Haziran Direnişi hukuka sığmaz

Geniş katılımı ve yaygınlığıyla, içeriği ve sürekliliğiyle Türkiye tarihine silinemeyecek şekilde kazınan 2013 Haziran Direnişi, düşüncelerin, sözlerin ve mücadele kararlılığının eylemlerle yaşama geçirildiğinde yaratılacak etkinin tüm örneklerini vererek önemini ve güncelliğini sürdürüyor.

Direniş tarihinin halk adına olumlu hanesine yazılan etkilerle birlikte, karşı cephenin karalamaya, intikama yönelik saldırısı ve korkutmaya yönelik baskısı da hız kesmiyor. Önem ve güncellikte ikincilerin de rolü var. 2019 yılının ilk çeyreğinde mahkeme tarafından kabul edilen, büyük ya da İstanbul olarak adlandırılan iddianame yanında, birçok kentte de küçük çaplı, parçalı iddianamelerle ve davalarla düzen hukuku ve yargısı devrede.

Direniş döneminde belirli kişilere yönelik somut suç iddiaları belge ve kanıtlara dayanarak ileri sürülüyorsa, adil yargılama hakkı ihlal edilmeden sav, savunma ve karar süreci içinde davalar açılıp 2013’den buyana geçen sürede sonuçlandırılmalıydı. Belirsiz, dayanaksız ithamlar reddedilmeliydi. Bu yapılmadığı gibi araya giren darbe girişimi, OHAL, başkanlı rejime geçiş, toplumsal bunalım ve ekonomik krizle birlikte bütünsel çürüme, siyasi iktidarı farklı iddianame ve davalara sığınmaya yönlendirdi.1

 Bağlı olarak “özgün bir toplumsal olgu” olan Direnişin olumlu ve kesintisiz etkisini kırmak, halkın sesini kısmak, haklı tepkileri engellemek, direnmenin haklı nedenlerini ve gerçeğini saklayarak direnme hakkı ışığını yaktırmamak, mücadele gücünü kırmak gibi tahakküm yaratıcı gerekçeler de söz konusu.

AKP dönemi iddianame mezarlığına dönerken, 15 Temmuz darbe girişiminin OHAL düzeni OHAL’siz dönemde de devam ederken çürüyen bir düzenin, örgütlü/örgütsüz halkın hem hukuksal ve olgusal meşruiyeti tartışmasız, hem de bileşimindeki esnekliklere rağmen sınıfsallığı tartışmasız direniş eylemini etkisizleştirerek boşa çıkarmaya yönelmekten vazgeçmemesi hiç de şaşırtıcı değil.

İddianame

Haziran Direnişi sonrasında farklı kentlerde birçok konuda iddianame yazıldı, davalar açıldı. İlgili ilgisiz telefon konuşmaları ve sosyal medya paylaşımlarından, başka soruşturmalar için yapılan dinlemelerden, çeşitli bilimsel ve kültürel etkinliklerden, gelişigüzel görüşme notlarından ve tekrarlardan oluşan iddianameler; bu iddianamelerin kabulü sonucu açılan usul ihlalleriyle dolu davalar; iktidarın hukuk ve yargıyı hangi başlıklarla nasıl kullandığını, AKP siyasetiyle nasıl iç içe geçirdiğini analiz etmek için yeterli bilgiyi veriyor.

Bu iddianame ve davalar, bir ay boyunca Türkiye’nin dörtbir yanında milyonlarla bütünleşen ve toplumsallaşan direnişin nasıl parçalanarak önemsizleştirilmeye çalışıldığını, aynı zamanda AKP’nin güvenlik güçleriyle ve yandaşlarıyla halka uyguladığı hukuksuzluğun, baskı ve şiddetin nasıl kamufle edilmeye çalışıldığını da gösteriyor.

Güvenlik güçlerine karşı gelmek, halkı kin ve nefrete sevk etmek, toplantı ve gösteri yürüyüşleri ihlalleri, kamu malına zarar vermek, hükümeti düşürmeye kalkışmak gibi suç iddiaları öne çıkıyor. Güvenlik güçlerinin saldırıları, yaralama ve can kaybına neden olan hukuksuz güç kullanımları ise delil yetersizliği ya da meşru savunma nitelendirmeleriyle cezasız kalıyor. Düşman, ceza hukuku ile cezasızlık ikliminin bir arada yoğrulduğu bir bataklık oyunu sergileniyor.  

Suç tarihi 2014 yılı öncesi, yeri de İstanbul olarak gösterilen ancak diğer illerdeki direnişleri de gün gün anlatan, Mahkeme tarafından kabul edilen büyük iddianame ise daha girişinde niyetini açık eden şu Arap Baharı-Haziran Direnişi çelişkisiyle başlıyor:

“Arap Baharı, Arap Dünyasında meydana gelen büyük siyasi sonuçları olan harekettir”.

“Arap Baharı; Arap halklarının demokrasi, özgürlük ve insan hakları taleplerinden ortaya çıkmış; bölgesel, toplumsal bir siyasi ve silahlı harekettir. Protestolar, mitingler, gösteriler ve iç çatışmalar yaşanmıştır. Halklar, özgürlük mücadelesi adı altında hükümetleri resmen devirmiştir.

“Bu süreçte İslami demokrasi talepleri artmıştır. Birçok siyaset bilimci bu eşi görülmemiş halk hareketini, Arap dünyasında yaşanan en büyük değişim olarak adlandırmaktadır.”

“Ülkemizde ise bu olayların farklı bir yansıması ve uygulaması olarak, (…) ağaçların (…) başka yere nakledilmesi bahanesiyle başlayan protesto eylemleri, provokasyonlarla birlikte ülke çapında olaylara ve şiddet içerikli eylemlere ve hükümete yönelik bir kalkışmaya dönüşmüştür.”

Burada aynı zamanda direnişi gayrimeşru, AKP’nin güvenlik güçleriyle ve yandaşlarla uyguladığı saldırı ve şiddeti meşru gösterme gayreti var.  

İddianamede, uluslararası kimi kuruluşlarla bağlantı da kurularak, Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etme, mala zarar verme, nitelikli mala zarar verme, tehlikeli maddelerin izinsiz olarak bulundurulması veya el değiştirilmesi, ibadethanelere ve mezarlıklara zarar verme, nitelikli yağma, nitelikli yaralama, ateşli silahlar ve bıçaklar yasasına muhalefet,   kültür ve tabiat varlıklarını koruma yasasına muhalefet gibi suçların oluştuğu ileri sürülüyor.

Onaltı sanıklı büyük iddianame, şüphelilerin bu süreçte giriştikleri eylemlerle olayların yaşanmasına ne şekilde yön verdikleri üzerine kurulurken, Haziran Direnişini bütünsel olarak özü ve amacından koparıyor, kurguya dayalı planlı eylemlerle ve şiddet olaylarıyla hükümete karşı kalkışmanın ve bazı yasakların ihlalinin içine sıkıştırıyor.

Onaltı sanıkla, onlara ilişkin olduğu ileri sürülen suç iddialarıyla aslında yalnız İstanbul’da değil tüm Türkiye’de direnişe katılan tüm insanlar şüpheli duruma sokuluyor. Direniş hem parçalanıp ufalanıyor hem de kişilere yönelik olarak iddia edilen suç unsurları tüm direnişe bağlanıyor.

Öte yandan siyasi iktidara karşı siyaset üretme ve siyasi iktidarı değiştirme hukuksal ve olgusal olarak olağan ve meşruyken, iddianamede bunun tersi bir niyet söz konusu.

İddianame, “Kalkışma hareketinin asıl sebebinin Adalet ve Kalkınma Partisinin izlediği iç ve dış politikalar ve ayrıca ülkemizde inşa edilmeye çalışılan büyük alt yapı yatırımları ve projeleri olduğu anlaşılmıştır” ifadesiyle bir itirafta bulunurken, Haziran Direnişi karşısında bir siyasi partiyi ve siyasetini merkeze oturtup korumaya alarak hem Anayasanın öngördüğü “yetkili organlar”ı ve “toplum içinde devlet, devlet içinde iktidar” yapısını, hem siyasi faaliyette bulunma hakkını hem de Anayasanın özünde yer alan direnme hakkını yok sayıyor.

İddianamede dikkati çeken bir başka nokta ise ileri sürülen suçlarla deliller ve olaylar ilişkilendirilirken, suç tarihinde süren AKP/Fethullah Gülen ortaklığına rağmen, suç delilleri ile olaylar arasında FETÖ/PDY bağlantısı kurması. Bu bağlantı, “gezi kalkışmasının başarısız biçimde nihayete ermesi sonrasında bu defa FETÖ/PDY silahlı terör örgütünün aynı hedefe ulaşmak maksadıyla sahneye çıktığı” iddiasıyla devam ediyor.

İddianame konusu soruşturmanın, bu iddianameden önce  FETÖ/PDY silahlı terör örgütünün militanı oldukları daha sonra tespit olunan şahıslar tarafından başlatılıp yönlendirildiği tartışması da; “soruşturmaya konu tüm delillerin ve özellikle de tapelerin taramasının yeniden kıymetlendirilmesinin yapıldığı, bu nedenle de iddia edildiğinin aksine dosyanın dış etkilerden ve bahsi geçen örgüt militanlarının dosya üzerindeki tüm etkilerinin ortadan kaldırıldığı hususunun da izahı zaruret arz etmiştir” açıklamasıyla çürütülmek istenmiş.

Böylece aynı sanıklardan, delillerden ve olaylardan zamana, mekâna, siyasete, ihtiyaca ve talebe göre farklı iddianameler yazılabileceğinin, hukuksal ve olgusal meşruiyeti olan direnişin sübjektif okumalarla amacından uzaklaştırılabileceğinin kurgusal metni ortaya çıkmış.

Suç iddiası varsa, iddianamesi ve davası olmalıdır. Ama suç, tüm kanıtlarıyla ve olay bağlantılarıyla birlikte iddianamede yazsa bile hüküm yargıya aittir. Yargı suçu tanımlarken sanığı da belirler. Suçla ve sanıklarla bağlantısı olmayan, günlere yayılan tüm bir direnişi ve bu direnişe katılan milyonları suça katmak, hem hukuksal değildir hem de yalnızca eylemlere katılanları değil halkın geniş kesimini zan altında tutarak korku salmak anlamına gelir. İddianameyi bu yönüyle de görmek gerekir.

2013’den sonra bir de OHAL dönemi geçirilmişken, OHAL kaldırıldığı halde yasal düzenlemelerle etkileri yıllara sâri hale getirilmişken iddianameleri ve davaları, suç ve cezalara ilişkin esasların sınırlamaları içinde tutmak bir hassasiyet meselesinden öte toplumsal adalet ve hak meselesidir.

Yüzellibinden fazla emekçinin idari işlem ya da OHAL KHK’leriyle işten çıkarıldığı, mesleklerinden ve haklarından mahrum bırakıldığı, onbinlerce gözaltı ve tutuklamanın söz konusu olduğu, derneklerin sorgusuz sualsiz kapatıldığı, birçok kurum ve kuruluşa el konulduğu ve el değiştirme yolunun açıldığı, belediyelere kayyum atandığı, “masumiyet karinesi”nin ve adil yargılanma hakkının ihlal edildiği, hak arama yollarının önüne engeller çıkarıldığı bir dönem yaşandı, yaşanıyor.

AKP’nin hem savcı hem yargıç gibi çalıştığı, suçu kendince ama soyut olarak tanımlayıp suçluları ilan ettiği, komisyon aracılığıyla az sayıda insanın sözde affedilerek sözde barış estirildiği, affedilmeyenlerin kamuoyunda bir kez daha mahkum edildiği, FETÖ hesaplaşması yapılırken siyasi ve ekonomik pazarlıkların açıkça sürdürüldüğü, yasamanın işlevsizleştirildiği, yargının kıyıma uğrayarak yandaşlaştırıldığı, AKP’li siyasetin her alana yerleştirildiği bir ortamda kamu görevlisi olan savcılardan objektif değerlendirmeler beklemek neredeyse olanaksız.

Ama tarihe mal olmuş hukuksal ve olgusal meşruiyeti tartışmasız bir direnişi bütünüyle suç kapsamı içine alma girişimlerini kabul etmek de olanaklı değil. Kaldı ki sınıfsallıktan ve çürümüşlük ikliminden etkilenen yargıda -iktidarın beğenmediği iddianame ve kararlardaki savcı ve yargıçların başına gelenler de ortadayken- nasıl adil yargılama yapılacak ya da gerçekler ve gerçek suçlular nasıl ortaya çıkarılacaktır?

AKP dönemindeki toplu/toplumsal ve siyasal davaları başlatan diğer iddianameler nasıl “adli olay” iddianamesi gibi değerlendirilemeyecekse; hukuk, siyaset ve tarihsellikle iç içeyse; toplumsal ve ekonomik ilişkilerden soyutlanamayacaksa bu iddianame de AKP’siz ve sınıfsallıktan koparılarak okunamaz.

İddianameler ve davalar, hukuk ve adalet dışına çıkılarak bir toplumsal baskı ve sindirme aracı olarak kullanılıyorsa, toplumsal ve siyasal tepkilerin varlığı da kaçınılmaz ve bu tepkilerin meşruluğu tartışılmaz. Ortada bir meşruiyet sorunu varsa o da hukuku hukuksuzluğa kılıf yaparak piyasacı ve gerici eğilimlerine uyum göstermeyen toplumsal dinamikleri baskı ve şiddete maruz bırakan, dinsel otoriteyi kullanarak emekçi halkı herşeye rıza gösteren kul ya da köle gören düzenle ilgilidir.  

Haziran Direnişi

Haziran Direnişi, anayasal bütünlüğün ve hukuk devletinin AKP iktidarı tarafından ihmal ve ihlalinin yaygınlaşması ve sürekliliği, toplum düzeninin sarsılması, halkın ve emekçilerin baskı altına alınması, eşitsizlik ve adaletsizliğin artması, kamusal kaynakların talanı, sömürü ve gericiliğin derinleşmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Özü, her şeyin egemen sınıfa, onun devletine ve devlet içinde de bir partiye sunulmasına karşı çıkıştır.

Direnişi kırmak için halka karşı -hem de terörle mücadele kapsamında- baskı ve şiddet uygulanması, direnişin şiddetle özdeşleştirilmesi, barışçı eylemler karşısında devlet gücüyle kullanılan “şiddet” girişimi, yandaşların halka karşı kin ve nefrete sevki direnişi körüklemiştir. Halkın, ölümler, yaralanmalar, gözaltı ve tutuklamalarla yıldırılmaya kalkışılması, anayasal haklar zedelenirken basit ve keyfi gerekçelerle hukuksuzluğun baskın kılınması doğal, anayasal ve barışçıl direnişin daha da yaygınlaşmasına neden olmuş, hedeflerini ve haklılığını genişletmiştir.

Direnişin, tüm baskılara, şiddete, ölümlere ve yaralanmalara karşın sürdürülmesi ve derinleştirilmesinin özündeki boyun eğmeme kararlılığı, “hükümet istifa” siyasal talebinin yaygınlaşması halkın korkusunu yok ederken, iktidarın korkusunu ve baskısını körüklemiştir. Oysa Gezi Parkı ile başlayan, neredeyse anında tüm ülkeye yayılan, maddi gerekçesini sermaye-devlet-parti bütünleşmesinin baskısından ve sömürüden alan Haziran Direnişi, hem barışçıl yönü hem de “hükümet istifa” hedefi ile hukuksal ve olgusal meşruiyet sınırları içinde kalmıştır.

Hükümetin istifası talebi, siyasal iktidarın ileri sürdüğü “hükümeti darbe gibi hukuk dışı yollarla düşürme” girişiminden farklı ve meşrudur. Bireysel olarak söylenirken sorun olarak görülmeyen istifa talebinin, koşulların değişmesiyle kitleselliğe bürünmesi, toplu olarak dile getirilmesi “hukuk dışı” olarak tanımlanamaz. Düşüncenin, eşzamanlı olarak kitlerle buluşarak açıklanması gayri meşru sayılamaz.

Hükümetin, istifa talebine karşın istifa etmemekte direnmesi ile halkın, “hükümet istifa” talebinde direnmesi arasında fark yoktur. İstifa etmeyen hükümet hukukun olağan sınırları içinde kendisini ne kadar haklı görüyorsa, istifa talep edenler de o kadar haklıdır. 

Halkın, “geri çağırma” ya da iki seçim arasında tanınan süreyi “kesme” hakkının Anayasa’da doğrudan düzenlenmemesi, seçimle gelenlerin seçime kadar kalmalarını ancak Anayasa’nın koyduğu esaslara ve laik hukuk devleti ilkelerine bağlılıkları koşuluyla hukuksal zemin bulur. Bu hukuksal zemin sarsıldıkça ve bu sarsıntı kesintisiz sürdürüldükçe, direnme de kaçınılmaz hale gelir. Bu bir çeşit seçimden önce -seçimlerin adaletsizliği düşünüldüğünde de seçime rağmen- “hesap sorma”dır; yasama ya da yargı organlarının görev ve yetkileri içinde soramadığı hesabın sorulmasıdır.

2013 Türkiye’sinde son çare olarak ortaya çıkan direnme hakkı, ne hukuk dışıdır ne de terör eylemidir. Tersine, bir arada yaşamanın, toplum olmanın, dolayısıyla da toplumsal ilişkilerin ve bu ilişkilere dayanan hukukun özünü oluşturan meşru ve temel haktır.

Hak ve özgürlük mücadelelerine ilk adımlar direnme hakkıyla atılırken, elde edildiği halde kural koyucular ya da uygulayıcılar tarafından zedelenen, çiğnenen, sınırlandırılan, özüne dokunulan, ancak anayasal denetim yollarıyla geri alınamayan haklar da direnme hakkıyla korunur. Koşulları oluşarak ortaya çıkan bu meşru hakkın, kimi kişilerle ilgili suç iddiaları ileri sürülerek yasa dışı ilan edilmesi, baskıyla ve şiddetle engellenmesi tarihsellikle ve toplumcu gerçekçilikle bağdaşmaz. 

Haziran Direnişi, Gezi Parkını ve İstanbul’u aşarak tüm ülkeye yayılırken yaratıcılığı, eylem çeşitliliği, katılımcı bileşeni ve sayısı, polis baskı ve şiddeti, yararlıları, yaşamlarına son verilenleriyle birçok alanda Cumhuriyet tarihine yeni ve farklı sayfalar ekledi. Böylesine kapsamlı ve yaygın eylemler zincirini içeriğinden, kapsamı ve amacından uzaklaştırmanın en etkili yolu dar hukuk ve hukuksuzluk tartışması olabilirdi. Siyasi iktidar da bunu kullandı.2

Aslında hukuk ve hukuksuzluk, AKP’nin direniş öncesi on yılı aşan iktidarının neredeyse tamamında çok tartışılan konulardan biriydi. Hukuksuzluk AKP’nin hukukuydu. Ancak bu direniş “devlete karşı hukuk dışı örgütlü kalkışma” tanımlamasıyla devlet tarafından hukuksuzluğun tavana vurdurulduğu deney alanı olarak da tarihe geçti.

Eylemlere katılanlara yönelik polis saldırısı ve şiddeti, yaralamaları, cana kıymaları, gözaltı ve tutuklamaları meşru gösteren düzen, AKP yandaşı sivillerin palalı saldırılarını dahi meşru gösterirken toplumsal hak olan direnmeyi hukuk dışı göstererek toplumsal ve hukuksal meşruiyeti zedelemeye girişti. Farklı illerde birçok davada hak ihlali görülmemişken, suç unsuru saptanmamışken, yıllar sonra parça parça iddianamelere ve büyük iddianameye yerleştirilmeye çalışılan öz de bu.

Direnme, tarihsel süreç içinde “hak mücadeleleri”nin öncüsü olan, hak mücadeleleriyle özdeşleşen doğal ve meşru bir hak. Hak için direnme ile direnmenin hak niteliği bağlantısı, toplumsal meşruiyet ile hukuksal meşruiyetin buluştuğu en temel alan. Haziran Direnişinde de bu meşruiyet buluşmasından sapma gözükmedi. AKP tarafından her iki meşruiyet yönünden yapılan ret, devlet organlarının bu redde koşut yönlendirilmesi herhangi bir sapmadan değil siyasi ve ideolojik karşıtlıktan ve sınıfsallıktan kaynaklı. 

AKP’nin “hak ihlali” savının halkın “hak arama” girişimine baskın tutulmasıyla birlikte, aslında yargıdaki hak arama özgürlüğü dahil tüm hakların egemen sınıf dışında kullanılamaz hale getirildiği düzene karşı son çare de kırılmak istendi.3 Böylece hem direnme hakkının özüne dokunuldu hem amacı saptırıldı hem de halk üzerine korku salınması hedeflendi.4

Hak aranırken hak ihlali iddiasına hedef olunması parti-devlet görüntüsü altında sömürü düzeninin koruma ve korkutma amacından başka bir şey değil. Bugün de aynı koruma ve korkutma mekanizması çalıştırılıyor, devletin “hak ihlali” savı ile direnenlerin “hak arama” eylemi çatışıyormuş gibi gösterilerek meşru hakkın gerçeği yok sayılmak isteniyor.5

Direnme tarihi, “doğanın insanlaşmasıyla, birlikte ve toplum halinde yaşamayla, eşitsizlik ve sömürüyle özdeş. Özetle ve asıl olarak sınıfların tarihiyle özdeş. Direnmenin hak olarak tanımlanması da bu tarihe dayanıyor. Direnme hakkını yaşatan ve bugünlere taşıyan, birilerinin/başkalarının direnmeyi hak olarak tanıma iradesi ve bunu kimi hukuk metinleri içine yerleştirmesi değil, bizatihi direnmenin maddi yaşam içindeki varlığı ve tarihe damgasını vuran vazgeçilmezliği. İnsanlık tarihinin başlangıcından burjuva devrimine, oradan da ezilenlerin ve emekçilerin hak mücadelelerine, Ekim devrimine ve günümüze gelen tarih, aynı zamanda direnme hakkının da tarihi.

Tarih, zaman içinde nasıl kendisini belgelendirdiyse, direnme hakkını da belgelendirmiş, ulusal ve uluslararası kimi belgelere taşınan direnme hakkı, hukukun içine de yerleşmiştir. Bu yerleşmenin pozitif hukuk kuralı olarak var olup olmamasının meşruiyet konusuyla ilgisi yok.  

Direnme hakkı, anayasa hukukuna yabanı bir kavram değil; Anayasa’nın kaynakları arasında olan uluslararası insan hakları belgeleriyle birlikte6 1982 Anayasası’nın özünde yer alıyor. Başlangıç bölümü, 1., 2., 5., 6., 12., 14., 19., 34., 36. ve 40. maddeleriyle birlikte Anayasa, bütünsel olarak değerlendirildiğinde, direnme hakkının, anayasal zeminin sözünde olmasa bile özünde olduğu açık.7

Anayasa bütünsel olarak değerlendirildiğinde, direnme hakkının ve kullanılış biçiminin pozitif olarak düzenlenmediği, dayanağının da salt Anayasa’nın 34. maddesindeki “toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı” olmadığı görülecek. Toplantı ve gösteri yürüyüşü, direnme hakkı kullanılmadığı zamanlarda da kullanılabilen haklardan yalnızca biri. Herhangi bir hukuk kuralının tek başına değil, içinde bulunduğu metnin, bağlı olduğu bütünün tümü göz önünde tutularak yorumlanması hukuk bilimince benimsenmiş ilkelerden. Bu nedenle AKP hükümetince defalarca tekrarlanan ve yargı sürecinde de rağbet edilen Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na (TGYK) sığınma, direnme hakkı yönünden, hukuksal meşruiyet karşısında da geçersiz.

Direnme hakkı, TGYK kapsamındaki “toplantı” ve “gösteri yürüyüşü” tanımları dışında, olay, zaman ve mekana bağlı olmayan genel ve hak mücadelelerinin başlangıcı olan bir hak. TGYK ile getirilen yasaklamaları her hak ve özgürlüğün önüne koymak, yasanın Anayasa’nın önüne geçmesi ya da Anayasa’nın 34. maddesinin Anayasa’daki temel hak ve özgürlüklerin önüne geçmesi gibi bir anlam doğurur ki bu durum hiçbir hukuksal gerekçeyle açıklanamaz. Kaldı ki, tıpkı diğer yasalarda olduğu gibi TGYK’de ve uygulamasında ortaya çıkacak demokratik hukuk devleti ihlallerinin yaygınlığı ve sürekliliği de direnme hakkının hedefleri arasında.

Direnme, kimler tarafından nasıl tanımlanırsa tanımlansın, siyasal ve hukuksal düzenin kaynağını oluşturan, tarihsel, sosyal, ekonomik, politik ve felsefi özelliklere sahip özgün ve doğal bir hak. Anayasa hukukunun da kapsamında olan bu hakkın, yalnızca siyasal iktidara tanınan ve keyfi kullanıma açık olan bir yetkiyle kullanımı engellenemez. Böyle bir keyfilik, direnme hakkını yok sayar ki, bu ne tarihsel ve sosyal süreçle ne de hukuk felsefesiyle açıklanabilir. Toplumun maddi gerçeğinin yok sayılması hukukun konusu yapılamaz.

Devletin anayasal ilkelere aykırılıkta ve keyfi yönetim tarzında dayatması halinde denetim yolları da Anayasa’da gösterilmiştir. Hukuksal anayasal denetim yollarından sonuç alınamazsa, toplumsal denetim yolları işlevsizleştirilirse “son çare” olarak direnme hakkı doğar.

Anayasa ve yasalar, yalnızca halkı bağlamaz, tüm organlarıyla devleti de bağlar. Devlet, halkın yasalara uymasını isterken, halk da devletin içinden çıktığı Anayasa kapsamında hukuka, hak ve adalete uymasını ister. Gereği yerine getirilmezse halkın direnme hakkı soyuttan somuta geçer.

Hukukun toplumu güvence altında tutamadığı, hakları koruyamadığı, tam tersine piyasacı ve gerici düzenin çıkarları için baskı altında tutmaya aracılık ettiği an, anayasal organlar da denetim yapamıyor, tam tersine aynı çıkara hizmet ediyorsa direnme hakkı kaçınılmaz olarak devreye girer.

 Hak mücadelelerinin öncüsü de olan direnme hakkı, bireysel çıkarların birleşmesiyle değil, emekçilerin kendisini aşarak toplumsallaşmasının ve sermaye sınıfına karşı sınıfsal mücadelenin doğal bir sonucudur. Bu mücadele de tüketilecek ya da durdurulacak bir mücadele değildir.

Sonuç

Tarihsel maddeciliğin, toplumsal ve sınıfsal mücadelelerinin özünde olan direnme hakkı, hukukla tanımlanabilecek ve sınırlandırılabilecek, hukukla yaşatılabilecek bir hak değildir. Direnmeyi canlı ve somut tutan, maddi yaşam ve tarihsel süreç içindeki varlığıdır.

Toplumsal varsıllığın, “hızlı bir devinim ile belli sayıdaki insanların ellerinde toplanmaya” başlaması, “bütün bu gelişmelerin uzantısında, insanın insanı, bir sınıfın diğer sınıfı sömürmesine dayalı düzenlerin temelini oluşturacak önkoşulları” da hazırlamıştır.8

Direnme, insanlık tarihinde hakların kazanılması ve hak kavramıyla özdeşleşmiş, hak aramanın başlatıcısı, aynı zamanda itici gücü olmuştur. İnsanların, ezenler ve ezilenler, sömürenler ve sömürülenler olarak ayrılması, insanca yaşama koşullarından yoksunluk ve “karşıtların kavgası”nın başlaması, direnmenin de başlangıcıdır.

“İlk toplumların gelişmelerinin son aşamasında, militarist nitelikte yönetim örgütlerinin altında yaşayanların, çok kez eski gens geleneklerinin sürekliliği niteliğinde, dayanışma içinde yaşayıp, birlikte çalıştıkları, bazı toprak ve doğal kaynakları ortaklaşa kullanmayı sürdürdükleri ve bu düzeyde, görece demokratik ilişkiler düzeni içinde bulundukları”9 tarihe not olarak düştüğü an, “toplumsal yaşam”, “mücadele” ve “direnme” ayrılmazlığının da gözlemlendiği andır. Direnmenin doğallığı ve gücü, toplum içinde birilerinin / başkalarının yazdığı kurallara dayanmamasından gelmektedir.

Hukuk rejimi ile korunamayan, tam tersine ihlal edilen, baskı altında tutulan haklar, anayasal ve hukuksal yolların denenmesine karşın, mutlak aidiyete dönemiyorlarsa, son çare olarak direnme hakkı ile geri döner.

Keyfiliği, zulmü ve sömürüyü yönetim tarzı haline getiren iktidara karşı toplumsal muhalefet olarak da nitelendirebilecek direnme hakkının temel özelliği, karşı çıkarken istemesi, karşı çıkarken toplumu insanca yaşama koşullarına kavuşturacak ve insanın insanı sömürmediği düzeni getirecek adımları atması, “amaca uygun” birleşme ve bütünleşmeye yönelmesidir. Direnme hakkı, hakları kazanmanın öncüsü, güvencenin ve korumanın ise artçısıdır.

Tarihsel süreç içinde hak aramanın temel aracı olarak kullanılan, özellikle de burjuvazinin kendi haklarını korumak için tercih ettiği direnme, sermaye-devlet-parti bütünlüğünü ya da tek tek her birini, bırakın zorlamayı, rahatsız ettiği durumlarda dahi, hukuksal egemenlik gerekçeleriyle rahatlıkla, acımasızca engellenebilmektedir.

Öte yandan direnme hakkını, temsili ya da katılımcı demokrasinin insanlığa sunulan meyveleri olarak görerek yeri geldiğinde demokrasinin ve liberal düzenin pozitif sütununda gösterenlerin sözde hoşgörüleriyle avunulmaması gerektiği de açıktır. Bu sözde hoşgörü, doğrudan ya da gerçek demokrasiyi uzakta tutmaya ya da karalamaya çalışan, sermaye-devlet-parti bütünlüğü içinde, emeği, emekçiyi ve halkı dışarıda tutan kapitalizm tarafından, kendi kendine çürütülmektedir. Diğer deyişle, kendi hakları için direnmeye sahip çıkan kapitalizm, kendine karşı direnmeyi, kendi hukukuna dayanarak reddetmektedir.

“Toplumsal yapı ve gelişme süreçlerinin sinir uçlarına kadar erişen iktidar ağı, insanların bilinçleri, bedenleri ve tüm toplumsal ilişkilerin derinliklerine işleyen bir kontrol mekanizması olarak”10 kendini gösterdiğinde, söz ve karar sahipliği toplumun elinden çıkmaya başlar ve egemen sınıfın ve iktidarının eline geçer ki, bu olumsuzluğa yolculuk, aynı zamanda direnme yoluyla olumluluğa yolculuğun da başlangıcı olur.

Direnme hakkı, her zaman devrime kilitlenmese de “devrimci öz” taşır. Kaldı ki, mücadelelerle kazanılan haklardan ya da devrimden geri dönülmesine karşı direnme de bu hakkın en temel gerekçeleri arasındadır. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Anayasası’nın Başlangıç’ı ile 49., 50. ve 61. maddeleri halka “Devrimin kazanımlarının savunulması” görevini yüklerken, bu savunma Küba Anayasasının “Giriş” bölümünde Küba halkının dilinden şöyle anlatılıyor:

“Biz, Küba Halkı, önde gelen devrimci güçler ve halkın desteği ve birliğinin verdiği güçle tam ulusal bağımsızlığı elde etmiş, devrimci iktidarı kurmuş, demokratik dönüşümleri gerçekleştirmiş ve sosyalizmin kuruluşunu başlatmış olan, Moncada, Granma, Sierra, yeraltı mücadelesi ve Domuz Körfezi’nin Devrimini ileri taşımaya kararlıyız. Küba’nın asla insanın insanı sömürmesine dayalı bir düzen olan kapitalizme dönmeyeceği ve insanoğlunun gerçek onuruna ancak sosyalizm ve komünizmde ulaşabileceği konusunda eminiz.”11

Nasıl münferit olaylar ya da ilişkiler, toplumun içinde bulunduğu ilişkiler bütününden soyutlanamazsa, aynı şekilde direnme de üretim ilişkilerinden ve toplumsal ilişkilerden soyutlanamaz.  Haziran Direnişi bu durumun somutlaştığı en özgün örneklerden biri olarak tarihteki yerini aldı. Hukuku ihlal eden, sembolik, dar katılımlı bir eylem değil, bütünsellik ve örgütlülük anlamında eksiklikleri olsa ve dağınık gibi gözükse de geniş ve güçlü desteği olan direnme eylemi oldu. Devlet baskısı ve medya engellemelerine karşın, koşullara ve ilişkilere bağlı derinleşmeler gösterdi. “Hükümet istifa” ile yetinmeyen, toplumsal özgürleştirme ve eşitleştirme yolunda örgütlü mücadeleyi eşzamanlı sürdüren hedeflere kilitlendi. AKP ise karşısına çıkan her karşıt durumdan görev çıkarıp güç kullanarak, hukuk ve yargıyla toplumun üzerine çökmek, adına demokrasi dediği oyunla sınıfsallığı perdelemek amacından hiç vazgeçmedi. Dönemindeki tüm seçimleri kazanç hanesi yazma hırsından, devleti ve hukuku kullanarak anayasasızlaştırma, hukusuzlaştırma, yargısızlaştırma inadından hiç vazgeçmedi. Yıllar sonra, direnme hakkına haksız müdahale yapılarak Haziran Direnişine iddianameler ve davalar üzerinden yüklenmesi de bunlardan biri.

Türkiye’nin geleceği, kendisini iktidar yapan Anayasayı ve laik hukuk devletini ayaklar altına alan, Cumhuriyeti dönüştürerek AKP karşıtlığını yok etmeye girişen, gerici yaşam tarzı üzerine oturan AKP’de ve yeni anayasasında aranmayacağı gibi esnek ve güvencesiz emek piyasasını kalıcı kılıp kendi gücünü artıracak sermaye iktidarında ve kendisini sömürüye adayan burjuva demokrasisinin satırları arasında da aranamaz. Otoriter yönetime, gericiliğe ve sömürüye karşı direnişin, “sözde demokrasi”, “hukuk ve yargı kılıfı” ve “en iyi sermaye iktidarı” arayışları içinde kaybolup gitmesine de izin verilemez.

Haziran Direnişi, kentsel mekândan toplumsal siyasete, piyasacılıktan gericiliğe hangi alana el atarsa atsın meşru bir eylemdir.

Ne devlet, ne de hukuk, birey ve toplumun yaşamı üzerinde mutlak hak sahibidir. Bu ikilinin, gücünü her ne pahasına olursa olsun sürdürmek isteyen sermaye ve hegemonya ortaklarıyla buluşmasıyla ve bütünleşmesiyle ortaya çıkan “sınırsız tahakküm”, özüyle ve sonuçlarıyla sınıfsal olup, bu tahakküme karşı direnme de sınıfsaldır.

Haziran Direnişindeki varlığının sonuna kadar arkasında olduğunu açıklayan Türkiye Komünist Partisinin (TKP), İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hazırlanan Gezi Direnişi İddianamesiyle ilgili olarak 30. Ağır Ceza Mahkemesine yaptığı ve kamuoyuna duyurduğu başvuruda belirtildiği gibi “toplumsal tepkilerin gösteriye dönüşmüş hali” olan  Haziran Direnişi “tamamen meşru”dur; direnişte “anti-emperyalist, aydınlanmacı ve meşru” çizginin korunmasına” özen gösterilmiş ve “bir bütün olarak Türkiye toplumunun yurtsever, aydınlanmacı reflekslerinin dışına” çıkılmamıştır.12

Devrimler nasıl kitaba sığmazsa,13 direnişler de hukuka sığmaz.

Dipnotlar

  1.   Ek olarak boşa düşen toplumsal ve siyasal davaların da Haziran Direnişinin yargı gündemine alınmasına neden olduğunu söylemek gerekir.
  2.   Bu konuda, burada da yararlandığımız bir çalışma için bkz. Ali Rıza Aydın, “Direnme Hakkı ve Haziran Direnişi”, Direnen Diriliş, um:ag  Vakfı Yayınları:136, 11-26, Kasım 2013, Ankara içinde.
  3.   “Polisin haksız, zulme dönüşen, sokakta işkence suçunun unsurlarını taşıyan müdahalelerine direnmenin” de “hak olduğunu söylemek gerekir”.  Ayhan Erdoğan, “Gezi Parkı, Uygulanan Hukuk ve Polis Şiddeti”, Gezi Direnişi Üzerine Düşünceler, NotaBene Yayınları, 2013 içinde.
  4. Birçok analizi ve değerlendirmeyi gerektirecek ölçüde derinlik barındıran Haziran Direnişi konusunda bkz. Gelenek, Haziran Direnişi Özel Sayısı, 121, 2013.
  5. Haziran Direnişi öncesinde Gezi Parkı üzerinde uygulanmak istenen projelerin yargının yürütmeyi durdurma ya da iptal kararlarına karşın ısrarla sürdürülmesi, yargı kararlarının tanınmaması konusu da AKP’nin hukuk ve yargı anlayışının, çifte standartlığın ve keyfiliğin tipik bir örneği olarak not edilmeden geçilmemelidir.
  6. İngiltere’de Büyük Özgürlük Fermanı (Magna Carta Libertatum, 1215 madde. 61); Haklar Dilekçesi (petition of Rights, 1628); Habeas-Corpus ACT ( 1679); Haklar Bildirgesi (Bill of Rights, 1689), Amerika Birleşik Devletleri’nde Virginia Haklar Bildirgesi (1776 mad. 3), Fransa’da 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi (baskıya karşı direnme, madde 2), Federal Alman Anayasası (“Bu Anayasa düzenini ortadan kaldırmak isteyen herkese karşı, -başka bir olanağın bulunmaması halinde- bütün Almanların direnme hakları vardır” şeklindeki 20. madde) pozitif düzenlemeler arasında gösterilebilir.
  7. Bu hak 1961 Anayasası’nın Başlangıç bölümünde, “Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını” kullanma sözcükleriyle yer alıyordu.
  8.  Serol Teber, İlk Toplumların Değişimi, Say Kitap Pazarlama, İstanbul, 1985, s.156.
  9.   Teber (1985), age. s.156.
  10.  Ekin Oyan-Altuntaş, Terörizme Karşı Savaş Stratejisi, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2009, s.92.
  11. Bu vurgulama Küba Anayasasının 4. maddesinde daha açık olarak anlatılıyor: “MADDE 4- Sosyalist vatanın savunulması, her bir Kübalı için en büyük onur ve en yüce ödevdir. Vatana ihanet suçların en ağırıdır ve bu suçu işleyen, en sert yaptırımlara maruz kalacaktır. Bu Anayasa’da benimsenen sosyalist sistem değiştirilemez. Yurttaşlar, bu Anayasa’nın kurduğu siyasi, toplumsal ve ekonomik düzeni yıkmaya çalışanlara karşı, başka yol kalmadığında silahlı mücadele de dahil olmak üzere, her türlü araçla savaş verme hakkına sahiptir.”
  12.   Başvurunun tam metni şöyledir: Türkiye Komünist Partisi, kamuoyunda Gezi Direnişi olarak bilinen ve 2013 Mayısının sonunda başlayan Halk Hareketine Partinin merkezi kurullarının kararıyla ve bu hareketi tamamen meşru görerek katılmıştır. Siyasi partiler yalnızca seçimden seçime değil, tüm toplumsal olaylar ve sorunlar karşısında tavır almak, çözüm üretmek ve halka hedef göstermekle yükümlüdür. Gezi Direnişinin ölçeği ve süresi onu tarihsel bir olgu haline getirse de, bir şey değişmemektedir: Gezi Direnişi TKP’nin haklı gördüğü toplumsal tepkilerin gösteriye dönüşmüş halidir.
    Gezi Direnişi sırasında göstericiler dünyadaki benzerleriyle kıyaslandığında şiddetten uzak durmuş, buna karşılık siyasi iktidarın yönlendirmesiyle emniyet görevlileri halka karşı orantısız eylemleriyle defalarca ve sistematik bir biçimde suç işlemiş, yurttaşlarımızın yaralanmasına ve hatta can kayıplarına neden olmuştur.  Türkiye Komünist Partisinin o dönemki üyelerinin tamamı partinin kararları doğrultusunda ve bu kararların içeriğine uygun biçimlerde bu halk hareketine katılmış, hareketin anti-emperyalist, aydınlanmacı ve meşru çizgisinin korunmasına başka siyasi güçlerle birlikte yardımcı olmuşlardır. Bu çapta yaygın toplumsal hareketler kolluk kuvvetlerinin provokasyonuna her zaman açıktır. Ancak Gezi Direnişi bir bütün olarak Türkiye toplumunun yurtsever, aydınlanmacı reflekslerinin dışına çıkmamıştır.
  13. “Devrimler kitaba sığmaz!”. Kemal Okuyan, “Haziran Direnişi’nden Devrim Teorisine…”, Gelenek, 121, 7-17, 2013.