşılaşıldığında, birileri burjuvaziye koltuk çıkmaya koştular. Lenin ise sallanan burjuvaziye acımadı; vurdu, yere serdi.
Tez: Ekim’de iktidarı ele geçiren Bolşevikler, Marx’ın komünizm ütopyasından uzaklaşmış ve Rusya’nın azgelişmişliğine uygun bir “reel sosyalizm” kurmuşlardır.
Hobsbawm’ın uyarısıyla başlayalım: “Marksist tarih Marx’ı varış noktasına koymayı değil, onu çıkış noktası olarak görme yaklaşımını benimsemektedir.”2 O halde, Marx’ın geleceğin sınıfsız toplumuna ilişkin tasarımlarını, bu tasarımların sahip olduğu özel niteliklerden ayırmamak gerekmektedir.
Her şeyden önce, sanıldığının aksine, Marx söz konusu tasarımlar konusunda son derece “ağzı sıkı” davranmış, ayrıntılı tasarımlar ileri sürmekten kaçınmıştır. Bu anlamda Marx, koşullarını bugünden tanımlayamadığı bir sürecin “ince ayarını” yapmaya hiç yanaşmamış ve geleceğe dair tasarımlarının, en genel hatlarıyla bir “ütopya” olarak kalmasını tercih etmiştir diyebiliriz.
Buradan çıkan sonuç, Marx’ın geleceğe yönelik tasarımları ile bu tasarımların gerçekleştirileceği koşulların gereklilikleri arasında her zaman bir açının var olacağıdır. Daha açık bir ifadeyle, bir “ütopya” olarak komünizm düşüncesiyle komünizme yönelen ülkenin somut gereklilikleri arasında bugünden öngörülemeyecek çatışmalar bulunacaktır. Marx’ta söz konusu çatışmaları ya da açıyı yok edecek bir reçete yoktur. Açı, ancak pratikle kapatılabilecektir. Bu da Marksizmin kuramsal inceliklerinden biridir.
Birçokları tarafından nedense çok antipatik bulunan reel sosyalizm kavramı da, her şeyden çok, bu açının ifadesidir. Öncesi ve sonrasıyla Ekim’i, NEP ve kolektivizasyonu, Stalin ve Troçki’yi anlamanın koşulu, söz konusu açıya dair böylesi bir yaklaşımı sahiplenmektir. Bu anlamda, geçmişte olduğu gibi gelecekte de “reel” olmayan bir sosyalist kuruluş düşünmek mümkün değildir. Aynı biçimde reel sosyalizm sürecinin doğrusal ve düz bir çizgi takip etmesi de…
Tez: Sovyetler’de kuruluş sürecinde atılan adımlar ya aşırı iradecilikle ya da aşırı nesnelcilikle belirlenmiştir. Öncülüğün bu tutarsızlıkları, sosyalizmin Rusya’da kök salmasını engellemiştir.
Marx’ı çıkış noktasına koymaya devam edelim. Bilindiği gibi, Marx’ın tarih anlayışının derli toplu açıklamalarından biri, dostu Engels tarafından yapılmıştır. Buna göre tarihin ilerlemesi, “birbiriyle kesişen sayısız güç, sonsuz bir kuvvetler paralelkenarı dizisi”3 sayesinde gerçekleşiyor. Bu anlamda tarihsel hareket, amorf bir gövdenin doğrusal ve ritmik olmayan, biçimsiz ilerleyişi sonucunda oluşuyor. Gövdenin amorfluğunun kaynağında ise sonsuz sayıda bireysel irade ile kapitalizmin başına buyruk güçlerinin kesişmesi bulunuyor.
Konumuz açısından önemli olan soru burada ortaya çıkıyor: Peki tarihsel hareketin bileşkesi sosyalizmde nasıl oluşuyor? Zira kapitalizmin kör iktisadi ve toplumsal yasalarıyla oluşan tarihsel hareketin bileşkesinin, sosyalizm koşullarında hiçbir değişikliğe uğramayacağı varsayımı mantıksızdır.
O halde bir devrimle amorf ana gövdeden ayrılan sosyalist toplumu, görece biçim kazanmış ve bileşke öğelerini sadeleştirip iradenin alanını genişletmiş bir ayrıksı kol olarak görmek gerekmektedir.4 Yani sosyalist toplumda tarihsel hareketin bileşkesini oluşturan, kapitalist üretim tarzına ait başıboş yasalar ve toplumsal ilişkilerin sayısız öğesi değildir artık. Bu noktadan sonra tarihsel hareketin bileşkesini oluşturan güçler, kapitalizm koşullarına kıyasla hem daha sadeleşmiş ve kontrol edilebilir hale gelmiş hem de sınıfsız toplum hedefiyle birlikte belirgin bir yön kazanmıştır.
Bu yalınlaşmanın en önemli sonuçlarından biri, aynı zamanda tarihsel hareketin kurucu unsurlarından biri haline gelen siyasal iradenin kendisine oldukça geniş bir hareket alanı bulmasıdır. Önce ana gövdeden ayrıksı bir kol çıkaran, sonra da kapitalizmin sayısız öğeden oluşan bileşkesini sınırlayıp yalınlaştıran siyasal irade, giderek söz konusu ayrıksı kolun varoluşunun da garantisi haline gelecektir.
Bu ayrıksı kolda nesnel koşullar hâlâ varlığını sürdürmektedir elbette, ancak artık söz konusu olan karşı konulamaz yasalar değil, bizzat siyasal irade tarafından denetlenen ve tanımlanan bir nesnelliktir. Nesnelliğin kendi belirlediği öznellik tarafından denetlenip tanımlanması, sosyalist kuruluş sürecinin içsel diyalektiği olarak görülmelidir. Siyasal iradenin denetleyip tanımladığı, yani sayısız öğenin etkileşimini sınırlayarak yalınlaştırdığı nesnelliğe biçim ve yön veren ise sınıfsız toplum hedefidir.
Fakat bu yalınlaşma tarihsel hareketin düz ve doğrusal bir çizgi üzerinde sorunsuz ilerleyeceği anlamına gelmez. Aksine, yalınlaşmanın en doğrudan sonucu, ilerlemenin sağa ve sola yönelen sarsıcı hareketlerle gerçekleştirilebilmesidir. Bileşkenin yalınlığı ve somutluğu arttıkça, hareketin çizdiği zikzaklar da şiddetlenmektedir. Çünkü açıkça tanımlanmış bir nihai hedefin varlığı siyasal iradenin önündeki seçenekleri sınırlar ve onu “yumuşak geçişlerden” ya da “ara formlardan” mahrum bırakır. Bu durumda gücü ve etkisi yoğunlaşıp doğrudanlaşan siyasal iradenin, çözüm için uçları zorlamaktan başka çaresi yoktur. Sovyet deneyiminde de siyasal irade yalınlaşmadan doğan bu gücünü sonuna kadar “sömürmek”5 zorunda kalmıştır.
Belki de bütün bunlardan daha ilginç olan, kuruluş sürecinin zikzaklarının gittiği her uçta birilerini bırakmasıdır. Siyasal iradenin zorladığı her deneyim ve buradan ortaya çıkan “uç”, öncü kadrolar arasından birilerini de peşine takmıştır. Hep birilerini peşine takan ve varılan yerde kendisine koşulsuz bağlananları tüketen sıçramalardır söz konusu olan. Lenin öncülüğündeki siyasal iradenin başarısı ise karşı karşıya kalınan zorunlulukları kabul etmelerinde, ancak hep bir sonraki adımı düşünmelerinde, bu anlamda sürecin bütünselliğini hep akılda tutarak ulaşılan herhangi bir uçta kendilerini koşulsuz angajmanların içerisine sokmamalarındadır.
Tez: Lenin özgün bir kuramcı değildir. Sadece Marx’ın düşüncelerini geri kalmış Rusya’nın koşullarına uyarlayıp pratiğe dökmüştür. Evrensel bir karakter taşımaz.
Her şeyden önce Lenin’in yıllarca mücadele ettiği muhaliflerinin evrensel karakterini göz önünde tutmak gerekiyor; yani Menşevizmi tekil ya da sadece Rusya’ya özgü bir akım olarak görmemek… Radek’in “Batı Avrupa Menşeviklerle başlar” şeklindeki çok bilinen sözünün ifade ettiği gerçek de budur. Bu nedenle Lenin’in Menşeviklerle yürüttüğü uzun kavgada sürekli Batı Marksizminin temsilcilerine de çatması ve Menşeviklerle Alman revizyonistleri arasındaki yakınlıklara işaret etmesi rastlantı değildir. Bu anlamda Menşevizmin derin köklerinde Batı düşüncesi ve geleneği bulunmaktadır.
Fakat Leninizmin evrenselliği, kuşkusuz, bununla sınırlı değil. Ortada Marksizme katkı sayılan ve “uyarlama” sınırlarına sığmayacak ölçüde yaratıcı ve devasa bir katkı var. Katkının zorunluluğu ise Lenin’in, devrimci siyasetin bazı parametrelerinin köklü biçimde değiştiği bir çağın devrimcisi olmasıdır. Bu başlıklar ise emperyalizm, eşitsiz gelişim ve öncülüktür. Lenin’in en önemli kuramsal katkılarının, kendi çağını tanımlayan kavramlarla aynı adı taşıması bir rastlantı değildir kuşkusuz.
Lenin’in emperyalizm kuramının en önemli noktalarından biri, emperyalizmin geçici bir yönelim ya da salt iktisadi bir yoğunlaşma değil, yeni çağın temel niteliği olarak görülmesidir. Bu nedenle “emperyalizm çağı” tanımlaması önemlidir. Tamlamadaki “çağ” vurgusu, aynı zamanda, sosyalist mücadeledeki bazı kabullerin geçersizleştiğine işaret etmektedir. Bunlar arasında en önemlisi ise burjuvazinin ilerici-devrimci karakterini yitirmesidir.
Rusya’da Marksist bir siyasal mücadele hattı oluşturmak için yola çıkan Lenin en başa bu gerçeği yazmıştır. Dolayısıyla Lenin açısından Rusya’nın önünde aşması gereken bir burjuva devrim olsa dahi bu devrimin öznesi proletarya olacaktır. Gericileşen burjuvazinin yerine getirmediği görevleri gerçekleştirmek proletaryaya kalmıştır. “Bir sınıfın, bir başka sınıfı ilgilendiren meselelere bir çözüm bulma görevini üstlenmesi de zaten geri ülkelere mahsus ilginç bileşimlerden biridir.”6
Öyleyse iki sonuç belirginleşiyor: Birincisi, emperyalizm çağında burjuvaziden ilericilik beklemek saçmalıktır; ikincisi, burjuvazinin sırt çevirdiği her tür siyasal ve demokratik talep proletaryanın devrimini beklemek zorundadır. Dolayısıyla Lenin’den aşamalı devrim için strateji üretmeye kalkışanların, en başta, emperyalizm çağına dair bu sonuçları yeniden ele almaları zorunludur. Gericileşen burjuvazi sahneyi proletaryaya terk etmiştir. Tarih bundan sonra proletarya tarafından yazılacaktır.
Gelelim eşitsiz gelişim konusuna… Emperyalizm çağıyla birlikte eşitsiz gelişim olgusunun öneminin arttığı, Lenin’in Marx’a kıyasla söz konusu olguyu gözlemlemek konusunda daha şanslı olduğu birçok defa söylenmiştir. Fakat eşitsiz gelişim olgusunun fark edilip gözlenmesinden daha önemli olan, onun bir yasallık olarak kavranmasıdır ve Lenin’in yaptığı tastamam budur.
Örnek olsun, gözlemlemek ve tarif etmek konusunda çağdaşlarının neredeyse tamamından daha yetkin olan Troçki’nin yapamadığı, eşitsiz gelişimi sınıflı toplumun içsel bir yasası olarak tanımak olmuştur. Troçki için eşitsiz gelişim bir yasallık değil, geçici ve arızi bir olgudur; yani eşitsizlik, uygun koşullar sağlandığında ortadan kalkarak zıddına dönüşecek bir durumdur. Bu bakış açısı, Troçki’nin, eşitsiz gelişim olgusunun ve bu olgudan çıkan siyasal gerekliliklerin, devrim sonrasına ve proletarya diktatörlüğü koşullarına uzanan etkilerini kavrayamamasında büyük pay sahibidir.
Lenin’de ise eşitsiz gelişim olgusu, devrimci durum koşullarından sınıf ittifaklarına, öncülük perspektifinden proletarya diktatörlüğüne kadar birçok konuyu kesen ve biçimlendiren bir “yasa” olarak kavranmıştır.
Emperyalizm ve eşitsiz gelişim başlıklarının bizi getirdiği nokta ise öncülük kuramıdır. Lenin’in de zaman zaman belirttiği gibi, öncülük kuramında Rusya’nın azgelişmiş koşullarının belirgin etkisi vardır. Birçok pratik zorunluluk ve siyasal manevra arasında, Bolşevik Parti’nin attığı her adımın evrensellik taşıması mümkün değildir elbette; Lenin’in dünya komünistlerine sık sık uyarıda bulunmasına neden olan da böylesi ucuz bir kopyacılığın tercih ediliyor oluşudur. Fakat Lenin’in öncülük kuramının evrensel içeriği ve kurucu ilkesi ne Rus işçi sınıfının azgelişmişliğinde ne de Çarlık Rusya’sının baskıcı siyasal rejimindedir. Öncülüğün kuramsal dayanakları, her şeyden önce emperyalizm kuramı ve bir yasallık olarak kavranan eşitsiz gelişim olgusundadır. Bu, aynı zamanda, Lenin’in öncülük kuramını evrenselleştiren uğraktır.
Bir yanda burjuvazinin ardında birçok yarım kalmış iş bırakarak gericileştiği ve yeni bir dünyanın temellerini atmakla, yarım kalanları da tamamlamak görevinin bütün ağırlığıyla işçi sınıfının omuzlarına yüklendiği emperyalizm çağı tespiti; öte yanda proletaryanın sınıfsal çıkarlarının ifadesi olan bilincin, üretim sürecindeki maddi konumundan kendiliğinden çıkmadığı ve söz konusu bilincin komünistler tarafından dışarıdan götürülmek zorunda olduğu bilgisi en yaratıcı ve güçlü biçimde birleşerek, Lenin’in elinde bir öncülük kuramı haline gelmiştir. Yukarıdaki tespit ve bilgi dünyanın geri kalanı ve geleceği açısından geçerli olduğu sürece, öncülük kuramının evrensel içeriği ve önemi de yaşamaya devam edecektir. Tıpkı sosyalist kuruluş süreçlerinde de geçerliliğini koruduğu gibi.
Tez: Ekim Devrimi “sürekli devrim” tezinin ve “dünya devrimi” perspektifinin kanıtıdır. 1917’de Troçki Lenin’in örgüt kuramını, Lenin de Troçki’nin devrim modelini benimsemiştir ve bütünlüğü kurmuşlardır.
Lenin ve Troçki arasında 1917 ile birlikte bir yakınlaşmanın yaşandığı ve bu işbirliğinin Ekim tarihinde göz kamaştırıcı sonuçlar yarattığı doğrudur. Fakat Lenin’in sürekli devrim tezini kabul ettiği iddiası ilk bakışta göründüğü kadar doğru değildir.
İlk bakışta dedik, çünkü Troçki’nin sürekli devrim tezi, şematik olarak ele alındığında Lenin’in modeline benzemektedir. Demokratik ve sosyalist şeklinde iki devrim aşamasının olmadığı, demokratik devrimin görevlerinin sosyalist devrime miras kaldığı, burjuvazinin gericileştiği ve devrimin öznesinin işçi sınıfı olacağı, Avrupa’dan gelecek bir devrim olmadan Rus devriminin uzun soluklu olamayacağı gibi önermeler Lenin’in modelinde de az çok ifade edilen unsurlardır. Dolayısıyla sorunu iki modeli şematize edip maddelerini karşılaştırarak ele almak bir yerden sonra işe yaramayacaktır.
Oysa tartışmanın merkezi noktası, bu anlamda Lenin ile Troçki’yi ilelebet karşı karşıya getirecek olan, Rusya’da sosyalizmin kurulabileceğine dair inançtır. Hiç çekinmeden söylemek gerek: Troçki Rusya’da devrimin, eğer Avrupa’da bir devrim gerçekleşmezse, yaşayıp sosyalizme yürüyebileceğine inanmadı. Nedeni daha da acı: Troçki, Rus işçi sınıfının devrimciliğine, fedakarlığına ve yaratıcılığına güvenmedi. Devrim için ayağa kalkacağına inandığı işçi sınıfının, sosyalist kuruluşu gerçekleştirebileceğine ikna olmadı. Troçki’ye göre Rus işçi sınıfı devrimi yapmak için yeterince gelişmişti, ama sosyalizmi kurmak onun işi değildi.
Aslında Avrupa’da gerçekleşecek bir devrim beklentisi Bolşevikler’e de yabancı değildi. Lenin için devrimin başarısı iki etkene, köylülükle ittifak ve Avrupa devriminin desteğine sıkı sıkıya bağlıydı. Ancak dünya devrimi beklentilerinin acı bir şekilde suya düşmesiyle birlikte Lenin’in masaya yatırdığı en acil hedef, Rusya’da sosyalizmin kuruluşu oldu. Bolşeviklerin elinde en değerli şey, “iktidar” vardı. Kaybetmemek her şeyin üstünde geliyordu.
Dünya devrimi beklentileri geçersizleşince Ekim’i kaybetmememin tek koşulu kalmıştı. Köylülükle ittifak, artık, Rusya’da sosyalizmin kuruluşunu sağlayacak yegane yoldu. Ancak kendini dayatan zorunluluk, beraberinde ödenmesi gereken bedeller de getirdi. Rusya’da sosyalist iktidarın korunması ve kuruluş sürecinin başlatılması “proletarya diktatörlüğünün şımarık çocuğu”7 köylülüğün insafına kalmıştı. Siyasal iktidarı Bolşeviklere bırakmaları karşılığında köylülüğe belirli miktarda “kapitalizm” için izin verilmesi, yani NEP, bu koşullarda ortaya çıktı.
Troçki NEP’i hiç anlamadı; zaman kaybetmeden hızlı bir sanayileşme hamlesine girişilmesini önerdi. Bu hamlenin köylülük içerisinde yaratacağı hoşnutsuzluğu ve köylülükle varılan uzlaşmanın bozulması ihtimalini ciddiye almadı. Aklından geçenler, sırat köprüsündeki devrimin ihtiyaçlarının gerçekçi bir değerlendirmesine değil, dünya devriminin heyecanlı tasavvurlarına dayanıyordu.
Lenin’in hülyalarla kaybedecek zamanı yoktu. Kuruluş sürecinin acil görevleri bir an önce karşılanmayı bekliyordu. NEP kararlı bir şekilde uygulamaya kondu. Ancak 1920’lerin sonuna doğru, Sovyet iktidarı yeni bir sorunla yüzleşmek zorunda kalacaktı. NEP’le birlikte tarımda kısmen izin verilen meta üretimi, şimdi sosyalist kuruluşu tehdit eder hale gelmişti. Seçenekler yalındı: Ya kapitalistleşme dinamiklerinin musluğu sonuna kadar açılacaktı ya da sorunu kökünden çözecek yeni bir hamle yapılacaktı. Lenin artık hayatta değildi, ama Stalin kapitalizme bir büyük darbe daha vurmanın zamanının geldiğini anlamıştı.
Soluklanıp dinlenen devrim, tüm gücüyle tarımın kapitalist unsurlarının üzerine yürüdü. Sovyetler artık sanayileşmek zorundaydı, sanayileşmek içinse köylülüğe bağımlılığı ifade eden eski uzlaşma feshedilmeliydi. NEP’ten çıkışla beraber planlı ekonomiye geçiş, kolektivizasyon, sanayileşme gibi sosyalist kuruluşun temel hedefleri hayata geçirildi. Lenin ve Stalin’in Rusya’da sosyalizmin kurulabileceğine inancı, bu hamleleri yapabilme cesaretinin de en önemli nedeniydi.
Dolayısıyla tekrar etmekte sakınca yok; Troçki’nin “sürekli devrim” tezi ve buradan çıkan dünya devrimi perspektifi, radikal yüzeyinin altında, Rusya’da sosyalizmin kurulabileceğine dair inançsızlığı ifade ediyordu. Troçki, Rusya’nın ayakta kalmasından ziyade dünya devriminin fitilini ateşlemesini önemsedi. Öyle ki fitili ateşlemek için gerekirse Rusya’daki devrim bile tehlikeye atılabilirdi.
Can alıcı soruyu Stalin sordu: Ya Avrupa’da beklenen devrim yakında gerçekleşmezse? Yanıt yine Stalin’den geldi: “Devrimimize yapacak tek bir iş kalıyor: kendi öz çelişkileri içinde bitkisel bir yaşam sürmek ve dünya devriminin bekleyişi içinde ayakta çürümek.”8 İnanç burada dümeni eline aldı ve çürüme reddedildi. Tek ülkede, Rusya’da, sosyalizm kurulmalıydı.
Tez: Sovyet Rusya sosyalist bir toplum değil, kapitalizm ile sosyalizm arasındaki geçiş aşamasıdır. Sosyalizmde devletin sönümlenmiş ve sınıfların ortadan kalkmış olması gerekir.
Evet, sosyalizm kurulmalıydı. Fakat kuruluş süreciyle şekillenmeye başlayan toplumsal yapının sosyalist olup olmadığı yeni bir tartışmanın konusuydu. Tartışmanın arkasında ise tek bir şey yatıyordu: Sosyalizmden ne anlaşıldığı…
Kapitalizmden sosyalizme geçiş sorunu konusunda yürütülen tartışmaların en önemli referansları, kuşkusuz, Marx’ta bulunuyor. Özellikle Gotha Programı üzerine yazdığı notlarda geçiş sorununu ele alan Marx’ın, kapitalizm ile sosyalizm arasındaki bir geçiş döneminden söz ettiğini söylemekse pek inandırıcı olmuyor. Marx’ın kullandığı anlamıyla “geçiş toplumu” tanımlaması, kapitalizm ile komünizm arasındaki bir aşamayı ifade etmektedir.9 Yani Marx’ın modelinde komünizmin alt ve üst aşamaları olarak tarif edilenler dışında bir “ön” aşama yoktur. Sosyalizm ve komünizm dışında, “geçiş toplumu” kavramıyla tarif edilebilecek üçüncü bir aşamanın Marx’ın modelinde oturtulabileceği bir yer bulunmamaktadır.
“Genellikle sosyalizm olarak nitelenen şeyi Marx, komünist toplumun ‘ilk’ ya da alt aşaması diye adlandırıyordu”10 sözlerinin sahibi Lenin de, Marx’ın modeline bağlılığını ifade ediyordu. Fakat Troçki, Marx’ın modelinin gelişmiş bir kapitalizmi temel aldığını, oysa Rusya’da kapitalist gelişmenin çok ilkel olduğunu, dolayısıyla sosyalizme geçiş için gerekli maddi koşulların bulunmadığını ileri sürerek, yaşanan süreci olsa olsa “kapitalizmden sosyalizme geçiş için bir hazırlık rejimi”11 olarak değerlendirmeyi öneriyordu. Ve böylesi bir “dörtlü aşama” tarifi yaparak, düğümü bir kez daha Rusya’da sosyalizmin kurulamayacağı inancına atıyordu.
Marx’ın gelişkin bir kapitalizmi temel aldığı da, Rusya’da kapitalist gelişmenin geri kalmışlığı da inkar edilemez. Fakat Lenin buradan sosyalist kuruluşa acil ve ağır görevler çıkarırken, Troçki sosyalizm için beklemeyi salık veriyordu. Fark, Troçki’nin beklemeyi önerdiği yerde Lenin ve arkadaşlarının sosyalist kuruluşa başlamalarında ortaya çıktı. Tarihin cilvesi midir bilinmez, ama sosyalist iktidarın acil ve ağır görevini en yakıcı biçimde betimlemek yine Troçki’ye düştü: “Sosyalizm öncesi sorunların çözülmesi için sosyalist yöntemlerin uygulanması.”12
Rusya’ya sosyalizmi yakıştıramayanların bir başka dayanağı ise devletin sönümlenmemiş olması ve sınıfların varlığını sürdürmesiydi. Buna, Marx’ın sosyalizm tasarımında devletin sönümlendiği ve sınıfların ortadan kalktığı iddiası da eklenince, Rusya’daki rejimin sosyalist olmadığı “kanıtlanmış” oluyordu. Fakat ne Marx ve Engels’te ne de Lenin’de sosyalist toplumda devletin sönümlenmesi ve sınıfların ortadan kalkması gibi bir beklenti bulunur. Aksine proletarya diktatörlüğünün cisimleşmiş hali olarak sosyalist devlet, kuruluş sürecinin ve sosyalizmin en önemli bileşenlerinden biridir.
Bu zorunluluğu en yakıcı biçimde hisseden de yine Lenin olmuştur. Marx’ın Gotha Programı’na düştüğü kenar notlarında, devletin sosyalizmdeki siyasal ve yönetsel rollerine dikkat çeken Lenin, “devletin tam olarak yok olmaya yüz tutuşu”nu,13 bırakın sosyalizmi, ancak komünist toplumun yüksek aşamasında olanaklı görüyordu.
Dahası var mı? Var. Aynı incelemede, Marx’ın “komünist toplumdaki geleceğin devletinden” söz edişine değinerek soruyor Lenin: “Burada bir çelişki yok mudur?”. Yanıt: “Hayır.”14
Troçki ise, bırakın devletin ancak komünizmde sönümlenmeye yüz tutmasını, Sovyet devletini daha ilk yıllarında düşman safına yerleştirmişti. Uzun ve zorlu bir mücadeleye hazırlanan sosyalist devlet, Troçki için, daha “varlığının yirminci yılında yalnızca ölüp gitmemiş değil, ‘ölüp gitmeye’ başlamamıştır bile.”15 Kuşkusuz, hem Marx hem de Lenin için söz konusu olan devlet, eski devlet aygıtının devamı ya da benzeri değildir. Fakat son derece uzun ve çatışmalı bir tarihsel gelişimin nihai sonucunu birkaç yılda görmek istemek, Troçki’nin huysuzluğundan başka bir şeyi ifade etmemektedir.
Bu huysuzluğun kaynağında ise iki düşünce bulunuyor: Sosyalizmde sınıf mücadelesinin varlığını kabul etmemek ve proletarya diktatörlüğünü salt bir baskı aygıtı olarak değerlendirmek. İlki için söylenecekler sınırlı; Lenin defalarca belirtti: “Proletarya diktatörlüğü sınıflar savaşımının sonu değildir; onun yeni biçimler altında sürmesidir.”16 Devlet de Marksistlerin sapkın bir aşk besledikleri kurumsal otorite değil, bu sınıf savaşımında kullanmak üzere ellerinde tuttukları en etkili silahlardan biridir.
Bir tür “negatif proletarya diktatörlüğü”17 anlayışı olan ikincisi ise bir miktar daha ilgiyi hak ediyor. Ancak bu anlayışı mantıksal sonuçlarına kadar takip ettiğimizde, karşımıza bu yazıda sık tekrarlanan bir vurgu çıkıyor: Troçki’nin Rusya’da sosyalizmin kurulabileceğine dair inançsızlığı. Deyim yerindeyse, Troçki hâlâ Avrupa’dan gelecek desteği bekliyor ve destek gelene kadar da proletarya diktatörlüğünün idari ve cebri uygulamalarla durumu idare etmesi gerektiğini düşünüyordu.
Oysa Lenin için proletarya diktatörlüğü salt bir baskı aygıtı değil, esas olarak sosyalizmin kuruluş sürecinde kritik roller üstlenen ve sosyalizme yönelik pozitif adımların atılmasını olanaklı kılan devrimci bir araçtı. Rusya’da sosyalizmin yaşayamayacağını sananlar, doğal olarak, kaba bir baskı aygıtının ötesinde kuruluş sürecinin en etkin aktörü olarak sosyalist devlete gerek görmediler. Bolşevikler ise sosyalizmi kurmak için kolları sıvamışlardı bile; sosyalist devlet başta olmak üzere, ellerindeki her tür aracı sonuna kadar kullanmaya hazır halde…
İşçi sınıfı adına ve sosyalist kuruluş sürecinde kullanıma sokulan bu devlet ise Troçki için devasa bir bürokrasi makinesinden başka bir şey ifade etmedi. Sosyalist devletin attığı pratik adımların gerekli kıldığı idari ve teknik örgütlenmeyi ciddiye almayan Troçki, baktığı her yerde acımasız dişlilerinden kan damlayan bir bürokratik mekanizma aradı. Bulup bulabildiği ise sanayi ve tarım işletmelerinin idari sorumluları, teknik/uzman personeli, ustabaşıları; devlet ve sovyet kurumlarının yöneticileri, idari personeli, örgütçüleri; ve partinin ülkenin her köşesine koşuşturup duran militanları oldu.18 Ya Sovyetler’deki gerçek bürokrasi? Onlar Troçki’yi desteklemekle meşguldü.19
Tez: Sovyetler’in yıkılması, en başta bu yazı olmak üzere, Ekim’i savunmaya yönelik her türlü çabayı geçersizleştirmiştir.
Bu yazının son sözünü, yenilginin ne demek olduğunu en iyi bilen ve sonuçlarını hayatıyla ödeyen bir büyük devrimcinin söylemesi en doğrusu:
“Devrim, nihai zaferin bir dizi ‘yenilgilerden’ geçerek hazırlanabildiği tek savaş biçimidir – bu da, onun özel hayat kanunudur.”20
Dipnotlar
- Troçki, Lev, Rus Devriminin Tarihi – Şubat Devrimi: Çarlığın Devrilmesi, 1. Cilt, çeviren: Bülent Tanatar, İstanbul, Yazın, 1998, s. 25.
- Hobsbawm, Eric, Tarih Üzerine, çeviren: Osman Akınhay, Ankara, Bilim ve Sanat, 1999, s. 259.
- Engels, Friedrich, “Joseph Bloch’a Mektup”, K. Marx-F. Engels: Seçme Yazışmalar içinde, 2. Cilt, çeviren: Yurdakul Fincancı, Ankara, Sol Yayınları, 1996, s. 237.
- Çulhaoğlu, Metin, Sovyet Deneyinden Siyaset Dersleri, Ankara, Gelenek Yayınları, 1989, s. 18.
- age, s. 24.
- Troçki, Lev; age, s. 19.
- Carr, Edward Hallett, Bolşevik Devrimi 1917-1923, 2. Cilt, çeviren: Orhan Suda, İstanbul, Metis Yayınevi, 1998, s. 268.
- Stalin, Josef, Leninizmin Sorunları, çeviren: Muzaffer Erdost, ikinci baskı, Ankara, Sol Yayınları, 1992, s. 109.
- Marx, K., F. Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çeviren: M. Kabagil, üçüncü baskı, Ankara, Sol Yayınları, 1989, s. 41.
- Lenin, V. İ., Devlet ve Devrim, çeviren: S. Kaya-İ.Yarkın, Ankara, İnter Yayınları, 1995, s. 117.
- Troçki, Lev, İhanete Uğrayan Devrim, çeviren: Ayla Ortaç, üçüncü baskı, İstanbul, Yazın Yayınevi, 1998, s. 70.
- age., s. 77.
- Lenin, V.İ.; “Gotha Programının Eleştirisi Üzerine”, K. Marx-F. Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi içinde, çeviren: M. Kabagil, üçüncü baskı, Ankara, Sol Yayınları, 1989, s. 143.
- age, s. 140.
- Troçki, Lev; age, s. 73.
- Lenin, V. İ., Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, çeviren: Muzaffer Erdost, ikinci baskı, Ankara, Sol Yayınları, 1992, s. 157.
- Hekimoğlu, Cemal, Stalin’i Anlamak, İstanbul, Gelenek Yayınları, 1998, s. 21.
- Troçki, Lev, age, s. 142.
- Hekimoğlu, Cemal, age., s. 84.
- Luxemburg, Rosa, Spartakistler Ne İstiyor?, çeviren: Ragıp Zarakolu, İstanbul, Belge Yayınları, 2008, s. 170.