Hiç Bitmeyecekmiş Gibi… Boğazlar Sorunu, Öncesi ve Sonrası ile Montrö

Bu yazı, ABD’nin ısrarcı gözüktüğü Karadeniz’e yerleşme politikasının doğrudan sonucu olan Rusya-Türkiye ve Rusya-ABD ilişkilerinin yeniden gerilme göstergeleri (ABD’nin kıyı ülkelerde kurduğu üsler ve son olarak, ABD donanmasına ait gemilerin Gürcistan’a gitmek üzere Boğazlar’dan geçmesi) ve bundan dolayı son dönemde Türk Boğazları’nda “suyun ısınma yönelimli” olduğu saptamalarından hareketle, Boğazlar Sorunu’nun tarihsel arka planına tekrar dönüp bakmak ihtiyacı ile yazılmıştır. Bu bağlamda, sorunla ilgili her durumda tekrar gündeme gelen Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin ve getirdiği geçiş rejiminin üzerinde daha fazla durulacaktır. 1945 sonrası “üs talebi” olarak gündeme gelen konu ise önemli görülmekle beraber bu yazının temel tartışması değildir.

Montrö öncesi Boğazlar

“Pontus Euxinus”, Antik Yunan’dan itibaren, kıyısında yaşayanların Karadeniz için kullandığı bir diğer isim olagelmiş. İronik olarak değerlendirilebilecek şekilde, “Konuksever Deniz” şeklinde çevrilebilen adı belki de hırçınlığı ve fırtınaları kadar, üzerinde/kıyılarında yaşanmış savaşlara, işgallere, sayısız stratejik yönelime ev sahipliği yaptığı çağrışımı yapıyor. Geçmişten bugüne bir şekilde ilginin azalmadığı Karadeniz, bunu elbette ki giriş-çıkış kapısı olarak Çanakkale ve İstanbul Boğazları’na borçlu. Marmara Denizi ile beraber, geleneksel olarak “Türk Boğazları” diye bilinen bölge için bu terimsel anlamı ise ilk kez, Çarlık Rusyası’nın uluslararası hukuk danışmanı Frederic de Martens kullanıyor. 

Ortaöğretimde tarih dersine azıcık ilgi gösteren her öğrenci, neyin kapısının Türklere açıldığını bildiği gibi nerelerin “Türk Gölü” haline geldiğini de bilir. Osmanlı Devleti ve Rusya arasında 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması’nın konumuz itibariyle bizi ilgilendiren sonucu ise, Karadeniz’de yüzyıllardır devam eden Osmanlı hakimiyetinin bozulduğu, deyim yerindeyse Karadeniz’in artık bir “Türk Gölü” olmadığıdır. Ruslar bu antlaşma ile artık “sıcak denizlere” inebilme olanağı kazanmakta ve bu sularda kendi bayraklarıyla ticaret yapabilmelerinin önündeki sınırlamalardan kurtulmaktaydı.

Rusların elde ettiği bu olanaklarla beraber Türkiye ile ilişkilerinin tarihi Boğazlar’ın tarihi ile özdeşleşti. Zayıflayan Osmanlı İmparatorluğu karşısında Rusya, siyasetini Boğazlar’da elde edebileceği tavizlere ve Boğazlar’da hakimiyetin Türkler’den daha güçlü bir devletin eline geçmemesine endeksledi. Gerek imparatorluk döneminde gerekse Cumhuriyet döneminde Türkiye ile Rusya arasında kurulan genellikle geçici ve dünya politikasındaki dalgalanmalara karşı hassas ittifaklar, hep Boğazlar merkezli oldu. Boğazlar’ın tarihi yazılırken, diğer devletlere nazaran Rusya’ya daha büyük bir yer ayırmak bu şekilde açıklanabilir. Okurun bunu garipsemeyeceğini umuyorum.

1774’te ticaret gemilerinin geçişine verilen imtiyazlarla başlayan, 1798 ve 1805’de Rus savaş gemilerinin geçişi için yapılan düzenlemelerle ivme kazanan Boğazlar’dan geçiş rejiminin uluslararasılaşma süreci, 5 Ocak 1809’da İngilizler ile Çanakkale’de imzalanan 12 maddelik Kale-i Sultani Antlaşması ile devam etti. Bu antlaşmanın 11. maddesi ile Bâbıâli, her ne kadar imparatorluğun Boğazlar’ın kapalılığı genel prensibini İngiltere’ye kabul ettirdiyse de, kendisi de aynı prensibi başkalarına karşı uygulayacağını bu devlete karşı yükümlenerek, Boğazlar’da uygulanacak geçiş rejimini bir iç hukuk meselesi olmaktan çıkartıp devletlerarası konu haline getirdi. 1

Boğazlar’ın kapalılığı ilkesi 1841 Londra Sözleşmesi ile teyit edilinceye kadar geçen süre içinde de, asıl amacı Yunanistan’ın bağımsızlığı olan Edirne Antlaşması (1829) ile ülkelerin ticaret gemilerine Karadeniz’de dolaşma imtiyazı verilmiş, isyan eden Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya karşı da Osmanlı’nın Ruslardan destek istemesi üzerine 1833’te Boğazlar Rus savaş gemilerine açılmıştı. Londra Sözleşmesi ise uluslararası bir kural olarak Boğazlar’ın kapalılığı ilkesini idari bir tasarruf olmaktan çıkardı. Sözleşme ile beraber Osmanlı, barış zamanında ve kendisinin taraf olmadığı bir savaş sırasında Boğazlar’dan elçilerin “maiyet” gemileri dışındaki savaş gemilerinin geçmesi ilkesini hükümranlık haklarından kaynaklanan bir düzenleme olarak değil, uluslararası bağıtlarından doğan bir yükümlülük olarak uygulamak zorundaydı. 2

Genel bir kural olarak Boğazlar’ın savaş gemilerine kapalılığı prensibi Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar yürürlükte kaldı. Fakat bu sorun, uluslararası politikanın gündeminden hiçbir zaman düşmedi. Rusya’nın Boğazlar’dan savaş gemilerini geçirmek için 1884’ten sonra yaptığı neredeyse her teşebbüs İngiltere’nin tepkisine yol açtı. Buna rağmen, Ruslar çeşitli bahanelerle savaş gemilerini geçirdiler ve ticaret gemisi süsü verilmiş savaş gemilerinin geçişini engelleyen Osmanlı’ya pek çok kez nota verdiler.

1878’de Kıbrıs’ı, 1882’de Mısır’ı kontrolü altına alan İngiltere’nin bundan dolayı Boğazlar rejimine bakışı, Boğazlar’ın kapalı olması yerine, kendi gemilerine geçişin serbestleştirilmesi şeklinde değişti. Bu değişikliğin doğal sonucu olarak Boğazlar dolayısıyla destekledikleri Türkiye’ye karşı tutumlarını da terk etmeye karar vermiş oluyorlardı. Hatta 1908’de Rus Dışişleri Bakanı geçiş rejiminin değişmesini talep ettiğinde, İngiltere de savaş gemilerine geçişin açılmasının kendileri için bir güvenlik sorunu yaratmayacağını açıklamıştı. Daha sonra Berlin Konferansı’nın ertesinde, çıkarlarına tehdit olarak Rusya’dan çok Almanya’yı gören İngiltere, Birinci Dünya Savaşı’nın patlamasının ardından Fransa ile beraber, İstanbul’u, Marmara’nın Batı kıyılarını ve Çanakkale Boğazı’nı Rusya’nın kendi topraklarına katma talebini kabul etti. Fakat Ekim Devrimi, bu planı bozdu.

Savaşın bitmesinin Türkiye için ilk anlamı, 30 Ekim 1918’te imzalanan Mondros Mütarekesi’nin koşulları idi. Sözleşmenin ilk maddesi, Çanakkale ve İstanbul Boğazları’nın açılmasını ve Boğaz kalelerinin müttefiklerce işgalini öngörmekteydi. 19 Nisan 1920’de imzalanan Sevr Antlaşması’nın 37. maddesi ise, geçişlerde tam serbesti prensibi öngörmekteydi. Dolayısıyla Boğazlar’dan seyrüsefer, tüm ticaret ve savaş gemilerine gerek barış, gerek savaş halinde bayrak farkı gözetilmeksizin açık olacaktı. Antlaşma, 61. maddeye dek, kurulacak komisyonun geçiş rejimi konusundaki çalışma yöntemlerini belirtiyordu. Sevr’in uygulamaya konulamaması bu hükümleri geçersiz kılsa da, Boğazlar’a ilişkin benzer bir düzenleme Lozan’a taşındı.

Lozan öncesinde TBMM ve Sovyetler görüşmelerinde Boğazlar

3 Mayıs 1920’de TBMM’nin ilk hükümeti kuruldu. 5 gün sonrasında Moskova’ya gidecek heyete verilen talimatın iki önemli özelliği vardı; birincisi iç ve dış tam bağımsızlık içinde yaşamak şartıyla Rusya ile kader ve gelecek birliği kurma isteğinin belirtilmesi ve ikincisi Boğazlar’dan yararlanmanın tüm Karadeniz ülkelerine serbest olacağı ve zorunlu görüldüğünde Çanakkale’nin birlikte savunulması önerisi idi.

2 Haziran 1920 tarihli -Türkiye ve Sovyetler’in siyasal ilişkilerinde başlangıç sayılan- Dışişleri Halk Komiseri Çiçerin’in Anadolu’da yaşayan halkların kendi kaderini tayin etme hakkının vurgusunu da içeren 7 maddelik mektubunun 6. maddesi şöyle diyordu: “Boğazlar sorununun çözümlenmesinin Karadeniz’e kıyısı olan devletlerce toplanacak konferansa sunularak görüşülmesi.”

 Bir büyük devletle imzalanan ilk antlaşma olan 1921 Moskova “Dostluk ve Kardeşlik” Antlaşması’nın 5. maddesinde, daha sonrasında Lozan’da uyulmayacak olsa da, Boğazlar rejimini Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerin belirlemesi belirtiliyordu:

“Boğazlar’ın tüm ulusların ticaretine açılması ve geçiş özgürlüğünün sağlanması için, bağıtlı taraflar, Karadeniz ve Boğazlar’ın bağlı olacağı rejimin kesin biçimde hazırlanması işinin, kıyı devletlerinin temsilcilerinden oluşmak üzere, daha sonra yapılacak bir Konferans’a bırakılmasını uygun bulurlar. Şu da var ki, bu Konferansta alınacak kararların Türkiye’nin salt egemenliğine ve Türkiye ile onun başkenti olan İstanbul’un güvenliğine hiç bir zarar getirmemesi gerekir.”

Lozan Boğazlar Sözleşmesi

Eylül 1922’de Anadolu’da zaferin ilan edilmesiyle birlikte nasıl bir barış sağlanacağı sorusu gündeme geldi. 3 Kuşkusuz, bu sorunun akla ilk getirdiklerinden bir tanesi Boğazlar sorunuydu. Konferans için Ankara’nın gönderdiği heyete verilen 14 maddelik talimatta Boğazlar ve Gelibolu Yarımadası’nda yabancı bir askeri kuvvetin kabul edilemez olduğu belirtiliyordu. Türkiye ve Sovyetler arasında imzalanan Moskova Antlaşması’nın aksine, savaş sonrası bölgeyi boşaltmak zorunda kalan İtilaf devletleri ise, hazırlanacak yeni düzenlemede söz sahibi olmak istiyordu. Üstüne üstlük, Moskova’nın da bu düzenlemeye katılmasına karşıydılar. Fakat çağrı yapılan devletler arasında olmamasına rağmen Sovyetler’i temsilen üç kişilik delegasyon, diplomatik ısrarlar sonucu Lozan Barış Konferansı’nın birinci bölümüne, sadece Boğazlar konusu görüşülürken katıldı. Aynı tarihlerde Lenin, Observer ve Manchester Guardian gazetelerine Boğazlar hakkında Sovyetler’in düşüncesini şöyle açıklıyordu: “Türkiye’nin ulusal istekleri tatmin edilmeli, Boğazlar savaş ve barış günlerinde tüm askeri gemilere kapatılmalı, ticaret gemilerinin geçişine tam bir serbestlik tanınmalıdır.” Sovyetler’in Türkiye’nin bağımsızlığına verdiği önemle beraber, savaştan önce ihraç edilen Rus buğdayının yüzde 70’inin Boğazlar’dan geçmesi ve savaş gemilerine karşı kendisini savunabilmesinin de önemi gereği, Konferans görüşmeleri sürerken Çiçerin, İsmet Paşa ile bu meselede ortak politika izlemek konusunda anlaştı. Fakat bir süre sonra Türkiye, bu politikadan ödün verme eğilimine girdi ve İtilaf Devletleri’nin ikna çabaları sürerken Sovyet delegasyonuna yakalandı. Vahim durum şuydu ki, Türkiye’nin egemenliğini kendisininkinden çok Sovyet formülü gözetiyordu. 4

 Ancak verilen notaya rağmen, belirli koşullar altında savaş gemilerinin Karadeniz’e girebileceği ve Boğazlar’ın güvenliğinin uluslararası komisyon tarafından sağlanacağı konusunda Sovyetler hariç bütün katılımcı devletler anlaştılar. Denilebilir ki, Türkiye’nin baskın Batıcı eğilimi ve mevcut dengelerde farklı çıkar gözetmesi gereği, Boğazlar konusunda çatışan İngiliz ve Sovyet tezlerinin sonucu, kazanan İngiltere oldu. Bu bağlamda Montrö Antlaşması’na gelene dek yaklaşık on üç yıllık sürede, Türkiye’nin bölgenin askerden arındırılması ve uluslararası komisyon kurulması dolayısıyla egemenliği kısıtlanmış oluyordu.

Montrö Boğazlar Sözleşmesi

Lozan Boğazlar Sözleşmesi on üç yıl yürürlükte kaldı. Bu süre zarfında Boğazlar’ın geçiş rejimi ile ilgili önemli sayılabilecek bir sorunla karşılaşılmadı ve bu Sözleşme başarıyla uygulanabildi. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasına yakın gelişen olaylar, geçerli olan geçiş rejiminin gözden geçirilmesini gerekli kıldı. Almanya, 1934’ten itibaren hızla silahlanmaya başladı. Versailles Antlaşması’nın aksi hükümlerine rağmen, Mart 1935’te yurttaşlarına zorunlu askerlik sistemi getirdi ve Ren bölgesini silahlandırmaya başladı. 1933’te Japonya Mançurya’ya saldırdı, fakat Milletler Cemiyeti yaptırımda bulunmakta aciz kaldı.

1936’ya gelindiğinde daha da netleşen bu yeni uluslararası konjonktürü de gerekçe göstererek Türkiye, birkaç kez gündeme getirdiği ve barışçıl yollardan çözülmesini istediği Boğaz kıyılarını askerden ve silahtan arındıran Lozan hükümlerinin kaldırılmasını istemekteydi. İtalya’nın Habeşistan’a saldırdığı gerekçesiyle MC’nin düzenlediği toplantılar sırasında istemini tekrarlayan Türkiye, bu kez olumlu bir hava yaratmayı başardı. Lozan’a taraf devletlere gönderilen bir notayla, yeni bir rejimin saptanması için uluslarası bir konferansın toplanması istedi. Türkiye’nin sözkonusu talebi, uluslararası hukuk açısından rebus sic stantibus ilkesine dayandırılıyordu.

Burada bir parantez açarak bu uluslararası hukuk ilkesini açıklamakta yarar var; Latince “koşullar değiştiği takdirde” anlamına geliyor. Antlaşmanın yapıldığı esnada var olan ve antlaşmayı etkileyen koşullarda değişiklik olması halinde taraflar bu antlaşmaya son verme ya da uygulamayı durdurma hakkına sahip oluyor. Fakat rebus sic stantibus’a başvurulabilmesi için; 1) Ortaya çıkan değişiklik esasa ilişkin olmalıdır; 2) Önceki koşulların antlaşmanın ana gerekçesini oluşturması gerekmektedir; 3) Ortaya çıkan değişiklik tarafların yükümlülüklerini önemli ölçüde etkilemelidir. Uluslararası hukuk sisteminin en önemli ilkelerinden olan pacta sunt servanda (ahde vefa) ilkesiyle çelişen bu ilkenin iki kural dışılığı bulunuyor: 1) Sınır antlaşmalarına son vermek için bu ilkeden yararlanılamıyor; 2) Koşulların değişmesine kendi yükümlülüklerini yerine getirmemek suretiyle neden olan taraf bu ilkeyi ileri süremiyor. 5 Parantezi kapatabiliriz.

Türkiye’nin notasının bu kez olumlu karşılanmasının elbette nedenleri vardı. Sovyetler Birliği, Lozan’da getirilen hükümlerden memnun olmadığını her fırsatta açıklıyordu. Bulgaristan, Türkiye’nin Boğazları sıkı biçimde denetlemesini istememekle birlikte, 1919 Neuilly Antlaşması’nın silahtan arındırmaya ilişkin hükümlerini değiştirme fırsatı vereceğini umarak yeni geçiş rejimi girişimlerine karşı çıkmıyordu. Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya Balkan Paktı dolayısıyla Türkiye’nin arkasında idi. Fransa, Sovyet dostluğunu elde etmek amacıyla imzaladığı ittifak antlaşmasının da etkisiyle, Boğazlar konusunda herhangi bir ters durum yaratmaktan kaçınıyordu. Son olarak İngiltere de, Akdeniz’de İtalyan tehdidine karşı Türkiye’yi kendi yanına çekmek istediğinden Türkiye’nin önerisini olumlu karşılıyordu. Yeni rejim önerisine tek tepki İtalya’dan gelmişti.

İtalya’nın çağrılmasına rağmen katılmadığı Montrö Konferansı, 22 Haziran 1936’da başladı. İlk oturumlar Türkiye tarafının taslağının okunması ile geçerken, en sert tartışmalar savaş gemilerinin geçişine ilişkin maddeler görüşülürken yaşanıyordu. Türkiye taslağı, Boğazlar’ın yeniden silahlanması hakkında bir açıklık getirmiyordu. Boğazlar Komisyonu’nu istemedikleri bilindiği halde, Komisyon hakkında da hiç bir hüküm yoktu. Ticaret gemilerine barışta ve savaşta tam geçiş serbestisi kabul ediliyordu. Savaş halinde, eğer Türkiye savaştaysa geçme serbestisi düşmana hiç bir şekilde yardımda bulunmama koşuluna bağlanıyordu. Savaş gemilerine ilişkin yürürlükteki rejimi önemli tarzda değiştirebilecek olan öneri, savaş gemilerinin geçişinin Türkiye ve donanması için herhangi bir tehdit teşkil etmemesinin garantisi olarak, geçişte uygulanacak sınırdı. Bu sınır, Karadeniz’e kıyısı olmayan devletler için daha kısıtlayıcıydı. Başlıca yenilik de, “savaş tehlikesi” haliydi. Savaş tehlikesi halinde ipler tamamen Türkiye’nin elinde olmalıydı.

Yukarıda önemli maddeleri sıralanan taslağın ilk halini, müzakereye esas olarak almakta bütün taraflar anlaştılar. Sovyetler’in isteği, Karadeniz’e kıyısı olan devletler için tam geçiş serbestisi olmasına rağmen Dışişleri Komiseri Litvinov, “tarafsız ve liberal bir ruh ile hazırlanmış olan bu dikkat çekici belge” den dolayı Türkiye hükümetini kutluyor ve bu ruhun, projeyi hazırlayanların yalnızca Türkiye’yi değil, Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin güvenliğini de hesaba kattığını memnuniyetle belirtiyordu. Yine de Sovyetler’in tam serbesti isteğinden vazgeçtiğini söyleyemeyiz.

İngilizler ise taslağın bu halinin Sovyet yanlısı olduğunu öne sürerek, tartışmaya katıldı. İngilizler’in tezi, bütün taraflar için “adil ve hakkaniyetli” bir sözleşme oluşturulabilirse, Boğazlar’ın yeniden askerileştirilebileceğini ve uluslararası bir organ olarak Boğazlar Komisyonu’nun kesin surette devamını içermekteydi. Ticaret ve savaş gemilerine ilişkin hususlarda sırası geldikçe konuşacaklarını söylüyorlardı. Fakat, İngiltere’nin Akdeniz ve Süveyş Kanalı’ndan geçen imparatorluk deniz yollarının güvenliğini sağlama isteği ve Karadeniz’deki Sovyet üslerinden gelebilecek ani tecavüzlere karşı korunma endişesi ile çıkarlarını temellendirmesi zaten, Lozan’da olduğu gibi Montrö’de de tonaj sınırlamasıyla beraber bütün gemiler için geçiş serbestisine dayanan bir rejimde ısrarcı olmasına ve bu yüzden Komisyon’un devamını savunmasına neden oluyordu.

Uzun tartışmalar, hatta ağız dalaşı denilebilecek durumlardan sonra, 6 Lozan’da olduğu gibi Montrö’de de çatışan Sovyet ve İngiliz tezlerinin geldiği noktada, Japonya tarafından desteklenen İngiltere karşısında -Karadeniz’e kıyısı olmasa da SSCB ile yaptığı antlaşma neticesinde- Fransa tarafından desteklenen Türkiye yer alıyordu. Nitekim konferans sonunda savaş gemilerine uygulanacak sınırlamalar açısından İngiliz tasarısına, Türkiye’nin kendisini çok yakın bir savaş tehdidi altında hissetmesi durumunda Boğazlar’ın askerileştirilmesi ve Boğazlar Komisyonu’nun kaldırılması açılarından da Türkiye’nin tezine yakın bir metin kabul edilecekti. 7 

20 Temmuz 1936’da imzalanan Montrö, 29 madde, dört ek ve bir protokolden oluştu. Sözleşmenin ilk maddesi, imzacılar tarafından Boğazlar’da denizden geçiş ve gidiş-geliş özgürlüğünün kabul edildiğidir. Bu bağlamda, ulaşım özgürlüğü ilkesinin gözetildiğini söylemek mümkün… Özgürlükten ne anlaşılması gerektiği ise, ticaret ve savaş gemilerinin barış ve savaş durumları ile Türkiye’nin kendisine yöneltilen bir savaş tehdidi algılaması gibi hususlara göre diğer maddelerde belirtildi. Sözleşmenin süresi 20 yıl olduğu halde, değişmeyecek olan geçiş rejimi ilkesi serbestlik olarak kalacaktı. Türkiye’nin önünde kalan tek kısıtlama da buna bağlı olarak, 2. maddede belirtilen barış zamanında bayrak ve yükü ne olursa olsun ticaret gemilerinin hiç bir formaliteye bağlı tutulmaksızın bu serbestlikten yararlanabileceğiydi.

Son olarak Montrö’nün, Lozan’da Türkiye’nin egemenliğine getirilen iki kısıtlamayı kazanıma çeviren iki yanının olduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan birincisi, Sözleşme’nin son kertede Boğazlar’ın yeniden askerileştirilmesini kapsaması ve ikincisi de uluslararası komisyonun kaldırılmasıdır. Bu meseleye yazının sonuç bölümünde tekrar değineceğiz.

Montrö sonrasına kısa bir bakış

Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin yürürlükte kalma süresi hakkında Türkiye’nin isteği on beş yıl iken, İngilizler’in isteği elli yıldı. Fakat Lozan bile on üç yıl yürürlükte kalabilmişken, elli yıl kadar uzun bir sürenin abartılı olacağında anlaşıldı ve “uluslararası hayatın değişken koşullarına uygunluk” gerekçesi ile sözleşme geçerlilik süresi yirmi yıl olarak kararlaştırıldı. Sui generis bir antlaşma olarak günümüze değin yürürlükte kalan sözleşmenin feshi için ise, imzacılardan birinin ön bildirimde bulunması yeterli olacaktı. Fakat bugüne kadar böyle bir bildirim olmadı. Fesih değil de bir veya birkaç hükmün değiştirilebilmesi için ise, sözleşmenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren her beş yıllık dönemin sona ermesinde daha karışık ve zahmetli durumlar gerekiyordu.

Dünya ikinci büyük savaşına giderken imzalanan Montrö’nün ilk on yılı tartışmalarla geçti. Zira 1936-1946 yılları arasında Karadeniz’e geçişin tek anahtarı olarak Boğazlar’ın konumu ve Montrö’nün hükümleri, SSCB’nin Boğazlar’ı beraber savunma talebi, daha sonrasında da “üs isteme” meselesi gündemi epeyce meşgul etti. Ancak yaklaşık 65 yıldır uzun uzadıya tartışılan İkinci Dünya Savaşı’nda Boğazlar konusunu, daha kapsamlı bir yazıda değerlendirilmesi gerektiğini düşündüğümden, bu yazıda açmıyorum.

1991’de SSCB’nin dağılmasıyla Orta Asya ve Kafkasya’da yeni bağımsız devletlerin ortaya çıkması, yaklaşık kırk yıl sadece can, mal ve çevre güvenliği sorunlarıyla ve bunlara ilişkin düzenlemelerle gündeme gelen Boğazlar’ı, dolayısıyla Montrö’yü yeniden gündeme soktu. Çünkü kurulan yeni devletlerin oluşturduğu bölgede var olan petrolün ve doğalgazın uluslararası pazarlara hangi yollardan ulaştırılacağı tartışılmaya başlanmıştı.

NATO’nun doğuya doğru genişlemesi ve “Barış İçin Ortaklık” adı altında eski SSCB ülkelerini üyeliğe kabul etmesi, yine 90’lardan itibaren sürekli bir gerilim konusu oldu. Son yıllarda emperyalist çıkarları için ülkelerin içine düştüğü en ufak acizliği veya afeti değerlendirmenin fırsatını kollayan ABD de sık sık NATO tatbikatları bahanesiyle Montrö hükümlerine uymadan geçtiği Boğazlar’dan, 2008’de Rusya ile Gürcistan arasındaki çatışmanın ardından bir daha geçerek yeni bir gerilim yarattı. Sonuçta  “insani yardım” adı altında ve tonaj sınırlamasının epey üstünde ABD donanmasına ait gemilerle Montrö bir kez daha delindi.

ABD donanmasına bağlı 6. Filo’ya komuta eden 18 bin tonluk Mount Whitney gemisi, süper RBOC metal çöp roketleri taşıyordu. Geminin güvertesinde 25 mm’lik 2 Bushmaster top, 50 kalibrelik 4 makineli tüfek, 2 Phalanx yakın hava savunma sistemi ve CH- 60 Knighthawehf füze hava üniteleri yer alıyordu. Öte yandan, Dışişleri Bakanlığı’nın bu geçişi 2007 Ekim ayında onaylanan NATO planlı faaliyetleri uyarınca eğitim ve liman ziyaretlerinde bulunmak amacıyla gösterilen diğer geçişlere dahilmiş gibi göstererek, sözde insani yardım amacıyla bir savaş gemisinin Montrö’de kabul edilen geçiş rejimine aykırı bir biçimde Boğazlar’ı kullanmasını meşrulaştırmaya çalışması sıradan algılanmamalı. Montrö’ya uygun olarak yapılmakta olduğunu gerekçelendirmeden söyleyebilmek de, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren var olan hükümetlerin egemenliği tanımlamakta zorlandığına ve bunu her zaman normalleştirmeye çalıştıklarına işaret kabul edilebilir.

Karadeniz’e kıyıdaş olmayan ABD’nin, Montrö’ye göre savaş gemilerini ancak 21 günlüğüne burada tutabilmesi mümkünken, pratikte yaşananların 21 günde bir giriş çıkış yapabilme hilesiyle Karadeniz’de sürekli savaş gemisi bulundurma imkanına kapıyı ardına dek aralanmış gözüküyor. Tonaj konusunda ise sözleşmenin 18. maddesi, kıyıdaş olmayan devletlerin insancıl bir amaçla deniz kuvvetleri göndermesinin sınırının ancak 8 bin ton olduğunu belirtiyor. Bu bakımdan hileli de olsa, hilesiz de olsa delinen Montrö’nün ardından “tekrar hoşgeldin emperyalizm kardeş” demek pek de yanlış olmuyor.

Sonuç

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden itibaren, Anadolu’nun kurtuluşunun kimlere ve hangi emperyalist isteklere rağmen gerçekleştiğinin bilincinde oldu. Aynı bilinçli tercih merkezi, savaş biter bitmez savaştığı odaklarla kucaklaşmayı kurtuluşun tescili sandı. Batı ile kucaklaşmak, Türkiye’nin ve iç ve dış politikasının temel mottosuydu. Savaşta asker ve para yardımı yapan Sovyetler Birliği, her iyi niyetli davranışında, Türkiye’nin emperyalizm ile kucaklaşma serüvenini engellemeye çalıştı. Özellikle Lozan’da İngilizler’e karşı, Boğazlar’da Türkiye egemenliğini Türkiye’den bile fazla savundu. Fakat Çiçerin’in sonrasında dediği gibi, Türk politikasının en temel özelliği, hep Amerika ve Amerikan kapitalistlerini tercih etmesiydi.

Bu yazıda tartışmaktan ısrarla kaçındığımız 2. Dünya Savaşı ve sonrasında açılan Soğuk Savaş dönemi, Türkiye’nin politikasının mayasında var olan kendisini önce İngilizler’e ve sonrasında ABD’ye pazarlama yeteneği, bazen SSCB’nin dostu görünmek ile bazen de SSCB’nin Boğazlar’dan üs talebi etmesine ve daha sonra bu öneriyi geri çekmesine ilişkin yaşananlarla tecelli etti.

Kanımca ulus devlet olmaya ilişkin belli kavramlar, devletin yöneticilerinin/egemen sınıfın ideolojik konumlanışından ayrı değerlendirilebilecek bir boyut da taşır. Bu bağlamda konumuz açısından egemenlik ve bağımsızlık, hangi perspektiften yola çıkarak tanımlanırsa tanımlansın, ulus devletin olmazsa olmazıdır. Yüzyıllardır devam eden Boğazlar sorunu için de,  Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin önemi, ülke toprakları üzerindeki egemenlikte herhangi bir yabancı devletin veya uluslarüstü kuruluşun payının olmasını teorik planda engelleyişindedir. Aynı zamanda bu engelleyiş, Türkiye’nin stratejik önemini bölgesel boyuttan evrensel boyuta çıkarmaktadır. Montrö’nün getirdiği yeni geçiş rejimi, Türkiye’nin Karadeniz ve Akdeniz arasındaki güç dengesi üstünde söz sahibi olmasının da anahtarıdır. Ancak az önce söylediğim gibi bu söz sahipliğinin pratik plandaki karşılığının emperyalist çıkarlara ters gelişebilmesinin önündeki engel, siyasal iktidarlardır.

Bu yüzden içinde bulunduğumuz yıldan itibaren her geçen yıl, egemen sınıfın yöneticileri 87 yıllık bir geleneğin üstüne daha fazlasını ekleyerek, Türkiye’nin egemenliğini, pazarlama yarışında bilinçli bir şekilde “unutmaya” devam edeceğini söylemek kehanette bulunmak olmayacaktır. Zira her durumu olağan gösterebilmenin aygıtları, iktidarda fazlasıyla mevcut gözükmektedir.

Montrö meselesinden mücadeleye konu edilecek bir şeyler çıkar mı, sorulabilir. Sanıyorum bu, yüzyıllardır dikkat çeken herhangi bir aksi gelişmenin veya başarıya ulaşabilmiş bir eylemliliğin olmamasıyla bağlantılı… Gelecek ilk fırsatta bu sağlanmayabilir, ancak egemenliğin olmazsa olmaz koşulundan biri için, yurttaşların aklından ve gündeminden düşürülen kazanımların daha fazlası, emperyalizme karşı mücadele eden Türkiye’nin ve bölge ülkelerinin halkları için bir şeyler ifade edecektir. 

Küreselleşme böyle bir şey; sınırları birileri yıktıkça, gelecekte sosyalistlere yıkılanın daha iyisini kendi yöntemleriyle örebilmelerinin yolu, ancak var olan kısmi kazanımları daha fazla yıkılmadan tutmaya çalışmaktan geçiyor. 

Dipnotlar

  1.  Erim, Nihat, Devletlerarası Hukuk ve Siyasi Tarih Metinleri, c. 1, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1953, s. 115-137
  2.  Akgün, Mensur, “Dünden Bugüne Türkiye ve Rusya”, Gülten Kazgan ve Natalya Ulçenko (der.), Geçmişten Günümüze Türkiye ile Rusya Arasında Görünmez Bağlar: Boğazlar, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2003, s. 53-56
  3. Tellal, Erel, “Türk Dış Politikası”, Baskın Oran (der.), Sovyetlerle İlişkiler, c.1, İstanbul, İletişim Yayınları, 2001, s.165-176.
  4. Eski Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin’in önsözünde “özellikle” Amerikalı dostlarına teşekkür ettiği ve 1953 yılında tamamladığı kitabında, bu durumun “keskin” bir tarihi gerçek hissini sezmekten kaynaklandığını kavrıyoruz. Türkiye’nin dostluk ve menfaati farklı şeyler olarak algılamaktaki yeteneğine vurgu yapan yazar, Hünkar İskelesi’ni hatırlatarak Rusların tarih boyunca “evvela dost, arkasından müttefik” hüviyetinde göründükten sonra, kendisini hami olarak kabul ettirmeye kalkışabileceği çok sıkı bir ortaklığı göze almaktan kaçınmayı övüyordu. Erkin, Feridun Cemal, Türk-Sovyet İlişkileri ve Boğazlar Meselesi, Ankara, Başnur Matbaası, 1968, s. 56
  5. Özersay, Kudret, Türk Boğazlarından Geçiş Rejimi, Yayınlanmış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1997, s. 25
  6. Erkin, Feridun Cemal, age., s. 88-89
  7.  Özersay, Kudret, “Türk Dış Politikası”, Baskın Oran (der.),  Montreux Boğazlar Sözleşmesi, c.1, İstanbul, İletişim Yayınları, 2001, s. 370-384