Enternasyonalizm ve Sovyetler Birliği Türkiye’den bir Bakış

Enternasyonalizm ve Sovyetler Birliği konusunu ele alacağız ve “tek ülkede sosyalizm” tartışmasını merkeze koymayacağız…

Konuya Türkiye’den bakacağız ve genç Sovyet Rusya ile Anadolu’da ağırlıklarını koyarak bir cumhuriyet yaratan burjuva devrimcileri arasındaki ilişkilere değinmeyeceğiz…

Mümkün mü?

On altıncı yılını süren bir dergide bunlar mümkün hale geliyor. Gelenek’te birkaç başlık dışında çok geniş bir yelpazede anlamlı yazılar basıldı. Yeni yazılar üzerinde çalışırken doğal olarak geride bırakılan sayıların birikimine yaslanma olanağına sahibiz.

Tabii bir yere kadar.

Kuramsal yani en fazla baskın olan konuların bile, yeni siyasal gelişmeler ve ihtiyaclar ışığında bir kez daha masaya yatırılma ihtiyacı ortaya çıkıyor. Değil 15-20 yıl, birkaç yıl kadar önce kaleme alınan yazılar bile belli bir konuyu tarihsel bir çerçeveye oturtmada yetersiz kalabiliyor.

Bu yetersizlik, sosyalizm mücadelesine sürekli yeni kadroların geldiği koşullarda kuramsal yazı üretimi için rahatsız edici bir başka görevle örtüşüyor: Hareketimizin kuramsal kalkış noktalarını, ilkelerimizi, kritik bazı konulardaki temel önermeleri; bütün bunları kendimizi tekrar etmeden tekrar tekrar öne çıkarmamız gerekiyor!

Ancak her çalışmada yazar, hele yazı bir dergi kapsamında değerlendirilecekse, ele aldığı konuya ilişkin özgün ağırlık noktalarını belirleme hakkına sahiptir. Yeter ki yazarın öncelikleri konunun merkezinde duran öğelerin üzerini örtmesin, tali olan ile asli olan arasındaki ayrımı silikleştirmesin.

Enternasyonalizm ve Sovyetler Birliği konusuna Türkiye’den bakmak ile örnek olsun Kanada’dan bakmak arasında bazı ayrımlar var. Bunlara yeri geldikçe değineceğim. Ancak nereden bakarsanız bakın konunun ağırlık noktası başta vurguladığım gibi “tek ülkede sosyalizm” tartışması ya da meselesidir.

Bu öyle bir tartışma ya da meseledir ki, konumuz açısından yalnızca Sovyetler Birliği’nin kapitalist dünyaya karşı bir alternatif olarak tek başına durduğu 1917-1944 arası dönemi değil, İkinci Dünya Savaşı’ndan SSCB’nin çözülüşüne kadar geçen dönemi de belirlemektedir. Tartışmaya vakıf olup meseleyi kavramadan, yalnızca bolşevikler ve sonrasında Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin enternasyonalizm anlayışını değil, Üçüncü Enternasyonal dahil olmak üzere, 80 yılı aşkın bir süre boyunca dünya komünist hareketinin 1 hakim enternasyonalizm anlayışını incelemek mümkün değildir.

Bu nedenle “mesele”ye dair özet, daha doğrusu kategorik bir yaklaşım sunmak istiyorum. Ortaya çıkacak değer kaybının sorumlusu tamamen benim; ancak burada yer alan her bir kestirimi sonuna kadar tartışmaya (ve kendi cephemde savunmaya) hazırım.

a) Meselenin başlangıç noktası “tek ülkede sosyalizmin mümkün olup olmaması” değildir. Baslangıç noktası, dünya devrim sürecinin yükselen dalgasının yalnızca tek bir ülkede kopuşa neden olması gerçeği ile kopan ülkedeki devrimci iktidarın korunması görevinin yan yana gelmesidir.

b) Başlangıç noktasına ilişkin Ekim Devrimi öncesi marksist metinlerde çok fazla veri yoktur; olamaz da. Ancak Lenin’in 1912 sonrasındaki bazı çalışmalarında dünya devrim sürecinin Rusya gibi ülkelerdeki tekil kopuşlarla gelişeceğine, belli bir süre boyunca kopan ülkenin ya da ülkelerin yalnız kalabileceğine ilişkin son derece belirgin bir vurgu vardır.Bu vurgunun emperyalizm çozümlemelerine dayandığı açıktır.

c) Rusya’ya Ekim Devrimi’ni armağan eden devrimci dalganın 1915-1924 ve sonrasında 1929-1933 arasındaki kabarışının başka ülkelerde sosyalist iktidarlarla taçlanmamasının sorumlusu Rus bolşevikleri ya da “Sovyetler Birliği’nin savunulması” perspektifi değildir.

d) Rusya’da sosyalist iktidarın yalnız kalması ile birlikte bu iktidarın kendisini nasıl anlamlandıracağı sorusu bir anda ön plana çıkmıştır. Dünya devrim sürecindeki kesinti nedeniyle ortaya çıkan bu soruya yanıt elbette “dünya devrimine doğrudan katkı” merkezli olamazdı. Sovyet iktidarının kendi egemenlik alanında sosyalizm hedefine kilitlenmesi daha sonra Sovyet yöneticilerinin sık sık tekrarladığı gibi “dünya devrim sürecine en değerli katkı” olmuştur.

e) Sosyalizm hedefine kilitlenirken “tek ülkede sosyalizmin zaferi mümkün değildir” önermesini partide ve toplumda canlı tutmak kuramsal açıdan doğru olmakla birlikte, siyasal açıdan anlamsızdır. Stalin önderliğinde Sovyet komünistleri enerjilerini sosyalizmin kuruluşuna soyunmak gibi ileri bir hedefe odaklayarak sağlıklı bir tercih yapmışlardır.

f) “Tek ülkede sosyalizmin kuruluşunun nihai zaferi” ya da “sosyalizmin kurulduğu”nun ilan edilmesi ise, Sovyet toplumu sosyalist kuruluş sürecinde hangi ileri mevzileri elde etmiş olursa olsun yalnızca kuramsal bir sorun oluşturmamış, partinin siyasal perspektifinde ciddi bozulmalara yol açmıştır.

g) Sosyalizm, sınıfsız-sömürüsüz toplum hedefi söz konusu olduğunda bir geçiş evresidir. Bu evrenin başta üretim araçlarının kollektif mülkiyete geçirilişi olmak üzere, bazı kriterleri vardır. Ancak bu kriterler üzerinden verili bir ülkede “sosyalizmin nihai zaferi”nden söz etmek mümkün olamaz. Sosyalizmin nihai zaferi olgun komünist toplumun varlığını hissettirmesidir ki, bu bir ya da birkaç ülke ölçeğinde asla gerçekleşemez. 2

Bütün bu söylenenlerden sonra “tek ülkede sosyalizm”in dünyada yeni ve güçlü bir devrimci dalga imdada yetişinceye kadar Sovyetler Birliği’ni ileri toplumsal hedeflere yönelten ve alternatifi olmayan bir politika olduğunu kabul etmek zorundayız. Bu politikanın yol açtığı sorunların ne kadarı Sovyet yöneticilerine ne kadarı bir türlü gelmeyen yeni devrimci dalgaya, ne kadarı da ortaya çıkan kimi tarihsel fırsatlardan yararlanma becerisi (hatta isteği) göstermeyen dünya komünist partilerine fatura edilebilir bilemiyorum.

Bildiğimiz ne?

Bir tarafta Sovyet devriminin içe kapanmasının ve dünya devrim süreci ile bağlarını zayıflatmasının sonucu olarak dünya komünist hareketinde ortaya çıkan sorunlar… Öte yanda dünya devrimci hareketindeki yetersizliklerin ve özellikle Avrupa’da İkinci Enternasyonal döneminden beri süregelen kimi sağcı eğilimlerin Sovyetler Birliği’ni yalnızlaştırması, emperyalist sistem karşısında çaresizleştirmesi içten içe çürütmesi… Hangisinin belirleyici olduğunu nasıl bilebiliriz ki?

Bilmemiz gerekmiyor. Bilmemiz gereken, dünya devrim sürecinin karmaşık yapısıdır. Bu yapının bileşenleri içerisinde ön plana çıkan hangi unsur olursa olsun, diğer unsurların kaderini tek başına belirleyemez; buna hakkı da yoktur gücü de…

1917’de yola koyulan sosyalist kuruluş süreci, insanlığın eşitlikçi ve özgür bir toplum özleminin hayal olmadığını açık bir biçimde kanıtlamış, 1944 sonrasındaki yeni hamlelerle birlikte dünyanın geniş bir bölümünü sermaye sınıfının tahakkümünden kurtarmıştır. Bu başarı büyük oranda “tek ülkede sosyalizm” çizgisine aittir. İçe kapanma, hantallaşma, mücadele azmini yitirme üretimsizlik çürüme ve nihayetinde çözülüşte de “tek ülkede sosyalizm” çizgisinin payı vardır.Bunları söyleyebiliyoruz. Ancak çözülüşün 1922-1944 arasında Sovyetler’e hakim olan “tek ülkede sosyalizm” çizgisinin mantıki sonucu olduğunu asla söylemiyoruz.

Çözülüş son derece karmaşık dinamiklerin ürünüydü ve kesinlikle kaçınılmaz değildi.

Devrim yayılmadan yapamaz…

Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin çözülüşü kaçınılmaz değildi. Ancak Sovyetler Birliği ve diğer ülkelerde sosyalizmin emperyalist ülkelerle birlikte aynı gezegende adeta bir pat durumunda uzun bir süre varlığını sürdürmesi de mümkün değildi. Zaman kazanılabilirdi, kapitalist sisteme karşı dünya emekçilerinin daha etkili darbeler indirmesine yardımcı olunabilirdi, dünya bunalımları sırasında bütünden daha önemli parçalar koparılabilirdi. Ama 1945 sonrasında ortaya çıkan dünya dengesine bel bağlanamazdı.

Karşıt toplumsal sistemlerin birbirlerinin varlığına tahammül etmeleri, bunu kanıksamaları, bir siyasal alternatif değildir. Kapitalist dünyada söz sahibi olan insanların “bırakalım sosyalizm de kendi egemenlik alanında var olmaya devam etsin” tercihini yapmaları, siyasi ve ideolojik gerekçeler bir yana sadece ekonomik nedenlerle bile gündeme gelemez.

Kapitalizm cephesi için söz konusu olmayan, sosyalizm cephesi için kesinlikle geçerli olamaz. Dünya devrim süreci elbette geriye çekilişler ve sıçramalarla, kasılma ve açılma hareketleri ile gelişecektir. Ama süreci bir bütün olarak ele aldığımızda onun yayılmadan yapabileceğini asla düşünmememiz gerekir. Oldukça geniş bir toprak parçası üzerinde egemenlik kuran sosyalizmin zorlu mücadelesine önderlik iddiasındaki güçler bu yasanın farkında olmak durumundadırlar. Yapay devrimci krizler yaratmak, savaş çığırtkanlığı yapmak ya da devrim ihraç etmek gibi bir görevleri asla yoktur, ama onlar kendi egemenlik alanlarındaki kuruluş süreci ile dünya devrim sürecinin yayılma perspektifi arasındaki bağlar üzerine düşünmek, proje geliştirmek ve nihayetinde dünya devrim sürecine pozitif bir itkide bulunmakla yükümlüdürler.

Bunu yapmayınca yalnızca dünyanın diğer bölgelerindeki devrimci dinamiklerin enerjisinden çalmış olmazlar, aynı zamanda kendi enerjilerininin de tükenmesine neden olurlar.

Çünkü Sovyetler Birliği’nde “devrim teorisi” üzerine yazılan hemen her kitapta vurgulandığı gibi, sosyalist ülkeler topluluğu ile kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfının devrimci mücadelesi aynı sürecin değişik bileşenleri olarak anlam kazanıyorlardı. Bunu daha az vurgulayabilir ama üzerinde daha fazla düşünebilirlerdi…

Belki bazı şeyleri bugünden iyi düşünmek gerekiyor. Geçmişi anlamak, dünyanın değişik yerlerindeki yoldaşlarımızın, kardeşlerimizin, zamanında karşılaştıkları sorunları soğukkanlı bir biçimde değerlendirmek kolay ve kestirme hükümlerden kaçınarak bugün sürdürdüğümüz mücadeleyi daha güçlü ve donanımlı kılmak gerekiyor.

Deneyler bize, iktidarı alan işçi sınıfı ve öncü partilerin zaman içerisinde diğer ülkelerde sürmekte olan devrimci mücadeleye karşı fazlasıyla “gerçekci” bir yaklaşım içine girdiklerini gösteriyor. Belki haklıdırlar. Belki 1923 yılı Sovyet Rusyası’ndan Hamburg’ta yükselen emekçi kalkışmasının zaafları daha kolay görülmektedir. Belki 1970’lerde Bulgaristan Komünist Partisi’nin (BKP) dış ilişkiler seksiyonunda çalışan bir fonksiyoner, Latin Amerika’nın bazı ülkelerini sarsan gerilla hareketlerinin taşıdığı liberal tonu binlerce kilometre öteden, Sofya’dan görebilmekte ve politbürosuna rapor etmektedir. Belki bugün Havana’da bir Merkez Komitesi üyesi herhangi bir ülkede diyelim ki Türkiye’de insanların büyük bir inanç ve özgüvenle sosyalizm için mücadele etmelerini dostluk ve saygıyla ama biraz da garipseyerek karşılamaktadır.

Doğal değil mi? Onlar gerçekçi olmak zorunda. Onlar mayınlı tarlada ayakta kalmaya çalışan ülkelerinin dış politika pratiğinin rotasını devrimci romantik beklentilere değil, mümkün olduğunca matematik kesinliklere dayanarak belirlemek durumunda.

Bir yere kadar anlayış gösterilmeli. Ancak bir yerden sonra devrimci mücadelenin matematik kesinlikler eliyle tutuculaşacağı hatırlanmalı ve hatırlatılmalı. Hafızaların harekete geçmesi için, 1922 yılında (birçok açıdan haklı nedenlerle) Avrupa’daki hiçbir partiyi devrime önderlik açısından uygun görmeyen bolşeviklerin kendi devrimlerinden çok değil 9-10 ay önce marjinal radikallerin umutsuz partisi olarak görüldüğü söylenebilir. 1970’lerde Latin Amerika’ya ilişkin sağduyulu teşhisler yapan Bulgar komünistinin kendi ülkesinde devrime önderlik eden partinin 1923 sonundaki o büyük faşist kıyım ertesinde Vitosa dağlarına çekilen bir avuç komünist tarafından yeniden yaratıldığını unutmuş olabileceği söylenenlere eklenebilir. Nihayetinde hayali ama olası bir MK üyesinin, küçük bir gezinti teknesiyle ülkelerine çıkartma yapan ve devrim ateşini tutuşturan Kübalı devrimcilerin inanılmaz öyküsünü, o teknenin adını taşıyan gazetede belki onuncu kez okuduktan sonra başka ülkelerdeki iddialı devrimci projelere garipseyerek bakmasının bir yabancılaşma işareti olduğu belirtilebilir.

Devrim güzel ve soylu bir şey. Ona kıskançlıkla sahip çıkmak bu nedenle doğal. Devrim sonrasını yaşayan toplumların komünistlerinin, sürekli “bu işler o kadar kolay değil” imasında bulunmalarını da olağan karşılamak gerekiyor.

Olağan karşılanamayacak şey, bir sosyalist iktidarın bencilleşmesi, devrimin gerçekleştiği ülkelerdeki komünistlerin sosyalizmi yalnızca kendi ülkelerinin insanlarına yakıştırması, başka coğrafyalarda milyarlarca insanın kapitalizm koşullarında çile doldurmasını kanıksamasıdır.

Bütün bunlar gerçek meselelerdir. Bütün bunlar “efendim gerçek komünist enternasyonalisttir, o dünyaya kendi ülkesinin penceresinden değil, dünya proletaryasının penceresinden bakar, işçi sınıfının vatanı yoktur.” sözleri ile geçiştirilemeyecek meselelerdir. Bir başka deyişle bütün bunlar gerçek komünistlerin meseleleridir.

Meselelerin çözümü dikkat, sabır, yaratıcılık ve özellikle de diyalektik düşünceyi gereksinmektedir.

Bunlar olmadan ne tarihsel olguları sağlıklı bir biçimde değerlendirebilir ne de sınıflar mücadelesinin bugünkü sorularına doyurucu yanıtlar üretebiliriz.

Örnek olsun, Sol Komünizm kitabında Lenin’in Sovyet devriminin kazanımlarını korumaya dönük büyük bir uğraş verdiğini, batıdaki komünist partilerin erken ya da hazırlıksız denemelerde bulunup kırılmalarını (ve Sovyet iktidarını büsbütün yalnız bırakmalarını) engellemeye çalıştığını, buna karşın kitabın birçok parti tarafından yıllarca sanki Lenin tarafından yeşil ışık yakılmışcasına, teslimiyetçi politikalara dayanak yapıldığını biliyoruz.

Ancak bunu bilmek yetmiyor. Büyük ihtilalci Lenin’in, Sovyet devrimini, ülkesinde girişilen sosyalist kuruluş deneyini sakınmak, onu emperyalist ablukadan çıkarmak için nasıl hummalı bir arayış içine girdiğini anlamak ve anlatmak bazı sorunları çözmüyor.

Eğer kendimize dürüst olacaksak eğer, Sovyetler Birliği tarihine canımızın bir parcası gibi yaklaşıp, çözülüşün gercek ve karmaşık yapısını anlayacak, ondan dersler çıkaracaksak, Sovyetler Birliği’nin 1950’lerin ikinci yarısından itibaren dünyanın diğer bölgelerindeki ama özellikle Avrupa’daki komünist partilerinin “başarı” şansını hafife almasını not etmekle yetinemeyiz. Stalin’in alternatifsiz “sosyalizmi kurabiliriz” perspektifini “nihai zafer”e kadar uzatmasının uygun olmadığını belirtmekle de yetinemeyiz. Hangi amaçla yazıldığını pek iyi bildiğimiz Sol Komünizm kitabının Avrupa ve Asya’daki diğer komünistlere karşı nezaket sınırlarını aşan bir küçümsemeyi içerdiğini de teslim etmeliyiz. 3

Kitabın ortaya çıktığı Komünist Enternasyonal toplantısında çok sayıda delege Lenin’in kendilerine haksızlık ettiğini ileri sürmüştür. Bunlardan en çok bilineni Hintli delege Roy’dur. Ancak başkaları da vardır. Değişik kaynaklardan, hatta daha sonra kitabın bazı baskılarına konan mektuplardan anlaşıldığı kadarıyla Lenin “yeterince hazır değilsiniz kendinizi ateşe atmayın” diyebilmek için bardağın hep boş kısmına işaret etmiş, dolu tarafından söz etmeyerek birçok Komintern üyesini kızdırmış ve sonrasında bazılarından özür bile dilemiştir.

Bugünden baktığımızda da, Lenin haklıdır. 1920 yılında Avrupa’da devrime önderlik edebilecek bir parti olmadığı açıktır. Ancak ne kadar hayati olursa olsun, bir başka ülkenin devrimcilerine özetle “siz olmadınız” derken son derece ölçülü davranmalı, maksadı aşacak müdahaleler yapılmamalıdır. 1917 yılının Nisan ve Ekim ayları arasında Lenin’e kendi partisinden ve yurtdışından gelen benzer uyarılara kendisinin ne tür tepkiler verdiğini hepimiz biliyoruz. Bu tepkilere muhatap olanların çok büyük bir bölümü “tövbe bir daha asla” demiş ve 7 Kasım günü Lenin’in dehasına bizzat tanıklık etmişlerdir.

Dünya nice 7 Kasımlar görecektir; ezilenlerin şöleni kimsenin tekelinde değildir.

Enternasyonalizm uluslararası dayanışma mıdır?

Sınıfsız, sömürüsüz, sınırsız bir dünya için yola koyulan sosyalist devrim sürecinin etkin öznesi, başlangıç ölçeğini, açık konuşmak gerekirse, kopardığı zayıf halkanın hacmini bir “sabit” olarak göremez. Yukarıdaki bölümde bunu anlatmaya çalıştım. Sanıyorum şimdi sıra enternasyonalizm kavramının kendisiyle ilgili tartışmalara geldi.

İtiraf etmem gerekiyor ki, içi bu kadar boşaltılmış, her niyete kullanılan, son yıllarda kendini bilmez kozmopolit solcular tarafından yurtseverliğin karşısına sorumsuzca çıkarılan bir kavramı uzun uzun tartışmak içimden gelmiyor.

İçimden gelmiyor çünkü enternasyonalizm yıllarca sosyalizm mücadelesinin bir özelliği, onun bir niteliği olarak değil, neredeyse ona alternatif bir varolma biçimi olarak algılandı. İçimden gelmiyor çünkü enternasyonalizm bir dönem doğum günü kutlamalarına anmalara ve “kardeş parti delegasyonları”nın karşılıklı ziyaretlerine indirgendi.

İçimden gelmiyor çünkü bu ülkede enternasyonalizm adına Afganistan’daki gerici çetelerin Sovyet Ordusu’na karşı kirli savaşına destek verildi.

İçimden gelmiyor çünkü yine bu ülkede “bu memleket bizim” diyen komünistlere “hayır efendim bu memleket bizim değil” diye itiraz edenlerin elinde kirlenen sancakta enternasyonalizm yazmaktaydı.

İçimden gelmiyor çünkü bugün hala akıllanmayan bazıları dünya komünist hareketinde üstün bir otoritenin cıkıp “al kardeş bu mühür senin hakkın” diyeceğini ve bunun enternasyonalizmin gereği olacağını sanmakta.

Onlara kolay gelsin. Kendi enternasyonalizmlerini doya doya yaşasınlar.

Peki ne yapılmalı? Enternasyonalizmi sosyalizm mücadelesine içkin, baskın bir özellik olarak nasıl tanımlamalı?

Öncelikle kavramak zorundayız ki, enternasyonalizm dünya devrim sürecinin değişik bileşenleri arasında koşullar, olanaklar, program, düzey ve nihayetinde tempo farklılıklarından kaynaklanan gerilim ve hatta çelişkiler üzerine kuruludur. Bu gerilim ve çelişkiler olmazsa, enternasyonalizm de olmaz.

Zaten enternasyonalizm söz konusu gerilim ve çelişkileri çözme bilinci ve kararlılığıdır. Kimi ritueller dahil olmak üzere, enternasyonalizme yakıştırılan birçok şey ancak bu bilinç ve kararlılığın ürünü, sonucu oldukları oranda anlam veya değer taşıyabilirler. “Enternasyonalizmin temel şartı öncelikle kendi ülkende işçi sınıfının kurtuluşu için mücadele etmektir” düstüru, bu bilinç ve kararlılığa belki vurgu yapmaktadır ama enternasyonalizmin şartları arasında her zaman mutlak bir uyum varmış gibi yani bir ülkede sürdürülen devrim mücadelesi ile dünya devriminin genel çıkarları arasında hiç mesafe açılmazmış gibi bir kanaat uyandırdığı için bizim sorunumuzu çözmeye yetmemektedir. Nedir mi bu sorunlar?

Örnekleme 1:

Yıl 1918. Lenin, Sovyet Hükümetinin Acil Görevleri adlı önemli broşürü kaleme alıyor. Hemen başlarken devrimden altı ay kadar sonra ülkesinin uluslararası konumuna ilişkin değerlendirmelere ayırdığı bölümde,  “Bu koşullar altında, barışın kağıt üzerinde değil gerçek biricik güvencesi, emperyalist güçler arasında aşırı boyutlara varan düşmanlıktır.” 4   diye yazıyor. Barış, Sovyetler Birliği ile emperyalist dünya, özel olarak ise Almanya arasındaki barış. Biricik güvence ise yine Almanya ile İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği kamp arasındaki düşmanlık. Konu Sovyet iktidarının tutunması, yaşaması, soluklanması için hayati önem taşıyor. Yıl 1918. Henüz dünya devrimi yükselişe devam ediyor. Dünya devriminin eli kulağındaki zaferinin Rusya’dan sonraki halkası olarak Almanya gösteriliyor. Almanya, broşürün basımını takip eden dönemde İngiltere, Fransa ve ABD tarafından son derece onursuz bir barışa zorlanıyor. Sovyetler Birliği’nin savunulmasının biricik güvencesi olan emperyalist odaklar arasındaki düşmanlıklara Versailles Anlaşması ekleniyor. Lenin önderliğindeki bolşevik iktidar bu düşmanlıklardan yararlanmak için kuşatılan Almanya’ya yöneliyor. Aynı Almanya’da işçi sınıfı sokakta herkes bir devrim beklentisi içinde. Enternasyonalizmin yeşerdiği zemindeki gerilim 1918’de, 1919’da, 1920’de şudur: Sovyetler Birliği’nin savunulması için büyük bir olanak haline gelen Alman burjuvazisinin emperyalist dünyadaki kuşatılmışlığından yararlanarak onunla ekonomik ve siyasi ilişkiler kurmakla, Alman devriminin yükselişine moral ve maddi destekte bulunmak arasındaki mesafe.

Mesafe yoktur denebilir mi?

Örnekleme 2:

Yıl 1939. İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı yıl. Sovyetler Birliği 1933 yılından beri faşist Almanya’ya karşı kolektif bir güvenlik sistemi oluşturmak için Fransa’ya, İngiltere’ye ve ABD’ye yaptığı sayısız tekliften sonuç alamamış. Sonuç alamadığı gibi, bu ülkelerin Almanya’yı doğuya, yani sosyalizmin vatanına doğru kışkırtmak için her tür çabayı gösterdiğini fark etmiş. Bu çabaların sonuç verdiğini 1938 yılında imzalan Münih Paktı’nda açık bir biçimde görmüş. Nazi Almanyası ve onun müttefiki Japonya ile tek başına savaşma olasılığını bertaraf etmek isteyen Stalin bu belayı ülkesinden uzaklaştırmak için yeni arayışlara girmiş. Yıl 1939. Bütün Avrupa’da faşizm tehdidi kendisini hissettirmiş durumda. Daha savaş başlamamış ama karşı devrimci terör Almanya’da, İtalya’da, Avusturya’da, İspanya’da egemenliğini kurmuş durumda. Bütün dünya halklarının gözü Sovyetler’de. Herkes bir tek onun Alman yayılmacılığının karşısında kararlı bir biçimde duracağını biliyor, herkes bu ülkenin liderine sonuna kadar güveniyor. Enternasyonalizmin yeşerdiği zemindeki gerilim 1939’da şudur: Ağustos 1939’da Almanya ile Sovyetler Birliği arasında varılan saldırmazlık anlaşması ile bu anlaşma imzalandığı sırada Paris’te, Londra’da dağıtılmakta olan “Yurttaşlar! Alman faşizmine karşı mücadelede Sovyetler Birliği’ni yalnız bırakmayın…” içerikli bildiriler arasındaki mesafe.

Mesafe var mı yok mu?

Örnekleme 3:

Yıl 2002. Amerika Birleşik Devletleri Irak’a karşı yeni askeri operasyon hazırlıkları yapıyor. Başat emperyalist ülkenin bölgeye askeri, ekonomik ve siyasal açıdan daha fazla yerleşmesini sağlayacak olan bu operasyona karşı bütün dünya komünist hareketi Irak halkının yanında yer alıyor. Irak halkının yanında yer almanın geçici bir süre için de olsa, bir saldırı hatta işgal tehdidi altındaki Irak’ın yönetimine de yardımcı olmak anlamına geldiğini aklı başında herkes biliyor. Yıl 2002. Saddam rejiminin doğasında herhangi bir değişiklik yok. Bu ülkedeki Arap, Kürt ve diğer halklar için rejimin anlamı yoksulluk ve zulüm. Enternasyonalizmin yeşerdiği zemindeki gerilim 2002’de şudur: ABD emperyalizmine karşı Irak’ın yanında yer almanın gündeme getirdiği görevler ile Saddam rejimine karşı mücadele etmenin ortaya çıkardığı görevler.

İkisi aynı anda mümkündür diyenlerden misiniz?

Trotskiy de 1941’de “Hitler ve Stalin’e karşı aynı anda savaş” diyordu…

1942’de öldürülmeseydi dediğini kanıtlayabilir miydi?

Bu örnekler çoğaltılabilir. Falkland Savaşı sırasında emperyalist İngiltere’ye karşı faşist cunta tarafından yönetilen Arjantin’e asker yardımı teklif eden Castro’ya Latin Amerika devrimcilerinden yükselen protestolar veya bugün aynı Castro’nun bazı Latin Amerika hükümet ve devlet başkanları ile kurduğu ilişkilere o ülke devrimcilerinden gelen sitem eklenebilir. Başkaları da…

Ancak burada durmakta yarar var.

Enternasyonalizm geniş anlamıyla dünya devrim sürecinin can alıcı noktasını yakalayabilme, kavrayabilme ve üzerinde mücadele edilen toprakta gereğini yerine getirebilme yeteneğidir. Ne bundan öte bir formül vardır ne de birileri tarafından bir formül varmışcasına dayatmalarda bulunulabilir.

Dünya komünist hareketinin bütün unsurları, bütün ulusal karar merkezleri, dünya devrim sürecinde Enternasyonal tipi bir örgüte duyulan ihtiyaç kendisini hissettirdiği, yani dünya devriminin kapitalizme karşı ciddi darbeler indirerek inisiyatifi ele aldığı bir döneme kadar ortak sorumluluklarını “özgür” iradeleriyle yerine getirecekler.

Çünkü, dünya devrim sürecinin can alıcı noktası ülkeden ülkeye değişkenlik göstermese de, o can alıcı noktayla bağlantılı konumlanış ve yükümlülükler ülkeden ülkeye değişecektir. Falkland Savaşı sırasında dünya devrim sürecinin genel çıkarları İngiliz emperyalizminin bölgeye yerleşmesini engellemek ve Latin Amerika’da anti-emperyalist bir canlanma yaratmak görevini öne çıkarıyorsa, bu görevle ilgili olarak Kübalı, İngiliz, Şilili ve Arjantinli komünistlerin birbirlerini anlamaları, bu görev ışığında kendi mücadelelerini gözden geçirmeleri mutlaka gerekir. Ancak bu yetmez. Dünya devrim sürecinin can alıcı noktası bazı tarihsel kesitlerde (örneğin İkinci Dünya Savaşı) bütün diğer görevlerin üzerini örter, neredeyse bir sıfırlamaya neden olurken, kimi durumlarda bileşenlere daha geniş bir hareket serbestliği tanır. Örneğimizden hareket edersek hiç kimse İngiliz emperyalizmini Amerika kıtasından uzak tutacağız diye Arjantinli komünistleri kendi cellatlarının yönetimindeki orduya kaydolmaya davet edemez, buna zorlayamaz. Ulusal görevler ile bölgesel ya da genel çıkarlar arasındaki gerilim birçok durumda tek tek komünist partilerin iç meselesi olarak görülmelidir.

Bütün gıdasını, dünya devrim sürecinin can alıcı noktasını bulmak ve ona uyum göstermekten alan bir parti enternasyonalist filan olamaz. Böyle bir oluşum zaten parti de olamaz.

Çünkü dünya devrim süreci, eşitsiz gelişim yasasının bir ürünü olarak, eşitsizliklerin hakkını veren, kendi toprağına ait olan unsurlar üzerinden yoluna devam edecektir. Rus devrimi, Çin devrimi, Küba devrimi devrim gibi devrimlerin hepsi bu karakterdeydiler, onlara kimse “senin enternasyonalist görevin şudur” dememiş, diyememiştir.

Bugün de kimse Irak’taki komünistlere “kardeşim bırakın şimdi Saddam’la uğraşmayı, gün ABD planlarını bozma günüdür” diyemez. Irak’ta mücadele edenler anti-emperyalist görevleri küçümsemedikleri sürece, elbette kendi egemen sınıflarına karşı, Türkiye’dekilerden ya da ABD’dekilerden daha farklı bir tavır geliştireceklerdir.

Özeti, ulusal görevlerle genel çıkarlar arasındaki gerilimi yok sayan da, gerilimi hafifletmek için çaba harcamayan da, gerilimin çözümünü dışarıdan bekleyen de enternasyonalist değildir. Enternasyonalizm adına şu veya bu yönde adım atarak kendi ülkesindeki sosyalizm mücadelesine telafisi mümkün olmayan zararlar vererek mevzi ve itibar kaybettirenler de enternasyonalist olamaz. Çünkü dünya devrim sürecinin en büyük gücü emek-sermaye çelişkisinin var olduğu bütün coğrafyalarda egemenlik kurabilme şansını elinde tutmasıdır.

Enternasyonalizm ve yurtseverlik…

Yeri gelmişken, enternasyonalizm ile yurtseverlik arasındaki ilişki üzerinde kısaca durmamız gerekiyor.

Burada da bir gerilim var elbette. Üstelik bu gerilimin de mutlak çözümü bulunmuyor. Ancak bu gerilimi hiç değilse hafifletmek için enternasyonalizme az önce ifade etmeye çalıştığım anlamı yüklemek gerekiyor. Böylelikle gerilimin kaynağında bir karşıtlık aramaktan vazgeçebiliriz.

Yurtseverlikle enternasyonalizm arasında bir karşıtlık yok. Ne var ki sorun, “herkes önce kendi yurdunu sonra bütün insanları sevmeli” anlayışıyla çözülecek kadar basit değil. “Hayvanları sevmeyen insanları sevemez” sloganını hatırlayın. Hayvanları sevip insanları sevmeyenlerin ne kadar çok olduğunu kanıtlamaktan başka bir şeye yaramadı!

Ben sorunun önemli gördüğüm birkaç yönüne işaret etmek istiyorum. Her şeyden önce komünistlerin “nihai hedef” indirgemeciliğine düşmemeleri gerekiyor. Aşamacılık, perspektif kaybı, amaç-araç ilişkisinin tersyüz edilmesi gibi olgularla hep mücadele ettik, etmeye devam etmeliyiz. Ancak, enternasyonalizmi “mücadelemiz her tür eşitsizliği, sınırları, devleti ortadan kaldırmak içindir”e dayandırmak yapılabilecek en büyük yanlıştır. Çünkü, enternasyonalizm bu hedefe ulaşılan çağın değil, bu hedefe giden zorlu yolun karakteristiğidir. Bu anlamda “nihai hedef her şey, gerisi basit birer araç ya da uğraktır” türünden bir anlayışla temel herhangi bir sorun çözülemez.. Ara evreler, bu evrelerde somutlanan hedeflerin her biri bizim mücadele kültürümüzün ayrılmaz parçasıdırlar. Önemli olan bu evre ve hedeflerin tarihin genel mantığı içinde tutucu güçlere hizmet etmesine engel olmaktır.

Bu anlamda, “nasılsa tek bir insanlık toplumu yaratacağız” diyerek yurtseverlik konusunu sadece pragmatik hesaplar nedeniyle önemseyenlere, “o toplumun şekillenmesinde katkınız olmamasını dileriz” demekten başka çare kalmıyor.

Onlar sanıyorlar ki, o toplumu insani kılacak olan entelektüel ve maddi donanım paraşütle inecek; insanlığın hiç değilse son 2 bin 500 yıllık muazzam birikimine hiç ihtiyaç kalmayacak.

Böyle bir şey yok. Böyle bir şey sınıfsız, sömürüsüz, sınırsız topluma içkin zenginlikler açısından da bu toplum için verilen mücadele açısından da yok.

Çünkü insanlık o topluma ulaşıncaya kadar son derece gerçek siyasi, ideolojik ve etik bazı sorunlarla karşı karşıya olacak. Ülkeler ve bölgeler arası eşitsizlikler iyice artmış emperyalist ülkelerin giderek artan hegemonyası insanlığın gelecekteki ideal toplumumuza birikim teşkil edecek her şeye karşı saldırıya geçmiş durumda. Bu saldırılar karşısında ne yapacaksınız?

Geçiğimiz haftalarda İzmir’de yapılan “Ege’de Eşitlik ve Özgürlük Rüzgarı” şenliğinde değerlerimize, dilimize, edebiyatımıza, mutfağımıza, çocuklarımızın oyunlarına sahip çıkmak gerektiğini vurgulamış, sermaye sınıfının temsilcilerinin, milliyetçilerin ellerine onlara yakışan bayraklar tutuşturmayı önermiştim. Böylelikle bayrak-toprak edebiyatı üzerinden emekçi sınıfların aklını karıştırmalarına izin vermemiş olurduk. Sonra bir mektup aldım. Başka şeyler bir yana, “nasılsa herkes aynı dili konuşmayacak mı sayın Okuyan” diye soruyordu. Daha doğrusu sormuyordu da sataşıyordu İzmirli bir liberalimiz.

Yoo, bu kadarı fazla! Şimdi komünist toplumda ben bu arkadaşımızla aynı dili mi konuşmak zorunda kalacağım? O zaman liberalizm filan hiçbir şey kalmayacak diye güvenmeyin, hiç belli olmaz; şunu hiç değilse “iki” yapalım. Onlar kendi aralarında, biz kendi aramızda…

Olmadı mı?

Olmadı, ama insanlığın bugünkü temel sorunlarına yanıt üretmeden “nihai hedef” edebiyatı yapmak da olmuyor.

Marksistler açısından mücadele 19. yüzyılın ortalarından sonra hızla karmaşıklaştı. Tek bir hat üzerinde eşzamanlı ve yekpare bir uluslararası devrim modeli geçerliliğini yitirdi. Buna paralel olarak emperyalizm çağı, ardından gelen faşizm koşulları ve bugün Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra dünya sistemine bir kez daha damga vuran emperyalist barbarlık örneğin Marx döneminde, hatta 1912 öncesi Lenin döneminde hafife alınan “yurtseverlik” konusuna ciddiyet kazandırıverdi.

1905’te, 1908’de haklı nedenlerle işçi sınıfı hareketindeki milliyetçi eğilimlerle uğraşan Lenin, özellikle 1912 yılında Sosyalist Enternasyonal’in Bale Kongresi için hazırladığı bildirilerde sorunun diğer boyutunu da ele alma ihtiyacı hissetti. Savaş sırasında sosyal demokrasinin her ülkede kendi burjuvalarının yanında saf tutması karşısında büyük bir öfke duydu, ama savaşın sorunu iyice karmaşıklaştırdığını algılamakta gecikmedi. Aynı Lenin gerek devrim öncesi, gerekse devrim sonrasında “Rus dili ve yurdunu sevenlere” hitap etmeye başladı.

“O Rus dilini ve yurdunu sevenlere hitap edecek, sen bunu kendi ülkende yapacaksın, bir başkası kendi ülkesinde ve buradan enternasyonalizm çıkacak, bu iş nasıl olacak?” sorusu gündeme gelebilir. Bence pek güzel olur. Burada ya da başka yerde söylenenler bencilce bir ulusal gurur değildir. Söylenenler, mücadele ettiğin toprağa sahip çıkma hak ve sorumluluğuyla ilgilidir. Bizim buradan seslenip, “Ey Meksikalı yoksul köylü, sen ne hakla ‘bu topraklar benimdir’ diye dikleniyorsun; orada senin geçmişin kadar bizim de geleceğimiz var” dememiz garip kaçmaz mı?

Kaçar…

Herkesin içi rahat olmalı… Çünkü yurtseverlikle milliyetçilik arasında salınmamamız için dehşetli bir iksire sahibiz: Kendi ülkemizin asalak sınıflarına, sömürücülerine asla daha az nefret beslemiyoruz. Siyasal bir dile çevirecek olursak yurtseverliğimiz bizde yerli kapitalistlerimizle “gerektiğinde” işbirliği yapacak bir zayıflık yaratmıyor. Tam tersine bize öncelikli olarak onlardan kurtulma görevini veriyor. Bu gerçek bir iksir.

Bu iksire sahibiz çünkü biz komünistiz.

Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin payına düşen…

SBKP de komünist bir partiydi. Oldukça önemli bir tarihsel kesitte bir komünist partiye yakışan uyanıklığa, donanım ve devrimciliğe sahip olmadığı, içten içe çürüdüğü anlaşılmasına rağmen, bütün bir tarihsel mirasa baktığımızda, Sovyetler Birliği Komünist Partisi, Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nden (RSDDP) parantez içindeki “b”li dönemine varıncaya kadar ve sonrasında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin birleşik partisi olarak komünist bir partiydi.

İşte bu partinin “enternasyonalizm” anlayışı çok tartışıldı. Bazıları SBKP’nin dünya devrimine sırtını çevirdiğini, bazıları ise bu partinin açıkca Rus milliyetçiliğini temsil ettiğini ileri sürdüler. Kimileri ise uzun bir dönem enternasyonalizm adına gözünü ve kulağını Moskova’ya kilitledi. Moskova’da glasnost bir şarlatanlığa dönüşmeye başladığında yine enternasyonalizm adına seyrettiklerini taklit ettiler. Perestroyka bülbülleri Kremlin’den “artık sınıf mücadeleleri dönemi kapanmıştır” diye buyurduğunda, enternasyonalizmin gereğini yerine getirdiler. Kuş beyinleriyle en fazla papağan olabildiler.

Herkes kendi yoluna gitti ama bundan sonrasına ışık tutacak biçimde “SBKP ve enternasyonalizm” başlığı yeterince ele alınmadı.

Kanımca bazı şeyler biraz daha rahat ve açık tartışılmalı. Bu biraz da Sovyet tarihinin üzerindeki ağır yükü hafifletmek için gerekiyor. Dünya işçi sınıfı hareketinin şu veya bu dönemde yaşadığı sıkıntıları, artık varolmayan bir ülkeye ve partiye yıkarak ne derece sağlıklı bir değerlendirme yapabiliriz ki?

Başa dönelim. “Tek ülkede sosyalizm” meselesine ilişkin bazı şeyler söylemiş olduk. Ancak özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya devrim sürecinin bileşenleri arasında (sosyalist ülkeler kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı hareketleri ve ulusal kurtuluş mücadeleleri) ortaya çıkan ve giderek belirgin hale gelen asimetrinin pratikte yarattığı sıkıntıları daha yakından incelemek gerekiyor.

Sovyetler Birliği’nin diğer sosyalist ülkelerle birlikte elde ettiği siyasi, askeri ve ekonomik güç ve bu gücün uluslararası sermaye ile giriştiği mücadelenin dünyadaki dengeleri her durumda doğrudan etkilemekte oluşu, çok açık ki dünya devrim sürecinin bütünlüğünü sarsmıştır. Bu sarsıntıya “suçlu” aramak anlamsızdır. Ne var ki eleştirilmesi gereken bazı şeyler vardır. Nesnel bir karakter taşıyan dünya devrim sürecindeki bu sarsıntı bir kez algılandıktan sonra (ki bu durumun fark edilmemesi olanaksızdır), ortaya çıkan sorunları, hafifletici önlemler almak kendisine özneyim diyen herkesin görevidir. Bu önlemlerin alındığını söyleyemiyoruz.

Dünya devrim sürecinin üçlü bileşenlerinden kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı hareketlerinin hem önem sırasında hem de bileşenler arasındaki etkileşim açısından üçüncü sıraya düşmesi, nesnel dinamiklerin ürünü olduğu kadar, dünya komünist hareketinin öznel tercihleriyle ilgili bir şeydir. Her şeyden önce bu tercih sorgulanmalıdır. Daha önce bir kitabımda  “Avrupa’yı terk etmek” olarak adlandırdığım 5 bu tercihin arkasındaki asıl gücün SBKP olduğu da açıktır.

SBKP, dünya devrim sürecinin her bir bileşenini anlamlandırabilecek bir perspektif üzerinde dururken, kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı hareketlerinden bu şansı neredeyse esirgemekteydi. Sosyalist ülkeler olgun sosyalizme ya da komünizmin ilk evresine doğru ilerlerken, bağımsızlıkçı hareketler iktidara gelip kapitalist olmayan yoldan sosyalizme yönelebilirlerdi. Peki ya kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı ve onların öncü gücü komünist partiler? Onlar bu arada ne yapacaktı?

Boşuna iktidar perspektifi demiyoruz. Dünya devrim sürecinin iki bileşeni “iktidar” ile bir biçimde bağlantılandırılmış, ama sıra üçüncüye gelince onun payına destekçilik, barış mücadelesi, anti-faşizm, anti-tekelci mücadele düşmüştür.

Bu tercihin enternasyonalizm anlayışı ile bağlantısını birazdan kuracağım. Ancak tam da burada bir ek yapmak gerekiyor.SBKP bu tercihi birilerine rağmen mi yaptı? Eğer söz konusu olan kapitalist ülkelerdeki önemli komünist partileriyse, onların bu durumdan şikayet ettiklerini hiç düşünmemek gerekiyor. Dahası, Avrupa komünizmi örneğinde olduğu gibi kapitalist ülkelerde mücadele eden komünist partilerinin SBKP’ye şu veya bu ölçüde tavır aldıkları örneklerin önemli bir bölümünde bir adım daha sağa kayıldığı görülmüştür. SBKP tezlerinden “kurtulan”, “özgür” bazı partiler sosyal demokratlaşma sürecine girmiş bünyelerine anti-şovyetizmi yerleştirmeye başlamışlardır.

Ancak her durumda, ideolojik ve kuramsal konularda daha titiz bir SBKP’nin dünya komünist hareketini sola çekeceğini, daha kişilikli bir çizgiye yerleştireceğini düşünmek zorundayız. Aklı başında hiç kimse SBKP’nin dünya komünist hareketi içinde elde ettiği özel yeri sorgulayamaz. Önemli olan, bu özel yerin nasıl değerlendirildiği, dünya devrim sürecinin çıkarları doğrultusunda nasıl kullanıldığıdır.

Örnek olsun, 1970’lerde Sovyetler’de basılan bir kitapta yer alan şu ifadeler “olgun sosyalizm” iddiasındaki bir ülke için yersiz olduğu kadar, eğer dünya devrim sürecine ilişkin bir tasnif amacıyla yapıldıysa bütünüyle yanlıştır:

“Sosyalist ülkeler sistemi, günümüzde dünya devrim sürecini sürükleyen ve kapitalist ülkeler işçi sınıfı hareketiyle ulusal kurtuluş hareketi üzerinde muazzam bir etki yapan güç olduğundan, işçi sınıfının iktidarda olduğu ülkelerle dayanışma halinde olmak, emperyalizmin saldırılarına karşı sosyalizmin kazandığı mevzileri savunmak, proletarya enternasyonalizminin ölçütü, her komünist partisinin en yüksek enternasyonal görevidir.” 6

Sanıyorum bu işte bir terslik oldu. Kapitalist ülkelerdeki kardeş partiler kendi ülkelerindeki devrimci mücadelenin gereklerini biraz daha fazla yerine getirse, SBKP de sosyalist ülkelerdeki kazanımları korumak için biraz değil, ciddi bir çaba gösterse daha iyi olmaz mıydı?

Elbette daha iyi olurdu. Ama sorunu “Sovyetler Birliği ve sosyalist ülkelerden yana olmak” diye koyarak çok büyük bir zaaf üretilmiş oldu. Uluslararası komünist harekette gerçek siyasal ve teorik tartışmalar yerini hamasete ve ince diplomasiye bıraktı.

Oysa öne çıkan bir kol olarak SBKP eğer dünya devrim sürecinin bileşenleri arasındaki uyumu daha fazla gözeten müdahaleler yapsaydı ne birileri bu müdahalelere itiraz eder ne de çok yaşandığı gibi birileri bu müdahalelere sırtını dayayarak devrimci olmayan bir siyasal varoluş sürecine girerdi.

Evet, sırtını tamamen dışarıya dayayarak yürütülen siyasetten bir şey çıkmıyor. Ancak mücadelenin değişik evrelerinde bulunan ve farklı olanaklara sahip olan dost güçler arasındaki yardımlaşmayı küçümseyerek de bir şey olmuyor. Sovyetler Birliği’nin bu açıdan gereken duyarlılığı göstermediğini söyleyen herkes ya cahil ya vefasızdır. Sorun burada değildir. Sorun bu yardımlaşmanın deforme etmesini engellemek, kolaycılık, tembellik ve kişiliksizleşmeye karşı önlem almaktır.

Bu nedenle her devrimci özne öncelikli olarak kendi karar mekanizmalarına, kendi olanaklarına, kendi işçi sınıfına, kendi aydınlarına dayanmak ve dayandığı bu temeli kimseye ama kimseye dokundurtmamak durumundadır.

Enternasyonalizm budur.

Enternasyonalizm yaşayacaktır.

Dipnotlar

  1. Dünya komünist hareketi yakıştırmasının (özellikle Komintern dağıldıktan sonra) sağlıklı olup olmadığı konusuna burada girmek istemiyorum. Ancak hepimiz bilmeliyiz ki nesnel ve öznel nedenlerle bütünlüklü bir dünya devrim sürecine yaslanmasalar ve birbirlerinden oldukça farklı renkler taşısalar da geçtiğimiz yüzyıl boyunca değişik coğrafyalarda mücadele eden komünist partilerin ortak bir tarihi vardı. Bu tarih bizim de tarihimizdir; dünya komünist hareketinin tarihidir.
  2. Sınıfsız, siyasetsiz, devletsiz topluma giden yolun evrelerine ne ad verileceği tartışmasının bir yerden sonra anlamsızlaştığı bilinmelidir. Lenin Devlet ve İhtilal’de bu anlamsızlığa işaret ederek sosyalist iktidarın üretim araçlarındaki özel mülkiyeti tasfiye etmesinin bile komünizmin ilk evresi olarak adlandırılabileceğini yazmıştır. Bunu yaparken temel referansı elbette Marx’ın Gotha Programı’na düştüğü eleştirilerdir. 1917 ile birlikte yalnızca teorik değil aynı zamanda pratik bir mesele haline gelen “sosyalist kuruluş süreci”nde mücadele dinamizmini ortadan kaldırmamak ve hedefleri bulanıklaştırmamak kaydıyla “sosyalizm”, “olgun sosyalizm”, “komünizmin ilk evresi” gibi adlandırmaların her biri şu veya bu nedenle tercih edilebilir. Benim tercihim ise SSCB’deki ve diğer sosyalist ülkelerdeki bütün bu döneme (ona yüklenen negatif anlamı bilmeme rağmen) reel sosyalizm denmesidir. Günahıyla sevabıyla bu dönemde sosyalizm gerçekten gerçektir.
  3. Aradan 82 yıl geçti. Dünyanın birçok yerinde ve Türkiye’de, Lenin’in bu kitabı “aman komünistler bir daha en gerici sendikalarda çalışmayı ihmal etmesinler, burjuva parlamentolarını işçi sınıfının çıkarları için kullanmaktan bir an için vazgeçmesinler” diye yazdığını sananların olması ne kadar acı. Sol Komünizm’in Üçüncü Enternasyonal’in 2. Kongresi’nde yabancı delegelere dağıtılmak üzere hazırlandığını unutuyorlar. Bu kongre toplandığı sırada Lenin’in Avrupa devriminden umudu kesmeye başladığını ve Komintern’in değişik ülke seksiyonlarını uzun sürebilecek bir “Sovyetler Birliği’nin savunulması” dönemine hazırlamak istediğini de unutuyorlar. Ama “uzlaşma olacak elbette üstadın yazdığı gibi…” demek için sayfa numaralarını bile ezberliyorlar.
  4. V.İ. LENİN, The Immediate Tasks of The Soviet Government, Progress Publishers, 1970, s.2.
  5. Cemal HEKİMOĞLU, Türkiye’de Sosyalizmin İktidar Arayışı, Gelenek Yay., İstanbul, Kasım 2000.
  6. Marksizm-Leninizm Enstitütüsü Dünya Komünist Hareketi, çev. Hakkı Genç, Konuk Yay., 1977, s.378.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×