Haziran’a Ne Oldu? Hayal ile Gerçek

2013’te, Haziran günlerinde “Bu insanlar nereden çıktı?” sorusu herkesin dilindeydi, şaşkınlık ve keyifle… Bugünse, “Biz Gezi’yi gerçekten yaşadık mı?” diye soranlara rastlıyoruz, bezginlik ve karamsarlıkla…

Oysa ileriye atılış da gerçek, bugün yanıltıcı öğeler barındıran geriye çekiliş de…

Gerçek olmayan, bir kısım solcunun kafasındaki Haziran.

Sanırım büyük halk hareketiyle yeniden evlerine çekilen insanlar arasındaki ilişkiyi anlamak için önce hayal ile gerçeği birbirinden ayırmak gerekecek.

O halde buyrun bakalım…

1. Haziran Direnişi, toplumda Erdoğan’a
karşı biriken tepkinin ürünüdür.

Direnişin şu ya da bu noktada değil de Gezi Parkı’ndaki ağaçların sökülmesi ya da bu gaddarlığa izin vermek istemeyenlerin bu kez polis barbarlığı ile karşı karşıya kaldığı bir sırada patlaması kuşkusuz önemlidir, ancak belirleyici değildir. Türkiye toplumu, sol dahil, tarihinin bu en büyük halk hareketi için yeterli çevre duyarlılığına ya da iddia edildiği gibi kamusal alanların tahribine karşı derin bir öfkeye sahip değildi.1 Haziran’da, Erdoğan’ın şahsında AKP’nin hukuk tanımazlığına ve had bilmezliğine karşı biriken nefret patlamıştır.

Bu gerçeğin altını çizmek, Haziran’ı asla değersizleştirmiyor.

O halde neden ısrarla, Haziran’ın kaynağındaki yalın fotoğraf reddediliyor? Neden Haziran öncesinde toplumda biriken enerji karartılmak isteniyor? Neden TEKEL işçilerinin, lise ve üniversite öğrencilerinin, kadınların Haziran öncesindeki çıkışlarının yarattığı büyük ve ortak etkinin anlamı görmezden geliniyor?

Çünkü, Kürt hareketinin tercihlerinin de etkisiyle Türkiye’nin “sol” liberalleri Erdoğan ve AKP’yi bir taraflaşma konusu olarak kabul etmek hiç istemiyorlar. Haziran Direnişi, onlar için bu açıdan bir kabustu. Kabustan, Haziran’a başka bir anlam yükleyerek çıkmaya çalıştılar ve bir ölçüde başarılı da oldular.

Evet, Haziran’da her biri kalkışmaya çok şey ekleyen duyarlılık noktaları vardı, ama bunların hiçbiri açık gerçeği değiştirmez: 2013, Erdoğan ve AKP’ye karşı gerçek nedenleri olan bir nefret patlamasıdır. Bu nefreti yaratan, diktatörün geniş bir toplumsal kesimin varlığına, onların yaşamla kurduğu ilişkiye, ideolojik ve kültürel tercihlerine müdahale etmeye kalkmasıydı.

Buradan çıkan enerjinin özgürlükçü ve aydınlanmacı olmasında şaşırtıcı hiçbir şey yok.

2. Haziran Direnişi,
bir sınıf hareketi değildi.

İddia edildiği gibi kalkışma neo-liberal politikalara bir tepkinin ürünü olmadı. Neo-liberal politikaların açık ya da dolayımlı sonuçlarının katılımı artıran ve insanları radikalleştiren bir etkisi olduğu açık olsa da, direniş ezilen sınıfları ezen sınıftan ayrıştırıcı bir mekaniğe sahip olmadı. Bu özellikleriyle tarihte “küçük burjuva” damgası yiyen başka toplumsal hareketleri andırmaktaydı. Lakin böylesi bir algıya, bunun “orta sınıf” versiyonuna hemen itiraz ettik.

İtirazımız her şeyden önce Haziran’daki kitlenin kültürel profiline bakarak onlara toptancı bir biçimde “orta sınıf” mensubu denmesineydi. Sınıfsal açıdan heterojen bir toplam olsa da, Haziran Direnişi yaygın bir emekçi bölmeyi harekete geçirmiş, o ana kadar toplumsal mücadelelerden uzak durmuş bir işçi kesimini bir anda kavganın göbeğine çıkarmıştı.

Kabul edilemeyecek bir diğer yaklaşım, modernist tepkilerin doğrudan bir orta sınıf duyarlılığı olarak görülmesiydi. Türkiye’nin aydınlanmacı ve özgürlükçü birikiminin gerçek ve tek sahibinin emekçi halk olduğunu yıllardır üstüne basa basa vurgulamamızın bir nedeni vardı. Hızla kentlileşen bir işçi sınıfınının kentli ideolojik ve kültürel yaşama ağırlık koymadan bir siyasal güç haline gelmesi olanaksızdı. Haziran Direnişi bir sınıf hareketi değildi, ama direniş kamucu duyarlılıklara, kolektif hareket etme alışkanlığına ve çok güçlü bir dayanışma bilincine sahip idiyse, bunu Türkiye işçi sınıfının o ana kadar en “kendi halinde” bölmesinin birlikte hareket etme kararlılığından alıyordu.

Hareketin tabanı emekçi mahallelerde, özellikle Alevi yoksullarının yaşadığı yerleşimlerde daha net bir sınıfsal tabloya işaret ediyordu. Büyük kentlerin merkezlerinde, özellikle Taksim’de ise daha önce pek görülmeyen birileri vardı: plaza çalışanları.

Direniş, Cuma akşamı patladı. İstanbul’da milyonlarca kişinin ekonomik olanak ve kültürel tercihlerine uygun düşen mekanlarda biraraya geldiği ana… Dürüst olalım, milyonlarca kişinin içtiği, sohbet ettiği bir ana…

Taksim bu açıdan gerçekten bir merkezdi ve olağanüstü bir kalabalık o an ve kendilerine cesaret veren bir atmosferde öfkesini denetlememeye karar verdi.

Bu Cuma ritüeli bir bakıma çalışmanın, işin ve de işyerinin parçasıydı.

Direniş tutundu ve eğitilmiş bir işgücü günlerce işyerlerinden toplu çıktı, hatta yöneticilerinin göz yummasıyla (ki bu yöneticilerin bir bölümü bizzat eylemlere katılıyordu) mesai saatlerini direniş boyunca değiştirdi.2 Kapitalizmin en vahşi, ama en gelişkin organizasyon ağının kurbanı olan eğitilmiş işçiler organize olma yeteneklerini sokağa yansıtınca o yeteneğe sahip olmamasını kaba güçle telafi eden devlet bir süreliğine paralize oldu.

Bir bölümü Erdoğan’ı Erdoğan yapan dev uluslararası tekellerin ofislerinde çalışıyordu ve bu bağlantının da farkındaydı, ama öfkesini kendi patronuna yansıtmak gibi bir arayışta değildi. Sadece Erdoğan ile aralarına girmeye kalkan öngörüsüz patronlara yönelttiler öfkelerini…

Erdoğan gerçekten de bir paratonerdi.

Öfkesini karşıt sınıfa yansıtmayan bir hareket sınıf hareketi olamaz.

Peki neden bazıları buna bir sınıf hareketi demek konusunda ısrar etti?

İyi niyetle, Haziran gibi tarihsel bir harekete kıyamadıkları için…Bunlar vardı.

Bu bir “devrim” ya da “devrimci kriz” saçmalığında ısrar ederken tutarlı olmak için… Bunlar da.

Haziran’ın Erdoğan-AKP karşıtı özünü örtmek için… En kötüsü bunlardı.

3. Haziran Direnişi, uluslararası
bir dalganın uzantısı değildi.

İyi ki değildi. En çok “Arap Baharı”, özellikle Mısır’da olanlarla ilintilendirilmeye çalışıldı direniş. Yunanistan’da 2008’de ve 2011’de yaşananlar ile 2011’deki Occupy Wall Street hareketi de Gezi’yi enternasyonal kılmak için kullanılan unsurlardı. Kuşkusuz bütün bu hareketlerde ortak yanlar bulmak mümkün. Ancak sosyal medyanın iyi kullanılması nasıl “Arap Baharı” ile Haziran Direnişi’ni aynı eksene yerleştirmek için yetmiyorsa, New York’taki Zuccotti Parkı’nın Wall Street eylemlerinin merkezi olmasından bir “parklar kardeşliği” yaratmak da o kadar yersizdi.

“Arap Baharı”, Tunus’ta yoksulluk ve yolsuzluğa karşı biriken öfkenin patlamasıyla başladı, hızla yayıldı, böylesi bir dinamik için emperyalist merkezlerce önceden hazırlanan düzenekler hemen devreye sokuldu, liberallerin çıkardığı gürültü devrimci unsurları örterken İslamcıları meşrulaştırdı. Bütün bunları bir güzel “devrim” diye yutturdular. Tunus, Mısır ve Libya’da olanları devrim diye selamlayanlar şimdi Suriye’de aynı teraneyle karşımıza çıkmıyorsa, bunun nedeni, karmaşık denklemde Suriye Kürtlerinin ve PYD’nin arada kalmasıdır. Yoksa görürdük Esad karşıtı cengaverleri!

Neyse…

“Arap Baharı” denen sürecin başkahramanlarından biri AKP’dir, bu parti Gezi’nin de başkahramanlarındandır, ama tam tersi tarafta! Haziran Direnişi Arap Baharı’nın negatifidir!

Wall Street işgal hareketi ekonomik belirlenimlidir, Yunanistan’daki 2008 ve 2011 isyanları ise haklı bir tepki ve kontrolsüz, kime hizmet ettiği belli olmayan radikalizmi ile Haziran ruhundan tamamen farklı bir görünüm sergilemiştir.

Haziran Direnişi özgündür, Türkiyelidir ve başka ülkelerde tekrar etmesi zor olduğu gibi anlaşılması da kolay değildir.

Onu küresel bir direnişin parçası olarak göstermek isteyenler, “AKP ve Erdoğan” olgusunu önemsizleştirmeye, Haziran’daki özgürlükçü tavrın yanı başında kendini gösteren aydınlanmacılığın ve o kadar belirgin olmasa da varlığı inkar edilemeyecek yurtseverliğin üzerini örtmeye çalışanlardı.

4. Haziran Direnişi bir renkli
devrim girişimi değildi.

Malum, tarihin çarklarını ileriye döndürmeyen, hatta bir bölümü karşı devrimci karakter taşıyan ve iç dinamiklerden çok dış aktörlerin ürünü siyasal dönüşümlere renkli devrim deniyor. Toplumda biriken hoşnutsuzlukların emperyalizm tarafından istismar edilmesi anlayacağınız… Samimiyetle sokağa dökülenlerle bu iş için özel yetiştirilmiş ajanların faaliyetlerini kaynaştıran, her yerde liberalizm oldu bugüne kadar. Dolayısıyla, liberalizmin gölgesi düşen toplumsal hareketlere soru işareti koymakta hiçbir sakınca yok.

Haziran Direnişi’nin bu anlamda alnının açık olmasını neye borçluyuz? El atılmamış olmasına değil herhalde, çünkü elbette müdahale ettiler. Hem de birden fazla koldan.

Neden olmadı?

Her şeyden önce, liberalizmin toplumda biriken AKP karşıtlığını, tüm manevra yeteneğine rağmen yakalaması, kucaklaması çok zordu. Haziran o kadar baskın bir öfkeyi açığa çıkardı ki, bir dizi nedenle liberalizme açık olan eğitilmiş emekçileri ve küçük burjuvaları dahi tereddütsüz bir biçimde eski günahlardan kurtardı. Geçici süreliğine de olsa…

Sermaye çevrelerinin ve uluslararası güçlerin ise Erdoğan’a dönük limitsiz bir öfkeye değil, Erdoğan’ı denetlemeyi kolaylaştıracak, olmadı ona makul bir seçenek hazırlayacak bir harekete ihtiyacı vardı. Haziran bu hevesi daha baştan kesecek denli sert bir tavır geliştirdi.

Örgütsüzlük propagandası yapıp, siyasi yapılara yasak koymaya kalkanlar içinde ajanlaştırılmış unsurlar vardı ve bunlar gerçekten de “renkli devrim” projesini ete kemiğe büründürmek için çaba harcıyordu. Çabaları boşa gitti. Bunu takmayan devrimci örgütlerin ağırlığını kıramadılar, daha önemlisi provoke etmeye çalıştıkları “sıradan direnişçi”ler bu uyanıklığa pek itibar etmediler.3

Haziran Direnişi’nin hemen başlarında direnişe BDP/HDP damgası vurmak için gösterilen çabaları da bu kapsamda değerlendirmek gerekir. Herkes, Kürt hareketinin Gezi’ye katılmaması üzerinde duruyor. Bir de aynı çevrenin “Erdoğan’a karşı Ergenekoncu darbe” ithamının. Unutulan, HDP’yi temsil eden bazı siyasetçilerin Gezi’nin hemen başında, özellikle hemen ikinci gün Taksim’in açılmasıyla ortaya çıkan tabloda hareketin sözcüsü gibi davranma girişimleriydi. Bu girişimler tutmadı. Tutmadıktan sonra “Ergenekon” kartı açıldı.

Bu girişimler o zaman tutmadı, ama aylar sonra önce CHP’ye yamanmak istenen ve Ekmeleddin ile bir kez daha sahipsiz kalan Haziran ruhundan HDP’ye enerji çıkarma projesi pekala tuttu. Çünkü Haziran Direnişi sırasında hareketi liberalizmden koruyan nesnel ve öznel etmenler, Haziran sonrası dönemde çizilen Haziran algısında dışarıda bırakıldı.

Haziran’da yapamadıklarını sonrasında Haziran’a yaptılar.

Buradan şu sonucu çıkarabiliriz: Haziran’a girilirken istedikleri siyasi mecralara hayat verecek, Erdoğan’ı da kontrol etmeye yarayacak bir toplumsal hareketin ortaya çıkışını arzu etmesi son derece doğal olan sermaye çevreleri ve emperyalist merkezlerin en büyük handikapı, Türkiye’de liberalizmin sokaklarda hep ezik olmasıydı. Solun seçmen bazında daha fazla ağırlığa sahip olduğu birçok ülkede ellerinde AB, hatta ABD bayraklarıyla hiç utanıp, sıkılmaksızın “özgürlük” talep eden on binlere rastlanırken bu Türkiye’de neredeyse imkansızdı.

Ve dediğim gibi Erdoğan ile AKP’ye karşı biriken öfke, sermayenin ufkunu bir hayli aşmış durumdaydı. Ancak yine de herkes gibi buradan ne çıkarabileceklerini araştırıp, bazı denemeler yaptılar.

En önemlisi, başta ABD olmak üzere, dünyanın egemenleri Haziran Direnişi’ne “dost” görünmek konusunda son derece hassas hareket etti. Hareketin kullanılabilirliğini sürekli hesaplıyorlardı, ikincisi hareketin Erdoğan öfkesi üzerinden sistemi sorgulamaya evrilmesinden tedirginlerdi. Üç, içinde öne çıkan bir siyasi önderlik barındırmayan hareketin iş somut bir siyasi alternatif çıkarmaya geldiğinde muktedirlerin eline düşeceğine güveniyorlardı. Ancak tüm bunlar, Haziran’a hiçbir biçimde bir renkli devrim gölgesi düşürmüyor. Zaten Haziran, neden-sonuç ilişkisi açısından diğer örneklerden oldukça farklı gelişti. Söz gelimi, Ukrayna’daki son Amerikancı oldu-bitti, NATO’nun hedef tahtasına yerleştirdiği bir siyasi iktidara karşı belli bir kitlenin ayağa kalkması ve kaldırılmasıyla gerçekleşti.

Haziran ise Erdoğan ile bu işlerin yürümeyeceği fikrini kendi kabul ettirdi ve daha önce sadece hoşnutsuz olan bazı güçlerin Türkiye algısını değiştirdi.

5. Haziran Direnişi’nden
sermaye korkmadı, onları korkutan
Haziran’ın direnciydi.

Haziran’a bir sınıf hareketi diyenlerin ya da onu devrimci bir krizle açıklayanların hiç hesaba katmak istemediği, emperyalist merkezler bir yana, Türkiye’de büyük sermayenin hemen hiç tedirginlik göstermemesiydi. Bu çapta bir hareket, sınıf karakteriyle deviniyor olsaydı, patron tayfası bu rahatlığa asla sahip olamazdı. Oysa devletin bazı açılardan neredeyse işlemez hale gelmesi bile büyük sermayede panik yaratmadı. Böylece devletin sadece “şiddet”ten ibaret olmadığını, son derece karmaşık bir egemenlik aygıtına sahip olduğunu bir kez daha gördük.

Sermayenin Türkiye’de AKP zihniyeti lehine değişen ve kendi başına bir kriz nedeni haline gelen dengelerin yeniden ve makul bir içerikte sarsılmasından hoşnut olduğunu söylemek zorundayız.

Hoşnutsuzluk ise Haziran’ın manipüle edilip, kullanışlı hale gelmesini engelleyen doğal ve öznel engellerin kırılamamasının ve Erdoğan’ın kavgayı seçip, işleri iyice riskli hale getirmesinin ürünüydü.

Haziran geriye çekilirken, bu sorunu çözmek için kolları sıvadılar. Cemaat kasetleri kendi kafasına göre çıkarmadı ortaya. İstenen şekli almayan sokak gücü yerine istihbarat gücünü koyup, halkın bir kez daha seyirci konumuna çekilmesini sağlamış oldular. Siyasal alanda ise CHP, “sokak görevini yaptı, sıra sandıkta” mesajıyla aynı hizmeti veriyordu. Erdoğan karşıtlığı 2013 sonunda yönetilebilir hale gelmişti.

Erdoğansız bir AKP, AKP’lileşmiş bir CHP, olmadı azıcık geri çekilmiş bir Erdoğan arayışı ile hareket ettiler. Bu seçeneklerin her birisi aslında Haziran ve Suriye’deki gelişmelerle bitme noktasına gelen Erdoğan için “son” olacaktı.

Erdoğan, Haziran’da çok korkmuştu, kasetler ardı ardına çıkınca da çok korktu, ancak kaybedecek bir şeyi yoktu, kavgayı seçti. Ve Ukrayna’daki gelişmelere tutundu. Rusya’nın karşı hamlesiyle zor durumda kalan ABD risk almak yerine “gözü kara” bir enstrümanla hareket etmeyi tercih etti. Sıkışan Erdoğan’ın Rusya kartını kullanıp, Putin ile anlaşmasından da çekiniyorlardı. Bu dönem, Rus devletinin medya üzerinden Erdoğan’ı “renkli devrim” tehlikesine karşı ısrarla uyardığı zamalardı. Belli ki Erdoğan’ın korkusu ve çaresizliği Moskova’dan da hissediliyor, güçlü diplomasi geleneği olan Rusya bunu değerlendirmek istiyordu.

Obama yönetimi buna izin vermek yerine Erdoğan’ı denetlemenin daha iyi bir yol olduğuna hükmetti.

Zaten düzen içi güvenilir bir seçeneğin ortaya çıkması için önce güvenilir ve etkili bir muhalefetin yaratılması gerekliydi. CHP’nin iç dinamikleri bunun için fazlasıyla kurumuştu. Bölgesel dengeler de hesaba katıldığında, 2000’lerde çok konuşulan bir proje yeniden raftan indirildi. Türkiye’de sosyal demokrasi, Kürt siyaseti bu alana sokularak yeniden yapılandırılacaktı.

Bir restorasyon girişiminin en önemli parçası olarak HDP’ye yeni bir misyon yüklenmesi ve bu partinin CHP ile yakınlaşması 2014 yazından itibaren Türkiye siyasetine damga vurdu. Erdoğan bir kez daha tükenme noktasına geldi.

Üç nedenle nokta konmadı… Birincisi, Haziran bu hengamede tasfiye edilmiş, bütün bu girişimleri boşa çıkaracak bir uyanıklık gösterilememiş, Haziran’daki toplumsal enerji CHP ve HDP’nin Erdoğan karşısında boynu bükük siyasetine angaje olmuştu. Büyük kentlerde sokak tehlikesinden kurtulan Erdoğan kavgaya daha büyük özgüvenle atıldı. İkincisi, CHP ve HDP kavgayı seçen Erdoğan karşısında strateji geliştiremediler ya da geliştirmek istemediler. Üçüncüsü, bir dünya sistemi olarak emperyalizm içi çelişkiler yoğunlaştığı gibi başat emperyalist ülkelerin içindeki çekişme de derinleşti, Erdoğan’a hareket alanı açıldı.

Bütün bunları Haziran goygoyu ile seyreden solun ne yazık ki işlerin seyrini değiştirecek hali yoktu. Çünkü Haziran Direnişi’nin solla ilişkisi birilerini panikletecek kadar doğal ve saftı; risk alınamazdı. Solun payına karmaşık operasyonlar ve ağır bir kuşatma düştü.

Hasar alındı, Haziran tasfiye edildi; ama komünist hareketi tasfiye girişimi başarısızlığa uğradı.

6. Haziran’da başka karanlık
güçler de sahadaydı elbette…

Bu çapta kitle hareketlerini yönlendirmek, kendi hedef ve çıkarları doğrultusunda kullanmak, rayından çıkarıp provoke etmek ya da dizginlemek için çeşitli güçlerin devreye gireceği teorik açıdan mutlak bir doğrudur. Tersini düşünmek ahmaklıktır.4

Haziran’da bir değil, birçok karanlık odak elbette işbaşındaydı. Bunların bir bölümü fazlasıyla açık bir biçimde kendini gösterdi, bir bölümü daha sessiz hareket etmeyi tercih etti. Haziran’ı lekelemek için devlet görevlilerince yapıldığı kısa süre sonra anlaşılan eylemler de düzenlendi.

Bunlar elbette olacak.

Burada özellikle üzerinde durulması gereken, devletin geçmişten gelen ve AKP tarafından etkisizleştirilen ya da dönüştürülen kimi mekanizmalarının, bu mekanizmalarda görev yapan unsurlarının tavrıydı.

Bu mekanizmalar, başka şeyler bir yana Haziran türü halk hareketlerini bastırmak için yapılandırılmıştı ve bunu yaparken kullanacakları etkili toplumsal kanallara da sahipti. AKP devlet içinde hakimiyet kurarken bu mekanizmaların bir bölümünü devraldı, bir bölümünü tasfiye etti ve yerlerine yenilerini kurdu, bir bölümünü ise önemsizleştirdi.

Ancak Haziran Direnişi sırasında AKP’yi halk karşısında koruyan “devlet”in sözü edilen mekanizmaları değil, polis gücü ve MİT’in bir kanadıydı. Erdoğan’ın çok uğraşmasına rağmen yaratamadığı “sivil karşı ağırlık” için bu mekanizmaların da harekete geçmesine ihtiyaç vardı, bu bir türlü gerçekleşmedi.

Erdoğan’ın burnunun sürtülmesini istiyorlardı. Halkın Erdoğan’ı daha da güçlendirecek ölçüde ezilmesini istemiyorlardı. Halkın Erdoğan’ı belki de bir sistem krizine yol açacak şekilde alaşağı etmesini hiç istemiyorlardı.

Bu istek ve temennilerle ortalıkta dolandılar.

Ancak Haziran’da belirleyici bir rol oynamadılar, çünkü burada bir “inisiyatif” yoktu, olamazdı.

Haziran öğretti ve aşırı derecede korkan Erdoğan bu mekanizmaları daha fazla kurcalamamaya, onlar da elleri kuvvetlenmişken Erdoğan ile anlaşmaya karar verdiler.

Haziran’da Erdoğan’ı kurtarmakla övünen Kürt siyaseti, Erdoğan’a ve devletin bir kanadına bu manevra için imkan da sunmuş oldu!

7. “Hükümet istifa” sloganı sığ, yüzeysel
filan değildi, Haziran Direnişi’nin temel
felsefesini yansıtıyordu.

Böyle başladı ve devam etti. Kimilerine göreyse bu Haziran’ın gerçek değerini gölgeliyordu. Çünkü içi boştu, çünkü hareketin anti-otoriter karakterini ifade etmiyordu. Çünkü ulusalcıların işi dar anlamıyla AKP karşıtlığına indirgeme girişimlerinin ürünüydü.

İçi boş değildi, Haziran’ın kendisi zaten tam da AKP ve özellikle Erdoğan’a karşı bir öfkeydi. Daha ötesi değildi. Daha ötesi olmadığı için bir dizi belirsizlikle maluldü, ama bunu biliyorduk. Daha ötesi yok diye, son derece anlamlı bir hedefin üzerini örtecek, “ey kitleler, biz hazır değiliz, henüz iktidar seçeneği yok, o yüzden hükümet istifa sloganından vazgeçin, bize zaman tanıyın” mı diyecektik!

Hükümet gerçekten baskılara dayanamayıp düşseydi, bu boşluğu muhtemelen düzen güçleri dolduracaktı; ama aynı zamanda devrimci güçlerin içinde hareket edebileceği bir vakum ortaya çıkacak, üstüne halk muazzam bir özgüvenle hareket ederek diğer düzen aktörlerine karşı kafası dik, boyun eğmeksizin durmak için zemin ve enerji bulacaktı.

Hükümet istifa sloganı basitti, somuttu, iyiydi.

“Bu slogan CHP’ye yarıyor” argümanı ise tam bir palavraydı. Kılıçdaroğlu CHP’si, Haziran günlerinde birazdan değineceğim tek, ama son derece önemli bir “hizmet” yapmanın dışında panik içinde ülkenin bir an önce kaostan çıkmasını ve kamu düzeninin sağlanmasını umuyordu. Bazı CHP milletvekillerinin direniş saflarındaki samimi çabaları bu gerçeği asla değiştiremez.

Ancak daha derinde olan konu, şu “anti-otoriter” kalkışma meselesiydi.

Haziran AKP diktatörlüğüne karşıydı, ama anti-otoriter bir hareket değildi. Ne fark mı var?

Haziran kitleleri düzensizlik değil, düzen arıyor ve Erdoğan’ı sınırları aşarak ortalığı karıştırmakla suçluyordu. Ancak biriken öfke aynı zamanda daha ötesini göze alan bir toplumsal hareket çıkardı ortaya. Dolayısıyla milyonlarca kişi savunma ile saldırı arasında durdu, bu düğümü ancak devrimci bir özne çözerdi, olmadı.

Bu hareket elbette özgürlükçüyü. Ama her özgürlükçü hareket anti-otoriter olmadığı gibi, Haziran hiç değildi. Aptal değiliz, siyaset literatüründe anti-otoriter bir hareketin belli bir otoriteye değil, otoritenin her türüne karşı olmayı ima ya da işaret ettiğini biliriz.

Haziran’da böyle bir şey yoktu. Uydurdular, çünkü liberallerimiz AKP’ye yönelmiş bir öfkeden ciddi ölçüde rahatsızdı.

Rahatsızlık duydukları bir başka şey kuşkusuz Türk bayrakları ve Mustafa Kemal figürüydü. Bunu da ulusalcı bazı güçlere bağlayarak işin içinden çıkmaya kalktılar. Ah bir de Kürt hareketi gelseydi ne güzel olur, ulusalcılar püskürtülür, halkların kardeşliği öne çıkardı!

Oysa o bayrakların ulusalcı güçlerle pek az ilgisi vardı. Ulusalcı olarak nitelenen öznelerin bu çapta sokak gücü hiç olmamıştı. Eğitilmiş genç emekçiler dahil, yaygın bir kesim bir yerden güç almak istiyordu ve bunun karşılığını Mustafa Kemal’de buluyorlardı. Ancak burada baskın ve kendisini açığa vuran bir milliyetçilik gözlenmiyordu. Resmi-devlet ağzıyla bir kemalizm de kendini hissettirmedi. Ama Haziran’ın gerçekliğiydi bu ve bunu dışarı çıkardığınızda geriye güdük bir şey kalırdı.

Liberaller bu gerçeği kabul etmedikleri gibi aslında aynı kitlenin liberal etkilere fazlasıyla açık olduğunun da o an için farkına varmadılar bile. Bunun fark edilmesi için aylar sonra projecilerin ortaya çıkması ve HDP’ye oy veren küçümsenmeyecek bir “kemalist” kitle yaratılması gerekiyordu!

İşin gerçeği Haziran’ın zayıf karnı ulusalcılık değil, liberalizmdi. Bu zayıflık Haziran günlerinde ayağa dolanmadı, Haziran’ı rayından çıkarmadı. İyi ki…

Kürt hareketine gelince…

Eğer hareketin içine uygun bir biçimde yerleşseydi, büyük güç verirdi Haziran’da ortaya çıkan enerjiye… O zaman Kürt halkıyla dayanışma konusunda tereddüt etmeyen anlamlı bir toplumsal kesim de bulurdu kendine. Ama gündemini dayatmaya kalkan ve aynı anlama gelmek üzere liberal bir doğrultuda devam eden bir Kürt unsuru, hareketi kişiliksizleştirirdi.

Görülüyor ki, ilki sadece bir temenniydi, ikincisininse önünde ciddi engeller vardı.

8. Haziran’da üzerinde
durulması gerekip
de durulmayan başka
şeyler de vardı.

Haziran’ı Gezi’ye daraltma girişimlerinin saçmalığı gibi… Taksim, Gezi Parkı elbette önemli bir merkez ve de önemli bir semboldü, ama fethedilen bir “üs” olarak algılanır hale geldiğinden itibaren Haziran’ın aynı zamanda zayıf noktası haline geliverdi. Oysa ortada bir “fetih” yoktu. Taksim’in, bir gün önceki halk direnişinden fazlasıyla ürken siyasi iktidarın, CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun Kadıköy mitinginden vazgeçip, Gezi’ye gelme kararı ile birlikte daha fazla risk alamaması nedeniyle açıldığı ve polisin geri çekildiğinin dillendirilmesi ihanet sayılan apaçık bir gerçekti oysa.5

Bu gerçek unutturulunca, Gezi’de sonsuza kadar kalmayı tasarlamak gibi bir eğilim de doğal olarak ortaya çıktı. Siyasal aklı olan birçok özne Gezi’yi bir polis saldırısıyla değil, kalabalık bir miting ve harekete güç verecek hedef ve deklarasyonlarla boşaltmak gerektiğini düşünüp birbirine bu doğrultuda kulis yapıyordu yapmasına, ama bunun arkasında durmaya kimsenin cesareti yoktu. Taksim direnecekti!

Ne ki o haliyle Gezi Parkı’nın içindeki disiplin ve dayanışmayı çürütecek dinamikler işlemeye başlamış, ayrıca içeriye ciddi miktarda polis yerleşmişti.6

   “Taksim Komünü”nün sonsuza kadar orada duracağı düşüncesi gerçekten ilginçti!

İlginç olan bir başka nokta ise, özellikle Gezi’deki saldırıdan sonra bir anda kendini hissettiren forum fetişizmi oldu. Bunun Haziran Direnişi’nin yarattığı özgün bir örgütlenme biçimi olduğu iddia edildi. Rusya’da sovyetler, İtalya’da işçi konseyleri, Türkiye’de forumlar…

Türkiye’de bir devrimin yükselmediği, somut başlıklarda direnişçilerin belli bir konuyu bağlamak için yerelliklerde biraraya geldiğinde “forum”un uygulanabilecek biçimlerden sadece biri olduğu ve bir örgütlenmeye dönüşemeyeceği unutuldu.

En önemlisi, siyasi yapılara yasak koyarak ve örgütler bulaşmasın diyerek sovyet örgütlenmesine özenilemeyeceği unutuldu. Siyaset, hem de en hararetli biçimde konuşulmayacaksa, dil kursu mu düzenlenecekti forumlarda?

Hoş bunları önerenler de vardı ve gerçek bir toplumsallığa denk düşen ya da iyi yönetilen bazı örnekler dışında forumlar her türden siyasi örgütten militanın kimliğini gizleyerek “halk görünümlü şahin”e dönüştüğü işlevsiz platformlar haline geldi.

Başka anlatılacaklar da var kuşkusuz Haziran’a dair. Ama sanırım bu yazı kendi amacına ulaştı. Haziran’da ne olduğuna ve Haziran’a ne olduğuna ilişkin bazı sorulara açık yanıt verdi.

Ama unutulmasın, Haziran buhar olmadı. Enerji birikir, kendini tekrar etmez, ama bazı kanallar daha kolay açılır, yaratılır.

Çünkü Haziran hayal değil, gerçektir.

Dipnotlar

  1.  Tersinden söyleyecek olursak, çevre ve kentsel alanlar duyarlılığı bu çapta bir hareket zaten yaratamazdı. Önemsiz oldukları için değil.
  2.  Geçtiğimiz yıl, bir başka çalışma için Haziran Direnişi’ne üç büyük kentte katılan “örgütsüz” ve çalışan altı yüzün üzerinde kişiye cevaplamaları için bazı sorular yöneltmiştim. Bu bir anket değildi, sadece genel bir fikir elde etme amacını taşıyordu. Farklı bağlantılar üzerinden ulaştığım bu kişilerin yarıya yakını direnişe işyerlerinden toplu olarak çıktıklarını söylüyorlardı.
  3.  Sorularımı yanıtlayanların önemli bölümü, siyasi örgütlerin direnişteki varlığından rahatsız olmadıklarını, tersine onların varlığında kendilerini güvende hissettiklerini söylüyordu. Rahatsız oldukları örgütler arası rekabetin açıkça hissedildiği anlardı.
  4.  2014’te TKP içinde yaşanan kriz sırasında parti üyesi olmayan birtakım kişiler benim parti kurullarında “Haziran’ın arkasında Ergenekon olduğu”nu iddia ettiğimi yaydılar. Bu kişiler enteresan bir biçimde Türkiye solunu Haziran Direnişi’ni açıkça Ergenekon’un işi olarak ilan eden HDP’nin peşine takmak istiyorlardı. TKP’de görüş ayrılıkları vardı, ama o zamanki Merkez Komite’de bile bu kadar saçma bir tezi Kemal Okuyan ya da bir başkası dile getiremezdi. Doğrudur, bir kısım “eski” ya da AKP’den rahatsız devlet görevlilerinin sahaya indiği konuşulmuş, bu kesimlere karşı uyanık olmak gerektiği üzerinde durulmuş ve hangi aktörün neyin peşinde olduğuna ilişkin bir değerlendirme yapılmıştır. Devrimci bir partinin merkez komitesi bütün bunları hesaba katmak zorundadır elbette.
  5.  CHP’nin Kadıköy mitinginin iptali ve Kılıçdaroğlu’nun Taksim’e gelme kararının öyküsünü yakından biliyorum. CHP’de hangi milletvekillerinin bunun için çaba sarf ettiğini, kimlerin Kadıköy’de ısrarcı olduğunu… Ne olursa olsun, Kılıçdaroğlu bu hamlesiyle “bir an önce bitsin” diye düşündüğü Haziran’a farkında olmadan büyük bir yardımda bulundu.
  6.  Polis, Gezi Parkı ve Taksim’e kalleşçe ve vahşice saldırdığı gün oralardaki seyyar satıcıların önemli bölümünün köfte-ekmek satmaya zaten gelmemiş olduğu görüldü.