Emperyalizm ve Esneklik: Esneklik Paradigmasının Tarihsel ve Toplumsal Kökenleri

Bu yazıda son yıllarda sık sık duyduğumuz “esneklik” kavramının, tarihsel olarak kapitalizmin eğilimleri doğrultusunda sermaye birikim sürecinin başından itibaren başvurulan iktisadi/siyasi araçlar arasında yer aldığı tezi ileri sürülecek. Neo-liberal emek piyasasını şekillendiren esneklik kavrayışının özgünlüğünün yanı sıra sürekliliğinin de önemi üzerinde durulacak, ve 1970’lerde yaşanan kapitalizmin krizine karşı sermayenin ideolojik ve politik cevabı niteliğindeki neo-liberalizmin hegemonyasını “kapitalizmin en yüksek aşaması” olan emperyalizm döneminde kurduğuna dikkat çekilecek.

Esnekleşmenin kendi retoriğinin ötesine geçilerek özgül karakterini veren tarihsel bağlamını konu edinecek olan bu yazıda, esneklik paradigması, mali sermayenin tahakkümünü arttırmaya dönük saldırgan ideolojisinin kaçınılmaz sonucu olarak yeniden tanımlanmaya çalışılacak. Bu bağlamda neo-liberalizmin, kapitalizmin tekelci aşaması olarak tanımlanan emperyalizm çağında kök salmış mali sermayenin ideolojisi olduğu iddia edilecek.

Metodoloji üzerine birkaç not

Esneklik yalnızca teknik bir olgu olarak değil, toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel boyutları olan bir paradigma olarak karşımıza çıkıyor. Günümüz kapitalizminin ihtiyaçlarına, özellikle de mali sermayenin taleplerine cevap veren esneklik paradigmasının yepyeni bir olgu değil, kapitalist üretim sürecinde daha önce de başvurulan bir yöntem olduğunun iddia edildiği bu çalışmada, esnekliğin ezeli,  ebedi ve tarihi olmayan bir yaklaşım çerçevesinde ele alınması kesinlikle reddediliyor. Aksine esneklik paradigmasının, özgün maddi tarihsel koşullara göre şekillendiği ifade ediliyor.

Bu çalışmada benimsenen tarihsel materyalist yaklaşıma göre, tarihi açıklamak için düşüncelerden hareket edilemez, aksine düşünceleri açıklamak için maddi tarihten hareket etmek gerekir.

İnsanlık tarihinin ve onun sosyo-ekonomik gelişiminin diyalektik bir süreçle ilerlediğini öne süren tarihsel materyalizmin kurucusu olan Marx, konuyla ilgili şunları söyler: “Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır” 1 

Dolayısıyla esnekliği, ortaya çıktığı maddi tarihsel koşullar içinde anlamak gerekir. Böylelikle tarihsel düzlemde görünür hale gelecek olan esneklik paradigmasını şekillendiren üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur.

Bu bağlamda, esnekliğin üzerinde yükseldiği yapının, sermayenin merkezileştiği, ve aynı zamanda tekelleştiği “kapitalizmin en yüksek aşaması” olan emperyalizmin yaygınlaştığı dönemde şekillenmesinin, bu olgunun özgün tarihsel yanını oluşturduğu söylenebilir.

Neo-liberalizm: mali sermayenin ideolojisi

1970’li yılların ikinci yarısından sonra sermayenin kârlılığının azalması neticesinde kapitalizmin yeniden yapılanma süreci ele alındığında, gerek erken kapitalistleşmiş ülkelerde gerekse geç kapitalistleşmiş ülkelerde emek ile sermaye arasındaki ilişkide önemli değişikliklerin, buna bağlı olarak çalışma yaşamında köklü bir dönüşümün yaşandığı gözlenir.

Düşük kâr oranının, yüksek enflasyonun ve artan işsizliğin birlikte görüldüğü kapitalizmin 1970’lerdeki krizi, neo-liberal öğretinin egemenliğini ilan etmesiyle aşılmıştır.  Esasen sosyalizm ve onun etkilediği sosyal devlet karşıtlığı üzerinden şekillenen neo-liberal doktrinin temel politikaları, kuralsızlaşma (deregulation), serbestleşme, özelleştirme, devletin minimum etkinliği, faiz oranlarının düşürülmesi ve vergilerin azaltılması olarak sıralanabilir. 2 Neo-liberalizmin hegemonyasını kurduğu tarihsel bağlam ele alındığında ise, sermayenin yoğunlaştığı, merkezileştiği aynı zamanda tekelleştiği “kapitalizmin en yüksek aşaması” olan emperyalizm dönemine ait olduğu görülecektir.

Kapitalizmdeki bu dönüşümü, henüz filizlenmeye başladığı bir dönemde tanımlayan Marx, kapitalizmin temel eğilimlerini yani yasalarını ortaya koyduğu eseri Kapital’de konuyla ilgili şunları dile getirir:

“Doğrudan doğruya birikime dayanan… bu tür yoğunlaşmayı karakterize eden iki husus vardır. İlk olarak, toplumsal üretim araçlarının bireysel kapitalistlerin ellerinde gittikçe artan ölçüde toplanması… ikinci olarak, toplumsal sermayenin her bir özel üretim alanına yerleşmiş bulunan kısmı, birbirlerinin karşısına, bağımsız ve birbirlerine rakip meta üreticileri olarak çıkan çok sayıda kapitalist arasında bölünür. Bundan dolayı birikimin ve ona eşlik eden yoğunlaşmanın çok sayıda noktaya bölünmesinin ötesinde, faaliyet halindeki sermayelerin büyümesi, yeni sermayelerin oluşumuyla ve eskilerin parçalanmasıyla engellenir.”  3 

Sermayenin yoğunlaşmasını, tekil sermayelerin bireysel özgürlüklerinin ortadan kalkması, bir kapitalistin iktisadi varlığına bir başka kapitalist tarafından son verilmesi ve küçük sermayenin büyük sermayenin eline geçmesi olarak tanımlayan Marx, sermayenin bir yerde büyük kütleler halinde tek bir elde toplanmasını ise merkezileşme olarak adlandırır. 4 Ayrıca, sermayenin merkezileşmesi sürecinde kredi sisteminin yeni bir toplumsal güce dönüşmesinin önemine de dikkat çeker.

Kapitalizmde meydana gelen söz konusu bu yapısal değişimi Marx’ın ardından kuramsallaştıran Lenin ise konuyu “emperyalizm” kavramıyla açıklamıştır. Tekellerin serbest rekabeti yok etmek yerine, onun üstünde ve yanında var olduğunu ifade eden Lenin, kapitalizmin daha yüksek bir düzene geçmesi anlamına gelen emperyalizmi beş temel özellik ile tanımlar. 5

Lenin’in kuramsallaştırdığı çerçevede, neo-liberalizmin, kapitalizmin tekelci aşaması olarak tanımlanan emperyalizm çağında kök salmış mali sermayenin ideolojisi olduğu bir gerçeklik olarak karşımıza çıkar. Neo-liberalizmin piyasa ekonomisi, sermayenin denetimsizce büyümesi, yüksek faiz ve minimum devlet müdahalesi şeklinde sıralanabilecek temel argümanlarının, mali sermayenin talepleriyle birebir örtüştüğü açıkça görülmektedir. Dolayısıyla, neo-liberalizm özellikle sermaye hareketleri ve dünya pazarlarındaki “rekabet” yasaları doğrultusunda, devletin düzen sağlama ve sosyal refaha dayalı fonksiyonlarından vazgeçmesi anlamında, rasyonel yasaların doğal başarısı değil, güçlenmiş olan mali sermayenin politik ve iktisadi tercihlerinin bir ürünüdür.

Esneklik paradigmasının tarihsel ve toplumsal kökenleri

Genel hatlarıyla tanımlamak gerekirse, toplumsal sermaye üzerinde ve somut olarak da tekel konumundaki şirketler üzerinde, ağırlıkla borsalar ve finans kuruluşları aracılığıyla kontrol ve spekülasyon gücünü elinde bulunduran mali sermaye, neo-liberal dönemde egemenlik alanını genişletmiştir. 6 

Egemenlik alanını genişletmeye ve sağlamlaştırmaya çabalayan mali sermaye, emek piyasasına ise esneklik paradigmasıyla müdahale etmektedir. Böylece esneklik adı altında emek süreci içinde gelişen toplumsal ilişkiler, bu ilişkilere dayanan hegemonik anlayış ve sendika-siyaset arasındaki bağ yeniden biçimlenir.

Özgürleşen ve güçlenen mali sermayeye paralel olarak gelişen üretim teknolojisi, artan sermaye birikimi ve işgücü verimliliğiyle birlikte kapitalizmin nitel olarak değişmesi, sabit sermayenin değişen sermaye kısmı aleyhine sürekli artmasıyla gerçekleşir. 7 Söz konusu bu nitel değişimle bir üst aşamaya geçen kapitalizm, üretici güçlerin bir bölümünün gelişmesini engellediği gibi toplumsal yeniden üretimi de ilerletmemiştir.

Bu bağlamda “tekeller kapitalizmi”, İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen kısa bir dönem boyunca geçerli olan sosyal devletin, planlı ekonominin, temsili demokrasinin, sınırlandırılmış sermaye hareketlerinin, yasal haklarla donatılmış işçi sınıfının, sendikanın ve toplu pazarlığın kurumsallaştığı “örgütlü, organize ve refah” kapitalizminin dahi gerisine düşmüştür. Bir önceki dönemin geleneksel kurumlarından köklü bir kopuşa neden olan bu yeni toplumsal ve kurumsal yapılanma; kuralsızlaşmayı, serbest piyasayı, bireyciliği, örgütsüzlüğü, işçi sınıfının yasal kazanımlarının sınırlandırılmasını ve güvencesizliği dayatmaktadır. Neo-liberal ideoloji aracılığıyla hegemonyasını yeniden inşa eden emperyalist aşamadaki kapitalizm, “devrimci” ve “ilerletici” bir yapının aksine geriletici, yasaklayıcı ve baskıcı bir yapıya dönüşmüştür.

Kapitalizm bir bütün olarak ele alındığında, yalnızca meta ve artık değer üretmez, daha temelde kapitalist üretim ilişkisinin bizzat kendisini yani, bir tarafta kapitalisti diğer tarafta ise ücretli emeği ve ortaya çıkan değerin değerlenme ve paylaşım süreçlerini yeniden üretir. Dolayısıyla kapitalizmin bu yeni aşaması, sermayenin uygun zamanda uygun yerde olabileceği ve en kârlı yatırım alanlarına kolaylıkla akabileceği biçimde esnekleşmesinin yanı sıra; emek sürecinin ve emek piyasasının da esnekleşmesini zorunlu kılar. Böylece bir yanda belirli ellerde ve belirli bölgelerde yoğunlaşmış, tekelleşmiş sermaye öte yandan ise parçalanmış, kutuplaşmış, örgütsüzleştirilmiş, ucuzlatılmış ve güvencesizleştirilmiş emek bulunmaktadır.

Bu çerçevede esnekliğin, giderek üretimden bağımsızlaşan ve banka sermayesi ile kaynaşan mali sermayenin arayışının ve politikasının kaçınılmaz sonucu olduğu rahatlıkla ifade edilebilir. Buna göre, çalışma yaşamında kuralsızlaşmayı öngören esneklik paradigması; çatışma yerine uzlaşmayı, örgütlülük yerine örgütsüzlüğü, kolektivizm yerine bireyciliği, güvence yerine güvencesizliği, sürekli ve aynı mekânda çalışma yerine geçici ve farklı mekânlarda çalışmayı savunan yeni bir toplumsal yapılanmayı ifade eder. Söz konusu bu paradigmanın egemen kıldığı ideolojik yaklaşım ise, bundan böyle sınıf temelli toplumsal çatışmanın sona ermesiyle yerini sosyal taraflar arasında uzlaşmaya dayalı yeni sosyo-ekonomik yapıya bırakmasıdır. 8 

Sermaye, esneklik paradigmasını “artan uluslararası rekabet” ve buna uyma zorunluluğuyla meşrulaştırarak toplumsal rızayı üretmeye çalışır. Maliyeti düşürülmüş bir metanın diğer metalar karşısında farklı pazarlarda satılabilme kabiliyeti anlamına gelen “uluslararası rekabet gücü”, neo-liberal emek piyasasında esneklik paradigmasının temel argümanıdır. Bu bağlamda, bilgiye hâkim olma yetisi, değişen döviz kurlarına, modaya ve zevklere anında ayak uydurabilme kapasitesine göre belirlenen rekabet yeteneği sayesinde sermayenin rekabet gücünü arttırması ve maliyetleri düşürmek için ücretlerin aşağıya çekilmesi birbiriyle uyumlu olgular olarak değerlendirilmelidir.

Boyer’in terminolojisiyle esneklik; üretim organizasyonunun uyarlanabilirliği, işçilerin bir işten diğerine geçebilme yeteneği, emeğin yasal kazanımlarının gevşetilmesi, ücretlerin sınırlandırılması ve işletmelerin sosyal/finansal sorumluluklarının azaltılması gibi beş farklı aşamayı içerir. 9 

Esneklik kavrayışı, ücret ve istihdamın değişen koşullara göre düzenlenmesi açısından olumsuz anlamda; iş güvenliğinin tasfiye edilmesi, sendikal hakların budanması ve ücretlerin baskı altına alınmasını kapsarken; mevcut koşulların yeni teknolojiye göre dönüştürülmesi bakımından olumlu manada ise, esnek teknoloji kullanımıyla hızlı değişen teknolojik yenilikleri takip edebilme kabiliyetini içerir. 10 Emperyalizm ve mali sermayenin

yeni hegemonya projesi olarak esneklik

Özellikle akademide yerleşik olan genel kanıya göre, esneklik, kâr oranlarındaki düşüş nedeniyle krize giren Fordist birikim rejiminin aşılması anlamında, gelişen enformasyon teknolojisi ve sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda tekrar örgütlenmesi ve önceki dönemle büyük bir kopuşla ortaya çıkan Post-fordist birikim rejiminin aynı zamanda hem sebebi hem de sonucu olarak değerlendirilir. 11 

Bu kuramsal yaklaşımı ortaya koyan Fransız Düzenleme Okulu’na göre,  1970’lerin ortalarından itibaren üretim ve piyasaların örgütlenmesi bakımından önceki dönemle büyük bir kopuşu temsil eden Post-Fordizm, esnek üretim, esnek uzmanlaşma ve esnek birikim fenomenleri üzerinden tanımlanır. Esnekliği, Post-Fordizm ile başlatan bu genel yaklaşımın aksine temel yasası, işçilerin karşılığı ödenmemiş emeği olarak el konulan artık değeri elde etmek ve bunu sürekli çoğaltmak olan kapitalist üretimin, ilk yıllarından itibaren “esnekliği” kullanıyor olduğunun altını çizmek gerekiyor. 12  Ancak esnekliğin günümüzdeki anlamı ve uygulanış biçimiyle kendine özgü yanlarına da dikkat etmek gerekir.

Genel hareket yasaları incelendiğinde kapitalist üretimin yalnızca yoğun meta üretimi değil, özünde artık değer üretimi olduğu bilinir. Marksist terminolojiye göre, mutlak ve göreli artık değer kapitalist sistemde artık değeri çoğaltmanın iki yolu olarak kavramsallaştırılır. Buna göre, kapitalist sistemde daha başından itibaren “gerekli emek” ve “artık emek” olarak bölünmüş olan işgününün uzatılmasıyla elde edilen değer mutlak artık değer olarak tanımlanır.

Tarihsel olarak sermaye ile emek arasındaki mücadelenin konusu olan işgününün yasal sınırlara kavuşmasına karşın sermaye çeşitli teknolojik yeniliklerle işgücünün verimini arttırmanın yollarını aramıştır. Bu çerçevede, artık değeri fazlalaştıran diğer bir yol ise göreli artık değer şeklinde ifade edilebilir. Buna göre, kapitalist rakiplerinden daha fazla artık değer elde etmek için işgücünün verimini arttırıcı teknolojik yenilikler bulup, uygular. Böylece emeğin verimliliğinin ve üretkenliğinin arttırılmasıyla bir mal, toplumsal olarak gerekli emek-zamandan daha az emek harcanarak üretilebilir hale gelir. 13 Bu durumda ortaya çıkan ve kapitalist tarafından el konulan ek kazanç, göreli artık değer olarak ifade edilir. Bilindiği gibi, mutlak artık değerin artması sömürü oranının da mutlak olarak artmasına yol açmaz. Marx’a göre, göreli artık değer, emeğin üretkenliğiyle doğru orantılıdır ve emeğin üretkenliği yükselirse artar, düşerse azalır 14 

İşgününün uzatılmasıyla birlikte ücretlerdeki değişim sömürü oranını belirlerken, göreli artık değerin elde edilmesi sömürü oranının doğrudan artması anlamına gelir.

Diğer taraftan Marx’a göre, değişmeyen (sabit) sermaye (hammadde, ara mallar, makine, teçhizat vs.) ile artık değer arasında dolaylı bir ilişki bulunur. Artık değer, yalnızca değişen sermaye yani çalıştırılan işçiler tarafından yaratılır. Dolayısıyla esas olarak emeğin verimliliğine doğrudan bağlı olan artık değer, ancak değişmeyen (sabit) sermaye ne kadar bol ve gelişmiş olursa emeğin verimliliği de bir o kadar yüksek olacağından artış gösterecektir.

Marx’ın ortaya koyduğu bu yaklaşım çerçevesinde, emeğin yasal kazanımlarının zayıflatılması, güvencesizleştirilmesi, ücretlerin sınırlandırılması ve gelişen enformasyon teknolojisinin sermayenin işgücünün ucuz olduğu bölgelere gidebilmesini mümkün kılması olarak ifade edilen esneklik paradigmasının, temelde birebir Post-fordizmden değil, kapitalizme içkin olan temel eğilimlerden kaynaklandığı su götürmez bir gerçeklik olarak karşımıza çıkar. Tarihsel olarak artık değeri arttırmanın önündeki tüm engellerin kaldırılması yönünde sermayenin emek aleyhine attığı her adım, kapitalist üretim sürecinin esnetilmesi anlamına gelir. Dolayısıyla, 21.yüzyılda karşımıza çıkan esneklik, rekabet etmek ve istihdam yaratmak iddiasıyla “katı” olan emek piyasasını esnetmeye çabalayan kapitalizmin hareket yasalarına içkindir.

Ancak kapitalizmin işleyiş yasalarına içkin olması günümüz esneklik anlayışının özgün yanlarının olmadığı anlamına gelmez. Bu nedenle kapitalizmin ham, katıksız ve en vahşi olduğu 19.yüzyıldaki halinden bu yana işleyen bir süreç olan esnekliğin 21.yüzyıldaki formunun getirdiği yenilikleri ve kendine özgü yanlarını da vurgulamak gerekir.

Öncelikle, sosyalizm ve onun etkisiyle ortaya çıkan sosyal devlet çerçevesinde gelişen ve İkinci Dünya Savaşını izleyen kısa bir dönem boyunca uygulanan refah kapitalizminin geleneksel kurumlarının çözülmesini talep eden neo-liberalizm ve dolayısıyla mali sermaye, yeni esnekliği şekillendiren maddi gerçekliktir. Sosyalizm ve sosyal devlet karşıtlığı üzerinden ortaya çıkan neo-liberalizmin, 15  uzun mücadelelerin ardından İkinci Dünya Savaşı sonrasında elde edilen yasal kazanımlar ve sendikal örgütlenme içinde belirli bir güce dönüşen işçi sınıfına karşı çıkarak, çalışma yaşamının topyekûn kuralsızlaşmasını savunması yeni esnekliğin özgün yanlarından birini oluşturur. Bu nedenle yeni esneklik gelişmiş ekonomilerde örgütlü sektörlerde ve büyük firmalarda varlığını daha çok hissettirir.

Söylemde serbest piyasa ekonomisine dayalı olan sermayenin emek üzerindeki hegemonya projesi olan neo-liberalizmin savunduğu yeni esneklik, makro ekonomi düzeyinde emeği formel ve enformel sektörler olarak, işletme düzeyinde ise çekirdek ve çevre işgücü olarak böler. Sınıfın kendi içinde eşitsiz gelişimine neden olan kutuplaşmış işgücü doğrultusunda formel alanda istihdam edilenler ve çekirdek işgücü belirli kurallar, güvenceler altındayken enformel sektörde ve çevre işçi olarak çalışanlar ise her türlü kuralın dışında kalır. Tüm bunlara ek olarak, vahşi kâr güdüsüyle kendisini sınırlayan, denetleyen ve müdahale eden hiçbir kural ve güç istemeyen mali sermayenin yeni esneklik paradigması devletin, kapitalizmin yarattığı sosyal risklere karşı emeği koruma gücünün azaltılmasını savunur.

Öte yandan, emek sürecinde çalışma yer ve süresinin belirlenmesinde işçiyi daha fazla yetkili kılma, karar alma süreçlerine daha fazla katma, işçinin rızasına dayanan iş düzenlemeleri ve göreli artık değer artışına neden olan hızlı teknolojik yeniliklerle işgücünün -en azından bir bölümünün- beceri ve eğitimini artırılması da yeni esneklik paradigmasının bir diğer özgün yanı olarak karşımıza çıkar.

Akp türkiye’sinde esneklik saldırısının temel metni:
ulusal istihdam stratejisi

Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de çalışma yaşamı, neo-liberal ideolojinin meşruiyet sağladığı esneklik paradigmasının baskısı altındadır. Otoriter, gerici ve piyasacı nitelikleriyle ön plana çıkan hegemonik iktidar bloğu temsilcisi AKP hükümeti, misyonuna uygun olarak emek-sermaye ilişkisine ve çalışma yaşamına esneklik paradigmasıyla müdahale etmektedir. Neo-liberal dönüşüm sürecinde birçok önemli adım atarken iş kanunundan, sosyal güvenliğe, sendikalar kanunundan ulusal istihdam stratejisine kadar birçok emekçi düşmanı yasal düzenlemenin de altına imza atan AKP iktidarı, söz konusu düzenlemelerle neo-liberal emek rejimini inşa etme çabası içerisindedir.

Türkiye’nin uluslararası iş bölümündeki yerinin sadece ekonomik tercihler tarafından değil emperyalizmin siyasi tercihleri tarafından da belirlendiği dikkate alınırsa, son dönemin önemli tartışma başlıklarından Ulusal İstihdam Stratejisi (UİS) olarak adlandırılan belgenin söz konusu dönüşümün temel metni olduğu açıkça görülebilir.

Siyasal iktidarı on yıldan fazla süredir elinde bulunduran AKP hükümetinin hazırlamış olduğu “Ulusal İstihdam Stratejisi Taslağı 2012-2023” belgesi, neo-liberalizmin “işgücü piyasasının katılığı” ve “işgücü maliyetinin yüksekliği” argümanlarını kuvvetli bir şekilde savunmaktadır. UİS belgesinde temel olarak savunulan  bu iddialar yalnız sermaye ve AKP iktidarı tarafından değil aynı zamanda Dünya Bankası, OECD ve IMF gibi uluslararası kuruluşlar tarafından da dile getirilmektedir.

İleri sürülen “işgücü piyasasının katılığı” argümanı ile işçileri koruyucu ve düzenleyici yasaların varlığı ve bu durumdan duyulan rahatsızlığın kastedildiği gün gibi ortadadır. “İşgücünün katılığı” bir problem olarak tanımlanınca, çözümü de “işgücü piyasasının esnekleştirilmesi” olmaktadır. Bunu gerçekleştirmek içinse, kısmi süreli çalışma, belirli süreli çalışma, uzaktan çalışma, çağrı üzerine çalışma, evden çalışma ve iş paylaşımı gibi esnek çalışma modellerinin, özel istihdam bürolarının yaygınlaştırılması, bölgesel asgari ücretin uygulanması, kıdem tazminatının fona devredilmesi gibi bir dizi talep dile getirilmektedir. Dolayısıyla UİS’in temel olarak büyüme ile istihdam arasındaki bağın koptuğu emperyalizm çağında,  giderek yaygınlaşan ve derinleşen işsizlik sorununa verilmiş neo-liberal bir cevap olarak değerlendirilmesi mümkündür.

Esneklik kavramını, üretimde meydana gelen değişikliklere ve dalgalanmalara uyum sağlayabilme, çalışanların ise hayatlarını değişen ihtiyaçlara uygun olarak iş ve yaşamları arasında denge kurabilme hız ve ölçüsü şeklinde tanımlayan UİS belgesi ile fiiliyatta uygulanan taşeron, güvencesiz, esnek ve geçici çalışma biçimlerine hukuki dayanak kazandırmak amaçlanmaktadır. Esneklik paradigmasını, önemli bir üst yapı kurumu olan hukuk aracılığıyla egemen kılmaya çalışan AKP iktidarı, bu doğrultuda yalnızca toplu iş ilişkileri alanına değil aynı zamanda bireysel iş ilişkileri alanına da müdahale etmektedir. Bu nedenle bir yandan bireysel iş hukuku alanına dâhil olan kıdem tazminatının gaspı, iş mahkemelerinin devre dışı bırakılması gibi başlıklar gündemdeki yerini korurken, diğer yandan ise yeni Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu ile, sınırlı ve kısıtlı bir toplu iş ilişkileri alanı tarif edilmektedir.

Bu bağlamda AKP iktidarının öncülüğünü yapığı  Ulusal İstihdam Stratejisi; sermayenin hareket alanını genişleten mevzuat, kurum ve ilişkiler bütününü yeniden düzenleyerek güvencesiz, esnek ve ağır sömürü koşullarındaki çalışma biçimlerini işçi sınıfının tamamına dayatan bir hegemonya projesi olarak tanımlanabilir.

Bu bütünlüklü proje karşısında işçi sınıfı ve örgütleri ise parçalı bir yapı sergilemektedir. Reel sosyalizmin çözüldüğü, neo-liberalizmin hegemonyasını ilan ettiği son otuz yılda gerileyen/bölünen işçi sınıfı, çalışma hayatında artan kuralsızlık, güvencesizlik ve taşeronlaşmaya, hepsi birer cinayete dönüşen iş kazalarına karşı etkin bir tepki ortaya koyamamaktadır. Sermayenin bu saldırısı sonucunda işçi sınıfı konumu, günlük çıkarları, hakları ve sendikal örgütlenmesi bakımından bölünmekte ve işçilerin ortak çıkarlara, ortak geleceğe sahip bir sınıfa ait olma duygusu bulanıklaşmaktadır. İşçileri bölen ve sınıfsal kimlikten uzaklaştıran esneklik paradigması karşısında emek örgütleri ise yalnızca “İnsana yakışır, güvenceli iş”  taleplerini dillendirmekle yetinmektedir. Ancak daha “iyi bir kapitalizm” çerçevesinde, yeni haklar kazanmaya değil, mevcut hakları korumaya yönelik ifade edilen bu talepler ve sendikaların ekonomik haklar için verdikleri mücadele ile sınırlı kalan esneklik eleştirisi, söz konusu bütünlüklü proje karşısında maalesef yetersiz kalmaktadır.

Sonuç Yerine

Sosyalizme, sosyal devlete, demokratikleşmeye, örgütlü sınıfa, sendikalara ve toplu pazarlığa kökten karşı çıkan neo-liberal esneklik paradigması, özünde “katı” olan her şeyin esnekleştiği yeni bir toplum paradigmasının temellerini oluşturmaktadır. Muazzam finansallaşmanın yaşandığı ve mali sermayenin tahakkümünü kuvvetlendirdiği neo-liberal dönemin esneklik paradigması, her şeyden önce emek ile sermaye arasındaki çatışmanın ve sınıf içi dayanışmanın yerine sınıf ilişkilerinde uzlaşmacı bir yaklaşımın gelişmesine yol açmıştır.

Mali sermayenin politikasının ve ideolojisinin kaçınılmaz sonucu olan yeni esneklik, üretim sürecinin parçalanmasına, emeğin nitelik açısından kendi içinde kutuplaşmasına ve sınıfın kendi içinde eşitsiz gelişimine neden olmuştur. Bu doğrultuda, güncel çıkarlar açısından farklılaşmış, parçalanmış sınıfın varlığı örgütlü olarak ortak hareket etme kabiliyetinin körelmesine, deneyimlerin aktarılamamasına yol açmaktadır.

Diğer taraftan, emeğin gücünün ve örgütlü işçi hareketlerinin zayıflamasının yanı sıra giderek kalabalıklaşan yedek sanayi ordusunun varlığı da sermayenin işçi sınıfı üzerindeki hegemonyasını güçlendirmektedir. Kapitalizmin genel yasasına uygun olarak, neo-liberal dönemde de sermaye birikimi bir yandan emek talebini artırırken, diğer yandan kendilerini “serbest bırakarak” işçi arzını artırır. Göreli bir artık nüfusun yaratılması yani işçi sınıfının yedek kısmının büyümesi, bir yandan işçi sınıfının çalışmakta olan kısmının aşırı çalışmasına diğer yandan da yedekte bulunan kısmın rekabet aracılığıyla çalışan kısım üzerinde baskısını arttırmasına yol açar. 16 Böylelikle emek, sermayenin diktasına boyun eğmek zorunda kalır. Yedek emek ordusunun büyümesiyle tahakkümünü arttıran sermaye ise, çalışma yaşamının esnekleşmesiyle işsizliği aşacağını iddia eder.

Söz konusu gelişmelere paralel olarak neo-liberal dönemde devlet aygıtının sosyo-ekonomik rolü de yeniden tanımlanmıştır. Yeni dönemde piyasa ekonomisinin tüm kurum ve kurallarıyla işlemesini sağlayan devlet, müdahaleci ve düzenleyici rolünü terk ederek sosyal devlet kurumlarını etkisiz hale getirmiştir. Böylece devletin emeği ve toplumun önemlice bir kesimini güvence altına “sosyal” niteliği ciddi düzeyde aşınmıştır.

Yaşanan bu gelişmelere karşın sermaye için önemli bir sıçramaya ve muazzam bir nitel değişime neden olan neo-liberalizm, 2008 yılında patlak veren kapitalizmin kriziyle bugün sorgulanır hale gelmiştir. “Finans krizi” olarak tanımlanan söz konusu iktisadi krizin, özellikle merkez ülkelerde finansın gücünü hafifletmediği, tam aksine siyasal iktidarların “mali sermayeyi kurtarma” yarışına girdiği gözlenmektedir. Bu durum, neo-liberalizmin temel argümanı olan minimum devlet müdahalesine dayalı piyasa mitinin çöktüğünün kanıtı niteliğindedir.

İçinden geçtiğimiz dönemde etkisi giderek artan mali kriz, 1929 Büyük Buhran dönemini bile aşan bir derinlik ve yaygınlıkta seyretmektedir. Bu süreçte gelişmiş kapitalist ülkelerde etkisi derinleşen ve giderek dünyanın geri kalanına yayılan mali krizinin, milyonlarca kişinin işsiz kalmasına, birçok devletin bütçe kısıtlamasına gitmesine, bazı bankaların tarihin tozlu sayfalarına karışmasına, bazı politikacıların koltuğunu kaybetmesine, yeni ayaklanmalara ve iç savaşlara neden olduğu gözlenmektedir.

Diğer taraftan, tarihsel olarak sistemin pürüzlerini temizleyip, büyük sermayenin küçük sermayeyi yuttuğu böylece sermaye birikiminin artarak devam ettiği kapitalizmin krizi, emek cephesinde ise işsizliğe, yoksulluğa, şiddetlenen baskılara ve geleceksizliğe neden olmaktadır. Bu bağlamda kapitalizmin yeni bir krizle karşı karşıya olduğu bugünlerde, işçi sınıfı açısından ulusal ve uluslararası düzeyde emeği güçlendirecek kalıcı politikalar, emeği koruma altına alacak güvenceler ve yeni iş alanları beklemenin gerçeklikle hiçbir ilişkisi yoktur. Ayrıca iktisadi krizle birlikte tartışmaya açılan neo-liberalizmin meşrulaştırdığı esnekleşmenin nereye kadar esneyeceği ise işçi sınıfının bilinç, örgütlülük ve eylemlilik düzeyinde kendi ideolojisiyle, yani sosyalizm ile kurduğu ilişkiyi yeniden tanımlaması belirleyecektir.

Dipnotlar

  1.  Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, (Çev.) Sevim Belli, 3. Baskı, Ankara: Sol Yayınları, 1976, sf. 24-25.
  2.    Bülent Hoca, “Klasik Liberalizme Kıyasla Neoliberalizmin Özgüllüğü ve Anlamı”, International Conference of Political Economy: Adam Smith Today, Kocaeli & Çanakkale, 1-4 October 2009, sf. 7-9.
  3.  Karl Marx, Kapital Cilt I, (çev. Mehmet Selik ve Nail Satlıgan), 1. Baskıİstanbul: Yordam Kitap, 2011, sf. 604. 
  4. Marx, Kapital Cilt I, sf. 605.
  5.  V.İ. Lenin, Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, (çev. Cemal Süreya), 12. Baskı, Ankara: Sol Yayınları, 2009, sf. 100.
  6.  Bülent Hoca, “Mali Sermaye”, Ekonomik Kurumlar ve Kavramlar Sözlüğü: Eleştirel Bir Giriş, İstanbul: Özgür Üniversite Kitaplığı, 2008.
  7. Marx, Kapital Cilt I, sf. 608.
  8.  Tülin Öngen, “Sınıf Mücadelesi Rejimi Olarak Esneklik”, ’95-’96 Petrol-İş Yıllığı, İstanbul: Petrol- İş Yayını, 1995, sf. 831.
  9.   Robert Boyer, The Search For Labour Market Flexibility: The European Economies in Transition, Oxford: Clarendon, 1988.
  10.  Erol Taymaz, “Esnek Üretime Dayalı Bir Rekabet Stratejisi Geliştirilebilir mi? Türkiye’de Fason Üretim”, ’95-’96 Petrol-İş Yıllığı, İstanbul: Petrol-İş Yayını, 1995, sf. 712.
  11.   Erol Taymaz, “Kriz ve Teknoloji”, Toplum ve Bilim, Sayı: 56–61, 1993, sf. 22-24.
  12. Ercan, Fuat, “Tarihsel ve Toplumsal Bir Süreç Olarak Kapitalizm ve Esneklik”, ’95-’96 Petrol-İş Yıllığı, İstanbul: Petrol-İş Yayını, 1995, sf. 669.
  13. Marx, Kapital Cilt I, sf. 308-310-313.
  14.  Marx, Kapital Cilt I, sf. 311-312.
  15. Bülent Hoca, “Klasik Liberalizme Kıyasla Neoliberalizmin Özgüllüğü ve Anlamı” , sf. 8.
  16.  Marx, Kapital Cilt I, sf. 614.