Hamlet: Marksist bir yorumlama – A. A. Smirnov
çeviri: Efe Eğilmez- Yağız Bozan
Sovyet edebiyat ve tiyatro eleştirmeni, filolog ve tercüman, Rus ve Sovyet keltolojisinin kurucusu, aynı zamanda da satranççı olan, Leningrad Üniversitesi ve Leningrad Tiyatro Enstitüsü’nde görev alan A.A Smirnov (1883-1962) SSCB döneminde Shakespeare’in toplu yapıtlarını düzenlemiş ve Shakespeare’in Marksist yorumu için çalışmalarda bulunmuştur. 1936 yılında yazdığı ‘Shakespeare: Marksist Bir Yorumlama’ kitabından sunduğumuz bu bölüm, Hamlet’in her türden idealist yorumuna karşı çıkarken bu tragedyanın burjuva hümanizminin krizini yansıttığı düşüncesini ileri sürüyor. Büyük şair ve oyun yazarının eserlerini ve üslupsal yeniliklerini dönemin sınıfsal kompozisyonu ve düşünsel gelişimi ışığında inceleyen Smirnov, Marksist eleştirinin yetkin örneklerinden birini ortaya koyuyor.
Shakespeare’in tragedya dizisinin ilki olan Hamlet, çözümlemesi en zor olanıdır. Goethe’den etkilenen on dokuzuncu yüzyılın idealist eleştirisi tragedyadaki asal fikrin, niyeti üzerinde fazlaca düşünüp taşınmasının kurbanı olan, gerçekçi bir aksiyondan aciz gibi gözüken Hamlet’in düşünce ve iradesi arasındaki çatışma olduğunu iddia etti. Neresinden bakarsak bakalım tümüyle yanlış olan bu düşünce on dokuzuncu yüzyılın kendi politik ve ruhsal güçsüzlüğünü haklı göstermeye çabalayan Alman küçük burjuva düşüncesinden fışkırdı. Aslına bakılırsa Hamlet, deniz seyahati bölümünün ve saraydaki cüretkâr numaralarının da ispatladığı gibi eylemeye, hatta en kahramanca eylemi bile gerçekleştirmeye muktedirdir.
Düşünce ve eylem arasındaki çatışma Rönesans sanatçılarına, özellikle de düşünceyi eylemden ayrı görmeyen Shakespeare’e yabancıydı. Öyleyse Hamlet’i babasının öcünü almaktan alıkoyan nedir? Bazı eleştirmenler Hamlet’in gaspçı Claudius’u öldürmesini erteleyişinin mantıklı bir şekilde nedenselleştirildiğini-sözgelimi ruhu cennete gitmesin diye dua ederken öldürmekteki gönülsüzlüğünü- ve böylesi bir erteleme olmaksızın beş hareketli yapının mümkün olamayacağını iddia ettiler. Ama Hamlet’in intikamından bahsederkenki tonunda öyle çok tereddüt yoktur, bu onun irade gücünden yoksun olduğunu kanıtlıyor. Yine de düşünce ve iradesi arasında bir çatışma olduğu söylenemez. O suç karşısında, annesinin “daha dün giydiği pabuçlar eskimemişken” gaspçıyla evlenmesi ve sarayın tamamında, hatta sevgili Ophelia’sında bile alıp başını yürümüş olan iki yüzlülük ve sefahat karşısında dehşete kapılır, öyle bir iki yüzlülüktür ki Hamlet bunu bütün dünyaya atfeder. Bu onda hiçbir zaman kişisel bir adaletin intikamı olarak ortaya çıkmaz. İlkin babasının ama yalnızca babası olarak değil, güzel kişiliğin imgesi olarak, bilhassa değersiz ve sapkın Clauidus’a nazaran büyük bir hükümdar olması nedeniyle onun için kıymetli oluşundan dolayı ortaya çıkar. İkincil olarak ise Hamlet’in bu kişisel suçu çağının genel yozluğunun evrensel ve onulmaz kötülüğünün bir belirtisi gözüyle bakması nedeniyle. Bu vaziyetler ışığında kişisel intikam beyhudedir. Bu nedenle dar görüşlü, öznel eğilimini çağının amansız yargıcı haline gelerek aşar.
Ophelia’yla ayrılmak Hamlet’e şüphesiz acı verir ama o yas tutmaz ve görünüşte bu acıyı bütün insanlık için duyduğu çok daha büyük bir acıda boğduğundan etkilenmemiş gibi görünür. Böylesi bir düşünce ne türden bir eylem üretebilirdi ve üretmeliydi? Yalnızca tek bir düşünce: bu dünyadan feragat ve terk ediş. Tahtın varisi, yaşamın keyfini ve güzelliğini doğuştan takdir etme kapasitesi olan tutkulu ve zinde tabiatlı Hamlet için bu mahşeri kuvvette bir eylem olurdu. Toplumda sosyal sınıflardan önce var olan ve sonraları feodal dünya görüşünün asli unsurlarından biri olan geleneksel kan davası düşüncesinin tragedyada kapsamı daraltılmış ve neredeyse tümüyle ıskartaya çıkartılmıştır. Hamlet intikam düşüncesinden tamamıyla uzak değildir ama intikam dürtüsünün ivediliğini yitirmiştir. O özünde yeni çağın insanı, bir hümanisttir. Bunun kanıtı olarak Shakespeare kan davası temasını iki olay üzerinden ortaya koyar, ilki Leartes’le ve ikincisi Fortinbras’la bağlantılıdır. İki örneğin tepkileri de Hamlet’inkilerden tamamıyla farklıdır. Leartes babasının ölümünü öğrendiğinde feodal bir lord gibi davranır, kraldan bir yanıt almak talebiyle silahlı adamlarıyla birlikte saraya dalar. Fortinbras ise tersine kan davasının hiçbir yararının olduğunu düşünmez. Bunu becerikli bir işadamı ve diplomat gibi yalnızca politik yükselişinin bir aracı olduğu için hoş görür. O ilkel birikimin kusursuz bir temsilcisidir. Hamlet bu iki adamın ortasında durur. Yeni bir insan, bir hümanist olma sürecinde kendisini yalnızca feodal bakış açısından kurtarır. Fortinbras salt yetenekli bir oportünist olarak kalırken o tamamlanmış bir hümanist haline gelir. Hamlet çağının ötesine geçtiği için acı çeker. Edilgenliği ona işkence eder. Peki Shakespeare’i Hamlet vasıtasıyla büyük bir hayal kırıklığı ve üzüntüyü ifade etmeye iten şey nedir ve bu dönemde ne yaşamıştır?
Shakespeare’in bu tutumunu aşağı yukarı 1600’lerde mutlakiyetin çürüyüşüne dayandırarak yorumlamak mümkündür. İngiliz sarayının yozluğu keskin şekilde göze çarpıyordu. Shakespeare bunu olağandışı bir derinlikle tasvir etti, olay yerini Danimarka’ya taşıdı. Adiliği ve bayağılığı çeşitli raddelerde resmetti: kralın yozlaşmış ajanları Rosencranzt ve Guildenstern, kuşbeyinli ve yaltakçı Osric, uyanık fakat ahmak Polonius. Burada Polonious özel bir önem taşır çünkü o Osric gibi salt feodal bir soylu değildir, yeni bir niteliğe sahiptir. Kendisini ilkel birikime adapte eden ve kısmen burjuva anlayışlı hale gelmeye ve ailesi için kaygı duymaya başlayan bu aristokratta çokça yeni özellik ortaya çıkar. Oğlu ve kızı eşit derecede kılgın ve hesapçı olmalarına rağmen aynı zamanda oldukça doğal olarak feodal niteliktedirler. Ophelia’nın babasına kör itaati, Leartes’in Polonious’un öcünü alırkenki şiddetli hiddeti bunun tipik örneğidir. Polonious’un ailesini tasvir ederken Shakespeare, feodal doğasını değiştirmeksizin ilkel birikim çağının en kötü adetlerini edinen eşrafı ağır bir biçimde eleştirir.
Öyleyse Hamlet neye tutunmalı? Burjuvazinin kılgısal dar kafalılığı onu tiksindiriyor. Geniş halk kitlelerine hiçbir inancı yok, onların yalnızca değişkenliklerini ve politik toyluklarını görüyor; trajik bir boşluk tarafından kuşatılmış durumda. Eğer benmerkezci biri olsaydı, tacı ele geçirir, münzevi bir hayat yaşar ve arkadaş topluluğu içinde Epikürcü bir teselli bulurdu. Hümanist Hamlet yalnızca dünyayı kavrayarak ve kabul ederek var olabilir, durumunun ümitsizliğinin nedeni budur. Ama bu psikolojik güdülenmelerin tümü sosyo-tarihsel koşullara somut bireysel tepkilerdir. Sarayın sefahati ve mutlakiyetçiliğin çözülüşü Hamlet’in derinden kökleşmiş umutsuzluğunun yalnızca doğrudan nedenleridir. Shakespeare’in yaşadığı çağ insanı ‘doğal efendilerine’ bağlayan karmaşık feodal bağları acımasızca paramparça eden ve insanla insan arasında çıplak kişisel çıkar ve duygusuz “nakit ödemeden” başka bir ilişki bırakmayan burjuvazinin yükselişine tanıklık etti. Dinsel tutkunun, şövalyece coşkunluğun, dar kafalı duygululuğun en ilahi esrikliğini bencilce hesabın buzlu sularında boğdu. Burjuvazi, şimdiye kadar onurlu ve saygılı bir huşu içinde bakılan her mesleğin halesini söküp attı. Ailenin duygusal peçesini yırtıp attı ve aile ilişkisini salt para ilişkisine indirgedi.1
Tüm bunlar sonradan yaşandı ama bu devasa ahlaki tufanın başlangıcı Shakespeare’in zamanında yaşandı ve Shakespeare bunu olağanüstü bir berraklık ve derinlikle yansıttı(Falstaff, Kral Lear’ın Edmund’u, Timon). Eski ahlak çözülüyordu ve Shakespeare bu eski ahlakın temellerini ilk sarsanlardandı. Hiçbir yeni ahlak onun yerini alacak denli gözde değildi ve Shakespeare’in sınıfı tarafından formüle edilen püriten ahlakçılıksa, sınıfsal kısıtlarıyla onu tiksindiriyordu. Bu nedenle o, yönetici feodal sınıf dışındaki tüm sınıfların ürünü olan Rönesans burjuva hümanizminin gelişkin fikir ve meselelerine dayanan yeni bir ahlak yaratmaya çalıştı. Burjuvazi ne bu dönemde ne de sonrasında vaatlerini yerine getirmedi. İlk zaferinin hemen akabinde sınıfsal kısıtları ve çelişkileri onu değişmeye zorladı; evrensel doğruluğun yerini dar kafalı ikiyüzlülük; evrensel özgürlüğün yerini alt sınıfların köleleştirilmesi aldı.
Burjuvazi henüz emekleme dönemindeyken bile en yetkin temsilcileri olan Rönesansın büyük hümanistleri ihanetin kaçınılmazlığını hissettiler. Ait oldukları sınıfın çözmeye soyundukları meselelerin ehemmiyetiyle çözümlerini uygulamaya koyma ihtimallerindeki açıyı sezinlemişlerdi. Bu nedenle Michalengelo’nun en büyük yaratımlarına öfkeli bir elem, Leonardo da Vinci’nin tuvallerine üzgün bir gülümseme akseder ve Shakespeare’in Hamlet’i “dünyevi keder”le doludur. Hamlet, diğer bir deyişle Shakespeare feodal ahlakın eski dünyasında çoktan başlamış olan parçalanmayı gördü; buna hayıflanmadı. Bilakis, tüm çabasını eski dünya görüşünü yok etmeye hasretti. “Olmak ya da olmamak” monologunda o zamanın kuşkuculuğunun erişebileceği en yüksek noktaya ulaştı. Marlowe bile kendisinde böylesi bir içtenliğe mahal vermedi. Hamlet’in “Yiyecek işlerinde tek imparatordur kurt”(IV, 3), “Şişman kralla sıska dilenci iki ayrı kap yemektir, o kadar; ikisi de aynı sofraya gider. İşte size son.” Ve Makedonyalı İskender’le ilgili, “Yok canım, hiç de olmaz. Zorlamadan akılcı yoldan gidip doğal sonucunu görürüz. Şöyle: İskender öldü, İskender gömüldü, İskender toza dönüştü; toz topraktır; topraktan alçı olur; öyleyse İskender’den yapılan bu alçı bira fıçısının deliğini niye tıkamasın?” akıl yürütmeleri bilhassa feodal monarşinin düşüncesini, genel olarak ise sınıfsal hiyerarşinin tüm feodal dogmalarını yok eder. “Öyleyse en sağlam varlıklar dilencilerimiz; krallar, kahramanlar da dilencilerin gölgeleri” der Hamlet Rosencrantz ile Guildenstern’a(II, 2). Hamlet köylü isyanlarını ima ederek “köylünün ayağı saraylının topuğuna ulaştı, nasırını acıtmaya başladı.” Der mezarcıya(V, 1)2. Bu iğneleyici bir şekilde ama köylülere hasımca bakmadan dile getiriliyor. Hamlet’in kişiliği, davranışları, konuşma şekli, tüm duygusallığına karşın en ufak bir gösteriş işareti taşımaz. O feodalizm karşıtıdır, hümanisttir, demokratiktir. Eski dünya için matem tutmaz. Ama çağının en yetkin zihinleri gibi onu görür görmez ürperir; ürperir çünkü kendisini tatmin edecek bir yeni dünya görmez. Saraydaki çürüme, yükselen burjuvazinin bayağılığı ve hiçbir inanç beslemediği geniş halk kitleleri arasında sıkışmıştır, onun için yalnızca tek bir çıkış yolu vardır; yarı sahte bir delilik ve can vermeden evvel kazara gerçekleştirdiği yararsız intikamından önceki kayıtsızlığı. Hamlet bu nedenle tahtı kendisinden daha sağlıklı ve daha az müşkülpesent olan Fortinbras’a bırakır. Bu hümanizmin krizini yansıtır. Her ne kadar Hamlet ciddi anlamda karamsarsa da bu durumun Shakespeare’in dünya görüşüne yansıdığı söylenemez. Diğer oyunlarının karakterleri de aynı ölçüde onun düşüncelerinin temsilcileridirler.