‘Hakkımızı kimse vermedi, önemli olan budur’

Sohbet: Sadrettin Öngeç – Seyfettin Sabaz

Taşeronlaştırma, fazla mesai, ağır çalışma koşulları, ücretlerin gerilemesi, işçi cinayetleri… Türkiye işçi sınıfı bu kavramlarla yeni tanışmadı

elbette ancak AKP iktidarıyla birlikte daha fazla yüz yüze geldi. Sadrettin Öngeç ve Seyfettin Sabaz hayatlarını emekleriyle kazanan iki işçi. Bugüne kadar maruz kaldıkları zorlukları, derin sömürü koşullarını anlatırken bile cümlelerinde işçi sınıfının iktidarına olan inançlarının coşkusunu görmek mümkün. İki emekçi Sadrettin ve Seyfettin çalıştıkları sektörleri ve zorluklarını, aslında Türkiye kapitalizminin bugünkü koşullarını onu yıkmak için mercek altına aldılar, gelecek güzel günlere dair umudu hiç kaybetmeden Gelenek için sohbet ettiler…

Sadrettin: Yaklaşık 23 yıldır inşaat işçiliği yapıyorum. Uzun süre Mersin’de çalıştım. Sonra İstanbul’a gidip gelmeye başladım. İstanbul’da daha çok şantiyelerde kaldım 2010 yılına kadar. Sonra ailecek taşındık. Yine inşaatlarda çalışmaya devam ettim. Yaklaşık 5 senedir de yevmiyeli olarak çalışmayı bıraktım, kendi ekibimle çalışmaya başladım. Ev, iş yeri, mağaza tadilatları yapıyoruz bir mimarlık firmasıyla beraber. İşi mimarlık firması alıyor, tadilat kısmındaki işçiliğini bize devrediyor. Mimarın taşeronluğunu yapıyoruz yani. Dediğim gibi 5 sene oldu ama koşullarımızda pek bir şey değişmedi. Daha çok para kazanacağız umuduyla kendi işimizi yapalım demiştik.

Seyfettin: Uzun süreden beri İstanbul’a gelip gidiyordum. Yaşamımın tamamı İstanbul-Diyarbakır arasında mekik dokuyarak ve Türkiye’nin dört bir yanını kendi çevremdeki insanlarla beraber dolaşarak geçti, gezgin tarzı bir yaşamım oldu. Mesleki olarak dersen; İstanbul’a ilk geldiğimde bir meyhanede çalıştım. Çocuk yaştaydım daha, 12-13 yaşlarında; dayım buradaydı, dayımın yanına geliyordum, kafama esti bir ilana bakarak Bayrampaşa-Maltepe’deki bir meyhanenin önüne gittim adama dedim ki “Amca, eleman arıyor musun?”, adam da bana bakarak “Sen çalışmak mı istiyorsun evlat?”. “Evet,” dedim, “tamam” dedi “gel ilk gece şu külümü dök çöpe, gel ondan sonra sabahları benime birlikte salonu açarsın. Akşam 17.00-18.00’e kadar meyhanede onunla beraber takılıyordum, akşam eve gidiyordum, ertesi sabah yine meyhaneye, akşam 17.00’ye kadar. Bu tabi okullar açılana kadar. Okullar kapanınca yine gidiyordum. Nihayetinde 97/98 yıllarında İstanbul’a daha ağırlıklı olarak gelmeye başladım. Zaten eskiden beri gidip geldiğim için komilik vasfıyla değil de garson olarak işe aldı adam beni. İki üç sene öyle devam etti, askere gittikten sonra İstanbul’a bir daha geldim. Bu sefer dedim bu işi yapmayayım, tekstil sektörüne yöneldim. İşin ilk etabında ütü paket kısmına girdim.  2 ay sonra, öğle arasında makineleri öğrendiğim için makineye geçtim. Bu süreç böyle devam etti. Sonra başka bir firmaya iş başvurusu yaptım ve orada satın alma bölümüne geçtim. 6 ay orada çalıştıktan sonra, satın alma müdürlüğüne terfi ettirildim. 2003/2004 yılları arasında bu şirket AKP iktidarının yeni ekonomi politikalarına dayamayarak fabrikayı Merter’den ilk önce Ukrayna’ya oradan da Ermenistan’a götürdü. Hâlâ da eski patronla görüşüyoruz. Onunla çalıştığım zamanlarda çalışma saatlerinin sıklığından şikayetçi değildim. Cumartesi/Pazarları çalışmıyordum. Parti çalışmalarına dahil oluyordum. O iş böyle sonlandıktan sonra trikoya başladım, Bayrampaşa’da. 4/5 ay orada çalıştıktan sonra Tüsiad’a bağlı Bayrampaşa Trikocu İş Adamları Derneği vardı, oraya başvuru yapıp işe girdim. Sonra Ortaköy’de Tüsiad şubesinde işe girdim. Bu bahsettiğim dernek çalışmalarına girdiğimde de sigortasız, sosyal güvencesi olmayan, tamamen geçici eleman tarzında bir çalışmaydı. Sonra Ortaköy’den Bayrampaşa’daki derneğe geri döndüm, sonradan Maltepe Trikocular Derneği ismini alan derneğe geçtim. Dıştan dernek olarak görünüyordu ama içi tamamen iş adamlarının kendi aralarında oyun, kumar oynadıkları bir yerdi. İşçisine “ödemeyi daha almadım, 1 ay sonra sana ödeme yapacağım” diyen iş adamları oraya gelip keyif çatmak için kumar oynuyorlardı. Bunun böyle rahatça yapılabilmesinin nedeni tekstil işçisinin yapısı. Tekstil işçisi ya akraba, köylülük ya da hatır, gönül üzerinden işe başlıyor ya da çaresizlikten dolayı kendi geçimini sağlayabilmek için mecburen boyun eğiyor. “Hadi bu ay vermedi, inşallah önümüzdeki ay verir”, “2 ay veremediyse ne olacak canım”, “Sonraki ay durumunu toparlar ödemesini yapar”. 2010’a kadar böyle devam etti, sonra restaurantlarda çalıştım, meyhanelerde çalıştım, garsonluk bayağı yaptım, Taksim’de diş teknisyenliği yapıyordum, boyun ve bel fıtığından dolayı teknisyenliği bırakmak zorunda kaldım. Şu ara Beyoğlu’nda bir gümüşçünün yanında çalışıyorum. Yaklaşık 1 senedir tezgahtarlık yapıyorum. Günde 11 saat çalışıyorum. Herhangi bir sosyal güvencem yok. Adam kendi akrabasını sigorta istedi diye işten çıkardı.

Sadrettin: Peki, ne kadar maaş alıyorsun?

Seyfettin: Saat başı çalışıyorsun. Saat ücretim 10 Lira’dır. Bunun içinde yemek de vardır, yol da vardır. Bu işte girmeden önce Batmanlı bir arkadaşla beraber Taksim’de bir kafe işletmesi aldık, 1 sene işlettik. O esnada da ben zaten hem kafede hem Migros’ta çalışıyordum. Üç dört ay Migros’ta çalıştım, elim yandıktan sonra bıraktım. İstanbul’a geldikten sonra nerdeyse bütün emek sektörlerinde çalıştım. Torna/tesviye tezgahından inşaat sektörüne kadar hepsinde çalıştım. Çoğunda kısa süreli çalıştım. Çalışma saatlerinin uzunluğu, maaşların yetersizliğinden dolayı. Eskiden günde 10 saat çalışsam da haftasonunda çalışmıyordum. Şimdi zorunluluk gereği çalışıyorum.  1+1 bir evin kirasını ödeyebiliyorsam, elektiriğe, suya, doğal gaza 600/700 TL ödüyorsam tabiîki bu giderleri karşılayabilmem lazım. Tek başına bile olsa.

Sadrettin: Seyfettin bir şey soracağım. Diyorsun ya; bu kadar farklı iş kolunda çalıştım. Diyebilir misin, bu sektörde benim hakkımı tam olarak verdiler?

Seyfettin: Hiçbiri vermedi.

Sadrettin: Benim içim önemli olan budur.

Seyfettin: Şimdi zaten bilimsei olarak insan iş hayatında en çok 8 saat verimli. Sabah kalktıktan sonra 1-1,5 saat verimli değilsin. Paydosa yakın son 1,5 saatte de verimli değilsin. 5 saat verimlisin. Çalışma süresini istediğin kadar uzat. Tabi bu koşullara geçebilmek için bütün dünyanın değişmesi lazım. 8 saate geçsen işsizliği de ortadan kaldırırsın.

Sadrettin:  Türkiye’deki kapitalist sistemin işsizliği ortadan kaldırmak gibi bir çabası yok.

Seyfettin: Elbette yok. CHP iktidara gelse işsizliği çözecek mi? Hayır! Demirel, Başbakan olacağım işsizliği çözeceğim dedi, cumhurbaşkanı oldu, Çiller geldi, çözeceğim, dedi, yok. Erbakan dahi bile bunu söyledi. Ecevit söyledi. Karaoğlan söyledi ya Karaoğlan.

Sadrettin: Ben başka bir şeyi merak ediyorum.  Ben yaklaşık olarak 20 senedir emekçilik yapıyorum, ki çevremdeki bütün insanlar da doğal olarak çalışarak hayatını kazanan insanlar. Geçinmek için çalışmak zorunda olan insanlar. Kimle konuşursam konuşayım hiçbir işçi çalışma koşullarından memnun değil, hiçbir işçi hakkını tam olarak aldığını düşünmüyor. Hatta bunu ispat da ediyor. Çalışma koşullarından, barınma koşullarından, beslenme koşullarından, sosyal güvence koşullarından… Gel gör ki pek çoğu şikayet etmiyor.

Seyfettin: Sadrettin günde kaç saatini ailene ayırabiliyorsun? Günde 2 saat görebiliyorum onları.

Sadrettin: Ayda kaç kere sinemaya gidebiliyorsun, tiyatroya gidebiliyorsun? Ya da çocuklarınla kaç kere çocuk oyununa gidebiliyorsun? Gidemiyorsun. Hiçbir şeye zamanın yok çalışmak dışında. Ben günde 11 saat çalışıyorum. 11 saat. Eskiden eyleme gideceğim dediğimde, patron, gidemezsin derse, işi bırakıp gidebiliyordum. Hiç olmazsa tekstil sektörü vardı bunlar iktidara gelmeden önce. Rahatlıkla iş bulabiliyorduk. Şimdi o da yok. Ne kaldı? İnşaat sektörü. Şimdi o da durdu zaten. Zorla çalıştırılıyoruz. Fazla mesai, şu güne yetişecek baskısı… Belki patronlarla mücadele etme konusunda genç işçilerin alanı daha geniştir. Bizim gibi belli yaşa gelmiş işçiler için biraz daha zor. İş bulmaya çalıştığımda patron beni tercih etmeyebilir.

Sadrettin: Ben mimarlık ofisi bana iş verdikçe çalışıyorum. Taşeronuz neticede. Bir de eş dost tavsiyesiyle iş geliyor. Ama her zaman olmuyor tabi bu. Çok seyrek oluyor. Onlara kalsak yılın yarısını boş geçiririz. Mimarlık ofisi, tadilat işleri alan bir ofis. Bizim yaptığımız işin kalemlerine gelince ne yapıyoruz mesela biz, su tesisatı yapıyoruz, boya yapıyoruz, seramik yapıyoruz, şap işleri, sıva işleri yapıyoruz. Mesela sana örnek vereyim; en son Osmanbey’de yaptığımız bir mağaza, 4 işçi normal koşullarda çalışırsa 5 günlük bir iştir. Mimarlık ofisiyle imzaladığımız sözleşmede işi teslim etme süresi vardır. Sözleşmede bana diyor ki; “sen bana burayı 2 günde teslim etmek zorundasın. Kaç kişiyle çalışırsan çalış, kaç saat çalışırsan çalış. Ya 2 günde teslim edersin ya da 2 günden sonra başka bir ekibe teslim ederim işi onlar tamamlar, masraflarını sen ödersin.” İstenilen sürede işi teslim edebilmek için ya gece gündüz çalışmamız lazım ki işte herhangi bir eksik ya da hata da olmamalı, ya da fazla işçi ile çalışıp kendi kazanacağım paradan feragat etmeliyim.  Biz en zor olanını tercih ediyoruz, gerekirse uyumadan çalışıyoruz. Günde 20 saat çalıştığımız günlerimiz oldu. Abartmıyorum. Çöpünü bir taraftan at, molozunu bir taraftan tasfiye ettir, bir taraftan belediye ile uğraş. Bütün bu süreç tamamlanınca iş ödemeye geliyor. Ödeme kısmına geldiği zaman da mimar vatandaş seninle yaptığı sözleşmede diyor ki “zeminde malzemeden doğan kusurlar bize aittir ama işçilikten doğan kusurların onarımını yapmak zorundasın ve bunun için bizden herhangi bir para talep edemezsin. Ayrıca yine işçiliğinden doğan hatalarında ben senden malzeme parasını da tahsil edeceğim. Ve tadilatı iş yerinin çalışmasını engellemeyecek zamanlarda yapacaksın.” Ne zaman yani? Gece. Onun için son 3-4 senedir ben ne gece çalıştığımın farkındayım ne de gündüz. Aslında benim bir çalışma koşulum, kuralım yok. İşin biri bitip diğeri gelene kadar arada geçen süre psikolojik olarak çok sıkıntılı geçiyor. Ya bir daha iş gelmezse korkusu. Ekonomik anlamda da cebindeki parayı bitiriyorsun ondan sonra da bir sonraki işten gelecek işin parası kadar eşine dostuna borçlanıyorsun. Ev kiranı vaktinde ödeyemiyorsun, yol masraflarını, faturalarını, çocukların harçlıklarını, evin ihtiyaçlarını gideremiyorsun. Bakkala borçlanıyorsun. İş gelince önce borçlarını ödüyorsun.  Sıfıra sıfır elde var sıfır.

Seyfettin: Peki, işi taşeron olarak size mimarlık ofisi vermese de iş doğrudan size gelse kazanacağınız para arasındaki oran farkı nedir?

Sadrettin: Yüzde 200-250! Ben Mimarlık ofisine seramiğin metrekaresini 25 TL’ye yapıyorum. Mimarlık ofisi seramiğin metrekaresi için mağazadan 125 TL alıyor. Malzeme giderleri vesaire bu 125 TL’nin dışında ayrıca alınıyor mağazadan.  Ben tüm işçiliğini yapıyorum, ofisse sadece işçiliğini yaptırıyor.  Gelecek olan malzemenin nakliyesi var ofis sadece bunu karşılıyor, hamaliyesini de çoğu zaman bize yaptırıyor. Malzemeyi getiriyor mağazanın önüne yığdırıyor, arıyor bizi “malzemen geldi, götür içeri taşıt”. Gece gündüz, saat 01.00-02.00 fark etmiyor. Mesela kamyonun giremeyeceği saatler olan sokaklar var. Geçen gece 00.00’da geldi malzeme. Gittik sabaha kadar mağazaya taşıdık. Sırf bu yüzden 600 TL para harcadım.  Hepimiz sigortasız çalışıyoruz, elektrikçisi, mobilyacısı, standçısı, boyacısı, tesisatçısı. Hiçbir şekilde devletten denetlemeye gelen de yok.

Seyfettin: Kaçak işçi olarak çalıştırılıyoruz. Mağaza sahibi zaten işi sana vermez. Bir mimara veriyor, mimar projesini yapıyor, geri kalan işin tamamını da taşeron halletsin. Mesela demin saydığın kadroların tamamı aslında mimarın sorumluluğundaki kadrolar. Devlet denetlemeye geldiğinde mimar diyor ki “Ben işi Sadrettin’e verdim. Sadrettin benim taşeronumdur, sigortalar yatmadıysa gidin ona sorun.” Devlet burada mimara bir şey yapamıyor. Mağaza sahibine sorduğunda o da “ben işi mimara verdim,” diyor. Diyelim biri kaza geçirdi, ne mağaza sahibi sorumlu ne mimar. Sorumlu olan yine çalışan işçiler. Mimarlık ofisinin verdiği parayı beğenmedin mi, iş bekleyen bir sürü taşeron var. Mecbursun sana söylediği parayı kabul etmeye. İş arkadaşların ne diyor bu duruma?

Sadrettin: Bizim temel sohbet konumuz bu. İş vardır, iş yoktur. Onlar da farkında bu durumun. İş bulduğumuz zaman çalışıyoruz. İş bulamadığımız zaman da hep beraber iş bakmaya devam ediyoruz. Nasıl olursa olsun da yeter ki iş gelsin umudunu yaşıyoruz. Bu yalnızca bir işsizlik sorunu değil ki bir sistem sorunu. Mesele sadece ucuza çalışalım ya da iş bulduğumuz zaman çalışalım meselesi değil. Ha, bunun farkında olmayanlar var mı? Var. Kendi hayatımızı kurtarıp, daha iyi koşullarda yaşayacağız umuduna kapılanlar da var çevremizde. İşsizliğin bilinçli olarak yaratıldığının farkında olan insanlar da var. İşsizlik demek senin yok olman demek, evine ekmek götüremiyor olman demek, çocuğunu okula gönderemiyor olman demek, bir akbil paran yoksa yayan yürümen demek, işsizlik demek ölmek demek. Rekabetin bu kadar büyük olması işçi için ne kadar ölümcül bir süreçse patronlar için de o kadar rahat, konforlu bir süreç. Ama bunlar tartışılarak düzelecek şeyler değil. Bunun için örgütlenmek, mücadele etmek gerek. Sınıfsal bir bilince sahip olmak gerek.

Hadi tadilat sektöründe bu böyle, ben büyük şantiyelerde de çalıştım, Bahçeşehir’deki İhlas’ın Bizim Evler projesinde de çalıştım ben, 4 yıl boyunca. İşçiler gurbetçi olarak memleketten geliyorlar, kampa yerleşiyorlar. 2000-3000 işçi. Konteynerden bir kent kuruyorlar her birine bir tane yatak veriyorlar, yatağın parasını kesiyorlar, iş ayakkabısı veriyorlar, ayakkabının parasını kesiyorlar, reflektörlü yelek veriyorlar onun parasını kesiyorlar, 35 sayfalık bir sözleşme imzalatıyorlar okutmadan, orada aslında sen kendinin ölüm fermanını imzalıyorsun. İlk bir aylık maaşın iş bitene kadar içeride kalıyor, sana ödenmiyor. Ayın 5’inden 5’ine maaş deniyorsa, ben öyle bir şey asla görmedim,  Mart’ın 5’inde gelecek olan ödeme Haziran’ın 8’inde geliyor. 2.000 TL alacaksan 700 TL yatıyor, 1300 TL başka bir zamana erteleniyor. 4 yıl boyunca zamanında ödeme yaptıklarını asla görmedim. Benim bütün akrabalarım şantiyelerde çalışıyor, hiçbiri patronundan memnun değil, hiçbiri parasını zamanında almamış, hiçbiri ama! Bir yatak bir battaniye veriyorlar parasını senden kesiyorlar. Günlük olarak koğuş kirası kesiyorlar. Üç öğün yemek verip parasını işçiden kesiyorlar. Yemekler de yenilebilecek şeyler değil. Pirinç pilavının içinden fare çıktı kendi gözümle gördüm. Nohutun içinden nohuttan büyük taşlar çıktı. Hoşafın içinden karınca çıkıyor. Banyo tuvalet desen çamur dize kadar. Yatakhanelerde tahtakurusundan uyunmuyor. Yazın sabah kahvaltıya gittin diyelim, bir semaver koyuyorlar ortaya yanına da bir kova şeker, şekerin içine bir kaşık, sen eğer yiğitsen, şekere saldıran arıları geçip bir kaşık şeker al bakalım alabiliyorsan. İşçi güvenliği diye bir şey zaten yok. İş güvenliği var! İş güvenliği işçi güvenliğinden çok daha önemli. Neden? Çünkü o iş o patronun sermayesidir. İşçi ise patronun kölesidir. İş sağlığı vardır, işçi sağlığı yoktur.

Seyfettin: Ben patronuma geçenlerde dedim ki “Gel ben sana saat başına 10 lira vereyim, günde 11 saat çalış, üç öğün yemeğini, yolunu kendin karşıla. Kaç gün dayanabilirsin?” Kendisi 90 yıllarda Kürt siyasetinden, Diyarbakır’da İl Başkanlığı yapan kişinin yeğenidir. Şu cevabı verdi bana “Ben eğer böyle bir şey yapmış olsaydım bu kadar dükkanın, malın mülkün sahibi olamazdım. Sizi 8 saat çalıştırmış olsaydım şimdi bir dükkanım ya var ya yoktu.” Ben de “Tamam, hadi ben yabancıyım, kendi akrabalarını da aynı koşullarda çalıştırıyorsun” dedim. “Biz kimseyi zorla çalıştırmıyoruz. Kimseyi kovmuyoruz da. İşine gelen çalışır işine gelmeyen bırakır gider,” dedi. Benim patronum etnik milliyetçiliği duygusal baskı aracı olarak kullanıyor. Kürt çalışanlarında bu işe yarıyor. 20 yıldır yanında çalışan akrabasını “sigortamı yatır da beni emekli et” dedi diye işten attı! Bizim maaşlarımızı bankada repoda tuttuğu paranın faiziyle ödüyormuş…

Sadrettin: AKP’nin Türkiye’de iktidar olmasıyla benim bilinçlenme sürecim denk düşüyor. 2002’de ilk defa oy kullandım. Genç bir işçiydim. 3-4 yıllık bir inşaat işçisiydim AKP’den önce. Bu süreçle birlikte ailem oldu, aile sorumluluğu aldım, geçinme zorunluluğunu hissettim. Sürekli olarak çalışmak durumunda kaldım. AKP özellikle inşaat sektöründeki bütün patronları zenginleştirdi. Ne yazık ki AKP ile birlikte inşaat sektöründe işçi olarak çalışan benim gibi işçilerini de sonuna kadar, dibine kadar yoksullaştırdı. Bu korkunç bir tablodur aslında. 15 yıl önce inşaat sektörüne girenler, arsa işine girenler korkunç derecede zenginleşti. Hepsi villalarda oturuyorlar, lüks arabalara biniyorlar, ellerinde büyük bir sermaye birikti. Bizse durmaksızın çalışmak zorundayız. Ne hafta sonumuz var, ne tatilimiz var, ne yazımız ne kışımız, ne gecemiz ne gündüzümüz var. Sigortamız yok, bankada paramız yok. 2002’de bir günlük yevmiyemle 6 torba un alabiliyordum, bugün 1 torba un alıyorum, 30 TL kalıyor geriye. AKP’nin işçiye yaptığı budur. AKP Türkiyesi patron sınıfının sermayesini son 15 yılda 1’den 10’a katladıysa, işçinin kazancını da bir o kadar azaltmıştır.

Seyfettin: Ben 39 yaşındayım şu anda. Türkiye’de bir sürü iktidar geldi geçti, koalisyon hükümetleri vesaire, Türkiye Cumhuriyeti tarihini baz almam lazım, 1950-2019 yılları arasında Türkiye’ye en büyük tahribatı emekçiler açısında Erdoğan hükümeti verdi. Eskiden farklı tarzlarla toplumun gözünü boyuyorlardı., bugünse emekçi insanlara orta sınıf özentiliği pompalayarak yapıyorlar bunu. Özellikle medyayı kullanarak yaptılar bunu. Bu sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda gerçekleşti ve AKP’nin sermayenin kasasına kâr koymasının önünü açtı. Özal işçilerin emeğinden cımbızla almaya çalışıyordu, Demirel, Çiller kaşıkla, bunlar kepçeyle almaya başladılar. Kazanılan hakların tamamını aldılar. Kıdem tazminatı, çalışma saatlerinin uzaması, taşeronun çoğalması… Ben tüccarım demesi boşuna değil ülkeyi yöneten zatın. Mustafa Koç ölmeden önce verdiği bir röportajda “Biz AKP iktidarında kazandığımız parayı hiçbir iktidar döneminde kazanmadık” dedi. Dün yoksul Kürt emekçileri vardı, bugün savaştan kaçıp gelen Suriyeli emekçiler var. İşçileri onlara düşman etmeye çalıştılar. Bu göçten en büyük kârı Türkiye sermayesi elde etti. Savaşın göbeğindeki Suriye’den patates kaçırıp satıyorlar düşünün. Arada ucuz patates satıp işçilere orta sınıf hayalleri pazarlıyorlar. “Bana biat edersen bakarsın senin de bir jipin olur” hayalini pazarlıyorlar. Ben bir gün bu coğrafyada işçi sınıfının bir gün söz sahibi olacağına inanıyorum her şeye rağmen. Göreceğim günü umut ederek yaşıyorum.

Sadrettin: Düzenin hiçbir aktöründen benim zerre kadar umudum, beklentim yok. Benim sosyalizme olan inancım tamdır. Ben bu memlekette devrimi görmeden ölmeyeceğim! Evet, kolay olmayacak ama güzel olacak. İşçi sınıfımızın iktidara gelmesi için de Türkiye Komünist Partisi dışında bir ışık, bir umut görmüyorum.

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×