Emperyalizmin “Değişim” Retoriği ve Gölgelenen “Yıkım”

 

“Sosyalizm geleceğe çarpıp yıkıldı”… Bu sözle,r bir füturolog olarak tanıtılan Alvin Tofflere ait. Füturoloji, sosyolojinin güncel ve pazarlanan bir dalı. Geleceğe dönük kurgu ve hesapların olası toplumsal/bireysel karşılıklarıyla birlikte incelenmesini anlatıyor. Bir tür “gelecek bilimi” olarak tarif edilebilir.

“Gelecek”, Ekim Devrimi ile birlikte aynı anda hem umut hem de korkunun adı oluyor. “Gelecek”, artık emperyalizmi korkutuyor. Sosyalist sistem on yıllar boyunca “geleceğe” dair her tür uğraşı emperyalizmin elinden alıyor. 1970li yıllardan itibaren “gelecek” emperyalizmin eline düşüyor. “Gelecek”, bu kez emperyalizmin elinde “iksir”leşiyor. Değişen ya da değişecek her şey emperyalizmin hanesine yazılmak isteniyor.

“Gelecek” olgusunun bu denli öne çıkarılması ve bir dizi ilişki argümanıyla sürekli gündemde tutulmaya çalışılması esas olarak, daha fazla “değişmeye gebe” bir dünyada daha “akıllı ve sağduyulu” olmaya çağıran bir ideolojik işlev görüyor. Bugünlerde kim “akıl ve sağduyu”dan söz ediyorsa, temkinli yaklaşmakta fayda var. “Akıl ve sağduyu” bugün “kendinizi koyverin, herşeyi hareketsiz bir biçimde izleyin ve ayak uydurmaya çalışın” demek. Çünkü, “akıp giden için yapacak bir şeyiniz yok, bu bizim işimiz” diyen bir emperyal dayatma söz konusu. Böylesi bir dayatma için en işlevsel argüman ise “gelecek” olsa gerek. Geleceği görebilmek bir sanat haline getirilmişse, bu sanatı ancak birileri -siz emperyalistler olarak algılayın- icra edebilir deniliyor.

“En karanlık nedir sorusuna “gelecek” diye cevap vermiş bir düşünür. Geleceği kestirmek, geleceği öngörmeye çalışmak daima bir sanat olarak kalacağa benziyor. Ancak bilgi merkezli çağımızda küresel rekabetin beklentileri hızla arttığından, geleceği görebilme sanatı bir zorunluluk haline gelmiştir.” [KURT DİLEK] 1

Değişim, kolay kolay karşısında kimsenin duramayacağı bir olgu. Değişimin bir retoriğe dönüşmesi içinse argümanlarla pekiştirilmesi gerekir. Emperyalizm değişim retoriğini, “geleceğe” dair her tür uğraşı kendi işi haline getirerek biçimlendiriyor. Değişimi retorik düzeyinde kendisine devşiren emperyalizm, yıkımını gölgeliyor. Emperyalist yıkım, değişim olgusu üzerinden görülemez ve hissedilemez kılınmaya çalışılıyor. Yıkarak geleceği çalan emperyalizm, hatta yıkımın dönemsel ve gündelik sonuçlarını bile “vazgeçilemez gelecek” adına güzelleyebiliyor.

“Değişim” ile “gelecek” buluşturulduğunda “hükmetme yetisi” bir ihtiyaç olarak karşımıza dikiliyor. Hükmeden unsur, her iki başlığı kendi tekeline alarak, hem birikmiş bir dizi toplumsal soruna çözüm üretebileceğini hem de olası yeni sorunlara karşı insanlığı korunaklı kılabileceğini kanıtlamak durumda. Emperyalizm söz konusu olduğunda, ilginç bir biçimde bu kanıtlar tedirgin edici ve güzellemeci bir çelişki yumağı içinde sunuluyor. Korku ve umut içiçe geçiriliyor ve gerektiğinde biri diğerinin önüne çıkarılabiliyor.

Sivil toplum örgütleri ve bir dizi toplumsal muhalefet dinamiği, söz konusu güzelleme ve tedirgin edicilikte görev almaları için yönlendiriliyor. Özgürlük, katılımcılık demokrasi mutluluk kendini ifade etme vs.. güzelleniyor. Ekolojik tahribat eşitsizlik yoksulluk aşırılıklar için panzehirler sunulmaya çalışılıyor. Herbiri -kimi zaman acımasız görünse de-karşı konulamaz olan değişimin birer başlığı haline bizzat getiriliyor.

” Çok kısa bir sürede baş döndürücü bir hızla meydana gelen değişimin yarattığı sorun şok ve fırsatları irdeleyip Gelecek Şokunu önlemek için bir süper- sanayi yani sanayi-ötesi eğitim sistemi ve katılımcı bir politik sistem yaratılmalı. Oluşan bu süper-sanayi devrimi sayesinde toplumların açlık hastalık bilgisizlik ve şiddeti geride bırakabilecek bireylerle yeni özgürlük ve fırsatlar yaratılabilecek. Hızlı değişim bazı kişi ve grupları marjinalleştirip mutsuz azınlıklar yaratabiliyor. Değişikliğe hükmedebilmek için hem önemli ve uzun dönemli amaçları netleştirmemiz hem de bu amaçlara ulaşma şekillerini demokratikleştirmemiz gerekiyor.” [TOFFLER Alvin] 2

Değişim bir taraftan tehdit unsuru olarak gösterilmeye çalışılırken diğer taraftan da değişime hükmetme yetisine sadece ve sadece birilerinin sahip olduğu kafalara kazınıyor. Emperyalizm gücünü olasılık ve olanakları kendi hükmetme yetisi ile özdeşleştirebildiği oranda hissedilebilir kılabiliyor. Bunda da neredeyse hiç sınır tanımıyor. Tüm olasılık olanaklar ve risklerin sadece onunla birlikte düşünülmesi doğrultusunda adeta akıllar inançlar ve umutlar formatlanıyor. Sıfırlanan yeniden yüklenmek üzere yeniden insanoğlunun önüne sürülüyor.

Açlık, hastalık bilgisizlik ve şiddetle mücadele emperyalizmin hegemonya alanı içine yerleştirilince, hükmetme yetisi insanoğlunu sarıp sarmalıyor. Ülkeler artık bir sömürü-bağımlılık ilişkisinden çok yardım-vazgeçilmezlik ilişkisi içinde olduklarını kabul etmek durumunda bırakılıyor. Yabancı sermayenin bir ülkeye gelişi davul zurna ile karşılanıyorsa uluslararası sömürü kurumlarının ülkeye verdiği notlar sevindirip ya da üzüyorsa olup biten sadece küçülen dünyanın bir sonucu olan karşı konulamaz içiçelik biçiminde karşımıza çıkartılıyor.

Sömürü ile yardım, bağımlılık ile içiçelik yer değiştirince “değişim retoriği” temel dayanaklarını oluşturmuş oluyor. Oysa olup biten tam anlamıyla bir yanılsamadır ve insanoğlu sanal bir dünyaya mahkum edilmektedir. Sonuç ise gayet açıktır;

” Olup bitenler (…) emperyalistlerce saptanmış belli bir hedefe yönelik bir dilekler toplamı olarak şekillenmektedir.” [ARIBOĞAN D.Ülke] 3

“Değişim” Mi “Yıkım” M?

Bir dizi toplumsal gerilim başlığının yüzünü birbirine dönen noktalarına gözümüzü dikersek karşımıza ne çıkacaktır? Kanımca bir ortak payda olmasının ötesinde buluşturucu unsur “yıkım”dır. Kapitalist/emperyalist bir dünya insanlık adına en çok “yıkım”ı ifade etmektedir.

“Yıkım”ın refleks bir tepkisellik ya da küskünlükten başka üreteceği şeyler olmalıdır. “Yıkım”ın bir karşı-dinamik olarak harekete geçirici etkisi önemsenmeli ve emperyalizm başlığındaki üretimsel zeminin bu “harekete geçirici” potansiyel etkiden beslenmesi zorlanmalıdır. Emperyalizm, “değişim” ile “yıkım”ı bir tür güzelleme içinde sarıp sarmalayabiliyorsa bu “başarı”sı esas olarak politik ve ideolojik karşı-dinamikleri önemli ölçüde denetim altına almış olması ile ilgilidir. Emperyalizmin bu “başarısı” ürkmeden adam gibi irdelenmek zorundadır.

Günümüz dünyasını farklı biçimlerde betimlemek mümkün; değişen küreselleşen kirlenen vs… Söz konusu betimlemelerin benimsetilmesinde ister negatif ister pozitif boyutları öne çıkarılsın emperyalizmin bir olgu olarak kendisini “unutturan” başarısı kayda değerdir. Sıfatlamalarda, emperyalizm ya tümüyle dışarda tutulmuş ya da “alıştırılmış” nitelikleri eklektik olarak yerleştirilmiştir. Literatüre “olay pazarlaması” olarak geçen bir olgu emperyalizmin bu yüzünü tüm çıplaklığıyla sermektedir.

” Olay pazarlaması… yoksulluğa karşı bir protesto olan Amerikayı Kucaklayan Eller gösterisinde COCA COLAnın desteğinden faydalanılması Uluslararası Af Örgütünün REEBOKla işbirliği ve şirketlerin Olimpiyatlarla ilişkilendirilmeyi istemeleri vs..” [CHANEY David] 4

Emperyalist sermaye siyasetinin temel itkisini “değişim” olgusundan alması sol platformlarda “küreselleşme”nin bir kavram olarak sıkça kullanılmaya başlanması ve “sivil toplum” uğraşının insanlık ve toplum adına “kirlenenler”i temizlemeye endekslenmesinin aynı andalığı ilgi çekicidir. Aynı anda olup bitenler ne yazık ki öyle bir tablo ortaya çıkarabiliyor ki COCA COLA yoksulluğa karşı mücadelenin destekçisi olabiliyor! Emperyalizmin bu “başarısı”nın üzerine gidilmelidir. Tabii ki anlamak ve olup bitenle uyumlu noktalarını açığa çıkarmak için değil bu “başarı”nın üzerinde yükseldiği zemini iyi kavramak ve müdahalelerimizi ufuk ve zihin berraklığı içinde biçimlendirmek için.

Emperyalizmin hissedilebilir kılınmasının bilinen iki zemini vardır; ulus- devlet ve iki sistem arası rekabet. Ulus-devletin çözülmekte olduğu iddiası iki sistem arası rekabetin yerini emperyalistler arası “rekabet”e bıraktığı koşullar doğal olarak emperyalizmin bir olgu olarak kendisini gizlemesini kolaylaştırmakta hatta pekiştirmektedir. Diğer taraftan emperyalizmin kendisini “güzellemesi” için fazlasıyla “fırsat” vardır ve yaratılmaktadır. Herhangi bir doğal felaket ya da aşılamayan bölgesel gerilimlere doğrudan müdahale edebilen emperyalizmin uluslararası kuruluşları ve araçlarıdır. Görünen budur. Meşrulaştırılmış müdahaleci misyon sınırsız bir biçimde hareket etmektedir. Öyle ki bu tür sorunların nedeni olduğunun bile üzeri örtülebilmektedir.

“Değişim” retoriği işte böylesi bir zeminde emperyalizmin elinde esaslı/işlevsel bir silaha dönüşmektedir. Değişenlerin karşısında kimse kendini “iç huzuru” ile tanımlayamamaktadır. Geçilen sürecin insanlık adına tamboy bir “yıkım”ı ifade ettiği açıktır. Oysa emperyalizmin “değişim” retoriği “yıkım”ın tanımlanmasını bile zorlaştırmaktadır. Yıkımın resmini yapmak için iyi bir ressam olmak bilançosunu çıkarmak için bir yığın istatistiki veriyi üstüste yığmak gerekmiyor. Neredeyse yaşamımızın her alanındave sonuçları üzerinden de tek tek kendimiz bazındaki karşılıkları gerçekten dehşet verici bir nitelik taşımaktadır. Tahribatın boyutları sadece bir döneme damgasını vuran bir boyutu ifade etmiyor aynı zamanda giderek gelecekten daha fazla çalan bir nitelik kazanmaya başlıyor. Her geçen gün yıkımı ivmelendirirken sorumluluklara da bir kez daha yakıcı bir biçimde işaret ediyor. Gecikenler iliklerimize dek işliyor.

” İnsanlığın dünya sosyalizminin gecikmesi çürüyen kapitalizmin hayatta kalışı karşılığında ödediği fiyat da gitgide daha dehşet verici hale geliyor. Üretici güçlerin tahrip güçlerine dönüşme eğilimi kendini sadece dönemsel olarak aşırı üretim bunalımları ve dünya savaşlarında göstermiyor. Gitgide kendini katı biçimde üretim tüketim toplumsal ilişkiler sağlık (zihin sağlığı dahil) alanlarında ve herşeyden önce de kesintisiz biçimde birbirini izleyen yerel savaşlarda gösteriyor. İnsanların azap ölüm ve bizzat insanlığın fiziksel hayatta kalışına tehditler karşılığı ödediği bu genel paha hala başımızın üzerinde sallanmakta.” [MANDEL Ernest] 5

Emperyalist yıkımın bedellerinin ağır olduğu ve her geçen gün daha ağırlaştığı bu tabloyu değiştirecek sosyalist irade ve onun toplumsal projesinin geciktiği açıktır. Ağırlaşanlar ve gecikenler üzerinde tanımlanacak bir karşı duruşun kendisini tamboy bir kavgaya sokması dışında bir seçeneği yoktur. Oysa kaygı duyulanların merkeze konulduğu ihtiyacın ütopik bir biçimde ifadelendirildiği zeminler ne yazık ki tepkisellikten ve açık kapatıcılıktan başka bir hareket alanı sunmamaktadır. Bu yönde özgün bir yönlendirmenin olduğu da ihmal edilmemelidir.

Kuşkusuz iddialar bir durum tasvirinin üzerinde biçimlendirilir. Yine aynı şekilde bir toplumsal proje alternatif niteliğini var olanın insanoğluna yakışmadığı üzerinden somutlar. Ancak emperyalizme karşı duruş dinamiklerinin kısmi hareket alanları yaratmak dışında bir iddiaya sahip olması için refleksif boyutlarını başka dinamiklerle de yüklemek durumunda. Oysa bu tabloyu kabullenemeyenler için tepkilerin refleksif boyutu sıklıkla öne çıkmaktadır. Kendisini bir iddianın adı olarak tanımlama ihtiyacı hisseden bu tablonun insanlığa yakışmadığını düşünmektedir. Bir eleştiri olarak kesinlikle değil ama ilgili bir örnek Özgür Üniversitenin kendini tanımlamasından;

” Her şeyin soysuzlaşıp çürüdüğü yaşamın anlamsızlaştığı araçlarla amaçların yer değiştirip ters yüz olduğu “bilim” olarak sunulanın bilimin inkarına dönüştüğü “neden” sorusunun sözlüklerden kovulduğu sadece “nasıl”la yetinildiği bir tarihsel dönemde Özgür Ünivesite… ” 6

“Değişim”i dillendirmek iyimserlik “yıkım”ı dillendirmek ise kötümserlikle özdeşleştirilince işler biraz daha çetrefilleşmektedir. Geleceğe umutla bakmanın değişenleri iyi anlamaktan geçtiği öne çıkınca “yıkım”ı üstelik sıkışmışlıkları içinde dillendirenler geleceği yaratmak ve kurmaktan aciz “dinazorlar”a benzetilebilmektedir. Herşeyin değişmiş olduğu tezinin giderek güçlenmesi ve kimsenin kolay kolay karşısında duramıyor oluşu en çok emperyalizmin kirli tarihini unutturmaya sermaye hegemonyasının acımasız sonuçlarını yarıyor.

“Değişimi yönetenler daima “değişimi reddeden çürümenin mimarıdır” ilkesinden hareket edenlerdir.” 7 diyen Metal Sanayicileri Genel Sekreter Yardımcısının meramı bellidir; “değişim ve gelecek bizi ellerimizdedir!” Kimsenin değişmeyi durdurmaya hakkı olmadığını değişimden -siz değişenlerden diye anlayın – güç bulamayanların çürüme ile özdeşleştiriliyor oluşu ironiktir.

“Yıkım” hassasiyeti tek başına bir tür “felaket tellalığı” anlamına gelmiyor. Bilakis bir başka sorumluluğu hatırlatıyor; “ortada değişim falan yok düpedüz yıkım var bu yıkım mutlaka durdurulmalıdır!” Emperyalizm kendisini “değişim” retoriği içinde hem gizliyor hem de güzelleyebiliyorsa bunun karşısına tüm siyasi ve toplumsal karşılıklarıyla birlikte “yıkım” hassasiyeti çıkartılmak durumundadır. Şayet değişimle birlikte anılan emperyalizm yıkımla birlikte anılır hale gelirse bir siyasi başlık olarak ete kemiğe bürünebilecektir. Emperyalist yıkımın gözle görünen ya da görünmeyen tüm boyutlarının birer siyasal başlık haline gelmesi getirilmesi gerekiyor.

Türkiye Maden Sanayicileri Sendikası Genel Sekreter Yardımcısının yukarıdaki alıntıda “değişimi yönetmek”ten söz etmesi önemsenmelidir. Yıkan bir sürecin olup biteni değişim adı altında toplaması ve olası negatif sonuçlarının ise değişim yeterince iyi yönetilemediği zaman ortaya çıkabileceği ileri sürülmektedir. Böylelikle yıkımın her türden güncel karşılığı meşrulaştırılmış olmaktadır.

Aynı zemin bir başka tuzağa daha işaret etmektedir; değişimde ortaklaşanlar değişimi yönetmek için farklı projeler üretebilirler anlayışı sol içine salgılanmaktadır. Bu salgı yılgın ve yorgunlar için biçilmez kaftandır. Karşılık verdiklerinde söyledikleri ise “değişimi durdurmamak gerekiyorsa olumsuz sonuçlarını azaltalım” olmaktadır. Alın size harika bir tuzak; “boş hayaller” yerine “güncel sorumluluk”. Güncele müdahalede acz içinde olanların boş hayalleri öne sürdüklerini düşünenler ne yazık ki giderek çoğalmaktadır. Güncelin bu yakıcı basıncı geleceği tekeline alan emperyalizm açısından oldukça işlevsel bir araca dönüşebilmektedir.

“Felaket tellallığı yapmayın boş hayaller kurmayın bugüne bakın” diyen anlayış aslında ara bir duruştur. Tarafların herhangi birisinin alanı genişlerse bu tür ara duruşlar o tarafın argüman ve yönelimlerine göre kendisini biçimlendirir. Bugün güne ait olanı yüceltenlerin çoğalıyor oluşu ve giderek saflaşmaların şekilsizleşmesine neden olmaya başlaması yılgın ve yorgunların sayısını hızla artırmaktadır. Diğer taraftan gecikenler alınamayan sonuçlar engellenemeyenler ve sindirilemeyenler bütünlüğü gerçekten de adamın canına okumaktadır. Ara duruş diye tanımladığımız ve açıkçası yılgın ve yorgun olanların bir mücadele unsuru olarak görülmesi kanımca yeterli olmayacaktır. Asl olanın bizim tarafın alanını genişletmesi ve kendisini güçlendirmesidir. Gölgelenen “yıkım” siyasallaştırılmalıdır.

Emperyalist Yıkımın Simgeleri

NATO ve İMF bu iki örgüt adeta emperyalizmi simgeliyor. Bir terör örgütü olarak NATO dünya halkları için kan ve yıkımın bir peşkeş örgütü olarak İMF ise dünya emekçilerinin yoksulluk ve sefaletinin sorumlusu olarak simgeleşiyor. 50 yıla yayılan pratikleri içinde dünyanın ve insanlığın canına okuyan bu iki emperyalist organ emperyalist yıkımın hem ete kemiğe büründürülerek hissettirilebileceği hem de anti-emperyalist bir karşı koyuş dinamiği için bir mücadele başlığı olarak güncelleştirilmelidir.

Bu iki simgesel oluşumun emekçiler ve dünya halkları için ne anlama geldiğini artık üç kuşak biliyordur anlatmak ve örneklemek gerekmiyor. Bugün de varlıklarını sürdürebilen birer emperyalist organ olarak NATO ve İMF belki de kendilerinden ve işlevlerinden daha çok bir mücadele başlığının tarafları arasındaki kavgada simgeleşmeleri ve sürekli kendisini yenilemek durumunda kalmaları açısından bakıldığında bir kez daha güncelleştirilmelidir.

Dünya halklarının ve emekçilerinin bu iki kan ve sömürü mekanizmasına karşı mücadelesi anti-emperyalist birikimin ana kaynağını oluşturdu. “NATOya Hayır!” “İMF Defol!” sloganları emekçilerin mücadelesinde en çok haykırılan sloganlar oldu. Bu birikimin bugünlere ne taşıdığı açıkçısı net değildir. Kimi zaman bölgesel bir geleneğe dönüşmüş olan anti-emperyalist kimlik ağırlıklı olarak iki sistem arası rekabet koşullarından beslenmiş olduğu için bu zeminin ortadan kalktığı koşullarda bir mücadele birikimi olarak kendisini geleceğe taşıyamamaktadır.

Her iki örgütün kurucu/yönlendirici gücü ABD emperyalist rekabet içindeki gücünü ve konumunu bu örgütler üzerinden pekiştirdi. Kimi zaman ABD adına kaybedilen “prestij” bu iki örgütün çeşitli hamleleri ile telafi edilmeye çalışıldı. Son 50 yıla damgasını vuran NATO ve İMF emperyalizm için halen vazgeçilmez niteliğini koruyor. Bugün verili dünya sistematiği içinde kendisini bir kez daha yenilemeye çalışıyor; NATO genişletiliyor İMF daha etkin kılınmak isteniyor. Hareket alanlarını genişletecek ekleri (DTÖ Uluslararası Tahkim vs.. ) ile birlikte boşlukları kapatılmaya çalışılıyor. Süreç küreselleşme şiarı desteğinde ulus-devleti “çözerken” emperyalizmin yerel dayanakları açısından da yeni güvenceler anlamına geliyor. “Ulus-devlet”in tarihsel ömrünü tamamladığından hareketle gerçekleştirilen müdahalelerde “ulus” ve “devlet” tek tek ve birlikte oluşturduğu bütünlük üzerinden günümüzde masaya yeniden yatırılmış durumda.

Küreselleşme şiarının devleti hedef tahtasının tam da ortasına yerleştirmesi tesadüf değildir. Devlet mekanizmasının verili biçimiyle bir taraftan “gelecek”i kucaklayamayacak hantallığından söz edilirken devletin yeni biçiminin yüklerinden kurtulmuş biçimi olması gerektiği iddia ediliyor. Devlete yönelik saldırıların güncelliği içinde bu tür bir misyonla yüklenmiş olması kuşkusuz refleksif olarak devlet savunuculuğu üretmemelidir. Yine aynı şekilde devletin ne ölçüde gerçek bir saldırı altında olduğu da ancak ve ancak bütünsel bir yaklaşımın içinde anlamlandırılabilir. Devlete yönelik güncel sermaye müdahalesinin hem sermaye birikimi hem de uluslararası sermayenin hareket alanınını genişletmeye yönelik boyutları olmakla birlikte var olanın esas olarak bir tür yeniden biçimlendirme olduğu gözlerden uzak tutulmamalıdır. Bu kaygılar ışığında güncel sermaye müdahalesinin sonuçlarına işaret eden şu saptama önemli olsa gerek;

” Küreselleşme kabaresinde devlet bir asgari vazgeçilmezini baskı gücünü kıskançlıkla koruduğu bir striptiz yapmaktadır. Maddi temelini yitiren, egemenlik ve bağımsızlığı ilga olan, siyasal sınıfı yozlaşan ulus-devlet mega-şirketlerin güvenlik gücü aygıtına dönüşmüştür.” [MARCOS-EZLN] 8

Emperyalist dürtüler ve anti-komünist histerinin ürünü olan bu müdahaleler ve beraberinde getirdiği yeni oluşumlar kanlı ve yıkıcı tarihlerini yazarken yine emperyalizmin “değişim retoriği” çerçevesinin içine yerleştirilerek geleceğe taşınmak isteniyor. NATO ve İMF bir kimlik ve misyon olarak kendisini sosyalist sistemin varlığından kaynaklanan “tehlike”lere karşı somutlamaya özen göstermişti. Kesinlikle böylesi bir niteliği olmasına karşın tüm fonksiyonelliğini bu ihtiyaç üzerinden biçimlendirdiğini iddia etmek de kolay olmayacaktır. Emperyalizmin yeni sömürü pazar ve hegemonya alanları açmak var olanları derinleştirmek ve karşı-alanları kuşatmaya yönelik işleyen mekanizma bugün de toplam ihtiyaç ve yönelimleri içinde biçimlendirilmeye ve donatılmaya çalışılıyor.

Sözgelimi NATOyu neden genişletme çabasında olduklarını değişenler fırsatlar ve zorunluluklar üzerinden açıklamaya çalışıyorlar;

” Soğuk Savaşın bitmesiyle birlikte Avro-Atlantik Bölgesinin bütününde geliştirilmiş bir güvenlik mimarisi inşa etme fırsatı doğmuştur. Bu geliştirilmiş güvenlik mimarisinin amacı yeni bölücü sınırlar yaratmaksızın tüm Avro-Atlantik Bölgesinde istikrar ve güvenliğin artırılmasını sağlamaktır. NATO güvenliği savunma bileşeni kadar siyasal ve ekonomik bileşenleri de kapsayan geniş bir kavram olarak değerlendirilmektedir…” 9

İMF için de durum farklı değil. İşlevleri ve yeni dönem programları güncel ihtiyaçlar üzerinden yeniden tanımlanmaya çalışılıyor. İMF açısından bu yenilenme hem tarihinde fazlasıyla birikmiş başarısızlıkların unutturulması hem de değişimin beraberinde getirdiği sorunlardan kurtulmaya denk düşüyor.

” Güneydoğu Asya krizinin ardından İMFnin işlevleri yeniden sorgulanıyor sorgulatılıyor. Bundaki temel neden ise İMFye yeni bir elbise hazırlama gereğinin ortaya çıkması. Emperyalist ülkeler İMFnin artık paraya elini pek fazla sürmememesini az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki ülkelere kredi açmamasını istiyor. İMFye bunun yerine bu ülkelerin sınıfa saldırı programlarını “izleme” görevi veriliyor. Gerekli kredileri çok daha yüksek faizlerle uluslararası sermayedarlar verecek. İMF ise yalnızca bu kredilerin faizleriyle birlikte geri ödenmesinin koşullarını dayatacak.” [AKARSU Derya] 10

NATO ve İMFnin yakın dönem geleceğini planlayanlar ilgi çekici bir biçimde “potansiyel korku”lara karşı güvence oluşturmak istiyorlar. Emperyalist saldırı ve sömürü aygıtlarının güncel yönelimlerinin önünün kesilmesi daha da ötesinde bir kez daha yayılan bir biçimde emekçi saflarında mücadele başlığı haline getirilmesi gerekiyor. Bu ihtiyacın sınıf mücadelesi ve siyasetinin temel başlıklarından birisi olarak güncelleştirilmesi yine dünya komünistlerinin örgütlü pratiğine muhtaç görünüyor.

Emperyalist Yıkım Siyasallaştırılacaksa

Önce siyasallaştırılacak bir başlığın gözlerini açacağı ortama göz atılmalı.

Emperyalist hesapların tam da ortasında kalmış sağından ve solundan bir dizi uluslararası ve bölgesel gerilimin doğrudan bir parçası olmuş/yapılmış ve de ülke siyasetinin ağırlıklı olarak bu dinamiklerin basıncı altında şekillendiği bir ülkede; nasıl oluyor da “ulusçuluk” dışa dönük bir toplumsal değeri/iddiayı üretmiyor nasıl oluyor da Türkiye Solu emperyalizmle mücadele başlığından beslenemiyor

Bu topraklarda ciddi bir anti-emperyalist birikimden söz edilemiyor. Ancak aynı topraklar emperyalist sömürüye tamboy angaje edilmiş bir tarihe ve çehreye sahip. Emperyalizme karşı mücadele solun siyaset ve toplumsallaşma alanlarını ciddi ölçüde besleyebilecek potansiyel bir nitelik taşıyor. Oysa sol bu başlıktan bir türlü beslenemiyor. Bir açıklaması olsa gerek.

Bu saptamalar bir yönüyle bir boşluğu bir başka yönüyle de sıkışmışlığı anlatıyor. Siyasette “boşluk” ve “sıkışmışlık” aynı anda öyle uzun süre taşınamaz. Boşluğun iliklere dek hissedildiği bir alanda zorlanılıyorsa ciddi bir üretime ihtiyacımız var demektir. Boşluk ve sıkışmışlık içinde üretime yönelenler ağırlıklı olarak iki doğrultuyu tutturmuş durumda. İlkinde ilgili başlıkta bugüne dek biriktirilmiş olanların ufuk açıcı potansiyelini yitirdiğinden hareket edilmekte “değişenler”le değiştirerek buluşmak önemsenmektedir. Diğerinde ise bir dizi toplumsal gerilim başlığının olası buluşma noktalarına önem verilmektedir. Buluşmaların ete kemiğe büründüreceği “taraf tutma” dinamiğinin bu alandaki boşluk ve sıkışmışlığın ortaya çıkardığı tabloyu farklılaştırabileceği düşünülmektedir. Kuşkusuz ilkinin daha çok “gerilimden kaçmak” ya da “uyum sağlamak” anlamına geldiği düşünülürse ikincisinden güç ve umudu zorlamak gerekiyor.

Emperyalizmin değişim retoriği çerçevesini bir tür “gelecek bilim” ile oluştururken teorik alt-yapısını da örme çabası içinde. “Kapitalizmin alternatifsizliği” ve “ulus-devletin çözülmekte olduğu” argümanları emperyalizmin değişim retoriğini -teorik olarak ayakta tutan- omurgasını oluşturmaktadır.

Türkiye açısından bu türden bir değişim sıklıkla “yeni vizyon”lar olarak da pazarlanabiliyor. Böylesi bir değişime ayak uydurmak zorunda olan Türkiyenin verili tablonun beraberinde getirdiklerini merkeze koyan “yeni yönelimler” belirlemek zorunda iddiası yükseltilebiliyor. Bunun dayanakları ise özellikle “ulus” ve “devlet” üzerinde yoğunlaşıyor. Yeni yönelimler bu olguların modern toplumların önemli birimleri olmaktan çıktığı savıyla bütünleştiriliyor.

“Sonuçta modern toplumun en önemli birimleri artık aileler ufak topluluklar hatta uluslar değil şirketler okullar hastaneler gibi özel ve odaklaşmış maksatlı ihtisas kurumları oluyor.” [KOZLU Cem] 11

Emperyalist literatürde “alternatifsizlik” herşeyin insanlık adına iyi gitmesi nedeniyle şekillenmiş bir umudu ifade etmiyor. Açıkça kimseye alternatif hareket alanı tanımamayı anlatıyor. Kötü gidenlerin dizginlenmesi için bir dizi devinim alan ve biçimi tarif edilirken “iyiye gidenler” abartılıyor “ne olduğu anlaşılamayanlar” insanlık için birer tehdit unsuru haline getiriliyor.

“Ulus-devletin çözüldüğü” iddiasında ise emperyalizme karşı duruşun politize olabileceği bir zemin ortadan -en azından zihinlerden- kaldırılmaya çalışılıyor. Ulusal değerlerin ancak küreselleşenler içinde bir anlam taşıyabileceği aralarındaki gerilimden çok bütünleşmenin öne çıkarılması gerektiği ve “ulusal değerler”in yerini hızla küreselleşenlere katılacak “ulusal gerekler”e terketmesi isteniyor. Ulusal gerekler öne çıkarılınca bir dünya-sistemi içinde ancak sanayileşebilineceği gelişilebilineceği iddia ediliyor. Ulusal değerleri tamboy emperyalizme peşkeş çekmek anlamına gelen bu yönelim emperyalist yıkımın beslendiği en önemli zemini oluşturuyor. Oysa;

“Dünya ekonomisi ile bütünleşerek kalkınmak mümkün değildir. Bu bağımlılık kuramının savunageldiği ve son yıllarda neo-liberalizmin unutturduğu eski bir görüştür.(…) Azgelişmiş ülkelerin dünya sistemi içinde sanayileşmesi “azgelişmişliğin gelişmesi”dir. Bu sanayileşme gelişmiş ülkelerin ihtiyaçlarına göre şekillenen uluslararası işbölümünde bir kısım azgelişmiş ülkenin üstlendikleri yeni işlevin tecellisidir.” [SOMEL Cem] 12

Emperyalizmin olup biteni “açıklayıcı” girişimleri bir taraftan da kendisini hızla tüketmekten kurtaramıyor. “Yeni dünya düzeni” en fazla iki sistem arası rekabetin son bulduğunu ilan etmeye yaradı. YDD ile giderilemeyen “teorik ihtiyaç” artık “küreselleşme” safsatası ile karşılanmaya çalışılıyor. Ne yenilenen emperyalist saldırı üsleri (NATO vs..) ne de programlarını farklılaştırarak geçmişini temizlemeye çalışan Bretton Woods kurumları (İMF DB vs..) temel dayanak noktası olarak “güvenli” işleve görebiliyor.

Emperyalist dayatmalar tüm kırılganlığı içinde biçimleniyor. Kırılgan zeminler yıkımın siyasallaştırılabileceği siyasallaştırıldıkça da belirginleştirileceği hedef olgu alan ve argümanlara dönüştürülmek zorunda. Varlık gerekçesini “yıkım”ın üzerine yerleştiren emperyalizm meşruiyetini “değişimi güzelleyerek” sağlamaya çalışıyor dedik. Emperyalizm adına ortaya çıkansa mutlak rahatlık anlamına gelemiyor. Ne kendi geleceklerini projelendirebiliyorlar ne de olası karşı duruş dinamiklerinin kökünü kazıyabiliyorlar.

Diğer taraftan emperyalist yıkımın ortaya çıkardığı tablodan ne kitlesel tepki dinamiği ne de harekete geçirici anti-emperyalist siyasal açılım çıkıyor. Dayatmalara karşı kimi zaman ülkeler bazında özgün korunmacı refleksler geliştiriliyor kimi zaman da “Seattle Ruhu” çıkartılmaya çalışılıyor. Buluşturucu ve bütünleştirici örgütleyici ve harekete geçirici nitelikleri oldukça zayıf olan bu tür karşı-duruş zeminleri saflığını giderek yitiriyor. Elde kalan teorisize edilmeye çalışıldıkça da uyum arayışları gündeme gelmeye başlıyor.

Krizlere mahkum olan kapitalist/emperyalist sistem gündemine kriz yönetimini almaya başlıyor. Sıkışan karşı-duruş unsurları ise kendi toplumsal projelerini olduğu gibi masaya sürüyor. Her iki boyutun bir yerlerinde birikmeye başlayan kırılganlık alanları ve başlıkları giderek karşı karşıya gelişin akıbetini belirleyici bir nitelik kazanmaya başlıyor. Mücadele kırılgan zeminlerde yoğunlaşıyor kartlar buralarda açılıyor. ABD Emperyalizminin Vietnamda yaşadığı deneyim tarihsel bir örneği olarak söz konusu kırılganlığın demosu niteliği taşıyor. Yıkımın bir parçası olmak istemeyenler ya da yıkımın ortaya çıkardığı sonuçların dehşetine kapılanların biçimlendirdiği “ürküntü” insanlık adına bir tehdit olarak tanımlanabilecektir.

” Reagan yanlısı aydın Norman Podhoretz; Vietnam Sendromunu askeri gücün kullanılmasına hastalıklı karşı koyuşlar olarak tanımladı (…) Washington Post ise ; insanlara savaşın erdemlerine saygıyı aşılamak gereklidir tezini savundu. “ [CHOMSKY Noam] 13

Emperyalizmle mücadelede kritik iki zeminin -ulusal bağımsızlık mücadelesi ve sosyalist sistemin varlığı- gündemden düşmüş olması mücadeleye ivme katacak yeni renklerin ancak özgün süreçler içinde kazanılabileceğini gösteriyor. Özgün süreçlerden kastım şu; emperyalizm nereye el attıysa genelde ciddi bir dirençle karşılaşmıyor. Şayet herhangi bir nesnel ya da öznel direnç söz konusu olursa emperyalizmle mücadele o başlık üzerinden hissedilebilir kılınabilir hatta süreç içinde ileri çekici bir kol niteliği kazanabilir.

” Hegemonya çok boyutlu göreli ve her zaman tehdit altında olan bir olgudur. Çok boyutluluk hegemonyanın sadece ekonomik veçheden ibaret olmayıp aynı zamanda siyasal ve ideolojik (dahası kültürel) ve tabii askeri veçheleri de kapsaması demektir. Göreliliğe gelince hegemonik güç her zaman için bir uzlaşma aramak durumundadır. Öyleyse hegemonya dünya sistemini oluşturan tarafların durumuna ekonomik ve başka güç dengelerinin evrimine bağlı olarak her zaman tehdit altındadır.” [AMİN Samir] 14

Emperyalizmle mücadelede yeni bir renk anlamına gelecek kimi özgün gelişmeler yaşanmakta. Ne yazık ki potansiyel örnekleri ardarda sıralamak mümkün görünmüyor. Emperyalizme karşı mücadelede şayet yeni bir renk söz konusu olacaksa bu rengi çalacak olan daha çok öznel başarılar olacaktır. Yine de kimi başlıklar öznel ve nesnel boyutlarıyla birlikte önemsenmek durumunda.

NATOnun eski sosyalist blok ülkelerini kapsamına alarak genişletilmesi böylesi bir gelişmeye tekabül ediyordu. Yine aynı şekilde uluslararası tahkim başlığında emperyalizme karşı enternasyonal dayanışma özgün bir eylemlilik olarak karşımıza çıktı. Belki bir başka özgün süreç gelişme potansiyeli emperyalizmin kimi bölgesel projelerine karşı söz konusu olabilir. Nihayet genetik şifrelerin çözülmesi biyolojik devrim gibi kimi bilimsel-teknik gelişmeler emperyalizmin hesaplarının ne denli yıkıcı olabileceğinin sinyallerini veren çarpıcı örnekler olsa gerek. Emperyalizmin elinde insanlığın geleceğini karartacak bu gelişmeler bir an önce dizginlenmelidir.

Emperyalizm sınırların kaldırılmasına yönelik dayatmalarını sadece saldırgan bir üsluptan ibaret bırakmıyor. Medyatik bombardımanın yanısıra ideolojik bir işlev gören “kaynaştırıcı” etkinliklerden de kaçınmıyor. Kuşkusuz bu tür ortamları bir “pazar sistematiği” içine yerleştirerek yapıyor. Karnavallar biçimine bürünen bu modelde her bir unsur sanki kendi geleceğini kendisi kuruyor izlenimi ve heyecanı ile yükleniyor. Oysa;

” Bu karnavallar kısmen bölgesel kültür ürün ve girişmelerin gelişmesine yardımcı olmuş olmakla birlikte aynı zamanda medeniyetin doğal yararının şehirli yaşam kitlelerinin yeni yaşam biçimleri ile tamamlanabilecekleri daha geniş ve emperyalist bir gündemin de parçası olmuşlardır. “ [CHANEY David] 15

Tüm bunların potansiyel siyasallaştırıcı ve harekete geçirici etkisinin yanısıra emperyalizmle mücadele bugün emperyalizmin eline yüzüne bulaştırdığı başarısızlıkları üzerinden de yeni bir renk kazanma potansiyeli barındırıyor. Kuşkusuz böylesi bir zemin üzerinde yol almanın vazgeçilmez koşulu öznel çıkışlar olacaktır.

Emperyalist saldırılar bir tür “yıkım retoriği” üzerinden karşılanacaksa üzerinde devinilecek zemin aşağı yukarı bu boyutları ile karşımızda durmaktadır. O halde potansiyel dinamikleri vurguladığımız nitelikleriyle birlikte belirginleştirmek durumundayız.

Para Silah ve “Bilim”

Para silah ve “bilim” emperyalizmin elinde sadece birer güç unsuru olarak değil taşıdığı bütünlük içinde giderek birbiri ile örtüşen fonksiyonellikleri ile önem kazanıyor. Para silah ve “bilim”in oluşturduğu bütünlük bir değişim pazarlaması içinde emperyalizmin kartları haline dönüşüyor.

Para silah ve “bilim” emperyalizmin elinde ne yazık ki dünyayı kirletiyor. Kirlenen dünya emperyalist yıkımı yansıtıyor. Kirlenen dünyada amaçlar ile araçlar yer değiştiriyor.

” Amaçlarla araçların yer değiştirdiği ters-yüz olduğu bir ortamda yegane kaygının daha fazla kaynağa el koymak olması kaçınılmazdır. Her türlü sömürünün yağma ve talanın sadece “meşru” değil aynı zamanda en büyük “başarı” sayılması orada hiçbir asgari ahlaki kaygının da mevcut olmaması demektir. Bugün insanlığı saran ahlaki yabancılaşmanın soysuzlaşmanın ve çürümenin temelinde yatan asıl neden budur.” [BAŞKAYA Fikret] 16

Para, silah ve “bilim” emperyalizmin elinde insanlığı ve geleceği kıskacında tutuyor. Her üçünü ancak ve ancak birilerinin elinde “başarı”ya dönüştürülebileceği kafalara kazınmaya çalışılıyor. Maliyetler değişimin yan etkisi olarak sunuluyor ve değişimi yönetme şarlatanlığı emperyalist sömürüye kapıların ardına kadar açılmasına yarıyor.

Para, silah ve “bilim”in emperyalistlere yeni sömürü alanları açan her hamlesi maruz kalan ülke için sanki dünyayla kucaklaşma çağ atlamış olma olarak algılanabiliyor. Para silah ve “bilim”in giriş amacı ve sonuçlarından çok değişenler önemseniyor. Beraberinde bir dizi maliyeti getirmiş olsa da değişmiş olan çehre gelişmekte olan ülkenin görüntüsü olarak lanse edilmeye çalışılıyor.

“Egemen iktisadi söylem 1980lerin başından bu yana dünyanın her yanındaki akademik kurum ve araştırma kuruluşlarındaki ağırlığını artırdı(…) Üniversitelerin asli işlevi küresel piyasa ekonomisinin toplumsal temellerini açığa çıkarma yeteneği bulunmayan sadık ve bağımlı bir iktisatçılar kuşağı üretmek.(…) Bu “resmi” neo-liberal dogma fazlasıyla manevi ve ahlaki bir söylemde somutlanan kendi “karşı-paradigma”sını da yaratıyor. Bu sonuncusu yoksulluk çevre korumacılığı ve kadınların sosyal hakları ile ilgili politik konuları çarpıtır ve “stilize” ederken “sürdürülebilir kalkınma” ve “yoksulluğun hafifletilmesi” üzerinde yoğunlaşıyor. Bu “karşı- ideoloji” neo-liberal politik buyruklarıyla ender olarak ters düşüyor. Resmi neo-liberal dogmaya karşı çıkarak değil onun yanında ve onunla uyum içinde gelişiyor.” [CHOSSUDOVSKY Michel] 17

Hatta çoğu zaman büyümenin gelişmenin algılanışı da böylesi bir çerçeveye oturtulabiliniyor. Yeni krediler yabancı yatırımlar güvenlik işbirlikleri yeni teknolojiler tüketimin çeşitlenmesi vs.. bir gelişim ya da büyüme dinamiği olarak lanse edilebiliyor. Oysa karşılıklı çıkar ilişkisinin ürünü olarak tarif edilen yeni durumlar bağımlılık mekanizmasının tıkır tıkır işlediğinin somut göstergeleri.

Para silah ve “bilim”den payımıza düşenlerin “hiç de fena olmadığı” ve gelecek için anlamlı ipuçları olarak yansıtılması kapitalist/emperyalist sistemin bir yerine yerleştirilmeye çalışılan ülkeyi bağımlılık ilişkilerinin içine tamboy yerleştirmiş oluyor.

” Bağımlılık belirli bir tipte büyümeyi de beraberinde getirir. Bağımlılık ilişkisi bağımlı ekonomiye egemen ekonomizmin gerekleri doğrultusunda bir dinamizm verir. Ama bu dinamizm egemen ekonomideki gelişmenin yansımasından başka bir şey değildir. Çünkü büyümeyi uyaran etkiler hem egemen ekonomiden kaynaklanmakta; hem de bağımlı ekonominin büyümesini egemen ekonominin gereklerine uygun biçimde yönlendirmektedir. Bu bağımlılığın temel özelliğidir.” [ERDOST Cevdet] 18

Emperyalist yağma ve talanın ülkemize çöreklenmiş olmalarının bir “modernleşme” dinamiği olarak gören görmek isteyen anlayış giderek bununla ilişkili maliyetleri yine değişimin gerekleri olarak algılamaya başlıyor. Yitirilmekte olan eskinin anlamlı ögeleri “artık herşey değişmekte” denilerek ömrünü tamamlamış ögeler olarak tarif ediliyor. Bu tür yenilikçi arayışların sözgelimi Türkiye açısından “yeni bir vizyon” olarak sunulması ise sürecin tuzu biberi oluyor.

Değişim emperyalizmin güncel sömürü alanlarında böylesi “yeni vizyon” yanılsamaları içinde paketleniyor. Emperyalizmin “değişim retoriği” sömürülen zeminlerde de adeta yeniden üretiliyor besleniyor ve güçlendiriliyor.

Para formatında; ülkelerin itibarı uluslararası emperyalist finans kurumlarının verdikleri notlar üzerinden ölçülüyor. Silah formatında; yine ülkelerin itibarı açtıkları yeni silahlanma ihalelerinde büyük ülkelerin arasındaki rekabetten çıkar sağlayan bir pozisyona oturdukça yükseliyor. “Bilim” formatında ise; örneğin ancak zenginlere hizmet eden özel hastanelerin ithal ettiği daha gelişmiş tanı/tedavi araçlarının çoğalması Türkiyenin “bilim” alanında da bir sıçrama yaşadığı biçiminde kafalara yerleştiriliyor.

Süreç giderek her üç formatın birbirini bütünleyen zeminlerine doğru işletiliyor ve böylelikle bağımlılık/sömürü ilişkisi bir kez daha kurumsallaştırılıyor. Artık saldırı açık bir yıkım niteliği kazanmaktadır.

” Emperyalist saldırı sadece kalkınmacı retoriği etkisizleştirmekle de kalmadı. Emperyalist yağma belki Kristof Kolomb döneminden beri hiç bu ölçüde derin tahribat yapmamıştı.” [BAŞKAYA Fikret] 19

Emperyalist Yıkımın Salgıladığı

Yıkım yeni niteliği ve karşılıklarıyla birlikte sadece çıkar farklılaşması zeminlerini yenilemedi aynı zamanda salgıladıkları ile birlikte önem kazanmaya başladı. Yıkım süreci “değişim” adı altında ortalığın toza dumana katılması biçiminde işliyordu artık. Belirsizlikler birikiyor kafalar karışıyordu. Gelecekte kendisine bir yer bulamayanlar için korkular çoğalıyordu.

” Hiç kimse bizi bekleyenin ne olduğundan emin değil yarın güneş insanlar için doğacak mı sorusunu kendi kendine soranların sayısı oldukça kabarık. Gelecekle ilgili değersizleştirmelerin kendini gösterdiği biçimler öylesine çok ki…” 20

Bu Postmodern karamsarlığın insanları kendilerine dönmeye çağırması bir tür salgı olsa gerek. İnsanların bir gelecek belirsizliğine mahkum edilmesi “değişimin yönetilmesi” başlığında bir tür “mahkumiyet” salgılıyor. Değişimin beraberinde getirmesi olası bir dizi korku ögesinin karşısına ancak para-silah-“bilim” üçlüsüyle çıkılabileceğine yönelik kurgu bu üçlüyü kendisine mal etmiş olan emperyalizmin hem kendisini unutturmasını hem de çaresizliği adeta kafalara kazıyor.

Dünyanın herhangi bir yerinde olağan akışı zorlayan her türden yeni durum önce insanlık adına bir “risk” olarak tarif ediliyor ardından bu riskin bertaraf edilmesi için kollar sıvanıyor. Bunun için de özellikle medya söz konusu riskin bertaraf edilmesi için güç sahibi olanlara sorumlulukları hatırlatılıyor. Artık bundan sonrası adeta seyirlik bir durum haline geliyor ve adım adım müdahale gerçekleştiriliyor.

Bu ve benzeri örnekler çoğaldığında ise olup biten sadece kanıksanmakla kalmıyor bir tür felaketler hiyerarşisi şekillendiriliyor. Ehven-i şer bu hiyerarşi içinde vazgeçilmez kılınıyor. Emperyalist müdahalelerin ve dayatmaların bir meşruiyet sorunu giderek azalıyor yerini salgıladığı korkuların basıncı altında gelecek sarmalanıyor. Sarmalanan gelecek belirsizleştiriliyor ve insanlık belirsizliğin cenderesi içinde teslim alınmış oluyor.

Emperyalistler kuşkusuz alan paylaşımlarının bir sınırı olduğunun bilincinde hareket ediyor. Zamanla çatışma koşulu üretmeye başlayan alan sıkışıklığı emperyalistler arası “rekabet”i bir durum olarak gündeme getiriyor ancak bu “rekabet” yine bu belirsizlikler silsilesi içinde gemleyici d

” 1990lar dünya-sisteminde büyük bir politik belirsizlik entellektüel bulanıklık ve dünya-sisteminde yaygın bir toplumsal korku dönemidir.” [HOPKİNS T.K.] 21

Emperyalist politikaların farklılıkları içinde birbirinin önünü kesen boyutları belirsizlik-bulanıklık-korku sarmalı içinde karşıtlarınca yararlanılabilecek niteliklerini yitiriyor. Çıkar farklılıkları üzerinde hesaplar yapılabilecek bir gerilim unsuru olmaktan çıkarılıyor. Ancak söz konusu nesnelliğin emperyaller açısından tümüyle “iç rahatlatıcı” olduğu düşünülmemeli. Rekabet her koşulda kontrolsüz gelişimler için kapıları ardına kadar açar. Bu potansiyel riskin alt edilmesi ise şu ana kadar sadece salgıların etkisizleştirdiklerine endekslenmiş durumda. Böylesi bir tablo emperyalistleri daha cüretkar kılıyor ama mutlak bir güvence anlamını taşımıyor.

İhtiyaçların ortaklaştırmayı zorladığı başlıklar giderek yeni dünya-sistemi arayışına tekabül ettirilince bu arayışın kendisi de zamanla salgıladıklarıyla birlikte teslim alıcı bir etki yaratıyor. Yani dünya insanı gözünü bu birleştirici modellere dikiyor ve bu çabayı önemsiyor. Ortada tam bir güç tokuşturmasının ürünü pazarlıklar ve onun sonuçları olmasına karşın sanki insanlık adına yeni arayışlar varmış gibi bir algı yaratılıyor bu algı ile iştigal ettirilen dünya insanı bir kez daha bağımlılaştırılıyor.

” Kuzeyin dünya sisteminin askeri parçalanmasının zaptedilmesi büyük güçler denen güçlerin sağlamlaştırıcı ittifakları gerçekte yeniden yaratabilme derecesine bağlı olacaktır. NATO için yeni bir rol bulma başlığı altında tartışılmakta olan tabi ki budur. Bunun olabilirliği yine de dünya üretiminde yeni yarı-tekellerin yaratılması için süregiden mücadeleye bağlıdır.” [WALLERSTEİN İ.] 22

Emperyalist yıkımın salgıladığı toplumsal korku bulanıklık ve arayışların bekleticiliği aslında en işlevsel silahları olarak iş görüyor. Gerçekten de yıkımın bir anlamda medyatikleştirilmesi ve neredeyse dünya insanının gözünün önünde yapılıyor olması bir gözdağından ibaret olmasa gerek.

Yıkımın salgıladığı toplumsal korku genel olarak insanlığın nereye gittiğine yönelik kaygıları açığa çıkarıyor. Herhangi bir dönemde ödenecek bedellerin neye yarayacağına yönelik bulanıklık yine aynı şekilde salgılanmış oluyor. Bir şekilde düzelme yada düzeltilme beklentisi bir ihtiyaç olarak her daim yüreklerde ve beyinlerde var oluyor. Bu beklentiler beklemeciliği bir pozisyon alma olarak sürekli salgılıyor. Korkan önünü göremeyen ve kendisini beklemeye almış bir toplam kuşatılmış oluyor.

Korkular ve bulanıklık insanları bir tür yeniden kimlik bulma arayışlarına sürüklüyor. Hemen yanıbaşlarında türetilen düşmanlar aranan kimlik adına insan topluluklarını birbirine düşman kılabiliyor. Farklılıklar sadece huzursuzluk kaynağı olmakla kalmıyor bir kimliğin bu farklılık üzerinden tanımlanmasına doğru da yönlendiriliyor. Emperyalist yıkımın bu denli acımasız işlettiği süreç tüm veçheleriyle birlikte insanoğlunu cenderesine alıyor. Bu türden “aşırılık”ların önü emperyalistlerce ardına kalar açılırken bir taraftan da bu tür “aşırılık” potansiyellerinin ne denli zararlı olabileceği itina ile işleniyor ve bunun da güvencesinin ellerinde olduğu dayatılıyor. Aşağıdaki saptama betimlemeye çalıştığım kimlik arayış ve gerilimlerinin Türkiyenin Avrupa Birliği için kapı aşındırdığı bir süreçte ne denli ciddi boyutlar kazandığını örneklemek için.

“Avrupada “yabancı” sözcüğünün artık sadece büyük çoğunluğu Üçüncü Dünya ülkelerinden gelen göçmenleri ifade eder biçimde kullanıldığı” dikkate alınırsa “Avrupa kimliği” düşüncesinin ardındaki en somut dayanağın Avrupanın kapılarını Üçüncü Dünyaya kapatma çabası olduğu yorumları daha bir güç kazanır.” [ERÖZDEN Ozan] 23

Emperyalist saldırı ve dayatmalara karşı potansiyel karşı koyuş dinamiklerinin öne çıkması için beslendiği zeminler olmak durumunda. Emperyalizm salgıladıklarıyla birlikte potansiyel karşı-dinamiklerin adeta altını oyuyor.

İddiamız Ne Olmalı?

Emperyalizm bir değişim retoriği içinde yıkımını gölgeleyerek gizliyorsa bunun karşısına nasıl bir iddia ile çıkılmalı Bu soru bugün özgün gelişmelerle birlikte daha da önem kazanmış durumda. Sözgelimi insan doğasına ilişkin şu potansiyeli veri alarak mı hareket edelim

“Eşitsizlik kaçınılmaz olsa bile hak gözetme karşılıklılık ve adalet fikri de içinde yaşadığımız toplumsal gerçeklik dokusunun bir parçasıdır. Hak gözetme duygumuz ile dünyevi eşitsizlik gerçeği arasındaki çatışma toplumsal dünyamızın temel biçimlerini oluşturur. “ [TURNER Bryan] 24

Eşitsizlik ve adaletin aynı anda bir toplumsal gerçeklik olarak karşımızda duruyor olmasını adaletin safını tahkim etmeyi önümüze koyduğumuz bir sorumlulukla mı karşılayalım Adalet ve hak gözetme duygumuzu tatmin edecek bir mesai içine mi girelim Bunu ne kadar çok insan yaparsa söz konusu “dünyevi eşitsizlik” azalır giderek de ortadan kalkar mı Emperyalizm ve onun yıkımı söz konusu olduğunda insana ait çatışma noktalarından hareketle politik bir hat belirleyebilmemiz mümkün müdür Soruları çoğaltmak mümkün ama kesinlikle gerekmiyor. Belki de bu tipte sorulan sorular giderek bizi karamsar ve iddiasız da kılabilir.

Emperyalizmle kavganın tarihte iki büyük kaynağının olduğunu belirtmiştik; ulus-devlet ve sosyalist sistemin varlığı. Ulus-devlet zemininde oluşan yıpranma ve sosyalist sistemin yenilgisi bu iki kaynaktan beslenen anti- emperyalist kavganın niteliğini farklılaştırmak durumundaydı. Sözgelimi; ” Anti-emperyalist üçüncü dünyacılık devrini tamamlamıştır. Azgelişmiş coğrafyalarda anti-emperyalist tepkilerin (burjuva karakterde ya da geçiş süreci yaşayan) ulusal devletler bazında kimlik kazanmaları artık olanaksızdır.” 25

Nitekim günümüzde emperyalist saldırılara refleksif karşı koyuş dışında en fazla ülkelerin kendi iç siyasal dinamiklerinin ürünü olarak şekillenen bir direniş hattından söz edilebiliyor. Daha çok “kafa tutma” biçiminde ortaya çıkan bu direniş zeminlerinin tümümün tek celsede bertaraf edilmesi emperyalizm açısından da aslında çok istenir bir şey olmasa gerek. Gücün salgıladıklarıyla birlikte belirli aralıklarla kendisini göstermesi için her türlü provakatif girişimlerle de karşılaşabiliyoruz. Süreklileşmiş bir anti-emperyalist kavga için vazgeçilmez olansa o topraklardaki güçlü anti- emperyalist birikimdir. Bu birikimin de büyük ölçüde iğdiş edilmiş olduğundan da artık söz edebiliyoruz.

Son yılarda hareketlenen bir başka anti-emperyalist içerikli yanyana gelişten de söz edilebilir. DTÖ ve İMF/DB projelerine karşı harekete geçen “marjinal akımlar”ın internet aracılığıyla birbirleriyle kurdukları bağlar ve ardından geliştirdikleri eylemlilikler bir tür “global” anti- emperyalist mücadele zeminini andırıyor. Enternasyonalist bir dayanışmaya tekabül etmeyen bu yanyana gelişin ortaya çıkardıkları bir toplumsal etki yaratmış olmasına ve önemsenmesi gerekmesine karşın sınıfsal niteliğinden giderek uzaklaşan bir “romantik mücadele” görüntüsünün ötesine taşınması için başka şeylere ihtiyacımız olacaktır.

Emperyalizmle mücadele güncelliği içinde tümüyle farklılaştırılmak durumunda mı Bu mücadelenin “yeni” ve “güncel” karşılıklarıyla tarihselliği içinde birikmiş olanların yeri nasıl belirlenecek Korkut Boratav geleneksel boyutların yanısıra yeni olanların da ihma edilmemesi 26 gerektiğini düşünürken Fikret Başkaya ise emperyalizmle mücadelede şayet bir yenileme gerekiyorsa bu farklılaşmanın esas olarak emperyalizmi somut kavga alanlarına çekmek biçiminde olması gerektiğini düşünüyor.

“Anti-emperyalist ve sosyalist mücadele için giderek zaman daralmaktadır. Klasik araç ve yöntemlerle emperyalizme karşı koymak zorlaşmış görünüyor. Zira Amerikan emperyalizmi temiz savaş yöntemini uygulayarak hedeflerine kolaylıkla ulaşabilecek bir militer-teknolojik güce ulaşmış durumdadır. Dolayısıyla pis savaş yöntemiyle emperyalizmi teker teker ülkelere çekmek ve gerçek anlamda kayıplar vermesini sağlamak gerekiyor. “ [BAŞKAYA Fikret] 27

Tüm bu verilerin ışığında emperyalizmle kavgada iktidar iddiası ile bütünleşmiş politik ve ideolojik yüklenme neredeyse tek gerçekçi zemin niteliği kazanmış durumda. Böylesi bir iddiayı taşıyanlar açısından politik ve ideolojik merkezli çabalar ülkelerin iç ve dış siyasetinde bir bileşke olarak ortaya çıkanların içinde yükselebiliyor. Kuşkusuz bu çabaların enternasyonal bir dayanışma zemininden beslenmesi şarttır. Şayet yurttaşlık hakları denilen şey politik bir mücadele başlığı haline gelecekse; “ Vatanseverlik ile işçi sınıfı dayanışmasının oluşturduğu bileşim yurttaşlık haklarının elde edilmesinde etkili bir güçtür.” [TURNER Bryan] 28

Emperyalizmin “değişim retoriği” içinde katettiği mesafe ne kadar kaygı verici olursa olsun söz konusu retoriğin bir başka retorikle karşılanması mümkündür. Gelecek kurgularıyla ile birebir ilişkili bu değişim ve yıkım retoriklerinin karşı karşıya gelişi esas olarak ilki için “ürküntü” ikincisi için “umut” ekseninde cepheleşmenin uzantısıdır. Değişim retoriğinin “ürküntü”sü yıkım retoriğinin “umut”u ile karşılanmak durumunda. Bir ülke veya bir bölge nezninde geleceğe dair “umut”un şekillendirilmesi anti-emperyalist birikimin bundan sonrasının ana kaynağını oluşturacaktır. Geleceği ürkütücü ya da umut haline getirecek olan da bu tamboy karşı karşıya gelişin ortaya çıkardıkları olacaktır. Gelecek kurgularını emperyalizmin bir uğraşı olmaktan çıkaracak ve kendisine mal edecek bir yönelim kendisini dayatıyor.

Emperyalizm ürküntüyü esas olarak “aşırılıklar”a karşı biçimlendiriyor. Toplumsal korku entellektüel bulanıklık ve beklemecilik bu biçimlendirmenin ürünü olarak kök salmaya başlıyor.

” Terörizm ve fundamentalizm gibi ölçüyü aşan imgelerin neden olduğu korku ve terör bireylerin o anın hakim normlarına boyun eğmesini hızlandırıyor(…) Bu çerçevede terörizmin ve fundamentalizmin barındırdığı olağandışılığa ve aşırılığa karşı çıkmak aynı zamanda ılımlılığı akılcılığı ve belli belirsiz işaret edilen batılı ruhun uygulamadaki temel önemini yüceltmek oluyor.” [SAİD W.Edward] 29

Para silah ve “bilim”in kimi “aşırılar”ın elinde insanlık için ne denli tehlikeli olduğunu öne sürerek girişilenler dünya insanı açısından bunu yapanlara karşı bir “yüceltme”yi de beraberinde getiriyor. Belki bu mutlak bir güven ve inanca tekabül etmiyor ama “yüceltilen”ler açısından önemli bir mevzi anlamına geliyor. Bu ise insanlık adına başlı başına bir tehdittir. Oysa;

” Bir devletin bilerek genel bir savaş kışkırtıcılığında bulunduğunda dünyayı bir yangının sarması riski büyük güçlerin uzlaşmacı ve barışçı çözüm bulmaya yönelik arzularının gitgide büyüyen bunalım atmosferi yüzünden yıprandığı ve geleneksel çözümlerin hiç yanıt bulamadığı sorunların birden su yüzüne çıktığı durumda olduğu kadar yüksek değildir.” [HALLİDAY Fred] 30

Böylesi bir dünya tablosunda şayet emperyalist yıkıma karşı bir iddialılık kotarılacaksa bu iddia neyin üzerinde yükseltilecek Karşımızda iki seçenek bulunuyor; gerçekçi davranacağız ya da hayallerimizi ve geleneğimizi zorlayacağız. Gerçekçi davranmak yani emperyalizmin verili konumunu bir gerçeklik olarak kabul edip yıkımın etkilerini şu ya da bu biçimde azaltmaya çalışmak işimize yarayabilir mi Yoksa emperyalizmle kavgamızın tarihselliğinin oluşturduğu bir gelenekten beslenen bir hayalciliğimizi bir kez daha zorlayalım mı Kuşkusuz bir iddia ile yola çıkmak durumundaysak gerçekçilik hiç de işimize falan yaramayacaktır.

1986 yılında ABD ile SSCB liderleri arasında yapılan silahsızlanma görüşmeleri sonrasında kendisi ile ropörtaj yapılan Gorbaçovun şu sözleri bu konuda adeta bir ibret tablosu niteliği taşımaktadır.

” Gerçek şudur ki ABD de SSCB de yaşar. Bizim Rus yazarlarından birinin roman kahramanı Amerikanın işini bitirmeyi tasarlıyordu. Böyle bir şey tasarlanamaz. Amerika bir gerçekliktir. İnsan modern dünyanın gerçeklerini kavrayamazsa otoriteyi ele geçiremez daha da önemlisi sorunları çözümleyemez.” [GORBAÇOV Mihail] 31

Gorbaçov gerçeklik üzerinden kendisine alan açmaya çalışırken başına gelen ilginçtir. 26 Temmuz 1986 tarihli The Economist Dergisi başyazısında Gorbaçov hakkında şu değerlendirmede bulunuyordu;

“Mikhail Gorbaçov Leninden bu yana Rusyada düşünce adamı niteliğindeki ilk lider olma yolunda(…) Gelecek birkaç yıl Gorbaçovu ya tamamen Çağdaş Mikhail katına eriştirecek ya da büsbütün bitirecek” 32

Evet haklı çıktılar. Gorbaçov Çağdaş Mikhail katına erişemedi ve büsbütün bitti.

Amerikanın işini bitiren roman kahramanı bir iddiayı ve umudu anlatıyor. Geleceğin bizim elimizde olduğunu ve olması gerektiğini anlatıyor. “İnsan modern dünyanın gerçeklerini kavrayamazsa otoriteyi ele geçiremez daha da önemlisi sorunları çözümleyemez.” diyen anlayış yenilmeye mahkumdur. Biz ise kazanmaya mecburuz.

 

Dipnotlar

  1. KURT Dilek, “Ortak Akıl Yani Sağduyu”, Oknos Dergisi Sayı 6, 2000 Ankara Sy.21
  2. TOFFLER Alvin, Aktaran Cem KOZLU, Türkiye Mucizesi İçin, TIB Yayınları 1994 Istanbul sy.4
  3. ARIBOĞAN D.Ülke Kabileden Küreselleşmeye, Sarmal Yayınları İstanbul 1998, Sy.220
  4. CHANEY David, Yaşam Tarzları, Dost Yayınları, Ankara 1999, Sy.42
  5. MANDEL Ernest, İkinci Dünya Savaşının Anlamı, Yazın Yayıncılık, İstanbul 1995 Sy. 240
  6. Özgür Üniversite Defterleri Serisi-1 Arka Kapak Metni, Ankara 2000
  7. KURT Dilek, “Ortak Akıl Yani Sağduyu”, Oknos Dergisi Sayı 6, 2000 Ankara Sy.21
  8. MARCOS-EZLN, Aktaran S.ÖZBUDUN-T.DEMIRER, Kara Para Kirli Savaş, Özgür Üniversite Kitaplığı, Ankara 1997, Sy.7
  9. TERÖR ÖRGÜTÜ NATO, Düşünce ve Eylem Broşür Dizisi – 1, İstanbul 1998 Sy.27
  10. AKARSU Derya, “IMF de Değişiyor”, soL Dergisi Agustos 98 İçinde Sy.44
  11. KOZLU Cem, Vizyon Arayışları ve Asya Modelleri, TİB Yayınları, Ankara 1994, Sy.19
  12. SOMEL Cem, Küreselleşme, İmge Yayınları; Derleyen Ahmet Tonak, Ankara 2000, Sy.68
  13. CHOMSKY Noam, Medya Denetimi, Tüm Zamanlar Yayıncılık, İstanbul 1993, Sy.45
  14. AMİN Samir, Değişim Halindeki Dünya Sistemi, Özgür Üniversite Defterleri – 1, İstanbul 2000, Sy.6
  15. CHANEY David, Yaşam Tarzları, Dost Yayınları, Ankara 1999, Sy.23
  16. BAŞKAYA Fikret, Ve Kirlendi Dünya-Önsöz, Özgür Üniversite Kitaplığı-3, Öteki Yayınları, İstanbul 1997, Sy.8
  17. CHOSSUDOVSKY Michel, Yoksulluğun Küreselleşmesi, Çivi Yazıları, İstanbul 1998, Sy.48
  18. ERDOST Cevdet, Sermayenin Uluslararasılaşması ve Teknoloji Transferi, Savaş Yayınları, 1982 Ankara Sy.3
  19. BAŞKAYA Fikret, Sömürgecilik Emperyalizm ve Küreselleşme, Öteki Yayınları, Ankara 1995, Sy.35
  20. MISIR M.Bayram – Balta E., Modernizm, Postmodernizm ve Sol, Özgür Üniversite Kitaplığı-9, Öteki Yayınları, İstanbul 1998, Sy.65
  21. HOPKINS T.K-WALLERSTEIN I., Geçiş Çağı, Avesta Yayınları, İstanbul 2000 Sy.9
  22. HOPKINS T.K-WALLERSTEIN I., Geçiş Çağı, Avesta Yayınları, İstanbul 2000, Sy.288
  23. ERÖZDEN Ozan, Ulus-Devlet, Dost Yayınları, Ankara 1997, Sy.129
  24. TURNER Bryan, Eşitlik, Dost Yayınları, Ankara 1997, Sy.34
  25. STP, Türkiye ve Dünya Değerlendirmesi, Sy.5
  26. BORATAV Korkut, Emperyalizm Mi Küreselleşme Mi?, Küreselleşme içinde, Derleyen E.Ahmet Tonak, İmge Yayınları, Ankara 2000, Sy.15
  27. BAŞKAYA Fikret, Sömürgecilik Emperyalizm ve Küreselleşme, Öteki Yayınları, Ankara 1995, Sy.35
  28. TURNER Bryan, Eşitlik, Dost Yayınları, Ankara 1997, Sy.24
  29. SAID W.Edward, Kültür ve Emperyalizm, Hil Yayınları, İstanbul 1998, Sy.452
  30. HALLIDAY Fred, Yeni Soğuk Savaş, Belge Yayınları, İstanbul 1985, Sy.8
  31. GARBAÇOV Mihail, Nükleer Silahsızlanma ve Barış, Bilim ve Sanat Yayınları, İstanbul 1987, Sy:18
  32. The Economist 26 Temmuz 1986 Aktaran A.Başer Kafaoğlu, Dünyada Neler Oluyor?, Broy Yayınları, İstanbul 1987, Sy.5
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×