Faşizm ve İdeoloji

Ortodoks marksist teoriyi öne çıkarırken, devlet, ideoloji, öznel güç gibi, ortodoks çerçevede üstyapısal olarak ayrıştırılan kategorilerin iç dinamiklerini merceğin altına sürmek…

Batı solunda, paradoksal gibi görünen bu iki çabayı birarada üretmeye çalışanların siyasi çıkışsızlığına mahkum olmadan, bunu becermek olanaklı mı? Yaratıcılık ve ortodoks teoriyi aynı potada birbirlerini eritmeyecek biçimde yan yana getirmek, gerçekçi bir teorik sıçramanın zeminini oluşturmalı. En azından Türkiye’de… Geleneksel solda faşizm ve ideoloji, halen sorgulanmayı bekleyen, ilki büyük ölçüde pratik yaşanmışlık aşamasında takılmış, diğeri ise ekonomist aktarmacılığa kurban gitmiş iki sorunu oluşturuyorlar.

I

Faşizm deneyimi siyasette ve ideolojide doğal olarak ne Marx-Engels ne de Lenin tarafından teorikleştirilebildi. Bir zaaf kaynağı mı? Çoğunlukla, hele faşizm söz konusu olduğunda, evet. Ortodoks teori, klasik tahlil araçlarını ciddi olarak gündeme getirerek çözümleme yapmaya kalktığında, tıkanıklık yaşadı. Bir taraftan da, özellikle üstyapı öğelerine ilişkin ihmal edilmiş sorunlar marksizmin eşitsiz açıklayıcılık gücünün potansiyeli oldular. Teorinin kendi içinde eşitsiz dağılmış analitik gücü, en çok devlet teorisi, örgüt teorisi ve ideoloji alanlarında kendini gösterdi. Devlet ve örgüt teorisinin naif yorumlarının Lenin’in çalışmalarında bir üst düzeyde üretilerek aşıldığı Gelenek kitap dizisi önceki sayılarında yeterince işlendi. Ortodoks yazında, ilk adımlar düzeyindeki tezlerin işleneceği bir alan olarak “ideoloji”, ele alınmayı bekliyor.

Örgüt teorisi konusunda, örneğin “Ne Yapmalı?”nın sağladığı katkıya denk bir teorik yardım, ideoloji ve faşizm konularında ancak ipuçları düzeyinde bulunabilirdi. Bu alanlar, sosyalist teorinin yorum çeşitliliğine en fazla yol açan alanlarını oluşturdular. En çok “Emperyalizm” çalışmasından yardım istendi ve aranan gıda bir ölçüde bulundu da. Fakat bu çalışmadan yaklaşık bir yıl sonraki “Devlet ve İhtilal”deki önermeler, tekelci kapitalizm için yeterince geçerlileştirilemedi. Yani, tüm burjuva devlet biçimlerinin özünde diktatörlükler olduğu ve bunların yıkılmasının da ortak bir karakterinin olacağı… İdeolojinin ilk marksist ürünlere dayanan yorumlarının ekonomik temele doğrudan belirleyicilik veren yönü ile tekelci kapitalizme ilişkin çözümlemelerin faşizm tahlillerine ekonomist bir tarzda iliştirilmesi bir araya gelince, hayati teorik zaaflar ortaya çıktı.

Teorik zaaf ideolojik tutarsızlığı ve yalpalamayı getirir. Geleneksel solun sığ çizgileri bunu yaşadılar ve yaşıyorlar. Teorinin “eskizi yapılmış” alanlarını zenginleştirememek ve güncele bakarak yeniden üretememek, bizzat siyasi yönelimde de dalgalanmalara yol açar; Türkiye’ye bakarak buna örnek bulmak zor değil. Faşizmin ideolojisi ve niteliği söz konusu olduğunda ise III. Enternasyonal içindeki salınımlar, her kongrede ayrı tesbitlerin yapıldığı örnekleri oluşturuyor. Sabit bir malzemeye dayanarak (“Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” çalışması) yapılan, sürekli esneyip daralan kimi kez birbirlerini çelen “tespitler”…

Oysa sosyalist teoride ideoloji ilk ele alınan sorunlardan biri oldu. İki çalışmayı bu gözle yeniden okumalı: “Alman İdeolojisi” ve “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkıya Önsöz”. Marx bu çalışmaların ilkinde, Leninizmin sonraki katkısı bir an ayrı tutulursa, teorinin tümüne damgasını vuran tezlerini sıraladı:

1)İdeolojinin tarihi yoktur,

2)Düşünsel gelişme tarihsel ve maddi gelişimin ardından gelir,

3)İdeoloji ve bilinç birbirlerini dışlarlar,

4)Üretici faaliyet üretilen ideolojiyi doğrudan koşullar.

Burada söylenenler 14 yıl sonra, 1859’da yazılmış önsözde yasalaştırıldı: “Maddi hayatın üretim tarzı genel olarak toplumsal, siyasal ve entellektüel hayat sürecini koşullandırır.” 1

Marx ideolojinin tarihinin olmadığını söylerken kendine özgü bir tarihi olmadığını anlatıyor ya da bir diğer deyişle tarihsel gelişmenin, sadece bir sonucu, sübjektif bir görüntüsel ürünü gözüyle ideolojiye bakıyordu. Adeta, bir “yanılsama”… İdeolojinin bu negatif tanımı marksizmin tüm klasik metinlerinde geçerlidir. Marx hesaplaştığı genç-Hegelcileri “kendi eleştirileri ile kendi öz maddi ortamları arasındaki bağın ne olduğunu kendi kendilerine sormamakla” suçluyor. İdeolojide, fizikte ışığın doğrusal bir çizgi izleyememesi ya da su içerisindeki bir cismin kırılmış görüntüsü gibi bir sapma ve yanılsama gördü. Bu aşamada, dış dünyanın yanılsamalı algılanması ideolojidir ve bu yüzden Marks, marksizmi bir ideoloji olarak değil bir bilim olarak görür.

Fakat Marx, bugünden bakıldığında bir “salt yansıma” teorisyeni de değildir. Herşeyden önce vülger materyalizmden kopmayı öngördüğü için… Marx vülger materyalizmden doğal ayrışmasının tohumlarını “Feuerbach Üzerine Tezler” çalışmasında atıyor. Dış dünyanın bilinçte basit bir ayna gibi yansımadığını ve böylesi bir kavrayışın dış dünyanın dönüştürülebilmesinin araçlarını epistemolojik olarak yok ettiğini vurguluyor. Bu tabiyeti kırmak için insan bilincine, dış dünyanın bilgisinin kategorikleştirilmesi görevini yüklüyor 2 .Bu kategorikleştirme, Marx’ın, Kant’ı sorgularken kendi felsefesine mal ettiği bir ölçüttür.

Bu noktadan sonra Marx bilimden anlaşılanı altüst etmeye başlıyor. Teorisinde bilinç ve ideoloji arasında yer alan belirli bir mesafenin ve tercihinin kökeni,Aydınlanma’nın üç insanına dayanmakta: Kant, Hegel, Feuerbach. Kant, Condillac’ın duyumu öne çıkarmasına anti-tez üretiyor: Duyumu aşan soyutlayıcılık. Bu, diyalektik yöntemde bir katkıya dönüşüyor: Şekillendirme, ilişkilendirme ve giderek sınıflandırma. Buraya kadarı herkesin malumu; ve halen, ideoloji çözümlemesinin ancak öncülleri, o da dağınık olarak varlar. Marx’ın ideoloji ve bilinç alanında Hegel ile Feuerbach’ı kendi kafasında karşı karşıya getirmesi basit bir materyalist-idealist karşıtlığı çerçevesinde gerçekleşmiyor. Feuerbach için ülküden gerçeğe geçiş praxis felsefesi aracılığıyla yaşanır. Marx bu kılgı felsefesini kendi sistemine emdirdi: Ünlü 11. tez yazıldı. Hegel ise toplumun anlaşılması için üstyapısal kimi kurumlardan ve onların işleyişlerinden yola çıkılmasını önerdi. Marx’ın yönteminde ise, iktisadi baza birincillik tanıyarak devlet ve ideolojiyi tanımlamak vardı. Hegel’in ideoloji alanında bu tersine çevrilmiş yöntemsel etkisi burada bitmedi. Öte yandan Hegel yine realiteyi, dış etkenlerin olduğu kadar insanın kendi öz yaratıcılığının bir ürünü olarak da gördü. Marx bu açıklamadaki dinsel öğeyi bir yana atarak, insan iradesini öne çıkardı. İşte burada, dış koşulların reel bilgisi ve arı teori ile insan eylemi arasında, henüz sözü “bu anlamda” edilmeyen ideoloji vardır.

Objektiviteye teslim olmayan kavrayış marksizm’e bu kanalla girdi. Artık tarihsel gelişim insan istencinin de bir ürünüdür ve üstelik tarihin bir çizgisi vardır. Bu historisizm, marksizm’e ve Leninizm’e daha başından ağırlığını verdi; geleneksel sola ise, bir tür “nasılsa tarihin çizgisi var” kolaycılığını…

Teorinin ilerki aşamalarında bu historisizm, -iktisadi nedenselliğin kimi yönleriyle önüne geçti. İktisadi yasallıklardan kopmadan, burjuvazinin düşünsel evriminin, gericileşme doğrultusunda yaşandığı açıklandı. Yine marksizm içerisinde ideoloji kavramı halen dar anlamda yanılsamayı ifadelendirirken, burjuvazinin dünya görüşünün bilimselliğini yitirdiği ortaya çıktı. Meta üretimi ve dolaşımın gelişkinliği ile beslenen “meta fetişizmi” Marx’ın ve Engels’in gözünde burjuvazinin “bilimsel doğruyu arayan” aydınlanmacı intellektine engel oldu. Marx materyalist Alman felsefesinden ve burjuva ekonomi politiğine bilimsel malzeme gözüyle bakmaktan koparken, tarihsel fonda da burjuvazinin dünya görüşündeki bilimselliğin yerini giderek gerici bir işlev yüklenen apoloji aldı. Meta fetişizmi ve burjuvazinin bizzat düşünsel emeği de metalaştırması, burjuvazinin kendi dışındaki gerçeği algılamasına engeldir. Fakat açıkça söylenmeli: Marx bunu burjuva ideolojisinin gericileşmesi olarak nitelemedi. Daha soyut ve tasviri bir tarzda açıkladı. Burjuvazinin artık dünyaya “buğulu gözlükler ardından” baktığını çıkarsadı. Daha sonraları burjuva iktisadının neo-klasik uzantısına “apoloji iktisadı” denmesinin zeminini hazırlayan tesbitlerde bulundu. Burjuvazinin tarihsel açıdan gerici bir dünya görüşüne yöneldiğinin ipuçlarını, tekelci kapitalizm tahlillerinden önce ortaya çıkardı: “… bundan böyle burjuva ekonomi politiği kesin bir değişim gösteriyor. Fransa ve İngiltere’de burjuvazi siyasal iktidarı fethettikten sonra sınıf mücadelesi pratikte olduğu gibi teoride de gittikçe açık ve tehdit edici şekiller aldı. Bu gelişme bilimsel burjuva ekonomisinin ölüm çanı oldu, çıkar açısından hareket etmeyenlerin yerini para ile tutulmuş döğüşçüler aldı. Gerçek bilimsel araştırmanın yerine apolojetiğin vicdansızlığı ve kötü niyeti geçti.”3

“Alman İdeolojisi”ndeki ünlü formülasyon ise diğer ana tarihsel eğilimi ortaya çıkarıyordu. Daha sonra yapısalcı ve yeni sol tezlerin pre-marksist olarak niteleyeceği ve “indirgemecilik”in kökeni olarak gösterecekleri tez, batı marksizminin özümsemekte zorluk çekeceği bir yasayı belirliyordu: “Yönetici sınıfın fikirleri her çağda yönetici fikirler olmuşlardır. Yani toplumun yönetici maddesel gücü durumundaki sınıf, aynı zamanda yönetici ideolojik güçtür” 4 Bu aşamada ideoloji, yine dar anlamda kullanılmaya devam ediyor.

II

Leninizmin teorik ihtilali, örgüt ve devlet teorisinde kendini dışa vurduğu kadar, ideolojiye bakışı da değiştirdi. Lenin’de ideoloji:

1)Bir sınıfın dünya görüşüdür,

2)İdeoloji nesnel ve bilimsel olanı dışlamaz,

3)Artık ideoloji sınıf mücadelesinde kullanılan bir araç, politikada ise donanımdır,

4)İdeolojinin yanılsamayı da içeren işlevi (diğer bir değişle “buğulu gözlükler”) proletarya için de söz konusudur.

Artık ne denli vurgulansa yetersiz kalıyor. “Ne Yapmalı” da ana hedef ekonomistlerdir ve bu çalışmada ideoloji pozitif anlamda kullanılmaktadır. Bu, Marx’da yoktur. Öte taraftan Lenin’de olmayan ise Alman İdeolojisindeki “sınıfın içinden fışkıran bilinçtir”. İşçi sınıfının ideolojisi vardır ve bu, sınıfın içinden fışkırmaz. Sınıfın içinden fışkırabilseydi, uluslararası işçi birlikleri ya da “Alman İdeolojisi”nin terminolojisiyle “özgürleştirici kolektivite” yerine, öncü parti gereksiz olurdu. Lenin ideolojiyi pozitif anlamda ve bir mücadele boyutu olarak kullanıyor. Lenin bir radikal sınıf siyasetçisinin, aynı zamanda katı ve kaçınılmaz ikilemleri öne sürebilen kişi olduğunu kanıtlıyor: “… Hareketlerinin süreci içinde işçi yığınlarının kendilerinin bağımsız bir ideoloji formüle etmeleri söz konusu olmadığına göre yapılacak tek şey, ya burjuva ideolojisi ya da sosyalist ideoloji arasında (lehine olmalı C.U.) seçim yapmaktır. Başka yol yoktur. Çünkü insanoğlu bir üçüncü ideolojiyi yaratmamıştır ve üstelik sınıf çelişkileriyle bölünmüş bir toplumda sınıf niteliği taşımayan ya da sınıflar üstü bir ideoloji olamaz.”5

Artık “ideolojik mücadele” var. İdeolojik mücadelenin hayati sorunları da. “Alman İdeolojisi”ndeki tezlerin ve Alman felsefesinin, marksizmin ideolojiye bakışıyla ilişkisini özetledik. İdeolojiye tüm toplumu saran bir fanus türündeki monist bakış açısı, Alman felsefesinin marksizmin ilk metinlerine yaptığı etkidir. Bilim ve ideolojiyi ayıran etki gibi. Asıl fark ediş 1887 yılında Engels’ten geliyor. “İngiltere’ de Emekçi Sınıfların Durumu” adlı kitaba yazdığı daha sonraki bir önsözde Alman felsefesinin etkisinin sosyalizmin bütün sınıfları kapsayan (ya da bütün sınıfları kapsamayan C.U.) bir doktrin olduğu gibi bir sonuca yol açtığını ve bunun olgunlaşmamış bir sav olduğunu belirtiyor. Kendi deyişiyle “bu kitap modern sosyalizmin atalarından birinden, Alman felsefesinden gelişinin izlerini taşımaktadır. Bu yüzden sosyalizmin sadece bir sınıfın parti doktrini olmadığına, kapitalist sınıf da dahil olmak üzere bütün toplumu içinde bulunduğu dar koşullardan kurtarmayı amaçlayan bir kuram olması gerçeğine büyük önem verilmiştir.” 6 Bu saptama, pratikte kullanışsız ve yetersiz olarak niteleniyor. Lenin’de var olduğu anlamda, Alman felsefesi kökenli bir ideoloji kavrayışından kopuşun sonuçlarından biri de ,ideolojinin en üst düzeyde üreticiliği ve taşıyıcılığının “parti”ye tanınmasıdır. Proletaryanın öncü partisi, üçüncü bir ideolojinin olmadığı bir mücadele alanında, burjuva ideolojisinin her türlü kabuğuna karşı sosyalist ideolojiyi taşır, sınıfın içinde yeniden üretir. Bu öncü ideoloji taşıyıcısının rolünü küçültmeye yönelik her itiraz, burjuva ideolojisinin güçlenmesine etkide bulunur: “.. bilinçli unsurun.. rolünün her türlü küçümsenmesinin bunu küçümseyenin onu isteyerek yapıp yapmamasından tamamen bağımsız olarak proletarya üzerinde burjuva ideolojisinin etkisini güçlendirmek anlamını taşıdığını göstermektedir.”7 Artık bu aşamada:

1)İdeoloji, sınıf karşıtlığı temelinde düalist bir kavrayışla tanımlanır. Yani metafizik olan burjuva ideolojisine, diyalektik materyalist olan ise proletaryanın parti ideolojisine aittir,

2)Öncünün ideolojiyle ilişkisi tanımlanır,

3)Bağımsız ideoloji geliştirmenin zorunluluğu öne çıkarılır,

“Bağımsız ideoloji”, “bağımsız örgüt” vurgusunun temelinde, burjuvazinin bilimsel teoriden koptuğunun saptanması, fakat bilimsel teori üretiminin çözülmesiyle burjuva ideolojisinin güçlenmesinin (güçlenme özellikle proletarya üzerinde burjuva ideolojisinin güçlenmesi olarak algılanmalı) gözlenmesi yatıyor. Doğru, burjuvazinin meta fetişizmi ve teorik bilgi yerine ideolojik bilgiye yönelmesi sınıflı toplumun çelişkilerinin soyutlanabilmesine olanak vermiyor. Ya işçi sınıfı? İşçi sınıfı herşeyden önce ücretli emek köleliği ile tanımlandığından, bu ücretli emek koşulları proletaryanın da çelişkileri kavrayışına bir “buzlu cam” engeli koyar. Bu sayede burjuva ideolojisi, işçi sınıfının içerisinde yeniden üretilir(yabancılaşmış emek koşulları). Uzlaşmaz çelişkilerin, proletarya tarafından kavranmasını engelleyen, günlük yaşamın yeniden üretilmesinden doğan bir yaşantının bizzat kendisidir. İşte, mesaisi bu çemberin dışında olabilen bir seçilmiş insanlar örgütü bu açığı kapatır. Sosyalizm aynı zamanda, (Engels’in verdiği ipucunu çekelim ve daha doğrudan söyleyelim) bir parti ideolojisidir. Parti bu noktada bilimsel bilgi ile ideolojiyi en üst düzeyde içeren organizmadır. İdeolojinin böylesi konumlandırılışı, sınıf mücadelesinde, ideolojik mücadele boyutunun altının çizilmesine, bu mücadelenin araçlarının saptanması zorunluluğuna yol açıyor.

III

Burjuva ideolojisinin gelişimi herşeyden önce burjuvazinin sınıf egemenliği ihtiyaçlarına cevap verir. Bunu saptarken, şu ana dek söylediklerimizin ışığında “burjuvazi önceleri bilim yapıyordu şimdi ise salt ideoloji üretiyor” biçiminde mekanik bir değiş-tokuş çıkarsanmamalı. Burjuvazi bilimsel teori ürettiği zaman da proletaryanın tehdidi yokluğunda da, ideoloji üretti. Burjuva ideolojisi aydınlanma çağından bu yana sınıf egemenliğinin tarihsel koşullarına uygun olarak biçim değiştirdi, fakat sınıfsal antagonizmayı gizleme ve burjuvazinin iç sorunlarında tutkal olma işlevini hep sürdürdü. Hegel’in “bütünsellik” kavrayışı Jean Jacques Rousseau’nun “Toplum Sözleşmesi” aydınlanma felsefecilerinin “doğal uyum”u J.S. Mill’in “çıkarların armonisi” hep bir sınıfsal mutabakat anlayışının ideolojik görüntüleriydi. Bu aynı zamanda “burjuva klasikleri nasıl okumalı?” sorusuna cevap içeren bir savdır. Üstyapı kurumları, bu birleştirici güç ile sınıf-içi merkezkaç eğilimleri frenliyordu. Nasıl burjuva devlet biçimleri bu sınıfın diktatörlüğünün değişen biçimleriyse, burjuva ideolojiler de burjuvazinin tarihsel gelişimine ve siyasi zorunluluklara bağlı olarak kendilerini sabit olmayan görüntü ve formlarla dışa vurdular. Değişik yönlere bakan tüm yüzeylerini tek bir ideolojik özde toplayarak..

Burjuva ideolojisinin başarısı, her defasında kendisini ikili bir işleve dönük olarak yeniden üretmesi sayılmalıdır. Bu ikili işlev nedir? Önce bütün topluma ve öncelikle proletaryaya kendi ideolojisinin toplumun tümünün çıkarlarına uygun olduğunu benimsetmek, ikincisi de kendi içindeki kısa vadeli çelişkileri tek bir ideolojik perspektif içinde özümsemek. Bu yönüyle burjuvazinin birden fazla ideolojisi yoktur. Burjuva ideolojisi kendi içindeki sorunların, burjuva dışında bir hedef gösterilerek aşılmasını sağlamaya çalışır. Başarabilir ya da başaramaz, bunu politika belirler.

Bir diğer üstyapı kurumu olan devletin dayattığı konsensüsü, burjuva ideolojisi karşıtını etkisizleştirerek kurar. (Gelenek‘in 11. sayısında burjuvazinin sınıf egemenliğini devlet aygıtını tahkim ederek güçlendirdiğini söyledik). Kapitalizm burjuvazinin katmanlarını ya dışlayarak ya da daha sıkı bir bağımlılık ilişkisine sokarak maddi gücünü konsantre eder. Bu tarihsel eğilim içerisinde, burjuvazi, ideolojisini tekleştirmeye zorunludur. Artık büyük burjuva ideolojisinden bağımsız bir küçük burjuva ideolojisi ya da bu ikisinin üzerinde özerk bir “tekelci burjuva ideolojisi” yoktur. Burjuva ideolojisi emperyalizm çağında, emperyalist ideolojidir, fakat bu aynı zamanda emperyalist ideolojinin, burjuvazinin ideoloji üreten her odağının (tarihsel liderler, partiler, kimi devlet kurumları, felsefeciler, iktisatçılar vs.) o aşamaya kadar ürettiklerini yeni ideolojik kabuk için bir girdi olarak almasına engel olmaz. Sürecin bu aşamasında burjuva ideolojisi daha önceki kimi önemli tezlerini törpüler, kimilerini sivriltir. Ve bunları yine tekleşen ideolojik formu her an gözeterek yeniden üretir. Artık bir ülkede burjuvazinin ilerici, bir diğerinde gerici bir düşünsel faaliyet göstermesi olanaksızdır. Hem toplumsal/sınıfsal açıdan, hem de sosyalist ideoloji bir dünya sisteminin ideolojisi olduğundan, burjuva ideolojisi, ana doğrultusunda tekleşmeye yönelir. Bu eğilim nötr bir doğrultuda değil, daha Marx’ın çalışmalarında belirtildiği üzere komünizmin karşıtı olma yönünde (gericiliğin çağdaş anlamında) ilerler.

İkinci olarak burjuva ideolojisi yukarıda tasvir edilen süreçten dolayı üstünlüğünü ve devamlılığını, karşıtı olan ideolojiyi etkisizleştirerek, karşıtı ideolojinin bağımlılaşmasını sağlayarak geliştirir. Nasıl burjuva ideolojisinin tarihsel birikimi kendi içinde yeniden değerlendirilirse, karşıt ideolojinin kimi öğeleri de deforme edilerek burjuva ideolojisine -egemen ideolojiye- eklemlenir. Bu kendine mal etme süreci, işçi sınıfı ideolojisinin bağımsızlığını sakatlama ve giderek proletaryayı ideolojisizleştirme doğrultusunda işler. (Egemen ideolojinin popülist, sosyal adaletçi söylemi bu deformasyonda birer halka sayılmalı).

Egemen ideolojide “ideolojinin inkârı” gericileşme sürecinde bir aşamadır. Örnek olsun, Karl Mannheim sosyalizmi ütopyaya özdeşleyip, tek bir ideolojiye -yaşayan kapitalizmin ideolojisine- reel olma hakkı tanıyor. Emperyalizm çağında karşı sınıfı ideolojisizleştirme, sosyalist ideolojinin bağımsızlığını köreltme ve kendi ideolojisini tekleştirme süreci ile sarmalanıyor.

Öte yandan Avrupa marksizminde, ideolojinin farklı bir düzlem olarak kabulünden, onun, özerk (kendi kendisini güdüleyen) bir alan olarak soyutlanmasına geçiş önemli tıkanıklıklara yol açıyor. İdeoloji özerkleştirildikçe kendi içinde alt kategorilere ayrıştırılıyor ve giderek kapalı bir sistem olarak kabul görmeye başlıyor. Bu yorumlarda ideolojik üretim, kendi dinamikleriyle başlayıp bütünlenen bir süreç olarak görülmektedir. Bu çerçeve içinde, ideolojik aygıtların önemi üzerine önemli sayılabilecek tezlerin yanı sıra bu kapalı sistem ve sistemin içindeki alt birimler (alt ideolojiler) yoluyla burjuva ideolojisinin nasıl gericileştiğini ve tekleştiğini görmek zorlaşmaktadır. Kompartımanlara bölünmüş burjuva demokrat ideoloji, faşist ideoloji, küçük burjuva ideolojisi gibi birbirini dışlayan statik bölümler olduğu varsayılıyor. Bu, burjuva ideolojisinin burjuva demokrat düzleminin, faşist ideolojiyle geçişsiz bir tarzda ayrıştığı yanılsamasını besler.

Egemen ideolojinin değişik konjonktürlere uyan çok-karakterli yapısı karşı ideolojiyi etkisizleştirdikçe ideolojik mücadeleyi durağanlaştırır. Burjuvazinin, tarihsel açıdan gericileşmiş politik misyonunun gerekleriyle ideolojisi çakıştığında bunun algılanamaması, bu sefer sosyalist hareketin ideolojisi ve politikası arasında uçurumun doğmasına neden olur. Verilen tavizlerin, yakınlaşmaların, cephelerin kökeninde bu yatar. Gerçekte ideolojisizleştirme nesnelliğe oturmayan bir tanımlamadır. Yani ideolojisiz, nötr yığınlar yoktur. Burjuvazi açısından ideolojisizleştirme karşı-ideolojiyi çözme ve burjuva ideolojisinin o konjonktürdeki biçimini etkin kılma anlamı taşır. Burjuvazi karşı sınıfı ideolojisizleştirdikçe, sosyalist ideoloji ile politika arasında kapanmaz bir açının doğmasını dayattıkça, kendi içindeki uzlaşır, potansiyel çelişkileri seyrektir. Buna mukabil, egemen sınıf içerisindeki gerçek politik ayrışma ve çözülme, sosyalist ideolojinin onu yadsıyacak ve bu yadsımayı siyaset pratiğine tercüme edecek duruma gelmesi ile olanaklıdır.

Şu ana dek çıkarsadıklarımızı faşist ideoloji bağlamında yeniden üretebiliriz. Öncelikle burjuva ideolojisinin bilimsel teoriden kopup gericileşmesi, faşizmin ideolojik geçerliliğine zemin hazırlıyor. Faşizmin iktidara geldiği ya da gelmediği bütün burjuva toplumlarında faşist ideoloji ve hareket burjuvazinin sağladığı siyasi manevra alanından ve ideolojik zemin hazırlama çabasından güç alıyor. Faşizm, karşı ideolojinin bağımlılaştırıldığı koşulları, ideolojik gelişimine dayanak yapıyor. Sosyalist ideolojinin taşıyıcısı olması beklenenler, kendi ideolojilerinin yetkinliğinden şüpheye düşüp faşist ideolojinin elinin tersiyle ittiği demokrat değerlere uzanıyorlar. Fakat süreç tek doğrultulu işlemiyor. Bir diğer doğrultusu ise şu ki, faşist ideoloji öncelikle komünist ideolojiye saldırıyor. Sağladığı siyasal üstünlüğü (iktidar), “düşmanı ideolojik bozma” ile bütünlüyor. Bu ideoloji ile siyasetin etkileşiminin yasalaştırılabilecek bir sonucudur. Burjuva ideolojisi burjuva demokrat formunu geriye çekip faşist silahlarını ortaya sürdükçe ilerici politikanın misyonu, geriye çekilmiş biçimlere sahip çıkmaya indirgeniyor. Faşizmin ideolojik kazanımı budur: Kendini üçüncü bir ideolojik ve sınıfsal güç olarak ortaya koyup, işçi sınıfı ideolojisini burjuva ideolojisinin demokrat formuna doğru itmek.

Bu süre doğaldır ki sosyalist ideolojiyi “komploya düşürmek” biçiminde yaşanmıyor. Sözünü ettiğimiz ilişkileri koşullayan, politik düzlemdeki sonuçlar ile ideolojik mücadele arasındaki etkileşimdir. Zira burjuva ideolojisinin tekleşmesi sürecinde faşizm, temellerini asla kendisi yaratmayan bir uğraktır. Egemen ideoloji, tarihsel ve topyekün gericileşmesi sürecinde bu uğraktan geçebilir, ya da geçmez, uzun süre kalır, ya da geçip geri döner. Bu son söylediklerimiz ise doğrudan ideolojik mücadeleye değil, iktidar mücadelesine bağlıdır. Bu tarihsel eğilim içerisinde burjuva ideolojisinin demokrat formuna bağımlılaşmış, ya da daha baştan göbek bağını koparamamış “ilerici” çizgilerde sosyalist ideolojinin üstünlüğüne duyulan siyasal güven sulanır. Örneğin bazı komünist partiler “biz bu ülkenin sorunlarını tek başımıza çözeceğimizi söylemiyoruz en doğrusunu yalnız biz savunuyoruz demiyoruz” biçiminde “esneklikler” gösterir. Ya da sosyalist ideolojiden ve sosyalist politikanın gereğinden taviz vermeyenler “sol sekter” olurlar: Bu, faşist ideolojinin politik alandaki zaferidir. Bu süreç içerisinde burjuvazi iç konsensüsünü yeniden düzenlemiştir. Bunu sağlamak için gerekli malzeme, burjuva ideolojisinde vardır. Faşist ideoloji, burjuvazi içerisindeki bir istikrarsızlık durumunun, sınıf dışında bir hedef yaratılarak yeniden bir mutabakat ve işbölümü ile aşılmasını sağlar. Burjuva ideolojisinin bilimsel teori üretiminden yalıtıldığı düşünülebilir. Liberal/demokrat ideoloji, eğer “serinkanlı bir doğruyu saptama” nesnelliğine tercüme edilirse, faşist ideolojiden de salt bir aktivizm üretilir. Bu felsefi bir tuzak sayılmalı. Oysa ki bu durum, faşist ideolojinin sosyalist ideolojiyi yadsır gibi demokrat/liberal ideolojiyi yadsıdığı anlamına gelmez. Çünkü bu eğilim ister faşist olsun ister başka bir burjuva diktatörlüğü, tekelci kapitalizm koşullarında bütünsel ve nesnel bir eğilimdir. Faşizm bu akış içerisinde ayrık bir örnek, ya da demokrasiyi dejenere eden bir güç değil, onun ürünlerinden biridir.

Faşist ideoloji, bir diğer yönüyle de, burjuvazinin burjuva devrimleri çağında tasarladığı, gerçekleşmemiş ütopyanın, burjuvazi için trajik bir tekrarıdır. Felsefi idealizm, faşizmin mistik yaşam kavrayışı, irrasyonel eylemciliği ve “yeni bir düzen” retoriği burjuva ideolojisinden devralınan silahların bir kez daha aynı sınıf için kullanılması anlamına gelmektedir. Komplekssizce vurgulanması gerekir ki; egemen ideolojinin gericileşmesi doğrultusunda, gerici formlar arasındaki ayrım silikleşir. Bu ayrımları yapmak (gerici askersel diktatörlük, sivil faşizm, faşist cunta, parlamenter burjuva diktatörlükleri vs.) politik açıdan ancak sınırlı taktiksel değişikliklere zemin oluşturabilir (proletarya açısından). Ama tek bir koşulla; burjuva demokrat ideolojinin faşist ideolojiyi inkar edemeyeceği kabul edilirse. İşte, tam bu noktada anti-faşizmin kendi başına bir taktik olmadığı ortaya çıkar.

Faşist ideolojinin aynı zamanda iktidarın ideolojisi haline gelmesi sürecinde burjuvazinin her katmanının ve değişik siyasi temsilcilerinin beklentileri farklıydı. Oysa faşizmin destek aldığı sınıfsal bileşim giderek daha tutarlılaşır. Bu arınma, ideolojik mücadeleye doğrudan yansımaz. Yani faşizmi destekleyen katmanlar, desteklerini çekmek durumunda kalsalar bile, faşist ideoloji kırpılmaz. Faşist ideoloji kapalı bir sistem olmadığı için siyaseti ve ideolojisi arasındaki bağları esnek bir tarzda kullanır. Faşizm kimi istikrar arayışındaki katmanlar için normalleşme, kimi kesimler için karşı-terör anlamı taşır. Orta katmanlar için (kendi özerkliği içinde) düzen karşıtı bir radikalizm bile önerir. Fakat bu ideolojik motivasyonlar son aşamada orta sınıfların pasifleştirilmeleri ve bir istikrar ile sonuçlanır. Özellikle geleneksel solda faşizmin, bu düzen karşıtlığından otomatik bir burjuva demokrasisi karşıtlığı üretilir.

Avrupa marksizmi ise ekonomizme eleştirel bakma çabasıyla ideolojiyi yeniden ele alır. Ciddi sakıncalarla birlikte. Örneğin Poulantzas ideolojiyi kendi içinde sistemleştirdiği için, küçük burjuvaziye ağırlıklı ve ayrıcalıklı bir rol yükler. İkincisi faşist ideolojinin hakimiyeti için egemen ideolojide bir bunalım öngörür. Faşist ideolojik söylemi öğelere ayrıştırma zaafı eleştirilen ekonomizmin, “ideolojik öğeleri sınıf ve katmanlarla birebir mal etme” hatasına yaklaşır. Yine ideolojik bunalım tezleri, ilhamını, burjuvazinin iktisadi bunalıma girmesi ve bu bunalımı yeni bir işbölümü ve birikim mekanizmasıyla aşması demek olan tarihsel eğilimden almaktadır. Yine de ideolojiye atfedilen abartılı açıklayıcılık ve küçük burjuvazinin rolü bir kenara konduğunda Poulantzas’dan geriye, geleneksel solun yakalamakta zorluk çektiği bir ustalık düzeyi kalmaktadır. Althusser ise ideolojinin proletarya içinde yeniden üretimini belirginleştirmekle ciddi tahlil araçları geliştirmiş, fakat yaratılan mitten korkulması misali, ideolojik mücadeleyi sakatlama potansiyeli taşıyan bir ideoloji düşmanlığı üretmiştir. Bu yönüyle marksizm’in olgun olmayan hipotezlerine geri dönmüştür. İdeolojik mücadeleyi sakatlayıcı tez şudur: “İdeoloji özne aracılığı ile ve özneler için vardır.” 8 Bu tez,

1) Bilimin nesne için ve ideolojinin özne için varolması gerektiği gibi artık aşılmış bir ikiliği doğurur,

2) Althusser bu tezleriyle, “kitlelerin ideolojik koşullandırılması” ile Freudgil “bilinçdışının ebediliği” arasında analoji kurmaktadır.

Özetle, yeni solun teorik popülizmine malzeme sunuyor. Bu, daha sonra sosyalist ideolojinin iktidar öncesinde tek tek bireyleri kuşatacağı biçimde, öncünün öneminin azaltılabileceği çıkarsamalarına yol açıyor.

Poulantzas’ın Althussergil tezlerini eleştirmekle birlikte, benzeri bir teorik popülizm eğilimi Laclau’da da var. Laclau, Poulantzas’ı iki zayıf noktasından yakalıyor. 9 (İdeolojinin özerkliği ve küçük burjuvazinin rolü). Fakat son tahlilde önerdiği şudur: Burjuva ideolojisinin ve faşist biçiminin popülarize olmasına karşı sosyalist ideolojinin de popülarize edilmesi. Bu, ideolojiye, sessiz sedasız, Lenin’in katkıları ışığında bakmayı reddetmek anlamına geliyor.

Althusser’in kategorilerinin yapısalcılıkla iç içe geçtiği noktalar aynı zamanda Poulantzas’ın kurduğu ideoloji sistemindeki basit zaafı da oluşturuyor: “ideolojik alt kümeler” ve “her egemen ideoloji bunalımı bir toplumsal formasyonun ideolojik evreninin bütününü etkiler”10 .Bu sistematik, yukarıda saydığımız tüm önerilerle birlikte, sosyalist ideolojinin aynı zamanda bir öncü tarafından yüklenildiği ve sınıfa mal edildiği sosyalist politikayı dışlıyor.

Geleneksel sol ise faşizmin yeni program, yeni ideolojik simgeler ve hedefler ile, burjuva ideolojisinin belirli tarihsel zaman ve mekân sınırları içerisindeki tercümesi olduğunu unutuyor. Faşist ideoloji ile burjuva ideolojisi arasındaki geçiş çarpıcıdır. Örneğin faşist devletin illegal araçlarla tahkim edilmesi burjuva demokratik hukuka aykırılıktan değil, hukuksal yapıdaki değişiklik için gerekli zorlamanın normalden daha kısa bir zaman kesidine oturmasındandır. “Faşizme karşı olanlar” bağlamında, faşizm ve ideoloji sorunu nereye oturtulmalı Lenin “işçi sınıfı ile burjuvazi arasında proleter olmayan geniş emekçi yığınların” varlığını siyasete soktu. Bu saptama, devrimin müttefikleri açısından yeni taktiksel stratejilerin üretilmesini getirdi. Fakat bu yığınların varlığı asla burjuva ideolojisinin birbirini dışlayan farklı ideolojilere tercüme edilmesini gerektirmez. Faşist ideoloji, egemen ideoloji statüsünde olduğunda, klasik burjuva ideolojisinin tarihsel birikimini kendine mal eder; kimi üst yapısal kurumların etkinliğini, hatta varlıklarını sorgulasa bile.

Faşizmin ayırt edici niteliği, özellikle proletaryanın bağımsız örgütlenme olanaklarının sistematik olarak yok edilmesidir. Fakat sosyalist ideoloji bu soruna sadece hukuksal ve demokratik bir sorun olarak değil, ideolojik ve örgütsel bağımsızlığın tehdit altına alınması sorunu gözüyle de bakar. Emperyalizm çağının tekelleri öncelikle bu ihtiyaç içerisindedirler. Bu, Stalin’in “sosyal-faşizm” tezlerinde formüle edildi. Kesinlikle “stalinist” bir tez değildir; Lenin’in sosyal-emperyalizm analizinden üretilmiştir. Yorgun ve yenik Avrupa solu, bu ideolojik ağırlığı kaldıramadı. Bu yuvarlatılmamış “sınıfa karşı sınıf” siyasetini bütünleyen tezleri, pratik içerisinde savunulabilir kılamadı. Tezler, üstü kapalı bir tarzda rafa kaldırıldı. Ardından faşist ideoloji, egemen ideolojinin kapsayıcı ve tümel niteliğinden koparılıp, sınırlı ve tikel bir çerçevede ele alındı alınıyor. Bu sınıfsal ve tarihsel bakış açısının yitirilmesidir.

Burjuva ideolojisinin liberal ve demokrat görünümleri sabit kalıp, bunların dışında bir faşist ideoloji yaratılmaz. Liberal/demokrat ideoloji faşizme yadsıyacağı değil, sentezleyebileceği bir malzeme sunar. Bu malzeme burjuvazinin hem burjuva demokrat ideolojisinde hem de siyasal, tarihsel pratiğinde vardır. Faşizm, saldırgan şovenizmini liberal milliyetçilikten, emperyalist saldırganlığını burjuva militarist bir mirastan ve hepsinin ötesinde sınıf uzlaşmazlığının yok sayılması ögesini burjuva ideolojisinin değişmeyen özünden üretir. Faşist iktidar yıkılınca, faşist ideoloji yıkılmaz. Kimi ögelerini, burjuva demokrasisine dö- nüştürerek iade eder (soğuk savaş militarizmi, ustalıklı anti-komünizm, pragmatik siyaset gibi). Bu ilişki burjuva ideolojisinde her an yaşanan bir sınıf diktatörlüğü biçimleri arası iç etkileşimdir, ve ideolojik boyutu da giderek evrenselleşmektedir. Örneğin yeni Kantçılık liberal ideolojiye eklemlendiği halde, emperyalist dönemde öznelci-idealist ve bi- linemezciliğe dönük yönleri ile emperyalist ideolojiye sızmıştır.

Faşist ideoloji, asla en gerici tekellerin burjuva demokrasisi dışından gökten indirdikleri bir icat olmadı. Faşizm, iktidara geldikten sonra da, tırmanış sürecinde de o zamana kadarki egemen ideolojinin değişik kabuklarından devralınmış “bir ideolojik öğeler rezervi” oluşturdu. Örneğin bu durum faşizmin egemenliği sırasında parlamenter bir yürütmenin olabilmesini mümkün kılabilir. Yoksa bırakalım burjuva demokrat ideolojiyi, istense nazizm ile İtalyan faşizmi arasında da ideolojik ögelere ilişkin farklılık üretilebilir. Faşizm eklektiktir, fakat üçüncü bir ideoloji üretmez. Faşist ideoloji, ancak burjuva demokrat ideolojiden yola çıkılarak çözümlenebilir ve tanımlanabilir.

Dipnotlar

  1. Marx, Karl; Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s. 25, Sol yay.
  2. Marx, Karl; Alman İdeolojisi, s. 27, Sol yay.
  3. Marx, Karl; Theories of Surplus Value, s. 25.
  4. Marx, Karl; Alman İdeolojisi, s. 46, Sol yay.
  5. Lenin, V.I.; Ne Yapmalı, s. 53-54, Sol yay.
  6. Engels, Friedrich; İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, s. 10, Gözlem yay.
  7. Lenin, V.I.; Ne Yapmalı, s. 51, Sol yay.
  8. Althusser, L.; Devletin İdeolojik Aygıtları, s. 70, Birikim yay.
  9. Laclau, E.; İdeoloji ve Politika, s. 99-100, Belge yay.
  10. Poulantzas N.; Faşizm ve Diktatörlük s. 77 Birikim yay.