Emperyalizm ve Anti-Emperyalist Mücadele Haritaya Nasıl Yerleştirmeli?

Aklı başında sosyalistlerin kimi evrensel olgulara ilişkin kuramsal çözümlemelere titizlikle ve belirli ölçütlerle yaklaşmalarında her zaman yarar vardır.

Dikkat edilirse burada iki niteleme yapılıyor: Birincisi gündemdeki olgunun evrensel boyut taşıması; ikincisi ise aynı olguya yönelik kuramsallaştırma. Titizliği gerektiren, evrensel olguları ele alan kuramsal çabaların tanım gereği zaaf ve boşluklarla malul olmaları değildir. Sorun başka yerdedir.

Sorunu tarif için bir adım daha atabilir: Evrensel bir olguyu kuramsal planda çözümleyen herhangi bir yaklaşım bunun ötesinde belirli bir politik stratejiyi de gene evrensel ölçekte öneriyorsa (dayatıyor ya da ima ediyor da denebilir) bilin ki kuramsal çözümlemenin kendisinde birtakım boşluklar vardır. Tersinden de söylenebilir: Uluslararası ölçekte tek tip bir politik strateji öneriliyorsa bunun gerisindeki kuramsal yapı kendi içinde büsbütün tutarlı ve boşluklardan arınmış olamaz. 1

Sözün geleceği yer herhalde bellidir: “Kentlerin kırlardan kuşatılması” dogmasından başlayarak oradan ulusal burjuvazi önderliğindeki kopuş vizyonuna, “küreselleşme” sürecini enformel iletişim ağlarıyla kendi içinden dönüştürme perspektiflerine ve nihayet “imparatorluk” adı verilen bir konfigürasyonun, “çokluk” denilen bir özne tarafından kapitalizmin dışına taşınması önerisine uzanan stratejilerin, kendi dayanaklarını oluşturan emperyalizm (ya da “küreselleşme”) çözümlemelerinde de boşluklu olduklarını söylemekte sakınca yoktur.

Yazının amacı bu tür siyasal stratejilere dayanak oluşturan kuramların ayrıntılı eleştirisine girmek değildir. Gene de bir noktanın altını çizmekte yarar var: Herhangi bir ülkedeki, bu arada elbette Türkiye’deki sosyalistler belirli siyasal çıkarımları da içeren güncel emperyalizm ya da “küreselleşme” değerlendirmelerine karşı konumlarını belirlerken bu kez uluslararası sol harekette bir dönem tutunabilen geleneksel kimi anti-emperyalist mücadele stratejilerine geri çekilmek zorunda değillerdir. Yaygın oldukları dönemde bile ancak yavan söylemlerle savunulan bu stratejiler hangi ülkede olursa olsun hem anti-emperyalist hem de sosyalist mücadelenin gündeminden büsbütün çıkartılmalıdır. 2

Sırada konuyla ilişkisi dolaylı sayılabilecek birkaç küçük not daha var.

Sosyalist mücadeledeki dolayımlar çok özel uğraklar dışında (örneğin bir dünya savaşı gibi) ancak ulusal ölçekte yaşanan pratik ve deneyimle belirginleşir. Soru şudur: Bir ülkede en geniş kesimlerin yaşayacağı hangi deneyim, gündemdeki hangi özel duyarlılık noktası, hangi alandaki yaygın tepkiler, öfke vb. bu kesimlerle sosyalizm arasında daha sıkı ilişkiler kurulmasına vesile olabilir?

Bugün kalkıp hiç kimse, şu ya da bu sosyalizm deneyiminin böyle dolayımlara hiç gerek olmadan, salt “üretim araçlarının özel mülkiyeti ile üretimin sosyal karakteri arasındaki çelişki” temelinde yaşandığını söyleyemez. Daha ötesi de var: Gene hiçbir özne, kendi ülkesindeki özel dolayımın hangi olguda belirginleşeceğini önceden belirleyip varını yoğunu buraya yatıramaz. Yatıramaz, ama bu arada yapılması gereken işler de vardır. Örneğin siyasal özne, somut verilerden hareketle siyasal değerlendirmelere yönelerek belirli gündemlere, duyarlılık noktalarına ve çelişkilerin özel yoğunlaşma gösterdiği alanlara yüklenebilir. Bu, sosyalist mücadelede mutlaka olması gereken deneyimselciliğin gereğidir. Makul ön değerlendirmelere dayalı bu tür yüklenmelerden istenilen sonuçlar alınamazsa başka alanlara kayılır; elbette felaket getiren sonuçlar dışında, “yüklenme alanımı yanlış seçmişim” diye hayıflanmaya gerek yoktur.

Bu anımsatmaların ardından birkaç adım daha atalım.

Kimi ek kavramlara başvuracak olursak, “ana dolayım” ya da “taşıyıcı paradigma” konusu iki düzlemde ele alınabilir. Birinci düzlemde söz konusu olan, geniş kesimlerin, gündemde özel ağırlık kazanan bir olgudan-durumdan hareketle, bu olguya-duruma ilişkin özel tepki ve duyarlılıklar sonucunda sosyalist mücadeleye, giderek bu mücadeleyi sürükleyen özneye yakınlaşmasıdır. İkinci düzlemde ise, konunun içeriği, “taşıyıcı paradigma” kavramını gündemden düşürecek ölçüde farklıdır. Çünkü burada söz konusu olan, belirli bir hedefe ulaşmak için mutlaka aşılması gerektiği düşünülen, başka bir deyişle bu hedefin önündeki başlıca ve temel engeli oluşturduğu varsayılan olgudur-durumdur. “Öndeki tepeyi aşmadan arkadaki tepeye ulaşılamaması” ya da burada nakledildiği gibi “bir makalenin önce ilk yarısını yazma zorunluluğu” türü metaforlar, bu ikinci düzlemle ilgili kimi çıkarımlardır.

O halde, Türkiye’nin durumunu, Türkiye kapitalizminin yapısını ve dünya kapitalizmiyle-emperyalizmiyle eklemlenme biçimini gözeterek belirli bir ara sonuca ulaşabiliriz: En genel anlamda anti-emperyalist mücadele, daha özel olarak da ABD’nin Orta Doğudaki operasyonlarına ve Türkiye’nin Irak bağlantılı askeri girişimlerine karşı gösterilecek direnç, yukarıda anlatılan ikinci düzlemle değil birinci düzlemle ilişkili olarak kurgulanabilir. Şöyle de söylenebilir: Genelde anti-emperyalist söylem ve mücadele, özelde ise örneğin ABD’nin Irak’taki dahil güncel operasyonlarına ilişkin siyasal çalışma, propaganda ve ajitasyon, geniş kesimleri sosyalizme, sosyalizmi de geniş kesimlere yakınlaştıracak “taşıyıcı” bir paradigma olabilir; dahası, bu yakınlaşmayla ortaya çıkabilecek yeni dinamiklerin sosyalist mücadelenin önünü açacağı da öngörülebilir; ne ki aynı başlıkları Türkiye’de sosyalist iktidarın stratejik önkoşulu saymanın anlamlı bir yaklaşım olduğu söylenemez.

Gelinen bu noktada siyasal süreçlerde özel bir başlık olarak anti-emperyalist mücadelenin özellikle ikinci düzlemdeki klasik-geleneksel varsayımlarına kısaca göz atabiliriz.

Temel varsayımlar: Bugün hangileri gerçekçi sayılabilir?

Klasik-geleneksel anti-emperyalist mücadele anlayışının köşe taşını, verili ülkedeki ekonomik gelişmenin en başta, hatta neredeyse yalnızca ülkenin emperyalizme bağımlılığı nedeniyle engellendiği görüşü oluşturur. Devamı şöyle gelir: Verili ülkede emperyalizme bağımlılık durumunu yaratan, bir avuç işbirlikçi komprador ya da “oligarşi”dir; oysa nüfusun büyük çoğunluğunun çıkarları, kendileri pek farkında olmasa bile bu bağımlılık ilişkilerinin kesilip atılmasını gerektirmektedir. Çıkarları emperyalizme bağımlılık durumuyla çelişen kesimler arasında “ulusal burjuvazi” de vardır. Dolayısıyla, anti-emperyalist mücadelenin temel stratejisi, çıkarları emperyalizmle çatışan sermayedarlar dahil en geniş kesimlerle birlikte mevcut sistemden kopuştur.

Geleneksel yaklaşımın günümüzdeki savunucuları, sistem dışına çıkılmasını “ulusal-popüler kopuş” olarak tanımlamaktadırlar: “Ulusal ve popüler devrim ve kopma, dünya kapitalist sistemin çeperindeki halkların ilerleme savaşımının hala stratejik amaçlarıdır.” 3 Aynı yargı, bir başka yerde şöyle pekiştirilmektedir: “(…) ulusal kurtuluş hareketi tüm tarihsel bileşenleri (burjuva halkçı ‘sosyalist’) ile dünya satranç tahtasında en aktif toplumsal güçtür.” 4 Bu savlara gerek en genel planda (emperyalizmin günümüzdeki eklemlenme biçimi), gerekse örneğin Türkiye’nin özelliklerinden kalkarak pek çok şerh düşülmesi mümkündür.

Kanımca, bu tür stratejilere kaynaklık eden küresel emperyalizm çözümlemelerinin en kusurlu yanı, mevcut eklemlenmenin, “merkez” ve “çeper” olarak aşırı kutupsallaştırılmış biçimde görülmesidir. Oysa, uluslararası kapitalizmin özellikle günümüzdeki konfigürasyonunda, siyah (“merkez”) ve beyaz (“çeper”) dışında çok sayıda “gri” ülke görmek mümkündür. Dahası, “siyahın” ne kadar yekpare sayılabileceği de ayrı bir tartışma konusudur. Dünyadaki emperyalist merkezlerin bugünkü karşılıklı konumlanışlarıyla ve sermayenin uluslararası dolaşımıyla ortaya çıkan süreçler, “beyazı” kendi içinde daha fazla ayrıştırmakta, kimi ülkeleri “daha beyaz yıkarken” diğerlerini griliğe terfi ettirmektedir. Sanırım bugün kimse örneğin Türkiye, Brezilya, Hindistan ve Arjantin gibi ülkeleri “çeper” olarak Kenya ve Tanzanya ile aynı sepete koymayacaktır.

Özellikle vurgulamak istiyorum: Burada “ulusal-popüler kopuş”, dünya kapitalizminin bundan böyle yaşayabileceği dönemler de dahil, her koşulda ve istisnasız bütün ülkeler için geçerliliğini peşinen yitirmiş bir model sayılmamaktadır. Başta söylenene dönersek, eleştiriye konu olan, uluslararası kapitalizme ilişkin belirli bir çözümlemenin, tek tip bir karşı mücadele modeline altlık yapılmasıdır. İtiraz burayadır. Bu açıklamanın ardından, ek şerhlerle devam edebiliriz.

Emperyalist sistemden “ulusal-halkçı” kopuş tartışması bağlamında iki noktanın özel önem taşıdığı söylenebilir. Bunlardan biri, kopuşu gerçekleştiren ülkenin sağlayabileceği dış ya da uluslararası destekle ilgilidir. Diğeri ise, kopuşun ve onu önceleyen mücadelenin ideolojik çerçevesi sorununu gündeme getirir.

İlki konusunda ileri sürülebilecek sav şu: Tarihsel olarak bakıldığında, emperyalist sistemden ulusal-popüler kopuşun ya da buna yönelik çabaların belirli bir mantığa oturmasını sağlayan en büyük etken, karşıt bir sistemin, dünya sosyalist sisteminin varlığı olmuştur. Bu sava bir ek daha yapmak gerekiyor: Sosyalist sistemin varlığının yanısıra, uluslararası kapitalizmin 1980’lere kadar geçerliliğini koruyan eklemlenme biçimi de ulusal-popüler kopuş girişimlerine belirli bir alan tanımaktaydı. İsteyen, bu ikisini aynı madalyonun iki yüzü olarak da görebilir. Ama sonuç değişmiyor: Karşıt bir sistemin yokluğu ve uluslararası kapitalizmin günümüzdeki eklemlenme biçimi, ulusal-popüler kopuş imkanlarını büsbütün ortadan kaldırmasa bile kısıtlamakta, ayrıca kopuş sonrası izlenecek süreçlerde “geriye dönüş” dinamiklerine güç kazandırmaktadır.

Bu noktada, tercüme bir deyime başvurursak “boğayı boynuzlarından kavramak” gerekiyor. Yürütmeye çalıştığım türde her tartışma, zorunlu olarak belirli bir yalınlaştırma düzeyinde anlam taşıyabilir. Örneğin, burada “ulusal-popüler kopuş” modeli tartışılırken, bunun somut olarak nasıl cisimleşebileceği üzerinde bir yere kadar da olsa durmak gerekir. Sosyalizmi hedefleyen hiçbir girişim katışıksız olamayacağı gibi, adı “ulusal-popüler kopuş” konulan herhangi bir çıkış da adından başka hiçbir şey çağrıştırmayacak bir katışıksızlık içeremez. Daha açık söylenirse, hiçbir ulusal-popüler kopuş, bir yanda sermayenin çeşitli kesimlerinin, diğer yanda da işçi sınıfının ve sosyalistlerin kendi sınıfsal aranışlarını bir süre için sıfırlayıp varlarını yoklarını böyle bir kopuşa emanet edecekleri bir rotada yol alamaz. Eğer böyleyse, sonucun bir kenara yazılmasında sakınca yoktur: Kapitalizmin özellikle “gri” ülkelerde ulaştığı gelişmişlik düzeyi ve birikmiş sınıf mücadelesi deneyimleri “ulusal-popüler kopuş” modelini kendilerine misyon yüklenen sermaye kesimlerinden daha da uzaklaştırırken, aynı modeli bu kez içine kendi sınıfsal çıkarlarını ve özlemlerini belirleyici biçimde katmak üzere işçilere-emekçilere yakınlaştırmaktadır. İşçi-emekçi damgasını çok daha belirgin biçimde taşıması kaçınılmaz bir modelin, bu noktadan sonra özgün adıma (ulusal-popüler kopuş) ne ölçüde denk düşeceği ise ayrı bir tartışma konusudur.

Az önce önemli ikinci nokta olarak kopuşun ve onu önceleyen mücadelenin ideolojik çerçevesinden söz etmiştim.

Kanımca belirli bir toplumun kendi özgün tarihsel deneyiminin ürünü olan ideolojik kültürel ve ahlaki değerler emperyalizme ilişkin konumlanışta zaman zaman sınıfsal öğeler kadar önem kazanabilir. Burada kastettiğim belirli bir ideolojik yönelimin özellikle emperyalizm olgusu karşısında sınıfları kesebilen bir yaygınlık ve etki taşımasıdır. Örnekler belki tekil ülkelerden kalkarak da verilebilir. Ama daha “kıtasal” örnek gerekiyorsa akla ilk gelecek olan kuşkusuz Latin Amerika’dır.

Burada özellikle sözünü ettiğim bunu da içerse bile kendini salt emperyalizm karşıtlığıyla tanımlamayan bu anlamda yaşamın ve var olan durumun çok farklı alanlarını da kapsayan ayrıca temel sınıflardan herhangi biriyle bire bir ilişkilendirilmesi mümkün olmayan bir ideolojik-ahlaki-kültürel değerler kümesidir. Buna Latin Amerika bağlamında “kurtuluş teolojisi” adı verilmektedir. Kurtuluş teolojisinde bağımlılık kuramcılarının söylemlerinden dinsel motiflere; sınıfsız ve eşitlikçi bir dünya özleminden emperyalist tekellerine duyulan nefrete ve kapitalizm eleştirilerine kadar uzanan çeşitli motiflere rastlanır. 5

Kurtuluş teolojisinden geçerken söz etmemin nedeni bu tür özel birikimlerin anti-emperyalist mücadele bağlamındaki öneminin vurgulanmasıydı. ABD’ye karşı 12 yıl aralıksız savaşan Vietnam halkının bugünkü yönelimlerini bilemiyorum. Ama şunu söyleyebilirim: Bugün Latin Amerika halkları sosyalist Küba’ya 70 küsur yıl sosyalizmi yaşamış eski Sovyetler Birliği halklarından daha fazla yakınlık ve sempati duyuyorlarsa bunda hiç kuşkusuz “kurtuluş teolojisinin” önemli bir payı vardır. Lula ve Chavez’in arkasındaki kitle desteği için de benzer şeyler söylenebilir.

Türkiye’ye gelirsek kimi yerlerde “tarihte emperyalizme karşı ilk kurtuluş savaşını veren ülke” olarak atıfta bulunulan bu ülkede söz konusu savaşın bugüne taşınan bir birikimi ve geleneği olduğu söylenebilir mi Ya da bu toprakların “kurtuluş teolojisinin” bir başka versiyonunu bu kez örneğin İslamiyet ekseninde ürettiği ileri sürülebilir mi

Şimdi diğer başlıklarla birlikte bu soruları ele almak gerekiyor.

Günümüzde emperyalizm: Öne çıkan özellikler

Az önceki sorulara döneceğim. Ancak bundan önce temel denebilecek kimi konuların açıklığa kavuşturulması gerekiyor.

Açıklık için bir dönem Türkiye solunda da hayli revaçta olan “iç dinamik-dış dinamik” tartışmasına dönmekte yarar var. Çıkış noktası olarak mevcut dünya sistemi içinde görece geri kalmışlığın mutlaka çeperleşmeyle (periferileşme) sonuçlanacağını ileri süren şu değerlendirmeye kulak verebiliriz: “Başka bir deyişle emperyalist kopuş dünya sisteminin oluşumunda bir nitelik değişimine işaret eder. Şöyle de söylenebilir: Daha önce belirleyici rol oynayan iç etmen 19. yüzyılın sonundan başlayarak dış etmen tarafından büyük ölçüde gerilere itilmiş bu etmen tarafından gölgede bırakılmıştır.” 6

Bu değerlendirmede çekince konulacak yan kuşkusuz emperyalizm dönemiyle birlikte dış etmenin tek tek ülkeler için öneminin artması değildir. Bunun tersini kimse ileri sürmüyor. Ne var ki başlarda da değindiğim gibi emperyalist merkez ya da merkezler dışında dünyanın geri kalan tümünün “çeper” sepetine konulması üstüne üstlük “dış etken-iç etken” dengesizliğinin “çeperin” tümü için ayrım gözetmeden geçerli sayılması ciddi sorunlar yaratmaktadır. Basit’iki örnekle yetineceğim: Türkiye’nin 2. Dünya Savaşı sonrasında emperyalist kampta yer bulmak için bunca yola başvurmasında ülkede savaş döneminde özel bir palazlanma yaşayan tarım ve ticaret sermayesinin aranışları hiç mi rol oynamamıştır 7 12 Eylül’ün hemen öncesinde 24 Ocak 1980’de benimsenen yeni politikalarda ülkedeki ekonomik ve sınıfsal dengelerin hiç mi payı yoktur

Bu sorulara “ama her iki örneğin de izi sürüldüğünde karşımıza bir kez daha kapitalizmin uluslararası yönelimleri çıkar” yanıtı verilirse böyle bir yanıt kolaycılıktan öteye geçmez. Eğer öyleyse “kapitalizmin uluslararası yönelimleri” neden kimi ülkeleri en kısa sürede ve radikal değişikliklerle etkilerken diğerlerine bu etki daha gecikmiş ve parçalı olabilmektedir

Buradaki gündem görece dar anlamda ekonomik-siyasal çözümlemelerin ötesinde metodolojik yönler de içermektedir. Tarihsel süreçlerde belirli bir etmenin başatlığı ancak bir başka etmenle oluşturduğu uyum ya da bütünlük içinde kendi gerçekliğine ve anlamına ulaşabilir. “Dış etmen” kendi başına şöyle ya da böyle tanımlanabilir; ancak Türkiye’de Meksika’da Endonezya’da Rusya Federasyonu’nda vb. gündeme getirdiği özgül durumlardan bağımsız olarak alındığında böyle bir “etmenin” ansiklopedik tanım dışında gerçek içeriğinden söz etmek güçleşir. Bu söylenen “gri” ülkeler için özellikle geçerlidir. O halde bir kez daha vurgulayalım: Türkiye gibi ülkeler söz konusu olduğunda ülkedeki temel sınıflardan bir bölümünün aktif ve aranışçı toplumun görece daha geniş kesimlerinin ise ideolojik kuşatılmışlıktan çaresizlikten vb. kaynaklanan pasif onayı olmaksızın herhangi bir “dış etmenin” belirli bir coğrafyaya istediği şekli vermesi mümkün değildir.

Metodolojik yaklaşım dışında konuyla daha doğrudan ilgili somut gerçeklere de bakabiliriz. Emperyalizmin dünü ile bugünü arasında görülen belirgin ve önemli faklılıklardan biri bugünkü emperyalizmin ekonomik toplumsal kültürel yönetsel vb. alanları da kapsayan bir politikalar-programlar bütünlüğünü temsil etmesidir. Örneğin TKP Parti Konferansı Merkez Komite Tezlerinde de belirtildiği gibi bugün “emperyalizmin doğasına özgü klasik askeri-jeopolitik çizgi ile genel olarak ‘neoliberalizm’ başlığı altında toplanabilecek politikalar arasında” belirli bir bütünlük bulunmaktadır. 8 Bu bütünlüğün salt “dış dayatmaya” indirgenmesi verili ülkedeki sınıf dinamiklerini büsbütün boşlayan bir yaklaşım olacağından ciddi sakıncalar içermektedir. En ciddi sakınca ise şudur: Dış dayatma indirgemecisi bir yaklaşımın ülkedeki gerçek sınıf konumlanışlarına ve ilişkilerine dayanan bir siyasal mücadele perspektifi oluşturması mümkün değildir.

Devam edelim: “Liberalleşme ayak sürüyen hükümetlere yukarıdan dayatılmamıştı. Sıra neoliberalizme geldiğinde bunlar ne direnmiş ne de yansız kalmışlardı. Var olan toplumu kabul eden sol görünümlü hükümetler dahil tüm dünyadaki hükümetler bu geçişte aktif katılımcıydı ve oyunun değişen kurallarını kabul etmek zorundaydılar. Bu olayın gösterdiği şey ulus devletin yok oluşu ya da sönümlenişi değil ama yeni bir tarihsel evreye uyarlanmasıdır.” 9 Gerçekten de mesele belirli bir ülkede hakim üretim tarzı olarak kapitalizmin var olup olmadığı ardından kapitalizmin nesnel bir mantığa dayanıp dayanmadığı sorularına verilecek yanıtlardadır. Eğer bu iki soruya olumlu yanıt veriliyorsa belirli bir ülkedeki kapitalizmin “neoliberal” uyarlamalara kendi mantığıyla yönelebileceğini görmemek ve bu yönelimi salt dış etkene bağlamak anlaşılabilir bir yaklaşım olmayacaktır. Daha ileri gidip şunu da söyleyebilirim: Neoliberal uyarlanma kapitalizmin belirli bir ülkede yaşadığı tıkanıklıklardan ve sınıf dengelerinden büsbütün bağımsız “dış dayatma” olarak kavrandığında o zaman Turgut Özal’ı böyle bir “dayatma” henüz uluslararası planda gündeme gelmeden (1980) attığı adımlar dolayısıyla “dahi” saymak ya da Reagan ve Thatcher’le birlikte kapitalizmin yeni uluslararası yönelimlerini belirleyen üç beş kişiden biri olarak kabul etmek gerekecektir.

Siyasal mücadelede doğrudan yalın ve hemen anlaşılabilir propaganda malzemelerine başvurulması meşrudur. Sosyalistlerin olgu çözümlemelerindeki ayrıntı ve boyut zenginliğini pratik mücadele kanallarına hele hele propagandaya birebir yansıtmaları elbette mümkün değildir. Bunlar kabul edildikten sonra işin püf noktasına geliyoruz: Sosyalistler buldukları ve kullandıkları çarpıcı vurgu ve sloganları verili gerçekliğin bütünü ta kendisi sayma eğiliminden uzak durmalıdırlar.

Bu ülkede 1990’lı yılların ilk yarısında “kirli savaş” teması Kürt direnişi bağlamında yoğun biçimde kullanılıyordu. Bir ara öyle bir yere gelindi ki kimileri bu ülkedeki eğitim sağlık sosyal güvenlik vb. sorunların “kirli savaşın” sona ermesi halinde tasarruf edilecek kaynaklarla hemen çözülebileceğini söylemeye ve buna kendileri de inanmaya başladılar. Başka bir deyişle bu ve benzeri alanlardaki sorunlar ülkedeki kapitalizmin değil savaşın sonucu sayılıyordu.

Uluslararası finans kuruluşlarının ABD’nin ve AB’nin “dayatmaları” karşısında başvurulan propaganda yollan ve sloganlar da gün oldu az öncekine benzer noktalara taşındı. Özelleştirme işten çıkarma kamu kesiminin tasfiyesi düşük ücret-maaş politikaları hep dış dayatmalar sonucunda ortaya çıkıyordu. Liberal partileri geçtik “ulusal solcu” dinci ve faşist-milliyetçi siyasal çevrelerle birlikte “çıkarları emperyalizmle çelişen sermaye kesimleri” de bu dayatmalara bir türlü karşı çıkamıyorlardı. Unutulan nokta ülkede özellikle büyük sermayenin sınıf çıkarları gereği tam da bu uygulamaları istediği ülkedeki siyasal partilerin de ama ideolojik ama pragmatik gerekçelerle bu çizgiye büsbütün fit olduklarıydı.

1960’lara dönersek dönemin anti-emperyalist söyleminde “yerli işbirlikçiler” kavramına mutlaka yer verildiği görülür. O dönemin “yerli işbirlikçiler” kavramında biri nicel diğeri nitel olmak üzere iki boşluk sezilebiliyordu. Birincisi bu “yerli işbirlikçiler” ülkede mevcut sistemin üzerine eğreti biçimde oturan “bir avuç” çıkar çevresinden (nicelik) ibaret sayılıyordu. İkincisi bu işbirlikçiler sınıf çıkarları yaşam tarzları ve kültürel alışkanlıkları bakımından kendi ülkelerindeki formasyonun değil emperyalist sistemin bir uzantısı durumundaydılar (nitelik).

Bu boşluklarına karşın “yerli işbirlikçilere” yer veren dünkü kurguyu günümüzün salt “dış dayatmacılığa” oturan kurgusuna göre biraz daha gerçekçi saymak mümkündür. “Biraz daha” diyorum; çünkü bugün Türkiye kapitalizminin uluslararası kapitalizmle eklemlenme biçimini “işbirlikçilik” konumundan tanımlamak hayli dar ve eksik kalacaktır. Çünkü bu eklemlenmenin sınıfsal ekonomik ideolojik sosyal ve kültürel boyutları “işbirlikçilik” tanımını çok aşan verili toplumsal formasyonun bütün bölmelerine nüfuz eden (bu bölmelere içselleşen) düzeylere ulaşmıştır.

Bu söylenen ülkenin her yönüyle emperyalizme kaybedildiğini dolayısıyla direnç noktalarının da kırılmış olduğunu ima eden bir kötümserlik biçiminde yorumlanmamalıdır. Vurgulamak istediğim anti-emperyalist mücadelenin günümüzde çok daha geniş bir alana yayılması üstelik bu alanın her bölmesine derinden nüfuz edecek girişimlerle yürütülmesi gerekliliğidir.

Türkiye’de anti-emperyalist mücadele perspektifi: Elde ne var

Başlıkta yer alan “elde ne var” sorusu iki tarihsel dönemi akla getirebilir.

Birincisi 1920-22 dönemi Ulusal Kurtuluş Savaşı diğeri de 1960’larda özellikle öğrenci eylemleri temelinde yükselen anti-emperyalist dalga. Ayrıca “anti-emperyalizm” kavramını karşılamasa ve ülkede bu bağlamda herhangi bir dönem herhangi bir dalga yaratmamış olsa bile dinci ideolojinin kimi yönelimlerine de değinilebilir.

İlk ikisi konusunda net yargılardan çekinmemek gerekir. Geleneksel olan bir toplumun bütün hücrelerine nüfuz eder; kendi güncel bağlamlarını bu yönde özel çaba gösterilmeden de bulur ve bu anlamda kendini yeniden üretir. Gelenek budur; ikide bir hatırlatılma zorunluluğu duyulan hatırlatıldığında bile toplumda fazla yankı bulmayan tarihsel episodların “gelenek” ya da “tarihsel müktesebat” sayılması zorlama olur. Bu nedenle kadirşinas göndermeler dışında ne Kurtuluş Savaşı’nın ne de 60 dalgasının bu ülkede güncel bir anti-emperyalist mücadelenin temelini oluşturacak geleneği bize sunduğunu düşünmüyorum. Şöyle de söylenebilir: Türkiye’de anti-emperyalist mücadele tarihsel referanslardan çok güncel ilişkilendirmelere vurgulara ve yüklenmelere oturmak zorundadır.

Bu yargının ciddiye alınabilmesi için iki soruya açıklık getirmek gerekmektedir. Birincisi: Sözü edilen iki episod bir gelenek yaratılmasına neden yetmemiştir İkincisi: Güncel ilişki vurgu ve yüklenmeler olası tarihsel referanslara göre neden daha önemlidir

İlk sorunun yanıtı verili tarihsel dönemlerdeki sınıf ağırlığı ve düzenin kendi kurguları olmak üzere iki başlığı gündeme getirmektedir. Gelenek dediğimiz geniş anlamda halk kitlelerinin daha dar anlamda da sınıfın kendi yaşamışlığı ve deneyimiyle oluşup süreklilik kazanır. Burada söz konusu olan belirli bir dönemde yaşanan deneyimin belirli toplumsal kesimlere içselleşmesi bu anlamda popülerleşmesi ve aynı sınıfsal-toplumsal kesimlere kuşaktan kuşağa aktarılmasıdır. Kuşkusuz kurucu seçkinler ve öğrenciler de “toplumsal kesim” sayılabilir; ne var ki bu kesimlerin belirli tarihsel dönemlerde yaşayıp yaşattıkları daha geniş anlamda halkın-sınıfın yaşayıp yaşattıklarına göre çok daha sınırlı biçimde popülerleşebilmekte ve gelenekleşebilmektedir. 10 1920-22 dönemiyle 60’lardaki anti-emperyalist kabarmanın gerçek anlamda halk-sınıf ağırlığı taşımadığını herhalde herkes kabul edecektir.

İkinci başlığa geçersek sözü edilen dönemin her ikisinde de düzeni temsil eden kesimin birtakım özel kurgulara sahip olduğunu görürüz. Her ikisinde de tarihsel kökeni İttihat ve Terakki’de bulunabilecek olan reel politiker kadroların verili özel konjonktürden hareketle giriştikleri dış politika aranışları söz konusudur. İlkinde bir yanda genç Sovyet Rusya’yı hoşnut tutarken diğer yanda dönemin belli başlı emperyalist odaklarını en azından uzakta bırakıp Yunanistan’la baş başa hesaplaşma çabası ağırlıktadır. İkincisinde 50’lerin tam boy emperyalizm yardakçılığı dışında Kıbrıs konusunda belirli bir direnç hattı tutturmayı bu arada Sovyetler Birliği’nden en azından “kalkınma” çabalarında yararlanmayı öngören aranışlar başlamıştır. Kuşkusuz bu iki döneme ait daha popüler hareketlenmelerinin hep düzen tarafından maniple edildiğini söylemiyorum. Ancak şu da bir gerçektir: Her iki dönemde de düzen dışı denebilecek kesimlerin hareketliliği düzenin kendi kurgularıyla telafi edilebilmiş ya da var olan hareketlilik “gelenek oluşturacak ölçüde” bu kurguların etki alanının dışına çıkamamıştır.

Şimdi sona bırakılan iki başlığı “güncele vurgu” gerekliliği ile dinci ideolojinin yerini de kapsayacak bir toparlamaya gidilebilir.

Türkiye’de İttihat ve Terakki’den başlayarak düzenin küresel planda hep “sosyal darwinist” bir anlayışla hareket ettiğini daha önce çeşitli vesilelerle anlatmaya çalışmıştım. Sosyal darwinizm özellikle emperyalizme ve “dış güçlere” ilişkin konumlanışta çok önemli bir sonuca işaret ediyor: Yakalama ve yetişme dürtüsünün kopuş ve kurtuluşu ayrı bir düzlemde arama kurgularına göre her zaman daha ağır basması. Eğer anti-emperyalist bir geleneğin oluşmasında kitlesel tepki ve yönelimlerin merkezi düzeydeki (başka bir deyişle yöneten elit kesimlerdeki) radikal aranışlarla şöyle ya da böyle buluşması önemli bir rol oynuyorsa Türkiye’de bunlardan ikincisinin (kopuş düşüncesinin) hiçbir zaman “sahne almadığım” unutmamak gerekiyor. Latin Amerika için söylenene yeniden dönersek Türkiye’de “yetişme pragmatizmi” herhangi bir “kurtuluş teolojisinin” olası bütün kaynaklarını kurutmuştur.

O halde tarihsel olarak bakıldığında emperyalist merkezler dışındaki ülkelerin geçmişlerine “kurtuluş” ve “yetişme” olarak iki paradigmanın damga vurduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’de düzen burjuvazisi yönetici bürokrasisi burjuva siyasal partileri ve giderek özellikle geniş orta sınıfları ile hep “yetişme” paradigması içinde düşünmüş ve hareket etmiştir. “Biz bu kafayla Batılı olamayız” hayıflanmasının Türkiye’deki kadar kökleşmiş ve yaygın olduğu bir başka ülke gösterilebileceğini pek sanmıyorum.

Üstelik konunun ironik denebilecek bir yanı da vardır. Bu ülkede onyıllar boyu hep itelenmekten çepere itilmekten aşağılanmaktan ve hor görülmekten yakman dinci ideoloji ve onun belli başlı temsilcileri de “yetişmeci” paradigmanın nüfuzundan uzak kalamamışlardır. Yetişmeci paradigma içsel olarak yetişilmek istenene yönelik komplekslerin yanında çok geride kaldığı düşünülenlere yönelik bir şişinmeyi ve böbürlenmeyi de öngörür. En tipik örneklerinden biri işine geldiğinde mazlumu oynamayı seven Erbakan’ın Afrika ülkelerine ilişkin aşağılayıcı ifadeleridir. Bilindiği gibi Erbakan içerdeki siyasal polemiklerinden birinde muarızlarını “bunlar olsa olsa Tutu kabilesinin Anayasasını alabilirler” diyerek aşağılamış ışık kapatma eylemlerini de gene Afrika çağrışımlı “gulu gulu dansı” tabiriyle ıskartaya çıkartmıştır. 11 Özetle Türk modernleşmesine ve “yetişme paradigmasına” özgü üstten bakış radikal İslamcı konumlara bile pekala nüfuz edebilmektedir.

Güncele vurgu: Neden önemli

“Güncele vurgu” başlığında çıkış noktası günümüzdeki uluslararası süreçlerin türdeşleştirici (homojenleştirici) yanıyla ayrıştırıcı yanının mutlaklaştırmalardan kaçının bir bütünlük içinde görülmesi olmalıdır. “Küreselleşme” sürecine görece iyimser baktıkları söylenebilecek batılı sol akademisyenler bile önemli bir noktanın altını çizme gereği duymaktadırlar. Uzunca bir alıntıya başvuralım:

“Vurgulamak gerekiyor ki küreselleşme süreci zorunlu olarak küresel entegrasyonun artması sonucunu getirmez. Başka bir deyişle küreselleşmenin türdeş ya da birleşmiş bir toplumun ve siyasetin giderek daha fazla damga vurduğu bir dünya düzeniyle sonuçlanması mutlak değildir. Çünkü küreselleşme hem ayrıştırıcı hem de birleştirici güçler barındırmaktadır. Ayrıştırıcı ya da parçalayıcı güçleri mümkün kılan birkaç nedenden söz edilebilir. Devletler ve toplumlar arasındaki bağlantılılığın yoğunlaşması belirli mekanlardaki insanları etkileyen gelişmelerin alanını genişletir. Küreselleşme beraberinde getirdiği yeni dönüşüm ve değişim kalıplarıyla yerine yeni düzenleme sistemleri koymaksızın eski siyasal ve ekonomik yapıları zayıflatabilir. Dahası küresel ve bölgesel süreçlerin etkileri farklı uluslararası ve ulusal koşullara göre değişkenlik gösterebilir. Örneğin bir ülkenin uluslararası ekonomi güç blokları ve hukuk sistemi içindeki özel yeri bu tür koşullar arasındadır. Ekleyecek olursak küreselleşme ortak kimliğe ilişkin duyarlılıklar kadar siyasal farklılıklara ilişkin duyarlılıkları da artırabilir. Uluslararası iletişimin yoğunlaşması karşılıklı anlayışın önündeki engellerin kaldırılması yerine tersine ideoloji ve çıkar çatışmalarını ön plana çıkarabilir.” 12

Sözü uzatmadan özetlersek temel soru şudur: Özellikle anti-emperyalist mücadele açısından bakıldığında Türkiye’nin de bir parçası olduğu uluslararası süreçler bu ülkede kimleri (hangi toplum kesimlerini) uluslararası planda başkalarına yakınlaştırmakta kimleri okkanın altına itmektedir; neleri pekiştirmekte neleri çözmektedir; hangi ideolojik-sınıfsal duyarlılıkları köreltmekte hangilerini sivriltmektedir

Bu soruların yanıtı Türkiye’nin dünya emperyalist-kapitalist sistemiyle özel eklemlenme biçimine ilişkin derinlemesine çözümlemeleri davet etmektedir. Türkiye’nin AB ve ABD ile ilişkileri NATO içindeki yeri komşu bölgelere yönelik politikaları vb. işin daha çok bilinen dolayısıyla özel siyaset başlıkları türet ilebilecek yanlarıdır. Peki ülkenin dünya sistemiyle ekonomik ve kültürel entegrasyonu aynı bağlamda ne tür sonuçlar getirmekte hangi ayrışmalara özel duyarlılıklara yol açmaktadır İşin yeterince bilinmeyen ama örneğin anti-emperyalist mücadele bağlamında büyük önem taşıyan yanı da budur.

Elbette yukarıdaki soruların doyurucu yanıtını verebilecek durumda değilim. Bununla birlikte iki noktanın altını özellikle çizmek istiyorum. Bunlardan ilki ekonomik bütünleşmenin kapitalizmin güncel yönelimlerini gizleyici ve açığa çıkarıcı çelişik karakteriyle ilgilidir. Bu çelişik karakter uluslararası sermayenin verili bir toplumsal yapıyla olan somut ilişkileri bağlamında ele alınabilir. Pek çok gözlemcinin de vurguladığı gibi örneğin spekülatif amaçlı finansal akışlar (“serseri para” da deniyor) belirli bir ülkeyi tümden etkileyen ancak o ülkedeki topluma ve sınıflara dışsal bir olgudur. 13 Yaygın iflaslara kapanmalara ve milyonlarca kişinin işsiz kalmasına yol açsa da bu krizlerin geniş kesimlere emperyalizm bağlamında anlatılmasının önünde nesnel sınırlar vardır.

Buna karşılık büyük uluslararası şirketlere iş yapan yerli firmalarda ya da doğrudan yabancı sermaye yatırımlarında çalışanlar söz konusu olduğunda “dış piyasa””çok uluslu şirket” ve giderek ‘uluslararası kapitalizm” gibi kavramlar bu kesimlere dışsal ya da yabancı gelmeyecektir. Gelgelelim “ücretli emek sömürüsü” gibi bir kategori ortada dururken bu konumdaki işçilere salt “ulusalcılık” temelinde yaklaşmanın sosyalist özne açısından anlamlı bu kesimler üzerinde de etkili olabileceğini düşünmüyorum.

O halde konunun emperyalist-kapitalist. merkezler ve bloklarla siyasal-askeri boyutu bir yana bırakılırsa Türkiye’de anti-emperyalist mücadele çizgisinin temel olarak ülkedeki ekonomik-yapısal dönüşümlerin bütünü bazında kurgulanması çok daha yerinde görünmektedir. Bir koşulla birlikte: Böyle bir kurguda söz konusu dönüşümleri “dış dayatma” ötesinde sınıfsal çıkarlar gereği benimseyip bunların taşıyıcılığını yapan yerli güçlerin konumunu silikleştirmenin yeri olmamalıdır. Bu yaklaşım pratik olarak “daha çok sömürüleceksen bari seni kendi vatandaşların sömürsün” demekten başka anlam taşımaz.

Altını çizmek istediğim ikinci nokta ise işin kültür boyutuyla ilgili. Kültürel boyutun anti-emperyalist mücadele bağlamında öteden beri önem taşıdığı söylenebilir. Ne var ki bu boyutun özellikle son dönemde daha özel bir yer ve ağırlık kazandığını kabul etmek zorundayız. Gene kabul etmek zorundayız ki katı olan her şey “buharlaşmamış” ama siyaset başta olmak üzere pek çok alan günümüzde daha fazla “kültürel veçhe” kazanmıştır. Adını “post modernlik” olarak koymasak bile günümüz dünyasında “her şeyin kültürel hale geldiği herkesin kendi kültür dünyasında yaşamasının veya kendi yaşam tarzını bir kültür dünyasına dönüştürmesinin haklılaştırıldığı” 14 saptamasında önemli bir gerçek payı vardır.

Bunun konumuz açısından ne önem taşıdığı sorusuna gelirsek bir alıntıya daha başvurmak istiyorum. 11 Ekim günü oynanan Türkiye-İngiltere futbol maçı öncesinde yapılan bir yorum:

“Gazi Dolmabahçe’den Boğaza bakıp ‘geldikleri gibi gideceklerdir’ dediğinde fol yok yumurta yoktu ama…emperyalizm vardı. Sonra da sürdü! Özalizmin (vurgular yazarın mç) peşine takılanlara aferin! Dün sabah gençler ‘Beckham 7’ ‘David 23’ tişörtleriyle İstanbul’da dolaşıyordu. Bu özenti ayıbın daniskasıdır. Sponsoru bile uyarıda bulunmuş: ‘Erkek gibi davran.’ Üzülmedim içim acıdı. Küreselleşme adına geleneklerini kültürlerini emperyalizmin eline vermeyi öğrettiler bu çocuklara! Yazık. Sergen seksi futboldan sonraya koyunca tu kaka oldu…Adam biseksüelliği bayrak yapmış bizimkiler imreniyor yazık! Bari bugün giymeyin o özenti formaları çekin sırtınıza kırmızı-beyazları…Bakarsınız sizin içinizdeki sinerji gol olur düşer İngiliz kalesine!” 15

Bu sözlerin yorumuna girmeyip bir tahminimi aktarmak istiyorum. Bence Beckham formalarıyla dolaşan gençlere sorulsa muhtemelen yarısı İngiltere’nin ABD ile birlikte Irak’a müdahalesini tasvip etmediğini söyleyecektir. Ayrıca bu gençlerin büyük çoğunluğunun Irak’ta asker olarak görev yapmak istemeyeceği de söylenebilir. İngiltere’nin Irak politikalarının otomatikman Beckham düşmanlığı getirmesi gerektiğini söylemiyorum elbette; ancak burada kültürel olanın siyasal olanı bir başka yana itip şizofreni k bir durum yarattığını da kabul etmek gerekiyor. Gene iddia ediyorum: “Ya sev ya terk et” sloganına meraklı faşistlerin büyük bölümü kendilerine imkan tanınsa bir Avrupa ülkesinde yaşamayı tercih edecek ardından “seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli” şarkısını söyleyecektir.

Anlatmaya çalıştığım kültürel kozmopolitizmin anti-emperyalist mücadeleye temel olacak duyarlılık ve tepkiler açısından özel bir engel oluşturduğudur. Şöyle de denebilir: Belirli politika ve girişimlere yönelik tepkilerle bu politikaların kaynağım oluşturan merkezlere yönelik genel hayranlığın ortaya koyduğu ikilik anti-emperyalist duyarlılık ye tepkileri pekiştirme çabalarında ciddi güçlükler yaratabilmektedir.

Peki çözüm nerede olabilir Kültür alanındaki özel çalışmaların girişimlerin ve oluşumların önemini küçümsemiyorum. Ancak günümüzdeki kültürel hegemonyaya karşı mücadelenin gene salt kültür alanındaki oluşumlarla yükseltilebileceği görüşü önemli bir sakınca içerir. Bu görüş son çözümlemede siyasal olanın kültürel olan tarafından gerçekten yok edildiği savının geçerli sayılması anlamına gelir. Bu nedenle kültür alanındaki çıkışların siyasal çalışma ve yüklenmelere eşlik edecek bu yüklenmeleri belirli bir alanda pekiştirecek öğeler olarak görülmesi gerekir. Bu ikili yaklaşım siyaseti salt kültürel olandan “türetmeyi” öngören özel alancı kurgulardan çok daha makul görünmektedir.

Abartılı yaklaşımlara rezerv

İnsanın daha doğrusu aydının içsel eğilimlerinden biri olduğu söylenebilir:

Kendi özel konumunda yaşamında ve tercihlerinde süreklilik arayan aydın dış dünyaya abartılı bir değişim dönüşüm ve “kopuş” merceğinden bakabilir. Kapitalizmin 19. yüzyıla emperyalizmin ise 20. yüzyıl başlarına göre temel tanım ve özellikleri sorgulatacak ölçüde derin bir değişim ve dönüşüm geçirdiği savları özellikle aydınlara içsel bu eğilimle birlikte değerlendirilmelidir. Kuşkusuz bu eğilime eşlik eden temel kalkış noktası zaafları da söz konusudur. Örneğin kapitalizmi özünde ücretli emek sömürüsüyle değil de devletin ve toplumun organize oluş biçimiyle tanımlayan yaklaşımların (Weberei yaklaşım dahil) kapitalizmin artık kapitalizm olmaktan çıktığı sonucuna varmaları bir yerde doğal sayılmalıdır. Benzer biçimde gününüzdeki uluslararası süreçlerin temeldeki kapitalizm ile ilişkisini bulanıklaştıran hatta koparan yaklaşımların “emperyalizmin aşıldığı” yargısına ulaşmaları da şaşırtıcı sayılmamalıdır.

Yeri gelmişken daha başka bir kategoriden de söz edebiliriz. Örneğin Yalçın Küçük emperyalizmin tek başına ekonomik bir süreç sayılamayacağını vurguladıktan sonra.

“Hobson-Hilferding-Lenin emperyalizm teorisinde ekonomizm zaafı” buluyor ve şöyle devam ediyor: “Emperyalizm aynı zamanda hem bir askeri güç sorunu ve hem de bunun zaman zaman gösterimi işidir (…) Daha önemlisi emperyal yayılma mutlaka ideolojik bir donanım istemektedir ve bugün en çok buna dikkat etmek zorundayız.” 16

Küçük’ün son söylediği (ideolojik donanım gereği) gerçekten çok önemlidir; emperyalizm kuramında işin bu yanının çok eksik kaldığını görmemek mümkün değildir. Ancak emperyalizm olgusunun ayırt edici özünü ekonomik süreçlerde gören ve çözümlemesini bilinçli bir tercihle bu süreçlere odaklayan bir yaklaşımın salt bu nedenle “ekonomist” sayılması haksızlık olacaktır. Lenin emperyalizme ilişkin çalışmasında modem emperyalizmin “katışıksız ekonomik kökleri ile sosyo-politik kökleri arasındaki bağlantıya” işaret etmiş ardından 5 maddelik ünlü emperyalizm tanımının “temel ve katışıksız anlamda ekonomik kavramlara sınırlı kaldığım” özellikle belirtmiştir. 17 Emperyalizmin ideolojik ve kültürel boyutlarına ilişkin çözümlemeler yetersiz bulunuyorsa bu yetersizliğin Lenin’in tanımında görülen “ekonomizmin” caydırıcı ya da gündemden uzaklaştırıcı etkisine bağlanması aşırı ve haksız olacaktır.

“Askeri gücün” ve bu gücün “zaman zaman gösteriminin” kendi başına emperyalizmi kapitalizmin önceki döneminden nitel olarak ayrı yere koymayı gerektiren bir olgu sayılmasına ise ciddi çekincelerle yaklaşmak gerekir. Burada da uzunca bir alıntıya başvurmak istiyorum:

“İlk dönem modern devletlerin savaş kapasiteleri giderek artan ölçülerde kapitalist üretim ilişkilerinin olanak tanıdığı üretici güçlerdeki gelişmeden ne kadar yararlanılabildiğine bağlı hale geldi. Lenin ve Buharin’in Birinci Dünya Savaşı sırasında çözümlemiş oldukları gibi emperyalizmin özü Britanya’nın egemen güç olarak ortaya çıkmasına olanak tanıyan örüntünün genelleşmesinde yatmaktadır. Birbiriyle çekişmeli iki mantık 19. yüzyılda birbiriyle bütünleşti: Büyük güçler arasındaki askeri mücadele ile birikim halindeki sermayelerin ekonomik etkileşimi. A. J. P. Taylor’un deyişiyle Avrupa’da hakimiyet mücadelesinde ayakta kalmak için gerekli olan askeri teknolojilere erişim artık bir ülkede sınai kapitalizmin yaygınlığına bağlıydı. Almanya’nın yükselişi kapitalizmle militarizmin birbirlerine karşılıklı nüfuzunun nasıl bir güç sıçramasıyla sonuçlanabileceğini ortaya koydu.” 18

Bu alıntıdan hareketle vurgulamak istediğim nokta şu: Bir olgunun ya da tarihsel dönemin öncesine göre nitelikçe yeni olması bu olguyu hep birlikte tanımlayan istisnasız bütün tarihsel süreçlerin de kendi içlerinde niteliksel dönüşüm geçirmiş oldukları anlamına gelmez. Niteliksel dönüşüm kendi alanlarında nitelikçe değişimi geçiren süreçlerin toplam sonucu olarak değil belirli süreçlerdeki nitel değişimin az çok doğrusal bir çizgide gelişen diğer süreçleri de etkilemesi ve yeniden biçimlendirmesi olarak görülmelidir. “Hangi süreçler” sorusunun yanıtını ekonomide aramak başka deyişle kapitalizmin tekelci döneme girmesini diğer bütün alanlardaki süreçleri yeniden belirleyen ana etmen olarak görmek bu nedenle “ekonomizm” sayılamaz ve sayılmamalıdır.

Emperyalizm döneminde iç dinamiğin giderek geri plana düştüğü görüşü içerdeki sınıf ayrışmaları ve çelişkilerinin boşlanmasıyla birlikte sosyalizmle ilişkisi belirsiz bir “ulusal-popüler kopuş” modeline götürüyordu. İç dinamiği geri planda görmenin ötesinde büsbütün yok sayan güncel değerlendirmeler de vardır. Kabaca da olsa şöyle özetlenebilir: Emperyalizmle birlikte geri plana düşen iç dinamik bu kez “küreselleşme” ile birlikte sahneden neredeyse bütünüyle çekilmiştir. Arkası şöyle getirilmektedir: Bu durumda anti-emperyalist (emperyalizmin aşılmamış olduğunu düşünenler için) ya da küreselleşmenin dönüştürülmesini (emperyalizmin artık aşılmış olduğunu düşünenler için) hedefleyen mücadelelerin mekanı ulus-devlet değil ancak uluslararası ölçek olabilir…

Ölçek sorununa ve günümüzdeki dünya sistemi değerlendirmelerine burada ayrıntılarıyla girmeyi düşünmüyorum. İsteyen bu konuya ilişkin çalışmalara bakabilir. 19 Ancak basit de olsa kimi gerçekleri yeniden anımsatmakta yarar vardır. Örneğin

“En uç biçiminde şimdi sadece uluslararası savaşım mümkündür tezi açıkça saçmalıktır (…) Sözgelimi kendi topraklarında edilgen ve savunmacı olan Alman ya da Fransız sendikalarının aniden bir savaşçı ruh edinerek kutuplaşmayı Avrupa Birliği’ne taşıyacaklarını düşünmek saflıktır. Gerçekten de sadece Avrupa çapında kapsamlı bir eylemin geçerli olduğu gibisinden bu tür aşırı yorumlar gerçekte edilgenliğe çağrıdır. Çünkü Batı Avrupa’daki tüm işçi hareketlerinin eşzamanlı olarak aynı hoşnutsuzluk politik olgunluk ve bilinç düzeyine erişecekleri kolayca beklenemez.” 20

Bu ve benzeri gerçeklerden hareketle belirli bir yargıya ulaşmakta sakınca yoktur: Yerel (ulus-devlet) ölçekten ve sınıf temelinden koparılmış bir anti-emperyalist mücadele kurgusunun sonuçta özne olarak “çokluğa” mekan olarak uluslararası ölçeğe ve hedef olarak da “küreselleşmenin kendi içinden dönüştürülmesine” endeksli belirsizliklere varması büsbütün kaçınılmaz olmasa bile ciddi bir olasılıktır.

Analitik ya da düşünsel-kurgusal çerçevelerde ciddi yarılmalar- gözleniyorsa buradaki tehlikenin altını çizmekte yarar var. Düşünebiliyor musunuz: ABD’nin baş emperyalist devlet olarak dünyanın orasına burasına müdahale ettiği direnmeye kalkan her kesime açıkça meydan okuduğu Avrupa’yı içinden bölmeyi başardığı uluslararası finans kuruluşlarının modellerini ufak tefek rötuşlarla gündemde tutmayı sürdürdükleri bir dünyada bir yandan da emperyalist sistemi “merkezsizleştiren” geleneksel öznelerin yerine “çokluk” (multitude) olarak tanımlanan bir belirsizliği oturtan başka deyişle kendi yörüngesinde adeta bağımsız biçimde ilerleyen bir “küreselleşme” süreci yaşanıyor! Böylesine yarılmalı bir vizyonun nereye varabileceği konusunda ciddi bir uyarıya kulak vermekte yarar var:

” (…) karşı çıkılan küreselleşmenin-neoliberalizmin daha geniş bir sistemle kapitalizmle genellikle ilişkilendirilmeden ve hatta bunlar kapitalizmden kopuk ve daha yıkıcıymış gibi görülmeleri…” 21

Toparlayıcı sonuçlar

Yazıyı burada dek söylenenleri özetleyen kimi saptamaları vurgulayan sonuçları sıralayarak bitirmek istiyorum:

1. Belirli hedeflere odaklanan işbirlikleri ortak eylemler vb. dışında belirli bir ülkedeki anti-emperyalist mücadelenin genel çizgisi o ülkenin özgül sınıf ilişkilerinden ve emperyalizme bağımlılığın sınıf temelinden hareketle belirlenebilir. Bu açıdan günümüzdeki uluslararası kapitalizmin “iç dinamiği” büsbütün sildiği tek bir ülke bile yoktur. Kaldı ki Türkiye gibi ülkelerde “iç dinamik” (bundan hem doğrudan sınıf ilişkileri hem de genel anlamda siyasal süreçler kastedilmektedir) özellikle önemlidir ve anlamlı açılımlara gebedir.

2. Emperyalizmin günümüzdeki yapılanması özellikle fiili işgal dış askeri müdahale gibi özel uğraklar dışında tek boyutlu bir anti-emperyalist mücadele kurgusunun geçerliliğini azaltmaktadır. Şu ya da bu alandaki bağımlılığa son verilmesi vurgusu kuşkusuz sömürü eşitliksiz ve adaletsizlikleri çağrıştırabilir. Ama trafik iki yönlüdür: Sömürü eşitsizlik ve adaletsizliklerin öne çıkarılması da tanım gereği emperyalizme bağımlılığı ve kopuşu gündeme getirecektir.

3. “Ulusal-popüler kopuş” modeli “ulusal” kavramı burjuvazinin belirli kesimlerini de kapsayacak genişlikte alındığında özellikle Türkiye gibi ülkeler için geçerliliğini yitirmiştir. Bu model eğer günümüzde belirli bir anlam taşıyacaksa “ulusal kopuşun” belirli bir sınıf temelinde ve top yekun farklı bir düzen ekseninde kurgulanması gerekecektir.

4. Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığı bu bağımlılık alanına yönelik her darbenin burada açılan her gediğin sistemin kendi “sürdürülebilirliğini” de sarsacağı düzeydedir. Dolayısıyla Türkiye’de yayılma ve etki alanını genişleten tutarlı bir anti-emperyalist mücadelenin düzenin kendi bekasını gündeme getirmemesi bu anlamda “çizmeyi aşmaması” tanım gereği mümkün değildir.

5. Türkiye’de Kurtuluş Savaşı ve 1960’lar gibi örneklerden hareketle köklü ve yerleşik bir anti-emperyalist mücadele geleneği olduğunu düşünmenin riskleri vardır. Güncel bir anti-emperyalist mücadele çizgisinin temel taşları gene güncele ilişkin saptama vurgu ve yüklenmelere dayandırılmalıdır.

6. Belirli bir ülkede düzenin dış dünyaya ilişkin tarihsel algısı toplumun tümünü şu ya da bu düzeyde etkiler. Anti-emperyalist mücadele çizgisi bu gerçeği de gözeterek “batıya yetişme” paradigmasıyla özel olarak hesaplaşmak zorundadır.

7. Uluslararası süreçler aynı arıda hem türdeşleştirici hem de ayrıştırıcı yanlarıyla ülkeleri etkiler. Anti-emperyalist mücadele çizgisinde özellikle gözetilmesi gereken tek başına türdeşleştirici ya da ayrıştırıcı yanların sunduğu olanaklardan çok bu ikisi arasındaki zıtlaşmanın yol açtığı gerilimler olmalıdır.

8. Sosyalist hareketin anti-emperyalist mücadele bağlamındaki her girişimi eylemi ve söylemi mutlaka belirli çevrelerin “milliyetçilik” damgasını yiyecektir. Bu yöndeki salvoların göğüslenmesinde psikolojik basınç altında hareket edilmesi sosyalist hareketi anti-emperyalist mücadele rotasından saptıracaktır.

9. Anti-emperyalist mücadelede kültür alanına ve kültürel olana özel bir önem vermek gerekmektedir. Bundan kastedilen anti-emperyalist söylem ve mesajları salt kültür alanında aramak değil siyasal mücadeleyi özel kültürel çıkış ve oluşumlarla takviye etmektir.

Dipnotlar

  1. İki noktayı belirtmek istiyorum. Birincisi, burada özel konjonktürlere ilişkin siyasal değerlendirmelerden değil, belirli tarihsel kuramsal çözümlemelerden söz edilmektedir. İkincisi, daha dar ölçeklere gidildiğinde, kuramsal plandaki çözümlemelerin aynı zamanda belirli siyasal stratejileri de öngörmesine itiraz etmenin gereği yoktur. Örneğin, Düzenin Yabancılaşması (İdris Küçükömer, 1969) gibi bir çalışmada aynı zamanda bir takım “stratejik ipuçlarının” da yer almış olması, çalışmanın ve “ipuçlarının” doğruluğu yanlışlığı bir yana, metodolojik bir hataya işaret etmez.
  2. Örnek (Mao’ya atıfla): “Bir makalenin ancak yarısı bitirildikten sonra ikinci yarısı yazılabilir. Demokratik devrimin azimli önderliği, sosyalizmin zaferi için bir ön şarttır.” (Lin Piao, “Yaşasın Halk Savaşının Zaferi”, çeviren: Süleyman Ege, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 1968, s. 15). Yalnızca ekliyorum: Bir siyasal sav için başvurulabilecek metafor sayısı ne kadar sınırsızsa, bu savın değeri de o kadar küçüktür.
  3. Samir Amin, “Bugünkü Üçüncü Dünyada Demokrasi Sorunu”, Amin, Chomsky vd., Düşük Yoğunluklu Demokrasi içinde, çeviren: A. Fethi Yıldırım, Alan Yayınları, 1994, s. 78.
  4. Samir Amin, Kaos İmparatorluğu, çeviren: Işık Soner, Kaynak Yayınları, 1993, s. 29
  5. Michael Löwy, “Dünyayı Değiştirmek Üzerine”, çeviren: Yavuz Alogan, Ayrıntı Yayınları, 1999, ss. 56-57 ve 61.
  6. Samir Amin, “The State and Development”, David Held (Ed.). Political Theory Today içinde, Polity, 1991, s. 313.
  7. Biraz abartılı olsa da, örneğin Yalçın Küçük soğuk savaşın büyük ölçüde “Türk diplomasisinin marifeti olduğu” görüşündedir. Bkz. Bilgesu Erenus – Yalçın Küçük, “Aydınlık Zindan”, YGS Yayınları, 2002, s. 296.
  8. Bkz. Komünist, No. 128, 15 Ağustos 2003, s. 13.
  9. Daniel Singer, “Bir Gökkuşağı Projesi: Solda Dün, Bugün, Yarın”, çeviren: Ali Çakıroğlu, Aykırı Yayınları, 2001, s. 256.
  10. Hedeflediği köylü kesime gerçeken ulaşabilmiş olduğunu da dikkate alarak, Çarlık Rusyası’ndaki Narodniçestvo ya da narodnik gelenek istisna sayılabilir.
  11. Haldun Gülalp, “Kimlikler Siyaseti: Türkiye’de Siyasal İslamın Temelleri”, Metis Yayınları, 2003, s. 100. Aynı doğrultuda dikkate değer başka bir saptama da şöyledir: “Cumhuriyetin toplumsal ve siyasal olanı kavrama ve ‘halletme’ tarzı ile siyasal islamın en kayda değer ajanı olan Refah Partisi’ninki arasında şaşırtıcı benzerlik, etkileşim ve akrabalık bağı var.” Bkz. Ümit Cizre, “Muktedirlerin Siyaseti: Merkez Sağ – Ordu -İslamcılık”, İletişim Yayınları, 1999, s. 8.
  12. David Held, “From City-States to a Cosmopolitan Order?”, David Held (ed.), Prospects for Democracy içinde, Polity, 1993, s. 38.
  13. Ergin Yıldızoğlu ile söyleşi; “Globalleşme: Teşekkür Ederim, İstemem”, TMMOB Yayını, 1995, s. 8.
  14. Ali Yaşar Sarıbay, “Postmodernite, Sivil Toplum ve İslam”, İletişim Yayınları, 1994, s. 9.
  15. Kaşif Töre, “Çıkarın o Formaları”, Cumhuriyet, 11 Ekim 2003.
  16. Yalçın Küçük, “Tekelistan”, 2. Basım, YGS Yayınları, 2001, s. 9.
  17. V.I. Lenin, “Imperialism the Highest Stage of Capitalism”, Selected Works 1 içinde, Progress, 1977, s. 692 ve 700.
  18. Alex Callinicos, “Making History”, Polity, 1995, s. 170.
  19. Birkaç örnek: Erkin Özalp, “Hangi Kavramların Penceresinden Bakıyoruz?”, Gelenek, Sayı: 76, Ocak – Şubat 2003; İbrahim Gündoğdu, “Yerel, Yerel Ölçek ve Siyasal Mücadele”, Praksis, Sayı: 7, Yaz 2002; Metin Çulhaoğlu, “Marksist Çözümlemede Ölçek Sorunu”, Sosyalist Politika, Sayı: 13, Haziran 1977.
  20. Aykut Çoban, “Küreselleşmeye Karşı Olmak: Olanaklar ve Sınırlılıklar”, Praksis, Sayı: 7, Yaz 2002, s. 137.
  21. Bir örnek: “Milliyetçi Marksizm ya da Marksist Milliyetçilik, Türk Marksizmi’nin birçok çeşitleri arasında en kalıcı olanıydı. Günümüzde de anti-emperyalizm örtüsü altında, radikal sağ kanat politikasıyla örtüşerek devam etmektedir.” (Andrew Mango, “Türkiye’nin Yeni Rolü”, Çevirenler: Cihan Yükselci – Şükrü Demircan, Ümit Yayıncılık, 1995, s. 32.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×